Arama

Tarihimizde İz Bırakanlar - Sayfa 4

Bu Konuya Puan Verin:
Güncelleme: 25 Kasım 2008 Gösterim: 145.813 Cevap: 93
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
12 Nisan 2006       Mesaj #31
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Kanuni Sultan Süleyman

Kanuni Sultan Süleyman (1494-1566) Osmanlı padişahlarının onucusudur. Kanuni sanıyla anılır. Babası Yavuz Sultan Selim, annesi ise Kırım hanı Mengli Giray'ın kızı Ayşe Hafsa Sultandır. Trabzon'da doğmuştur. Saltanatında Osmanlı İmparatorluğu en yüksek dönemini yaşamıştır.Çocuk yaşta Istanbul'da bilim, tarih, edebiyat, din ve askerlik eğitimi aldı. 1509 yılında annesinin doğum yeri olan Kırım'da Kefe sancakbeyliğine atandı. Daha sonra Saruhan sancakbeyliği göreviyle Manisa'ya gönderildi. Padişahın sefere çıktığı vakitlerde Batı sınırını korumak için Edirne'de bulundu. Babasının ölümü sırasında yine Manisa'da bulunan şehzade Süleyman, sadrazam Piri Paşa'nın çağrısı üzerine İstanbul'a gelerek 1 Ekim1520 tarihinde tahta çıktı.
Sponsorlu Bağlantılar
Kanuni padişah olunca içişlerinde belli bir düzene kavuşmuş devlet yönetimi babasının yaptığı ıslahatlarla sağlamlaşmış temeller üzerinde duran bir devletin başına geçti. İmparatorluğun iç bunalımlarıyla uğraşmadan kısa bir süre Batı dünyasının geçirdiği dönüşümleri izledi. Batı rönesansın yaratığı bir açılma ortamında teknik yönden belli aşamalara ulaşmış; Fransa ve Almanya'da dinsel reformlar yapılarak birlik sağlanmıştı. Kanuni bu ortamda, askeri alanda oldukça üstün duruma gelmiş olan Osmanlı İmparatorluğunun gücünü Batı'ya yine askeri yönden kabul ettirme yolunu seçti.


Savaşları

Tahta çıktıktan bir yıl sonra Belgrad'ı fethetti (1521), ertesi yıl ise Rodos'u aldı (1522). Fransa'nın da teşvikiyle Mohaç seferini düzenleyen Kanuni 29 Ağustos1526'da Macar ordusunu büyük bir yenilgiye uğratarak başkent Budin'i kısa bir süre sonra da Viyana'yı kuşattı (1529I. Viyana Kuşatması). Bu savaşlar sonucunda Macaristan egemenlik altına alındı.
Sonraki yirmi yıl içinde Kuzey Afrika, Orta Doğu ve İran'dan geniş bölgeler Osmanlı egemenliğine alındı. Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin PaşaCezayir ve Kuzey Afrika'yı alarak Akdeniz'i bir Türk gölü haline getirdi. Doğuda ise İran'la yapılan savaşlar sonunda Tebriz alındı. 1562'da Transilvanya bölgesi alındı. Son savaşı olan Zigetvar seferinde Zigetvar kalesini kuşatılması sırasında ölen Kanuni Sultan Süleyman'ın cenazesi Mimar Sinan'a yaptırtmış olduğu Süleymaniye Camii'nin avlusundaki türbeye gömüldü. Karısı Hürrem Sultan da yanında gömülüdür.


Karakteri

Avrupalılarla yaptığı savaşlarda büyük başarılar kazanan Kanuni bu sayede Batı devletleriyle özellikle de Fransa'yla yakın siyasi ilişkiler kurmasına yol açmıştır. Fransa'ya verilen ve ileriki yıllarda Osmanlı'nın ekonomik yönden çökmesine yol açan kapitülasyonlar da Kanuni zamanında tanınmıştır. 46 yıllık saltanat hayatı boyunca Osmanlı uygarlığı büyük gelişme göstermiş hukuk, matematik, mimarlık ve nakkaşlık alanlarında yetişen bilim ve sanat adamlarının yarattığı eserler kültür tarihimizin başyapıtları olarak yerlerini almışlardır. Kanuni Sultan Süleyman padişahlığı döneminde devleti yetenekli devlet adamlarıyla birlikte yönetmiş ve dünyanın en büyük imparatorluğu haline getirmiştir.

Bir diğer adı, kendi tabiri ile:
"Ben ki Sultan-i salâtin-i zaman burhân-i havakın-i avân tâc-bahs-i husrevân-i cihan zillullâhi'1-meliki'l-mennân Akdeniz'in ve Karadeniz'in ve Rumeli'nin ve Anadolu'nun ve Şam ve Halep ve Karaman ve Rûm'un ve vilâyeti-i Dulkadriye'nin ve Diyârbekir'in ve Azerbaycan ve Van'ın ve Budun ve Tamisvar vilâyetlerinin ve Mısır'ın ve Mekke'nin ve Medine'nin ve Kudüs'ün ve Halilü'r-Rahmânin külliyen diyâr-i Arab’ın ve Yemen'in ve Bağdad ve Basra ve Cezayir vilâyetlerinin ve dahi nice memleketlerin ki âbâ-i kiram ve ecdâd-i izamim -enârallâhü berâhinehüm- kuvvet-i kahire ile fetheyledikleri ve cenabı-i celalet-meâbim dahi tig-i âtes-bâr simsîr-i zafernigârim ile fetheyledigim nice diyarın sultani ve pâdişâhı hazret-i Sultan Bâyezıd oğlu Sultan Selim Hân oğlu Sultan Süleyman Şah Hân'ım




Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Nisan 2006       Mesaj #32
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gazi Osman Paşa (1832 - 1900)
Doksanüç Harbi diye meşhur olan, Osmanlı-Rus Savaşında (1877-1878) Plevne cephesinin ünlü kumandanı.
Sponsorlu Bağlantılar
1832’de Tokat’ta doğdu. Beşiktaş’taki Askerî Rüşdiyede ve Kuleli Askerî İdâdîsinde (lisesinde) okudu. Harbiye’yi yirmi yaşında ikincilikle bitirdi. Harp Akademisine girdi. Akademi’yi bitirmeden, Kırım Savaşının çıkması üzerine Tuna cephesine gönderildi. Burada dört yıl kalarak, teğmenliğe yükseldi. Savaşın sonunda yüzbaşı oldu. 1856’da Akademi’ye devâm ederek tahsilini tamamladı. Genel Kurmay Başkanlığında çalıştı. Anadolu’nun haritasını çıkarma göreviyle Bursa’ya gönderildi. Teselya’da, Yenişehir’de ve Cebel-i Lübnan’da görev aldı. Girit isyânlarının başlaması üzerine Girit’e tâyin edildi. 1866’da Girit’teki çalışmaları ile Serdâr-ı ekrem Ömer Paşa'nın takdirini kazandı. Miralay (albay) oldu ve Yemen’e gönderildi. Arkasından Paşa rütbesiyle Rumeli’de bulunan Beşinci Ordu Manastır Fırka (tümen) Kumandanlığına tâyin edildi (1875). Buradaki çalışmaları takdir edilerek, birinci ferik (korgeneral) oldu. Sırp isyânları başlayınca emrindeki birliklerle İzver tepelerini ve Zayçar kasabasını zaptetti. Sırp ordusunu yendi ve müşir (mareşal) oldu (l876).
Gâzi Osman Paşa'yı bütün dünyâya tanıtan, (1877-1878) Osmanlı-Rus Harbindeki savunma, gayret ve kahramanlıklarıdır. Bu harpte, Plevne cephesindeki müdâfaası ile dünyâ harp târihine yeni prensipler getirdi.
Gâzi Osman Paşa, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı başladığı sırada Vidin ve Rahova bölgelerinin korunmasıyla vazifeliydi. Tuna’yı geçerek savaşın düşman topraklarında yapılmasını teklif ettiyse de, buna izin verilmedi. Rusların Berkofça Dağlarını aşmaya başlamasından sonra Osman Paşaya hareket emri verildi. Osman Paşa, kumandasındaki kuvvetlerle Plevne önlerine geldi. Rusların elinde bulunan şehri ele geçirerek, savunma için gerekli tedbirleri aldı. Ruslar Pelevne’ye karşı saldırıya geçti. Osman Paşa, Rusların bu ilk saldırısını, bir karşı taarruzla Osma Suyunun öte yakasına atarak bertaraf etti (20 Temmuz 1877).
Ruslar, 30 Temmuz'da tekrar bir saldırıya geçtiler ve yapılan kanlı savaşlardan sonra geri çekildiler. Bunun üzerine Rus Çarı, Osman Paşaya karşı Romen ordusundan yardım istedi. Rus Çarı, Romanya Prensi Birinci Karol’e yardım için şu târihî telgrafı çekti.
“İmdâdımıza gel! İstediğin gibi, istediğin yerden, dilediğin şartlarla Tuna’yı geç! Acele Plevne’de yardımımıza yetiş! Türkler bizi mahvediyorlar! Hıristiyanlık, dâvâsını kaybetmek üzeredir!”
Bu yardım talebi üzerine, Romenler elli bin kişilik bir orduyla Plevne’de Ruslar'a yardıma koştu. 11 Eylüld'e Rus-Romen birleşik ordusu, tekrar Plevne’ye doğru taarruza geçti. On iki saat süren büyük Rus taarruzu, düşmanın, kesin mağlûbiyetiyle neticelendi. Böylece Osman Paşa, üçüncü Plevne Savaşını da kazandı (11 Eylül 1878). Gâzi unvânını aldı.
Daha büyük kuvvetlerle kuşatmaya devâm eden Ruslar, Plevne’nin teslimini istediler. Gâzi Osman Paşa, bu teklifi reddetti. Hiçbir yerden yardım gelmeyen Plevne’de yiyecek, yakacak ve ilâç sıkıntısı başlamıştı. Bu durum karşısında Gâzi Osman Paşa, bir huruç (çıkış) harekâtı yaparak, Plevne’den çıkmaya karar verdi. Bu kararı öğrenen Plevne ahâlisi, ileri gelenleri Osman Paşaya ricâcı gönderdiler; “Eğer asker Plevne’den çıkarsa, sivil halk içindeki Bulgarlar, bizlere çok zarar verir. Müsâade ediniz biz Müslüman ahâli de Plevne’den çıkalım” şeklindeki teklif üzerine Bulgar halkının ileri gelenlerini çağıran Osman Paşa, onlardan Müslümanlara zarar vermeyeceklerine dâir söz aldı. Buna rağmen Müslümanlar; “Biz de sizlerle gelelim.” diye çok yalvardılar. Osman Paşa, kimseyi kırmamaya dikkat ederdi. “Biz askerî usûllerle harekât yaparız. Sizler bize ayak uyduramazsınız” dediyse de, halkın istekleri çok acındıracak durumda olduğundan istemeyerek râzı oldu.
Huruç harekâtının yapılacağı sabah, halkın araba, kağnı ve hayvanları ile askerin intikal yoluna askerden önce, geceden dizilmiş olduğu görüldü. Plevne yollarında tam bir hengâme oldu, yollar kapanmıştı. İşte bu esnâda Rus topçusu ateşe başladı. Nice çoluk çocuk, kadın-kız bu ateş altında şehid oldu. Halkın bu aceleciliği aynı zamanda harekâtı da ifşâ etmişti. Zâten küçük bir kasaba olan Plevne yollarında yayaların bile geçmesi zorlaşmıştı. Plevne’yi kuşatan Rus ordusuna karşı asker “Allah Allah” sesleri arasında hücûma geçti. Sayı ve silâhça kendilerinden kat kat fazla olan düşman ordusunun birinci hattını kahramanca yardı. Ancak Ruslar, asker ve silâh çokluğunun yanında, ayrıca devamlı takviye alıyordu. Bu çıkış harekâtı sırasında Gâzi Osman Paşa'nın atı isâbet alarak öldü. Kendisi de bacağından ağır yaralandı. Açlık, hastalık, yardımın gelmemesi ve maiyetinde her türlü fedâkârlığı gösteren askerin harcanmaması düşünceleri, Gâzi Osman Paşa'yı teslime mecbur etti. Yarası, Vizsuyu kenarında bir evde sarılırken, Rus generali Ganetski tarafından esir alındı. Az sonra Rus Başkumandanı Grandük Nikola, askerî tören yaptırarak, askerlik ve esirlik kâidelerine aykırı olmasına rağmen, Osman Paşa'nın kılıcını iâde etti. Heyecan ve samimiyetle takdir ve parlak savunmasından dolayı tebriklerini bildirdi. Azamî hürmet göstermeye çalışan Nikola, Osman Paşaya:
“Şu anda yeryüzünde bu kılıcı şerefle taşımaya hakkı olan tek insan sizsiniz” demekten kendini alamadı.
Kısa bir süre sonra Rus Çarının bulunduğu karargâha getirilen Osman Paşa, Çar tarafından da tebrik edildi. Rusya’ya trenle götürülen Osman Paşa, trende Rus subaylarıyla harp ve askerlik üzerine Fransızca sohbetler etti. Rusya’ya varışında, ülke içinde istediği yere gidebileceği bildirildi. Gâzi Osman Paşa, bâzı Türk illerini gezdi. Her gittiği şehirde devlet reislerine yapılan merâsimle karşılanıp uğurlandı.
Gâzi Osman Paşa, bir müddet sonra Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın teşebbüsleri neticesinde Rusya’dan İstanbul’a döndü. İstanbul’a gelişte halk tarafından büyük sevgi ile karşılandı. Sultan İkinci Abdülhamid Han, göz yaşları içinde alnından öptü ve kendisine; “Sen benim yüzümü bu dünyâda ak ettiğin gibi, Allah da senin yüzünü iki cihânda ak etsin” diye duâ etti. Serasker oldu. Yedi yıl bu görevde kaldıktan sonra Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından Mâbeyn Müşiri (Saray Mareşalliği) görevine getirildi.
Ölünceye kadar bu görevde kaldı. Törenlerde, Pâdişâhın arabasında ve ona karşı otururdu. 1900’de 68 yaşında vefât etti. Kabri, Fâtih Câmii avlusundadır. Türbesini, onu çok seven Sultan İkinci Abdülhamid Han yaptırmıştır.
Gâzi Osman Paşa, temiz ahlâkı, kahramanlığı, samîmî Müslümanlığı ve devlete olan bağlılığı ile günümüze kadar sevgi ile anılmıştır. Adına yazılan Plevne veya Gâzi Osman Paşa Marşı hâlâ söylenmektedir.


GÂZİ OSMAN PAŞA MARŞI
Tuna Nehri akmam diyor,
Etrâfımı yıkmam diyor,
Şânı büyük Osman Paşa,
Plevne’den çıkmam diyor.
Karadeniz akmam dedi.
Ben Tuna’ya bakmam dedi.
Yüz bin Moskof gelmiş olsa,
Osman Paşa korkmam dedi.
Kılıcını vurdu taşa,
Taş yarıldı baştan başa,
Şânı büyük Osman Paşa,
Askerinle binler yaşa.
Düşman Tuna’yı atladı,
Karakolları yokladı.
Osman Paşanın emrinde,
Beş bin top birden patladı.



Son düzenleyen CrasHofCinneT; 5 Eylül 2008 03:24
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
13 Nisan 2006       Mesaj #33
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
II. Selim




200px Selim II


II. Selim 11. Osmanlı padişahıdır. Orta boylu, alnı açık, mavi gözlü, ince kaşlı ve sarışın bir padişahtı.


Saltanatı Döneminde Meydana Gelen Olaylar

Komşu devletlerle sulh anlaşmaları yapıldı. Endonezya'ya denizden sefere çıkıldı. Hindistan ve civarındaki müslüman hükümdarlara istekleri üzerine yardımlarda bulunuldu. Bir Türk gölü haline gelen Akdeniz'deki Kıbrıs korsanları, devamlı devletin donanmasına ve ticaret gemilerine zarar verdiğinden Kıbrıs'ın fethine karar verildi. Lala Mustafa Paşa tarafından Kıbrıs 1,5 sene içinde tamamen fetholundu (1571). Kıbrıs'ın imdadına gelen haçlı donanması İnebahtı'daki Türk donanmasını yaktı ancak çok kısa bir zaman sonra eski donanmadan kat kat üstün yeni bir donanma yapılıp yine Akdeniz'e açıldı. Kırım Hanlığına, Rusya seferine çıkma izni verildi ve Rusya vergiye bağlandı. Tunus şehri fethedildi ve bütün Tunus, Osmanlı topraklarına katıldı.


Kişiliği






II. Selim zamanında Ayasofya Camii yeniden onarıldı. Selimiye Camii o devrede inşa edildi. II. Selim de babası gibi şairdi. Ünlü bir beyti:
Biz bülbül-ı mührik-i dem-i sekvayı firâkiz
Ateş kesilir geçse sabâ gülşenimizden.





Son devrin ünlü şairlerinden Yahya Kemal, II. Selim'in bu beyti için, Selimiye kadar güzel bir şiir, demiştir. Babasından 14.892.000 km2 olarak devraldığı İmparatorluk topraklarını, 15.162.000 km2 olarak bırakmıştır. 15 Aralık1574 günü vefat etmiş, Ayasofya'daki türbesine gömülmüştür.
Erkek Çocukları : III. Murat, Abdullah, Osman, Mustafa, Süleyman, Mehmed, Mahmud, Cihangir.
Kız çocukları : Fatma Sultan, Şah .Sultan,Cevherhan Sultan, Esma Sultan.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
14 Nisan 2006       Mesaj #34
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Ömer Seyfettin

1884 yılında Gönen'de (Balıkesir) doğdu. Asker olan Yüzbaşı Ömer Şevki bey'le Fatma hanım'ın ikisi küçük yaşlarda ölen dört çocuğundan birisidir. Öğrenimine Gönen'de bir mahalle mektebinde başladı. Ömer Şevki Bey'in görevinin nakli dolayısıyla Gönen'den ayrılan aile İnebolu ve Ayancık'tan sonra İstanbul'a geldi. Ömer Seyfettin, önce Mekteb-i Osmanî'ye, ardından 1893 ders yılı başında da Askerî Baytar Rüştiyesi'ne kaydedildi. Bu okulu 1896'da tamamlayarak Edirne Askerî İdadîsi'ne devam etti. 1900'de İdadî'yi bitirerek İstanbul'a döndü. Burada Mekteb-i Harbiye-i Şahâne'ye başladı. 1903 yılında Makedonya'da çıkan karışıklık üzerine "Sınıf-ı müstacele" denilen bir hakla imtihansız mezun oldu. PiyadeAsteğmeni rütbesiyle, merkezi Selanik'te bulunan Üçüncü Ordu'nun İzmir Redif Tümeni'ne bağlı Kuşadası Redif Taburu'na tayin edildi. 1906'da İzmir Jandarma Okulu'na öğretmen olarak atandı. Bu, Ömer Seyfettin için önemli bir hâdisedir. Zira bu vesileyle İzmir'deki fikrî ve edebî faaliyetleri takip edecek ve bunlar içerisinde yer alan gençlerle tanışacaktır. Nitekim batı kültürünü tanıyan Baha Tevfik'ten Fransızca bilgisini artırmak için teşvik görür. Necip Türkçü'den ise sade Türkçe ve millî bir dille yapılan millî edebiyat konusunda önemli fikirler alır.
Ömer Seyfettin Ocak1909'da Selanik Üçüncü Ordu'da görevlendirilir. Selanik'te çıkmakta olan Hüsün ve Şiir dergisinin ismi kil Koyuncu'nun istek ve ısrarı üzerine Genç Kalemler'e çevrildikten sonra 11 Nisan1911'de Ömer Seyfettin'in "Yeni Lisan" isimli ilk başyazısı imzasız olarak yayımlanır.
Genç Kalemler yazı heyetini oluşturanlar Balkan Savaşının başlaması üzerine zarurî olarak dağılırlar. Ömer Seyfettin yeniden orduya çağrılır, hatta esir düşer. Nafliyon'da geçen esaret hayatı sırasında sürekli okur. "***", "Mehdi", "Hürriyet Bayrakları" gibi hikâyelerini bu yıllarda yazar. Bu hikâyeler Türk Yurdu'nda yayımlanır. Esareti süresince gerek okuyarak, gerekse yaşayarak yazarlık hayatı için önemli olacak tecrübeler kazanır.
Ömer Seyfettin 1913'te esaret hayatı bitince İstanbul'a döner. Bir süre sonra da Türk Sözü dergisinin başyazarlığına getirilir. Burada Türkçü düşüncenin sözcülüğünü yapan yazılar yazar. 1914 yılında Kabataş Sultanisi'nde öğretmenlik görevine başlar ve bu görevini ölümüne kadar sürdürür.
1915'te İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerinden Doktor Besim Ethem Bey'in kızı Calibe Hanım'la evlenir. Bu evlilik Güner isimli bir kız çocuğuna rağmen bozulur. Yazar tekrar yalnızlığına döner.
1917'den ölüm tarihi olan 6 Mart1920'ye kadar geçen zaman birçok acı ve sıkıntıya rağmen verimli bir hikâyecilik dönemini içine alır. Yeni Mecmua, Şair, Donanma, Büyük Mecmua, Yeni Dünya, Diken, Türk Kadını gibi dergilerle Vakit, Zaman ve İfham gazetelerinde hikâye ve makaleleri yayımlanır.
Hastalığı 25 Şubat1920'de artar, 4 Mart'ta hastahaneye kaldırılır. Türk hikâyeciliğinin bu unutulmaz ismi 6 Mart1920'de hayata gözlerini yumar. Önce KadıköyKuşdili Mahmut Baba Mezarlığı'na defnedilir. Daha sonra mezarı buradan yol geçeceği veya tramvay garajı yapılacağı gerekçesiyle 23 Ağustos1939'da Zincirlikuyu Asri Mezarlığı'na nakledilir.
Ömer Seyfettin Türk edebiyatının en önemli yazarlarından biridir. Otuz altı yıl gibi kısa bir ömüre çok sayıda eser sığdıran Ömer Seyfettin Türk fikir ve edebiyat alanına silinmez izler bırakmıştır.
Eserleri
  • Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür (1910)
  • Harem (1918)
  • Efruz Bey (1919)
  • Kahramanlar, Bomba, Harem, Yüksek Ökçeler, Yüzakı, Yalnız Efe, Falaka, Aşk Dalgası, Beyaz Lale, Gizli Tatbikat
Son düzenleyen CrasHofCinneT; 5 Eylül 2008 03:23
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Nisan 2006       Mesaj #35
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
MEHMED ÂKİF ERSOY


İstiklâl Marşı şâiri. 1877 yılında İstanbul'da doğdu. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Temiz Tâhir Efendidir. İlk tahsiline Emir Buhâri Mahalle Mektebinde başladı. İlk ve orta öğrenimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti. Babasının vefâtı ve evlerinin yanması üzerine mülkiyeyi bırakıp Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. Tahsil hayâtı boyunca yabancı dil derslerine ilgi duydu. Fransızca ve Farsça öğrendi. Babasından Arapça dersleri aldı.
Zirâat nezâretinde baytar olarak vazife aldı. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da bulaşıcı hayvan hastalıkları tedâvisi için bir hayli dolaştı. Bu müddet zarfında halkla temasta bulundu. Âkif'in memuriyet hayatı 1893 yılında başlar ve 1913 târihine kadar devam eder. Memuriyetinin yanında Ziraat Mektebinde ve Dârulfünûn'da edebiyat dersleri veriyordu.

1893 senesinde Tophâne-i Âmire veznedârı M. Emin Beyin kızı ismet Hanımla evlendi.


Âkif okulda öğrendikleriyle yetinmeyerek, dışarda kendi kendini yetiştirerek tahsilini tamamlamaya, bilgisini genişletmeye çalıştı. Memuriyet hayatına başladıktan sonra öğretmenlik yaparak ve şiir yazarak edebiyat sâhasındaki çalışmalarına devam etti. Fakat onun neşriyat âlemine girişi daha fazla 1908'de İkinci Meşrutiyetin îlânıyla başlar. Bu târihten itibaren şiirlerini Sırât-ı Müstakîm'de neşretmeye başladı.

Âkif, yazı ve şiirlerini hiçbir zaman geçim kaynağı olarak görmedi. Buna rağmen onu memlekete tanıtan, halka sevdiren asıl vasfı şâirliğidir.




Birinci Cihan Harbi sırasında Berlin ve Necid'e (Arabistan) gitti. Çanakkale harbi, onun Berlin seyahati sırasında meydana gelmiş, şâir o günlerin ıstırap ve heyecanını orada yaşamıştır. Şâir, bu iki seyâhatiyle ilgili Berlin Hatıraları ve Necid Çöllerinden Medîne'ye adlı eserlerini yazmıştır. Harbin son senesinde, çok sevdiği dostu İsmail Hakkı İzmirli ile Lübnan'a gitti.

Cihan Harbi 1918'de imzâlanan Mondros Mütârekesi ile nihayete erdikten sonra, galip devletler Türk vatanını parçalamak ve paylaşmak için dört taraftan saldırmağa başlamışlardı. Harpten son derece bitkin bir halde çıkan Türk milleti, vatanını müdâfaa için silâha sarıldı. Âkif, vatan müdâfaasının ehemmiyetini anlatmak için hutbelerle halkı, istiklâlini muhâfaza etmek için savaşmaya çağırdı. Anadolu'da millî mücâdele rûhunun yayılması üzerine, Anadolu'ya iltihâka karar verdi.
İstanbul'dan deniz yoluyla İnebolu'ya çıktı. Oradan Ankara'ya hareket etti. Konya isyanı üzerine Konya'ya gidip, ayaklanmanın bastırılmasında mühim rol oynadı. Sonra tekrar Ankara'ya döndü. Ankara'dan Kastamonu'ya giderek Nasrullah Câmiinde verdiği vaazlar neşredilerek memleketin her tarafına dağıtıldı. Sonra Ankara'ya döndü.
1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı'nı yazdı. Meclis 12 Martta bu marşı kabul etti.




Zaferden sonra İstanbul'a geldi. Abbâs Halîm Paşanın dâveti üzerine 1923'te Mısır'a gitti. O kışı Mısır'da geçirip, baharda döndü. Artık her yıl kışı Mısır'da, yazı İstanbul'da geçiriyordu. Halîm Paşa geçimini karşılamayı taahhüt etti. Ertesi yaz İstanbul'a dönünce Diyanet İşleri Riyâseti tarafından Kur'ân-ı kerîmi tercüme etme vazifesi verildi. Âkif yıllarca çalıştı. Sonunda bu konudaki ilmî kifâyetsizliğini anlayarak vazgeçti.


1926 yılından îtibâren Mısır Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi. Derslerden döndükce Kur'ân-ı kerîm tercümesiyle de meşgul oluyordu, fakat bu sırada siroza tutuldu. Önceleri hastalığının ehemmiyetini anlayamadı ve hava değişimiyle geçeceğini zannetti. Lübnan'a gitti. Ağustos 1936'da Antakya'ya geldi. Mısır'a hasta olarak döndü.

Hastalık onu harâb etmiş, bir deri bir kemik bırakmıştı. İstanbul'a geldi. Hastanede yattı, tedâvi gördü. Fakat hastalığın önüne geçilemedi. 27 Aralık 1936 târihinde vefat etti. Kabri Edirnekapı Mezarlığındadır.
Şahsiyeti: Mehmed Âkif'in Sırât-ı Müstakîm ve onun devâmı olan Sebîl-ür-Reşâd mecmuasında çıkan yüz kadar muhtelif makalesi, elli kadar tercümesi ve şiirleri vardır. Fakat Âkif günümüzün hatta Türk târihinin en önde gelen destan şâirlerinden biridir. Şiirleri edebiyat târihimizde büyük önem taşır.




Şiirlerinde bâzan düşünce, bâzan duygu ön plandadır. Aruzu en güzel şekilde kullanan şâirlerdendir. Şiirlerinde bir taraftan hürriyet, doğruluk, samimiyet, vatanseverlik, adâlet, istiklâl gibi ahlâkî kıymetleri telkin ederken, diğer taraftan cemiyetlerin çökme sebebi olan riyakârlık, münâfıklık, korkaklık, dalkavukluk, tembellik, zulüm gibi fenalıklara şiddetle hücûm eder.


Mehmed Âkif yaşadığı devri bütün genişlik ve derinliği ile şiirlerinde yansıtmaya çalışmış bir Türk şâiridir. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Türk milletinin içinde bulunduğu acıları, sevinçleri, ümidleri ve hayal kırıklıklarını manzum bir târih, bir roman, bir hikâye, bir destan havası içinde anlatmaya çalışmıştır. Eserlerindeki kişiler de aydın, cahil, yobaz, züppe, şehirli, dinli, dinsiz, sarhoş, gariban, külhanbeyi vs. gibi cemiyetin hemen her kesiminden insanlardır. Çevre olarak da saray, konak, câmi, sokak, bayram yeri, mevlit cemiyeti, savaş yeri, mahalleler, köhne evlerin odaları, oteller vs. şeklinde yaşadığı devrin bütün husûsiyetlerini aksettiren yerleri seçmiştir. Çalışma tarzı olarak, önce görüp incelemeyi, not ederek veya aklında tutarak ve sonra şiir taslakları kurup, onun üzerinde çalışmayı prensib edinmiştir. Müşâhade ve kompozisyona büyük önem vermiştir. Şiirinde kapalılık yok gibidir. Her şeyi açık açık yazmaya çalışmış, mübhem duygulardan, yüce ve fizik ötesi mefhumlardan ve süslü hayallerden uzak durmuştur. Kişilerini ve çevreyi resimvâri ve heykelvâri tasvirlerle anlatmıştır. Mehmed Âkif, muhtevâ yönünden edebî ekollerden realist, biçim verdiği değer bakımından parnasçı ve bâzı şiirlerinde de naturalist bir hava içindedir. Şiirlerinde şahsî üzüntüleri, arzu ve istekleri yok gibidir. Toplumun dertlerini konu edinmiş, onlar adına gülmeye ve ağlamaya çalışmıştır. Kötülerle, fakirlikle ve gerilikle mücadele esas gâyesidir.


Âkif, ahlâksız edebiyata düşmandır. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi olanları sevmemiştir. Şiirlerinde halk deyimleri, atasözleri, halk kelimeleri bol bol yer alır.


Şiirleri manzum hikâyeler, hitâbet şiirleri, lirik şiirler ve taşlama şiirleri şeklinde sınıflandırılabilir. Bunlardan manzum hikâyeleri sosyal konulu, hitâbet şiirleri didaktik muhtevalı, lirik şiirleri vatanî, millî ve dînî coşkunluklarla dolu, taşlama şiirleri de şakadan hicve kadar uzanan tenkitleriyle doludur.


Mehmed Âkif şiirlerini çoğunlukla kuralsız nazım şekliyle yazmıştır. Vezin olarak yalnız aruzu kullanmış, ama heceye de karşı olmamıştır. Üslûbu, şiirlerindeki olaydan ve fikirden daha önce göze çarpar. Süse ve yapmacığa kaçmadan yaşayan halk ifâdeleriyle kurulmuş, çekici bir anlatışı vardır. Halk dili ve üslûbunu hemen her şiirinde kullanmasına rağmen, bu konuda en çok muvaffak olduğu eseri Âsım oldu. Bol fiil ve sıfat kullandığı şiirlerinde aşırı sadelikten ve yapma dilden kaçınmış, Servet-i Fününcuların ağır ve cansız lisanından da uzak durmuştur.


Şiirlerinde tahkiye, tasvir, hitap, muhâvere gibi bütün anlatım yollarını başarıyla kullanmıştır. Bilhassa muhâvere (karşılıklı konuşma) anlatım yolu onun şiirlerinin en önde gelen özelliklerinden olmuştur. İç âhenk, daha çok lirik şiirlerinde görünür. Fazla mecaz kullanmaktan kaçınmıştır.


Memleketin sosyal meseleleri, şâhit olduğu elem verici olaylar ve çilekeş Anadolu insanlarının hâlini sık sık şiirlerine konu edinerek ele almış, duygu ve düşüncelerini samimi ifâdesiyle dile getirmiş, çâre için çeşitli teklifler öne sürmüştür. Osmanlı Devletinin Tanzimâtın îlânıyla başlayan, meşrutiyet îlânlarıyla devam eden ve İttihat ve Terakki Partisinin iktidârı zamanında son hadde vardırılan yıkılışa götürücü hareketlerle kısa zamanda târih sahnesinden silinmesi, dünyâdaki Müslümanların ilim ve teknikte Avrupa'dan geri kalmış olması ve başsız kalarak herbirinin ayrı ayrı yollar tutup parçalanmaları karşısında, feryâd edici şiirleri vardır.


Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sâhip, şâir tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir Türk şâiridir. İstiklâl Marşı şâiri olması bakımından da "Millî Şâir" ismini almıştır. Ancak rastgele edindiği din bilgileriyle, zamânının ve çağın dertlerine şahsî fikirleriyle çâre aramaya kalkışması bâzı hatâlara düşmesine sebep olmuştur.


Bunun yanında Sultan İknci Abdülhamîd Hanın memleket için yaptıklarını anlamayıp onun şanına yakışmayacak iftiralarda bulunması; sicilli mason Mısır Müftüsü Muhammed Abduh'u övmesi; bir çalgıcının seslerini nidâ-yı ilâhîye benzetmesi beğenilmiyen belli başlı hususlarıdır. Ahmed Dâvudoğlu, "Dîni Tâmir Dâvâsında Din Tahribcileri" kitabında diğer reformcular gibi, ilhâmını doğrudan doğruya Kur'ân-ı kerîmden almak istediğini bildirmektedir.


Eserleri: Eserlerinin umûmî ünvanı Safahât'tır ve ilk eseri yalnız bu adı taşır. İkinci kitabının adı Süleymaniye Kürsüsünde'dir. Hakkın Sesleri üçüncü, Fatih Kürsüsünden dördüncü, Hâtıralar beşinci, Âsım altıncı, Gölgeler yedinci kitabının adıdır. Bunlar, değişik târihlerde çeşitli kereler basılmış olup, hepsi birlikte Safahât adı altında da basılmıştır. Safahât'taki mısraların tamamı 12 bini bulur. Şiirlerinden İstiklâl Marşı, Bülbül, Ordunun Duası, Çanakkale gibileri bestelenmiştir.


Âkif, İstiklâl Marşı şiirini millet için yazdığını ifâde ederek Safahâtına almamıştır.
Son düzenleyen CrasHofCinneT; 5 Eylül 2008 03:23
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
15 Nisan 2006       Mesaj #36
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
III. Murat



Murad III





III. Murat, (4 Temmuz1546, 16 Ocak1595), 12. Osmanlı padişahıdır. II. Selim'in Nurbânü Sultan'dan olan oğlu ve varisidir. 1574'ten 1595'e kadar 21 sene Osmanlı Devleti'nin başında bulunmuştur. Saltanatı süresince veziri olan Sokollu Mehmet Paşa'nın etkisinde kalmıştır.
Bu devirde Osmanlı topraklarının genişliği 19.902.000 km²'ye yükseldi. Osmanlı Devleti en geniş toprağa bu zamanda sahip bulunuyordu. III. Murat 16 Ocak1595'de 49 yaşında iken vefat etti. Ayasofya Camii avlusuna gömüldü. Beşiktaş'taki Yahya Efendi Türbesini yaptırmıştı. Fethiye Camii'ni de kiliseden camiye çevirmişti.


Saltanatı boyunca meydana gelen olaylar
  • Venedik'le anlaşma yenilendi.
  • Portekiz'le Vâdisseyl muharebesi yapıldı ve Portekizliler kesin bir şekilde mağlub edildi.
  • İspanya'ya karşı İngiltere'ye yardımlar yapıldı.
  • Lehistan kralının tayininde çıkan mücadele kazanıldı ve 1577'de Lehistan devleti de Osmanlılara tâbi oldu.
  • 1511'de Osmanlı tabiiyetinde bulunan Kırım Hanlığı Rusya'ya harb ilân etti.
  • Moskova'ya kadar ilerleyerek Rusya'yı vergiye bağladı.
  • 1578'de İran'la savaşlar başladı. Çıldır Zaferi elde edildi, Tiflis ve Sırvan fethedildi. Hazar Denizine kadar Osmanlı hakimiyetine alındı. Ünlü Tiflis müdafaası yapıldı. Kaledeki bir avuç asker kedi ve köpeklere varıncaya kadar yiyerek kaleyi teslim etmediler. 27 günde Kars Kalesi yapıldı 1583'de Mesâleler Zaferi kazanıldı ve Revan fethedildi.
  • 1585'te Tebriz dördüncü defa fethedildi. Gence şehri alındı.
  • 1590'da İran'la sulh yapıldı.
  • 1593'te Almanya'ya harb ilân edildi.
  • 1594'de Yanıkkale fethedildi.
  • Erkek çocukları: III. Mehmet, Selim, Bayezid, Mustafa, Osman, Cihangir, Abdullah, Abdurrahman, Abdullah, Hasan, Ahmed, Yakub, Alemsah, Yusuf, Hüseyin, Korkud, Ali, İshak, Ömer, Alaüddin ve Davud
  • Kız çocukları: Ayşe, Fatma, Mihrimah ve Fahriye
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
16 Nisan 2006       Mesaj #37
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
III. Mehmet

III. Mehmet 13. Osmanlı padişahı ve 78. halifedir. III. Murat ile Safiye Sultan 'ın oğlu olan Sultan Mehmet, Manisa'da 1566'da doğmuştur. İsmini, Fatih Sultan Mehmet'e benzemesi için, büyük dedesi Kanuni Sultan Süleyman koydu. Şehzadeliğinde İbrahim Cafer Efendi ve Pir Mehmed Azmi Efendi gibi devrin tanınmış alimlerinden tahsil ve terbiye gördü. 1583'de Manisa sancağı valiliğine tayin edildi. 1595'de babasının vefatı üzerine Osmanlı tahtına çıktı.


Mehmed III


Saltanatı Döneminde Meydana Gelen Olaylar

Avusturya ve Eflak Seferleri

Sultan III. Mehmet'in babası Sultan III. Murat vefat ettiğinde Osmanlı-Avusturya savaşları devam ediyordu. Sultan III. Mehmet de tahta çıkar çıkmaz Avusturya ve Eflak sorunlarıyla ilgilendi. 1595 yılında Avusturya kuvvetleri Estergon Kalesi'ni kuşatmışlar, 40 km uzakta olan Mehmed Paşa Estergon Kalesine yardıma gitmemişti. Hiçbir yardım alamayan Estergon Kalesi kahramanca direnmesine rağmen, sayıca üstün olan Avusturyalılara teslim olmak zorunda kaldı (2 Eylül1595).
Sinan Paşa, Eflak Prensi Mihai Viteazul üzerine seferler düzenledi. Osmanlı kuvvetleri Bükreş ve Tergovişte'yi ele geçirdiler. Fakat çok geçmeden Mihai karşı saldırıya geçti ve Osmanlı kuvvetleri geri çekilmek zorunda kaldı. Bu sırada bataklıklara düşen Osmanlı askerlerinin büyük bir kısmı şehit oldu. Daha sonra Tuna'dan karşı kıyıya geçilirken gerekli önlemlerin alınmamasından dolayı yeni bir saldırıya maruz kalan Osmanlı akıncıları çok büyük kayıplar verdi.
Estergon Kalesi'nin düşmesinden sonra Tuna kıyısındaki Vişegrad da düşmanın eline geçti. Birçok önemli kale ve şehirlerin kaybedilmesi İstanbul'da devlet erkanı ve yeniçerilerin tepkisine neden oldu. Yeniçeriler de Sultan'ın sefere çıkmasını istiyorlardı.


Eğri Kalesinin Fethi


Durumun kötüye gittiğini anlayan Sultan III. Mehmet devlet büyüklerini toplayıp şöyle dedi:
"Ceddimiz, devletimizin kurucusu Osman Gazi Hazretlerinden, büyük dedemiz Kanuni Sultan Süleyman'a kadar bütün padişahlar askerin önünde sefere çıkmışlardır. Dedemiz Sultan İkinci Selim'le (Sultan İkinci Selim) cennetmekan pederimiz Sultan Murad (Sultan Üçüncü Murad) bu usulü bozdular. Biz dahi, başlangıçta seferi paşalarımıza ısmarlamakla hataya düştük. Asker evlatlarımız bizi başlarında görmek isterler. Kararımız odur ki yakında sefere çıkacağız. Hazırlıklar tamamlansın. Küffara haddini bildirmeye gitmek gerekir."</blockqoute> Sultan III. Mehmet kendisine karşı çıkan annesi Safiye Sultan'a da şöyle der: <blockqoute>"Valide, biz Sultan oğlu sultanız, kullanmayacaksak Eyüp Sultan Camiinde bu kılıcı niçin kuşandık? Kararımız karardır, sefere çıkacağız. Taht uğruna devleti feda etmeyiz."

20 Haziran'da ordu hareket etti ve kuşatılan Eğri Kalesi 12 Ekim1596'da padişaha teslim edildi.


Haçova Zaferi

Eğri Kalesi'nin fethinden sonra Osmanlı birlikleri ilerleyerek 15 Ekim1596 günü Haçova'da Avrupa ordusuyla karşılaştı. Bu ordu da Avusturya, Alman, Erdel, İspanyol, Fransız, Çek ve Leh kuvvetleri vardı. AvusturyaArşidükü Maximilien komutasındaki düşman kuvvetleri ile yapılan savaşta Osmanlı birlikleri, düşman birliklerinin tüfek atışlarına maruz kaldı. Pek çok askerimiz şehit oldu.
Ordu merkezinin ele geçirilip padişahın ayrıldığı haberi yayıldı. Ancak bu gelişmelerden haberi olmayan akıncılar canla başla savaşa devam ediyordu. Yalnızca bu akıncı birliklerinin mücadelesi bile düşman ordusunun dağılmasına yetti ve kazanılan Haçova Zaferi ile OsmanlılaraViyana yolu açıldı (26 Ekim1596).
Haçova Savaşı'ndan sonra Sultan III. Mehmet İstanbul'a döndü. Avusturya Cephesi'ne Satırcı Mehmed Paşa atanmıştı. Tata Kalesini geri almayı başaran Satırcı Mehmed Paşa, Budin'in kuzeyindeki Vaç bölgesinde düşman kuvvetleri karşısında başarılı olamadı. Bu arada Avusturya temsilcileri ile bir barış antlaşması yapılmaya çalışıldıysa da, olumlu bir sonuç alınamadı. Bir süre sonra Avusturya kuvvetleri Kanuni Sultan Süleyman zamanında fethedilen Yanıkkale'yi (Raab Kalesi) ele geçirdiler (1598).


Kanije Kalesi'nin Fethi

Satırcı Mehmed Paşa iki yıldır hiçbir askeri başarı kazanamamıştı. Bu süre içinde bazı Osmanlı kaleleri Avusturyalıların eline geçmişti. Mehmed Paşa'nın idam üzerine, Sadrazam Damat İbrahim Paşa ordunun başına geçti ve Belgrad'a geldi. Bu sırada Avusturya barış istemişti. Avusturyalılar daha önce geri aldıkları Eğri'yi ve Hatvan'ı Osmanlılara vermeyi önerdiler. Bu öneriye karşılık, Osmanlı temsilcileri Estergon, Neograd, Vürek ve Yanıkkale'yi istediler. Antlaşma yapılamadı.
Belgrad'da kışı geçiren Damat İbrahim Paşa, Kanije Kalesini kuşatıp sıkıştırmaya başladı. Kuşatma devam ederken kale içinde esir olan Osmanlı askerleri canlarını feda etmek uğruna havaya uçurdukları barut deposu kalenin harap olmasına yol açtı. Ancak yine de teslim olmayan Kanije kalesinin yardımına bu seferde Philippe Emmanuel komutasındaki 20.000 kişilik bir ordu geldi. İki ateş arasında kalan Osmanlı ordusu kahramanca savaşmaya devam etti. Yardıma gelen düşman ordusunun geri çekilmesi üzerine, 40 gün süren bir kuşatmadan sonra Kanije teslim oldu.
Beylerbeyliğin merkezi Kanijeye alındı, Kanije Beylerbeyliği Tiryaki Hasan Paşa'ya verildi. Sultan III. Mehmet bu başarısından dolayı Damat İbrahim Paşa'ya kendisi padişah olarak yaşadığı sürece sadrazamlıkta kalacağı vaadinde bulundu (10 Eylül1601). Kanije kalesini geri almaya çalışan Arşidük Ferdinand, Kanije'yi büyük bir orduyla kuşattı. Tiryaki Hasan Paşa komutasındaki az sayıda asker iki aydan fazla kaleyi korudu. Yiyecek içecek malzemesi ve cephanesi tükenmeye başlayan Osmanlı kuvvetleri beklenmedik bir çıkışla kendisinden kat kat üstün görünen düşman ordusunu Kanije kalesi önünde yendi (18 Kasım1601). Bu zaferden sonra İstolni, Belgrad ve Estergon, 1603'de de Uyvar fethedildi.


İran'la İlişkiler

İran1590 yılında imzalanan ve 13 yıl süren antlaşmayı bozmuştu. Şah I. Abbas, Osmanlı DevletininAvusturya ile savaş halinde olmasını fırsat bildi. Ferhat Paşa Antlaşmasıyla kaybettiği toprakları geri almaya çalışan İran, Osmanlı Devletinde çıkan Celali İsyanlarından da yararlanmaya çalışarak 25 Ağustos1603'de savaş açtı. Şah Abbas Tebriz'i Erivan'ı aldı. İran ile savaş devam ederken III. Mehmet 38 yaşında vefat etti.


Mimari Çalışmalar

İmar konusunda çalışmalar yaptıran Sultan III. Mehmet, süt annesi Halime Hatun adına Gölmarmara Halime Hatun Camii ve Külliyesini, ayrıca validesi Safiye Sultan adına da Yeni Valide Camii ve Külliyesini yaptırdı. Bundan başka birçok camiyi tamir ettiren Sultan III. Mehmet, Yeni Camii'nin de temelini attırdı.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Nisan 2006       Mesaj #38
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yılmaz Güney


Yılmaz Güney (1937 - 1984)

Sinema yönetmeni, oyuncu, senarist ve yazar. Türk sinemasında filmleriyle bir dönüguneym noktası olmuş, genç kuşak yönetmenlerine öncülük etmiş, uluslararası düzeyde ün kazanmıştır. Yaşamı dalgalanmalarla geçmiş, siyasi kişiliği nedeniyle pek çok kez koğuşturmaya uğramış ve yıllarca hapis yatmıştır.
1 Nisan 1937?de Adana?nın Yenice köyünde doğdu, 9 Eylül 1984?te Paris?te öldü. Asıl adı Yılmaz Pütün?dür. Bir işçi ailesinin yedi çocuğundan biriydi. İlk ve ortaöğrenimini Adana?da tamamladı. Öğrenimi sırasında pamuk işçiliğinden gazozculuk ve simitçiliğe kadar çeşitli işler yaptı; And Film ve Kemal Film şirketlerinin bölge temsilciliklerinde memur olarak çalıştı; edebiyatla ilgilenmeye ve öyküler yazmaya başladı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi?nde sürdürdüğü yükseköğrenimi sırasında yönetmen Atıf Yılmaz ile tanış- tl, onun yardımı ve desteğiyle sinema çalışmalarına başladı.
Atıf Yılmaz?ın 1959 tarihli ?Bu Vatanın Çocukları? ve ?Alageyik? filmlerine senaryo yazarı ve oyuncu olarak katkıda bulundu. Aynı yıl, gene onun ?Karacaoğlan?ın Kara- sevdası? adlı filminin senaryosuna katılmanın yanı sıra, yönetmen yardımcılığını da üstlendi. Bu arada öyküleri de ?On Üç? ve ?Yeni Ufuklar? gibi edebiyat dergilerinde yayımlanıyordu. 1956?da çıkan bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılandı ve bir buçuk yıl hapis cezasına mahkûm oldu (1961). 1963?te yeniden sinema çalışmalarına döndü. Küçük şirketlerin, sıradan serüven filmlerinde rol aldı, zaman zaman bu filmlerin senaryo yazımından çekimine kadar tüm aşamalarında çalıştı. Kabadayılığın, kavganın ağırlıkta olduğu bu filmlerde canlandırdığı ezilen, itilen, ama yazgısını kabul etmeyen, baskıya ve kötülüğe karşı tek başına direnen, mücadele eden dürüst ?Anadolu çocuğu? tiplemeleriyle büyük ün kazandı. Özellikle, bu tiplerle kolayca özdeşleşen geniş Anadolu izleyicisince çok tutuldu ve aranan bir oyuncu olarak kendisini kabul ettirdi. Filmlerinden birinin de adı olan ?Çirkin Kral? adıyla anılmaya başlandığı bu dönemde, öyküsü kendisine ait olan, Lütfü Akad?ın ?Hudutların Kanunu? filmindeki sade, abartısız oyunuyla Türk sinemasında yeni bir oyuncu tipini yerine oturtuyordu. Umulmadık biçimde gelişen ?Çirkin Kral? efsanesi, olumlu tiplerin ?güzel? ve ?yakışıklı? oyunculara, olumsuz, kötü tiplerin de ?çirkin? olana oynatıldığı Yeşilçam sistemini sarsıyor, Yılmaz Güney ile birlikte inandırıcı bir tiplemenin yanı sıra, doğal oyunculuk tarzı da gelişiyordu. 1967?de yönetmenliğe başlayan Yılmaz Güney, bazı önemsiz filmlerin ardından, 1968?de ilk önemli yapıtı olan ?Seyyit Han?ı çekti. Doğu?da geçen bir aşk öyküsü çevresinde gelişen film, özellikle anlatımı açısından çok başarılı bulundu. Ertesi yıl, gene Doğu?da gerçekleştirdiği ?Aç Kurtlar?da ise karı olağanüstü bir biçimde kullandı. ?Bir Çirkin Adam?ın ardından 1970?te, o zamana değin yapılmış en iyi Türk filmi sayılan ?Umut? geldi.
?Umut?, eski faytonu, zayıf atıyla kalabalık ailesini geçindirmeye çalışan, borçların, ağır yaşam koşullarının zorlamasıyla giderek çıkmaza giren, bir trafik kazasında atını kaybettikten sonra önce fay- tonunun, başarısız bir soygun denemesinin ardında da satacak daha neyi varsa satan, sonra da define aramaya çıkan Cabbar?ın öyküsüydü. Otobiyografik izler taşıyan yapıt, öyküsünün sağlamlığı, anlatımının yalınlığı, Türk sinemasında o güne değin ulaşılamamış ölçüde gerçekçi yaklaşımıyla yeni bir dönemin başlangıcını vurguluyordu. Aynı yılın Adana Altın Koza Film Şenliği?nde en iyi film seçilen Umut, sansürce yasaklandıktan sonra Danıştay kararıyla gösterime girdi, yurtdışında da büyük başarı kazandı.
Yılmaz Güney?in 1971 tarihli yedi filminden üçü, ?Ağıt?, ?Acı? ve ?Umutsuzlar?, aynı yılın Adana altın Koza Film Şenliği?nde ilk üç dereceyi paylaştı. Yılmaz Güney, Mart 1972?de, siyasal olaylara karıştığı gerekçesiyle tutuklandı. ?Baba? adlı filmi o yılın Adana Altın Koza Film Şenliği?nde en iyi film seçildiyse de, jüri sonradan kararını değiştirmek gereğini duydu. Bekir Yıldız?ın bir öyküsüne dayanan ?Baba?, Almanya?ya işçi olarak gitme isteği geri çevrilen bir adamın peş peşe yaşadığı çarpıcı olayları ve ailesinin dağılmasını konu alıyordu. Yarıda kalan ?Zavallılar?, 1975?te Atıf Yılmaz tarafından tamamlandı. Bu arada Yılmaz Güney, 1966?da yayımlanan ?Boynu Bükükler? adlı romanını geliştirerek Boynu Bükük Öldüler adıyla yayımladı ve bu yapıtıyla 1972 Orhan Kemal Roman Ödülü?nü kazandı. Aynı yıl ?Milliyet? gazetesinin yaptığı soruşturmada yılın sanatçısı seçildi.
İki yılı aşan bir tutukluluk döne ardından, 1974?te, başyapıtlarından biri olan ?Arkadaş?ı çekti. Yolları ayrılmış iki üniversite arkadaşının yıllar sonra birbirlerini bulmaları, aynı toplumsal kökenden gelmelerine karşın ne derece uzak düştüklerini fark etmeleri ve giderek ilişkilerini kopma noktasına varmasıyla gelişen film, farklı sınıflardan ve toplumsal ilişkilerden kesitler veren, sağlam, zengin bir yapıttı. Aynı yıl Adana?da ?Endişe? filmini çekerken, karıştığı bir olay sırasında, bir yargıcı vurarak öldürmesi üzerine Yılmaz Güney, on dokuz yıl hapis cezasına mahkum oldu. Cezaevindeyken sinemayla olan ilişkisini, ince ayrıntılarına kadar yazıp oluşturduğu senaryolarla sürdürdü. Bunlardan Zeki Ökten?in yönettiği ve Türk sinemasının en yetkin ürünlerinden biri olan ?Sürü?, yurt içinde ve dışında çok sayıda ödül kazandı. ?Düşman? yine Ökten tarafından, ?Yol? ise Gören tarafından çekildi.
1981?de Isparta Cezaevi?nden kaçan Yılmaz Güney, gizlice yurtdışına çıktı. Kurgusunu yeniden ger çekleştirdiği ?Yol?, 1982 Cannes Film Şefliği Büyük Ödülü?nü Costa Gavras?ın ?Missing? (Kayıp) adlı filmiyle paylaştı. Yılmaz Güney yurda dönme çağrısına uymayınca 1983?te Türk yurttaşlığından çıkartıldı. Aynı yıl Fransa?da Le mur (?Duvar?) adlı filmi çekti; eleştirmenlerce katı ve kötümser olarak değerlendirildi. Ertesi yıl kanserden öldü.
Yılmaz Güney, senaryodan kurgu- ya kadar sinema sanatının her aşamasında başarılı uygulamaları olan, yetkin bir sinema ustasıdır. Getirdikleri yorum açısından her zaman aynı düzeyde olmayan yapıtları, gerçekçilik, şiirsellik ve zengin görsellikleriyle dikkati çeker. Lütfi Akad ile birlikte sinemaya özgü bir dile kavuşan Türk sineması, onun çizgisini sürdüren ve geliştiren Yılmaz Güney?in yapıtlarıyla yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Güçlü bir gözlemciliğe ve ayrıntı zenginliğine dayanan, anlatım olanaklarının dengeli kullanıldığı, toplumsal konuları gerçekçi bir yaklaşımla işleyen Yılmaz Güney sineması, ?sinemacılar kuşağı? olarak bilinen yönetmenlerle genç kuşak yönetmenleri arasında bir köprü işlevi görmüştür. Yılmaz Güney ile başlayan ve Yeni Sinema Dönemi olarak adlandırılan bu dönemde Türk sineması dünyaya açılmış, onu izleyen genç yönetmenler yurtdışında oldukça önemli başarılar kazanmışlardır.
Yapıtlarıyla ulusal ve uluslararası düzeyde birçok ödül kazanan Yılmaz Güney, filmlerinin yanı sıra, romanları ve öyküleriyle de geniş bir izleyici kitlesine ulaşmıştır.

Oyuncu Yılmaz Güney
Atıf Yılmaz?ın 1958?lerde yönettiği ?Alageyik?, Güney?in oyuncu olarak ikinci filmidir. Eleştirmenlerce beğenilmiştir. ?Atıf Yılmaz?ın Alageyik?te başrolü verdiği genç oyuncu Yılmaz Güney, davranışlarıyla yarınından umut vermektedir.? (Ali Gevgilili)
Bu altı çizilen satırlar bilinmeyen bir Yılmaz Güney için bir ?ilk işaret?ti. Bu minicik ve alçakgönüllü yorum, 1963 yılında bir gerçeği ortaya koyacaktı. Altı aylık bir ?Konya sürgünü? dönüşünden sonra oynadığı ?İkisi de Cesurdu? iddiasız bir filmdi. Ama Yılmaz Güney?in oyunu, özellikle de yaralı olarak finaldeki yürüyüşü akıllardan kolay çıkmayacak kadar çarpıcıydı. Yılmaz Güney, Ferit Ceylan?ın bu filminde ?kabadayı mitosu?nun temellerini atarken daha sonraki filmlerinin de ?ana malzemesi?ni oluşturacaktı.
Bir yıl sonra oynadığı ?Eşkıya Koçero? ise, Anadolu?da büyük iş yapan filmlerinden biri oldu. Aynı yıl yaptığı ?On Korkusuz Adam?da konuşmaz. Suskun bir adamdır. Tamer Yiğit, Adnan Şenses, Işın Kaan, Tunç Oral ve Özkan Yılmaz gibi ?yakışıklı adam?ların gerisinde dolaşır. Filmde tek bir diyalogu olmayan, ama kaşları üzerine yatırdığı siyah şapkasıyla, ikide bir dudaklarına götürdüğü konyak şişesiyle ilgiyi çekip öne çıkan da odur, alkışlanan da. Sakallıdır, çirkindir ama davranışlarıyla sıcak ve sevecendir.
1965?lerde daha sıcak ve duyarlı bir Yılmaz Güney izleriz Duygu Sağıroğlu?nun ?Ben Öldükçe Yaşarım?ında. Ama ?Hudutların Kanunu?nda asıl ?büyük oyun?unu sergiler. Lütfi Akad?ın filminde Hıdır, ne Hıdır?dır... Türk Sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olan ?Hudutların Kanunu?nda Güney unutulmaz boyutlardadır.
Lütfi Ö. Akad?ın ?Kurbanlık Katil?indeki ayaklarını sürüye sürüye yürüyen, yerlerden izmarit toplayan şarapçı Mustafa tipiyle büyük beğeni toplar.
Güney?in kendine özgü bu oyunculuk çizgisi, ?Kızılırmak-Karakoyun?la, ?Baba?yla birlikte gelişip ustalığa erişir.

Yönetmen Yılmaz Güney
?At Avrat Silah?, ?Benim Adım Kerim? ve ?Pire Nuri?, Yılmaz Güney?in yönetmenliğe soyunduğu, yönetmen olarak ilk filmleridir. Bu arada bazı filmlerine imza atmaz, bazılarına da yapımcıların baskılarıyla kendi ismini koymak zorunda kalır. ?Seyyit Han?, bu aşamadaki ilk önemli filmidir genç sinemacının. ?Seyyit Han?ın destansı anlatımı, sinematografik özellikleri başka yönetmenleri de etkilemiştir Kemal Tahir?in bu konudaki sözleri ilginç ve yüreklidir:
?Seyyit Han?, dünyanın aradığı halk sineması koşullarına son derece uygundur. Sözgelimi aralıksız kurşun yediği halde kahramanın hâlâ sendelememesi, hayatın gerçeğiyle, sinemanın gerçeği arasındaki büyük farkı en iyi belirleyen sahnedir. Yılmaz Güney, gerçekten halktan yetişmiş, halkın bir şeyi nasıl görmek istediğini belki derin ilmiyle değil, yaşantısıyla bilen bir halk sanatçısıdır. Böyle sanatçılardan, bir aydın olarak benim öğrenecek çok şeyim olduğuna inanıyorum.? Türk sinemasında gerçekçilik ve içerik açısından yeni bir dönem açan ?Umut?la Yılmaz Güney, sade ama ilginç gözlemlere dayanan duyarlı sinemasının ilk örneğini verecektir. Ne var ki, gerçek kişiliğini yakaladığı bu aşamada, faytoncu Cabbar?a Amerikalı zenci Çavuş?tan dayak yedirtmesi, hatta ?Seyyit Han?la Güney?i bir ?halk sanatçısı? olarak öven Kemal Tahir bile ?bir ara******n dramı olur mu!? diyerek yanılgıya düşecektir. Anadolu?nun bozkırlarında bir tragedya boyutlarına ulaşan kaçakçı Çobanoğlu?nun ?Ağıt?ı, bir ?destan sineması?dır. İçerik olarak bu aşamadaki filmlerine ters düşse de bir ?gansgster melodramı? olan Umutsuzlar?daki anlatım ise ?şiir sel?dir. Sanki her görüntü, yürüyen bir tablo, sanki Filiz Akın, tüm yakın planlarda bir ?ikona?dır. Ertem Eğilmez, filmin yapımcısı İrfan Ünal?la Umutsuzlar?ı izlerken ilk on dakikasında birden coşkuya kapılıp şöyle der, ?Umut?, nasıl Türk sinemasında yeni bir dönemin başlangıcıysa, ?Arkadaş? da Yeşilçam?ın geleneksel dram yapısını parçalayan, tuzla buz eden bir film olma özelliğini taşır. Ve ?Güney Sineması?nın yönetmen olarak, yazık ki ?son aşama?sıdır bu. Çünkü yurtdışına kaçtıktan sonra Fransa?da yaptığı ?Le Mur Duvar? yabancı eleştirmenlere göre ?karamsar? bir film olarak tanımlanacaktır?

Senarist Yılmaz Güney
Güney?in senaryo yazarlığı, oyunculuğuyla birlikte başlar. Örneğin 1958 yılında çekilen ?Bu Vatanın Çocukları?nda hem oynamış, hem asistanlık yapmış hem de filmin senaryosunu Atıf Yılmaz?la birlikte yazmıştır. Film beğenilmiştir.
Bu ortak ilk başarıdan sonra gene Atıf Yılmaz ve Halit Refiğ?le birlikte, Yaşar Kemal?in bir çalışmasından uyarladıkları Alageyik?in senaryo çalışmalarına katılmış ve 1963 yılından başlayarak saptanması mümkün olmayan bir dolu senaryo yazmıştır. Genellikle kendi senaryolarını kendi çeken ve kendi oynayan Yılmaz Güney, 1963 ile 1967?ye kadar olan süreç içinde çirkin kral Mitsou?na uygun düşen konuları ele almıştır. Büyük bir hızla, çoğunun parasını alamadığı senaryolar üretmiş ve bu yeteneğini 1968 yılında ?Seyyit Han ?la ?Umut?la, ?Acı?yla, ?Ağıt?la, ?Baba?yla bilinçli bir çizgide geliştirerek ?Arkadaş?a kadar gelip dayamıştır. Ne var ki, en olgunları, en vurucuları ?içeride?yken altında yazdığı senaryolar kabul edilmiştir. (Endişe, Sürü, Düşman, İzin ve Yol)
Yılmaz Güney?in hapishanelerde yazdığı dekupajlı senaryolarıyla ?Sürü? ve ?Düşman?da Zeki Ökten, ?Endişe? ve ?Yol?da Şerif Gören sinema yaşamlarının tartışmasız en başarılı örneklerini ortaya koymuşlardır. Özellikle ?Sürü? ve ?Yol?, Türk sinemasının ulaşılması güç doruk noktalarından kabul edilmiştir.

Yılmaz Güney Sineması
Yılmaz Güney?in sinemasında genel olarak baktığımızda, özündeki zenginlik dikkatimizi çeker. Bu zenginlik, yalnızca gerçekçi yapıtlarında değil, içeriğinde popülist eğilimler taşıyan, ?palavra? ya da ?döküntü? diye nitelenen vurdulu-kırdılı ?çirkin kral dönemi?ndeki filmlerinde de vardır. Çünkü bu bütünüyle ?insan?a dönük bir sinemadır. Sıcaktır, duyarlıdır... Yaşayan bir sinemadır; Yılmaz Güney?in yaşamından parçalar, yansımalar vardır.
Yılmaz Güney?i ve sinemasını öncelikle neden çocuklar sevmiştir. Çünkü tüm sevecenlikleriyle çocuklar vardır filmlerinde. Örneğin ?İkisi de Cesurdu?, sürgündeki adamla kaldığı otelin karşısındaki evin penceresinde mandolin çalan kız çocuğunun öyküsünü sergiler. ?Sürgündeki adam? Yılmaz Güney?in ta kendisi, mandolin çalan kız ise ekili tarlalarda yitirilip yaşanmamış bir çocuk özleminin simgesidir.
?Umut?ta, ?Baba?da çocuklar arka planda görünür gibi olurlarsa da temel öğeleri oluşturur. ?Canlı Hedef?te unutulmuş, baba sevgisinden uzak yaşayan bir kız görürüz. Adı Elif?tir. Elif, Güney?in gerçek yaşamdaki kızının adıdır. Filmde kızına günah çıkaran baba da gerçek yaşamdaki Yılmaz Güney?dir.
?Arkadaş?ın birçok sahnelerinde, kıyıkentin kumsallarında cıvıldaşan burjuva çocuklarıyla kırsal kesimdeki çeşmenin sularında oynaşan köylü çocukları görülür. Güney, çocuklarla duygusal ilişkiler kurar. Onlarla iç-içe yaşar. ?At Hırsızı Banuş?da ağanın yanaşması papatyayı sever. Sevgilisi olan ağanın kızıyla birlikte öldüğü sahnede, yanaşmanın elinde gene bir papatya vardır. seyyit Han?da Seyyit, sevgilisinin cesedini gelinliğiyle toprağa gömer. Ve ?toprağın gelini? olan Keje?nin üzeri papatyalarla, nergislerle örtülür. Gene ?Yarın Son Gündür?ün finalinde, Mavi Çocuk?la Kara Çocuk kurşun yağmuruna tutulup yere devrilirlerken, iki kanlı gül de birlikte düşer. Acı?nın Çiçek Ali?si kan davasından kaçar. Üzerine basılmış kır çiçeklerinin boynu büküktür. Kan davası, Siverekli Yılmaz Güney?in yaşamından bir parçadır. Çünkü babası Hamit Pütün, Güney?in çocuk gözleri önünde kurşunlanmış, ama ölmemiştir. Umut?taki paytoncu Cabbar?ın öyküsü, gene babası Hamit Pütün?ün gerçek yaşamından bir kesittir. Filmlerindeki genel temayı oluşturan silahı da, doğduğu evin ker***ten duvarında kan dayalı babasının elinde görmüştür.
Acı?nın bir sahnesinde, hapisten çıkan Çiçek Ali: ?Biz hayatımızda çok kelepçe gördük... Kollarımızda çok kelepçe paslandı. Yazımızı yazan kötü yazmış? derken Yılmaz Güney?in gerçek yaşamına göndermeler yapmaktadır. Güney?in gerçek yaşamındaki ?ikinci adres?i mahpus damları, hapishaneler olmuştur. Yaşamının bir bölümü 1961?lerden başlayarak Kayseri, İzmit, Toptaşı, İmralı, Isparta ve daha birçok cezaevinde geçti. Cezaevlerindeki günleri kuşkusuz Yılmaz Güney?in yaşamında başlı başına bir roman oluşturur. Yılmaz Güney, kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle der: ?... ben oyuncu olarak halkın giyiminden, davranışlarından farklı olmamaya çalışıyorum. Zaten olamazdım ki! Ben zaten kendimi oynuyordum. Çünkü yaptığımız bütün filmlerde benden bir parça vardır. Bilmem nerede, herhangi bir haksızlığa karşı nasıl davranıyorsam filmde benzeri durumda da aynı tavrı gösteriyorum. Mesela filmde fakir babası bir adamım. Özel hayatımda da öyleyim. Cebimdeki bütün parayı dağıtıyordum, ona buna dağıtıyordum.? Yılmaz Güney?in seyircisiyle, halkıyla diyalog kurup özdeşleşme başarısı, böyle bir bilinçten kaynaklanır. Çünkü Güney?in önce her türlü acıya, saldırıya boyun eğip sabreden bir kişilik olarak görülür filmlerinde.

YAPITLARI
Oynadığı Filmler:
Tütün Zamanı, 1959;
Dolandırıcılar Şahı, 1961;
Kara Şahin, 1964;
Mor Defter, 1964;
On Korkusuz Adam, 1964;
Yaralı Kartal, 1965;
Üçünüzü de Mıhlarım, 1965;
Beyaz Atlı Adam, 1965;
Ben Öldükçe Yaşarım, 1965;
Sokakta Kan Vardı, 1965;
Çirkin Kral, 1966;
Hudutların Kanunu, 1966;
Ve Silahlara Veda, 1966;
Yiğit Yaralı Olur, 1966;
Balatlı Arif, 1967;
İnce Cumali, 1967;
Kızılırmak Karakoyun, 1967;
Kozanoğlu, 1967;
Kurbanlık Katil, 1967;
Azrail Benim, 1968;
Kurşunların Kanun, 1969;
Zeyno, 1970;
Namus ve Silah, 1971;
Sahtekr, 1972.

Senaryosunu Yazdığı ve Oynadığı Filmler:
Bu Vatanın Çocukları, 1959;
Alageyik, 1959;
Kamalı Zeybek, 1964;
Konyakçı, 1965;
Krallar Kralı, 1965;
At, Avrat, Silah, 1966;
Eşrefpaşalı, 1966;
Çirkin Kral Affetmez, 1967;
Belanın Yedi Türlüsü, 1969;
Piyade Osman, 1970;
Sevgili Muhafizım, 1970;
Şeytan Kayalıkları, 1970;
İbret, 1971.

Senaryosunu Yazdığı Filmler
Karacaoğlan?ın Karasevdası (Atıf Yılmaz, Yaşar Kemal ve Halit Refiğ ile), 1959;
Endişe, 1974;
İzin, 1975;
Bir Gün Mutlaka, 1975;
Sürü, 1978;
Düşman, 1979;
Yol, 1982.

Senaryosunu Yazdığı, Yönettiği ve Oynadığı Filmler
Benim Adım Kerim, 1967;
Pire Nuri, 1968;
Seyyit Han, 1968;
Aç Kurtlar, 1969;
Bir Çirkin Adam, 1969;
Umut, 1970; Kaçaklar, 1971;
Vurguncular (Ş. Gören ile), 1971;
Yarın Son Gündür, 1971;
Umutsuzlar, 1971;
Acı, 1971;
Ağıt, 1971;
Baba, 1971;
Arkadaş, 1974;
Zavallılar (Atıf Yılmaz ile), 1975.

Senaryosunu Yazdığı ve Yönettiği Filmler
Le Mur, 1983, (Duvar).

Kitap:
Boynu Bükük Öldüler, 1971;
Hücrem, 1975;
Saipa, 1975;
Sanık, 1975;
Selimiye Mektupları, 1975;
Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz, 1977;
Seçimlerde CHP Neden Desteklenmelidir, 1977;
Faşizm Üzerine, 1979;
Paris Komünü Üzerine, 1979;
Oğluma Hikayeler, 1979.
Son düzenleyen CrasHofCinneT; 5 Eylül 2008 03:23
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
17 Nisan 2006       Mesaj #39
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
I. Ahmet

14. Osmanlı padişahıdır. 18 Nisan1590 günü Manisa'da doğdu. Babası Sultan III. Mehmet, annesi Handan Sultan'dır. Babası Sultan III. Mehmet'in vefatı üzerine 21 Aralık1603'te Eyüp Sultan'da kılıç kuşanarak tahta geçti. Sultan I. Ahmet, Kanuni Sultan Süleyman'dan sonraki padişahlar içinde devlet işleriyle yoğun şekilde uğraşan ilk padişahtı.
Sultan I. Ahmet yakalandığı tifüs hastalığından kurtulamayarak 21 Kasım22 Kasım'a bağlayan gece 1617 yılında 28 yaşında vefat etti.

Ahmed I



Saltanatı Döneminde Meydana Gelen Olaylar



İran ile ilişkiler

Sultan I. Ahmet tahta geçtiği sırada, Osmanlı İmparatorluğu batıda Avusturya, doğuda İran ile savaş halindeydi. Osmanlı ordusu Sinan Paşa komutasında Nahçıvan üzerinden Revan'a yürüdü. İranlılar Osmanlı ordusunun geçeceği güzergahtaki gıda maddelerini yok ediyorlardı. Yeniçeriler de Van'a dönülmesini istiyorlardı. Osmanlı ordusu kışı Van'da geçirdi.
Tebriz'i geri almak için yapılan savaşta Osmanlı ordusu, Şah Abbas'ın ordularını Selmas yörelerinde yendi. Ancak ErzurumBeylerbeyi Sefer Paşa'nın çekilen düşman kuvvetlerini izleyip asıl ordudan ayrılmasını fırsat bilen Şah Abbas, ordu merkezine ani bir saldırıda bulundu. Yenilgiye uğrayan Sinan Paşa önce Van'a, daha sonra da Diyarbakır'a çekildi. Şah Abbas Şirvan, Şemahi ve Gence'yi kolaylıkla ele geçirdi. Osmanlı İmparatorluğuAvrupa'da devam eden Avusturya Savaşı ve iç isyanlarla uğraştığı için İran cephesinde başarılı olamıyordu. Sadrazam Nasuh Paşa, Şah Abbas'ın barış önerisini kabul etti.
1612 yılında yapılan Nasuh Paşa Antlaşmasıyla 9 yıl süren Osmanlı-İran Savaşı sona erdi. Yapılan antlaşmayla, İranOsmanlı Devletine 200 deve yükü ipek vermeyi kabul etti. 1615 yılına kadar süren barış dönemi Şah Abbas'ın antlaşmayı bozması üzerine sona erdi. Yapılan savaşlarda Osmanlılar çok kayıp verdi. Sultan II. Osman (Genç Osman) döneminde, Nasuh Paşa Antlaşması temel alınarak yapılan Serav Antlaşması ile barış tekrar sağlanacaktı. (26 Eylül1618).


Celali isyanları

Yavuz Sultan Selim döneminde binlerce taraftarı ile ayaklanan Yozgatlı Celal, Osmanlı Devleti için büyük problem olmuştu. Bu isyanlar bastırıldı ise de Anadolu'da meydana gelen iç isyanlar ve karışıklıklara yine Celali İsyanları denildi. Sultan I. Ahmet döneminde Celali İsyanları tekrar patlak verdi. Tavil Ahmed, Canbolatoğlu, Kalenderoğlu ve Deli Hasan ayaklanmaları bunlardan en önemlileridir. Bu sırada Sadrazam olan Kuyucu Murat Paşa son derece sert bir askerdi. Acıma nedir bilmezdi. Bunları bastırmak için çok şiddet gösteriyor, hatta suçlu ile suçsuz ayırımı yapmadan "ibret osun" diye masumları da öldürtüyordu. Öldürttüklerini açtığı kuyulara attırmak gibi bir alışkanlığı olduğundan kendisine "Kuyucu" lakabı takıldığı söylenir. Kuyucu Murat Paşa'nın ısrarlı ve sert politikaları sonunda Celali İsyanları zor da olsa bastırıldı.
[değiştir]

Zitvatorok Antlaşması

→ Bu alt başlığın ana maddesi: Zitvatorok Antlaşması Sultan I. Ahmet tahta geçtiği sırada Avusturya Savaşı devam ediyordu. Osmanlı kuvvetleri Belgrad'dan Budin'e doğru ilerlemekteydi. Peşte (25 Eylül1604) ve Hatvan kaleleri savaş yapılmadan kolaylıkla ele geçirildi. Osmanlı ordusu ilerleyerek Budin'in kuzeyinde bulunan Vaç kalesini ele geçirdi (16 Ekim1604). Osmanlı Ordusu, Sultan I. Ahmet'in buyruğu üzerine Belgrad üzerinden Budin'e yürüdü. [[[29 Ağustos]] 1605'de Estergon Kalesi kuşatıldı ve Ciğerdelen kalesi fethedildi. 8 Eylül'de Vişigrad, 19 Eylül'de Saint Thomas (Tepedelen) kaleleri fethedildi. 3 Ekim1605'de ise Estergon Kalesi teslim alındı.
Osmanlılarda, Avusturyalılarda ard arda yapılan bunca savaştan dolayı sosyal ve ekonomik yönden çok yıpranmışlardı. Daha önce yapılan barış görüşmelerinden bir sonuç çıkmamıştı. Ancak 11 Kasım1606'da Estergon-Komorin arasında Zitva suyunun Tuna Irmağına döküldüğü yerde imzalanan Zitvatorok Antlaşmasıyla barış sağlandı.
Antlaşmaya göre Eğri, Estergon, Kanije kaleleri Osmanlılarda , Rop ve Koman kaleleri Avusturyalılarda kalacaktı. Avusturya bir kereye mahsus olmak üzere 70.000 altın savaş tazminatı ödeyecekti. Osmanlı padişahı Avusturya İmparatoruna Roma İmparatoru (Cesar) ünvanıyla hitap edecek, her üç yılda bir karşılıklı armağanlar gönderilecekti. Avusturya'nın Macaristan için ödemekte olduğu yıllık 30.000 altın vergi kaldırılacaktı. Zitvatorok AntlaşmasıOsmanlıların lehine gibi görünse de Osmanlı Devleti artık eski gücünde değildi. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti'nin Avusturya karşısındaki üstünlüğü sona ermiş, siyasi dengeler Osmanlı aleyhine bozulmaya başlamıştır.


Mimari çalışmaları

4 Ocak1610'da altı büyük minareli ve 16 şerefeli Sultanahmet Camii'nin temel atma merasimi yapıldı. Dinine bağlı bir insan olan Sultan I. Ahmet, caminin temelleri kazılırken eteğinde toprak taşıdı ve amele gibi çalıştı. 9 Haziran1617'de inşaatı biten Sultanahmet Camii ibadete açıldı. Ayrıca Şehzadebaşı Kuyucu Murat Paşa Külliyesi, İstanbul Mesih Paşa Camii, Piyale Paşa Camii, Elmalı Ömer Paşa Camii yaptırılan önemli mimari eserler arasındadır.
Sultan I. Ahmet 1617 senesinde vefat etti. Sultanahmet Camii yanındaki türbesine defnedildi.
  • Erkek çocukları : II. Osman, IV. Murat, I.İbrahim, Bayezid, Süleyman Kasım, Mehmed, Hasan, Selim, Hanzâde, Ubeyde.
  • Kız çocukları : Gevherhan Sultan, Ayşe Sultan, Fatma Sultan, Atike Sultan.

GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
18 Nisan 2006       Mesaj #40
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
I. Mustafa

(1592-20 Ocak1639) 15. Osmanlı padişahıdır. Babası Sultan III. Mehmet, annesi Handan Sultan'dır. Sultan I. Mustafa güzel yüzlü, seyrek sakallı, sarı benizli ve iri gözlü bir padişahtı. İki ayrı defa padişahlık yaptı. Akli dengesi bozuktu.

Mustafa 1




Sultan I. Mustafa, ağabeyi Sultan I. Ahmet'in padişahlığı süresince, 14 yıl sarayın bir odasında hapis hayatı yaşamıştı. O devirde bu gerekli görülüyordu. Aksi halde şehzadeler devlet yönetimine karışıyor, hatta padişahı devirmek için harekete bile geçebiliyor ve devlet birliği tehlikeye düşüyordu. Buna meydan vermemek için şehzadeler "izale" olunur veya bir odaya kapatılırdı.
Sultan I. Ahmet tahta geçtiğinde kardeşini öldürtmemiş, ancak sarayda mahbus tutulmuştur. Kafes hayatı denilen bu süre sonunda Sultan I. Mustafa, Osmanlı hanedanının en büyük erkek evladı olması dolayısıyla tahta çıkarılmış fakat kısa sürede dengesiz hareketleri görüldüğünden ulema, asker ve devlet erkanının ittifakı ile hal edilmiştir ve yerine II. Osman (Genç Osman) geçirilmiştir.
Sultan Genç Osman'ın da tahttan indirilip katlinden sonra I. Mustafa bir kez daha cülus etmişse de 1,5 yıl sonra tekrar tahttan indirilmesi icab etmiştir.
Sultan I. Mustafa ile birlikte kardeş katli nadiren görülmüş, artık şehzadeler sarayda kafes ardında tahta geçecekleri günü beklemeye başlamışlardır. Tabii valide sultanlar, şehzade anaları arasında rekabetler başlamış, her biri bir vezire ve diğer gruplara dayanarak entrikalarla padişah değiştirmeye çalışmışlardır.
Sultan I. Mustafa, çok dindar bir insandı. Sadaka vermeyi çok severdi. Hatta sarayın havuzuna hizmetçilerin toplaması için para atardı. Saraydaki hayatını ibadet ederek, dini eserler okuyarak geçiriyordu. Tahta geçmesi için ikinci kez davet edildiği zaman, odasında Kuran-ı Kerim okuduğunu ve padişahlık istemediğini bildirmişti.
Sultan Genç Osman'ın öldürülmesini bahane eden sipahiler 22 Mayıs1622 günü ayaklandılar. Abaza Paşa'nın ayaklandığı haberinin de İstanbul'a gelmesi üzerine Genç Osman faciasını bahane eden sipahiler ikinci kez ayaklandılar. Olayların bu şekilde gelişmesi üzerine, Sultan Genç Osman'ın katillerinden olan Cebecibaşı ve Kara Davut idam edildi.
Sultan I. Mustafa ikinci padişahlığının başlamasından 1.5 yıl sonra 10 Eylül1623 tarihinde şeyhülislam fetvası ile tekrar tahttan indirildi. Fetvanın gerekçesi olarak da "Akli dengesi tam olmayan birisinin halife olamayacağı" gösterildi. Sultan I. Mustafa tahttan indirildikten 16 yıl sonra, 20 Ocak1639 günü sinir hastalığından dolayı Topkapı Sarayında vefat etti.

Benzer Konular

12 Ocak 2015 / Sadık Soru-Cevap