Arama

İnsan ve İnsanın Canlılar Dünyasındaki Yeri

Güncelleme: 29 Kasım 2017 Gösterim: 16.021 Cevap: 2
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Ocak 2008       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İnsanın Canlılar Dünyasındaki Yeri

Varlık zinciri, yeryüzündeki yaşam formlarını sınıflandırmak için öngörülen bir şemadır ve her canlı form bu sınıflama sisteminde biyolojik yapısı ve davranış örüntüsüne bağlı olarak belirli bir yeri işgal eder. 17. ve 18. yüzyıllarda bilim adamları, canlıları yaratıldıkları andan itibaren hiç değişmeyen varlıklar olarak görüyor ve canlılar arasında varolan ilişkiler dizgesinin de başlangıçta oluştuğunu ve öyle kaldığını ileri sürüyorlardı. Bu dizge içinde bitkiler en az mükemmel olan ve en alt basamakta yer alan yaşam formlarıydı. Hayvanlar ise bitkilerden sonraki halkaları oluşturuyordu. İnsan, doğal olarak yeryüzündeki yaratıkların en mükemmeli şeklinde görüldüğü için merkezi konumda tutuluyor, diğer canlılar da insana benzerlik derecelerine göre konuşlandırılıyordu; örneğin ölçeğin en alt basamağından yukarıya doğru çıkarken böcekleri sürüngenlerden daha aşağıya, sürüngenleri kuşlardan daha aşağıya, kuşları kurtlardan (memeli) daha aşağıya ve nihayet kurtları da maymunlardan daha aşağıya yerleştiriyorlardı. Bu merdivenin en üst basamağına da haliyle insan oturtuluyordu. Onun yeri meleklerin hemen bir basamak altı idi (Relethford, 1990).
Sponsorlu Bağlantılar
17. ve 18. yüzyıl bilim adamları, öngördükleri varlık zinciri bir evrimsel şema sayılmasa da, canlılar dünyasını ilk kez bilimsel bir yaklaşımla ele almaları açısından önemli bir adım attılar. Bu yaklaşımın özünü de tanımlama ve sınıflama (taksonomi) oluşturur. Sınıflamacılar o yüzyıllarda doğal düzenin devamlı sabit olduğunu düşünmekte idiler. Onlara göre, her canlı organizma ayrı olarak yaratılmış; yapılarında hiçbir surette değişiklik olmamıştır. Bu nedenle, canlılar arasında yakınlık uzaklık diye bir şey söz konusu değildir. Ancak, doğadaki canlı yapılar incelendikçe ve listeye yenileri eklendikçe bazı sınıflamacılar artık ellerinde mevcut olan ölçeğin yeterli olmadığını ve canlılar dünyasının hiç de öyle doğaüstü açıklamalarla anlaşılamayacağı düşüncesini benimsemeye başladılar. Bu düşüncedeki bilim adamları, dünyayı canlılar ve cansızlar dünyası şeklinde daha evrensel bir bakış açısı içinde algılayabilen doğacı bir yaklaşım benimsediler.
18. yüzyıl bilim adamları çoğunlukla canlılar dünyasında olup biteni açıklama yoluna başvurmaktan ziyade, bu dünyanın sınırlayıcısı olma alışkanlığını sürdürdüler. İlk sınıflamacıların çalışmalarını temel alıp daha da geliştiren Carolus Linnaeus (Linne) (1707-1778) adlı İsveçli doğa bilgini kendi adıyla anılan ve farklı organizmaların ortak özellikleri esasına dayalı mertebelendirme sistemi'ni oluşturdu (Rosen, 1974). Bugün, bilim adamları hala Line'nin sistemini ve onun canlılar dünyası için öngördüğü ikili adlandırma (binomial) dizgesini kullanmaktadır. Her ne kadar sınıflama tekniğinin bilimsel anlamda gerçek öncüsü Linne olsa da, aslında bu bilgin öncesinde Aristo'nun da bir ölçüde canlıları sınıflama girişiminde bulunduğuna tanık oluyoruz; hayvanları üstünlük ve karmaşıklık derecesine göre bir hat üzerinde gösteren Aristo, bu evrim çizgisinin tepesine de insanı yerleştirmiştir. Linne'nin hiyerarşik sisteminde tüm yaşam formları -mikroorganizmalar, bitkiler ve hayvanlar- bir merdiven basamakları düzeninde ve belirli bir kurala göre yerlerini alırlar. Biyologlar, canlı organizmaları çok geniş ölçüdeki benzerliklerini temel alarak gruplandırırlar ve sistemin belirli bir yerine oturturlar. Her basamak bir üsttekinden daha az, bir alttakinden ise daha geniş kapsamlıdır. Örneğin Linne'nin hiyerarşik sistemini yansıtan şemaya göz attığımızda en üst kategorinin bitkiler ve hayvanlar diye iki ayrı alem tarafından temsil edildiğini görürüz. Hayvanlar alemi, süngerlerden insana kadar bütün çok hücrelileri içerir. Bunun hemen altındaki basamak ise şube olup kordataları yani omurga hizasında yer alan spinal kord'a sahip tüm balıkları, kurbağagilleri, sürüngenleri, kuşları ve memelileri içerir. Bu sisteme göre aşağı basamaklara indikçe her basamağın içerdiği organizma sayısı da azalır. Bu şekilde, örnegin bir şube sınıflara, sınıflar ailelere ve aileler cinslere onlar da türlere ayrılacak şekilde sistem öngörülmüştür.
Doğadaki her canlı organizma cins ve tür olmak üzere ikili isimlendirme sistemiyle tanımlanır. Buna göre, insan cins olarak homo, tür olarak sapiens'tir. Bu bir bakıma günümüz insanının adı ve soyadı olmaktadır. Bir başka deyişle biyolojik kimliğimizdir. Dolayısıyla, tüm insan toplumlarını ilgilendirdiği için kültürel kimlikten çok daha geniş kapsamlı sayılır.
Linne'nin mertebelendirme sistemine göre, insanın canlılar dünyasındaki yerini en genelden en özele doğru belirlemeye çalışalım (Buettner-Janusch, 1966; Rosen, 1974 ve Demirsoy, 1984):
  • Alem: Hayvanlar (Animalia)
    • Alt alem: Çok hücreliler (Metazoa)
      • Şube: Kordata
        • Alt şube: Omurgalılar (Vertebrata)
          • Sınıf: Memeliler (Mammalia)
            • Alt sınıf: Plasantalı memeliler (Eutheria)
              • Takım: Primat
                • Alt takım: Anthropoidea
                  • Üst aile: Hominoidea
                    • Aile: Hominidae
                      • Cins: Homo
                        • Tür: Sapiens
                          • Alt tür: Yaşayan ırklar
Bu taksonomik sistem içinde her basamak bir takson olarak kabul edilir. Aslında, bu sisteme bağlı kalarak yalnız insan değil, tüm canlılar ırk düzeyine kadar indirilebilir. Bu taksonomik düzen olmasa canlılar dünyasında bir kaos yaşanır. Taksonomi, biyolojide farklı organizmalar arasındaki ilişkileri belirlemek için kullanılır. İlk bakışta basit gibi görünse de, hayvanlar dünyasındaki ilişki durumları aslında karmaşık bir yapı sergiler. Örneğin aşağıdaki canlıları ele alalım: dil balığı, yarasa, köpek balığı, kanarya, kertenkele, at ve balina. Şimdi bu hayvanları nasıl gruplandırabiliriz? İriliklerini göz önünde bulundurmak suretiyle sınıflandırırsak yarasa, kanarya ve kertenkeleyi "küçük" kategoride; köpek balığı ve atı "orta" kategoride; balinayı ise "büyük" kategoride değerlendiririz. Akla gelen bir başka yöntem ise bu hayvanları, içinde yaşadıkları ortama göre ele almaktır. Bu durumda, dil balığı, köpek balığı ve balinayı "suda"; yarasa ve kanaryayı "havada"; ve nihayet kertenkele ve atı "karada" yaşayan hayvanlar olarak gruplandırırız. Bir başka sınıflandırma türünde ise, bu kez köpek balığını apayrı bir kategoride öngörürüz; zira köpek balığının iskeleti kemik yerine kıkırdaktan meydana gelir. O halde, ele aldığımız ölçütlere bağlı kalarak canlıları farklı biçimlerde gruplandırabiliriz. Bugün geçerli olan taksonomik sisteme göre bu canlılar balıklar (dil balığı, köpek balığı), kuşlar (kanarya) ve memeliler (yarasa, at, balina) şeklinde sınıflandırılmıştır (Relethford, 1990).
Taksonomik sistemde söz konusu edilen en küçük birim tür'dür. Tür sözcüğü her zaman canlılar dünyasındaki organizmaları tanımlarken kullanılmaz; aynı zamanda cansızlar dünyasında veya insan ürünü olan nesneleri gruplandırırken de kullanılır. Örneğin bir mineralog maden türlerinden, bir fizikçi nükleer enerji türlerinden ya da bir dekoratör masa ve sandalye türlerinden söz edebilir.
Türün biyolojik anlamdaki tanımlaması Eflatun ve Aristo'ya kadar inebilir. Tür kapalı bir genetik birimdir. Herhangi bir türün gen havuzu, çevresi çok iyi tahkim edilmiş kaleye benzer; genelde bir başka türün gen havuzuyla birleşemez. Her türün kendine özgü genetik, ekolojik ve davranış sistemleri vardır. Bir türe mensup üyeler aralarında çiftleşerek üreyip, çoğalabilme potansiyeline sahiptirler (Mayr, 1974). Ancak, bu birleşme ve üremenin doğal koşullar altında olduğunu da unutmamalıyız. Bazı türler vardır ki, birbirlerine çok yakın olup, çiftleşmeleri halinde döl verebilirler. Bu alanda sık sık verilen örnek katırdır. Katır, daima dişi at ile erkek eşeğin birleşmesiyle elde edilen, dayanıklılığını eşekten, iriliğini attan almış melez bir hayvandır. Ne var ki, katır kısırdır; çünkü anne ve babası aynı türe mensup değildir. Dolayısıyla, bir katır elde etmenin tek yolu daima bir at ile eşeği çiftleştirmektir.
Türü tanımlarken, türleşme sürecinin işleyiş mekanizmasını da gündeme getirmek yerinde olur. Geçmişte belirli bir zaman diliminde ortak bir ataya sahip olan iki tür düşünelim. Bir evrim ağacı çizdiğimizde, bu türlerden her birinin ayrışma eşiğini bu ağacın gövde ya da kolları üzerinde haliyle belirli bir noktada gösteririz. Ancak, bu konuşlandırma ile her şey çözülmüş sayılmaz; örneğin A türüne ait toplumlardan bazıları zamanla B türünün bazı toplumlarına doğru evrimleşirken, hangi aşamadan itibaren A türüne ait olmaktan çıkıp B türüne dahil olmaktadır? Türleşme sürecindeki bu durum, bir bakıma kendi türümüzün (Homo sapiens) evrimini izlerken de söz konusudur.
Canlılardaki türleşme sürecini ele alırken, simpatrik ve alopatrik tür kavramları da sık sık gündeme getirilir (Mayr 1974). Aynı ekonişi paylaştıkları halde, aralarında çiftleşip üreyebilme engeli bulunan türler vardır; işte bunlara simpatrik tür adı verilir. Yine öyle canlı grupları vardır ki, aynı türün mensupları oldukları halde farklı coğrafi alanlarda yaşarlar. Bunlara da alopatrik tür adı verilir. Türleşme sürecinin gerçekleşmesinde coğrafi engeller kadar zaman faktörü de önemlidir. Doğal engellerin ortaya çıkmasına bağlı olarak ana stoktan ayrı düşen herhangi bir canlı grup iklimi, bitki örtüsü, arazi yapısı ve hatta parazitleriyle değişik bir ortamda yaşamak durumunda kalır. Biyolojik uyumlar doğal ayıklanma denilen sürecin işleyişine göre şekillenir. Bir canlı grup, değişik yerel ekolojik koşullara uyum sağlarken, aynı zamanda genetik kökenli birtakım çeşitlenmeler de edinir. Bir topluluğun iki kolu coğrafi olarak ne kadar uzakta bulunuyorsa ve ekolojik koşullar açısından birbirinden ne kadar farklı ortamlarda yaşıyorsa bunların iki farklı alt tür olarak gelişme olasılıkları da o kadar fazladır. Böylece, gelecekteki türleşme sürecinin gerçekleşmesine de uygun zemin oluşmuş sayılır. Söz konusu gruplar arasındaki coğrafi engel çeşitli nedenlerden ötürü kalktığında, bu iki topluluk karşılaşma olanağı bulur; ancak artık simpatrik türler haline gelmişlerdir; aralarında çiftleşip üreme olanağı yoktur.
Türleşmeyi doğrudan gözlemlemek olanaksızdır; zira bu süreç oldukça yavaş işler. Mayr'a göre (1974), tür oluşumu evrimde bir dirilme, gençleşme demektir. Bir canlı grubun genetik yapısındaki yeni bir düzenlenme, çevresiyle belirli bir denge kurmuş olan topluluğun gen havuzunu adeta alt üst eder. Bu durumda, ilgili topluluk ya farklı bir çevreye geçmek ya da içinde yaşadığı çevre ile farklı bir uyumsal ilişki kurmakla karşı karşıya kalır. Böylece, ortaya çıkan yeni topluluk, artık genetik yapısı ve davranış örüntüsüyle eskisinden farklı hale gelmiştir.
İnsan olarak birçok özellikleri diğer canlılarla paylaşmaktayız. Omurgalılarla yakınlığımız olmakla beraber, memeliler sınıfına dahil olan canlılarla daha fazla ortak yönlerimiz bulunmaktadır. İnsan; canlılar dünyasının, daha geniş anlamda doğanın bir parçası sayılmakla beraber, giderek doğadan kopmuş, bütünüyle doğayı gözlemleyen bir konuma gelmiştir. Doğada biricik olmanın bilincine daha çok vardıkça, içinde yaşadığı ortamın değişim sürecini izleme merakı daha da artmış, çevresinde tanık olduğu her türlü olayı anlamaya, açıklamaya ve yorumlamaya çalışmıştır. Doğa karşısında sadece gözlemci olmakla yetinmemiş, onu kendi amaçları doğrultusunda etkilemeye ya da bozmaya yönelmiştir. Böylece, yaşadığı çevre ile arasında ortaya çıkan uyumsuzluğun yol açtığı huzursuzluğu da giderek artan ölçüde hissetmeye başlamıştır. Tüm canlılara kucak açan ve onları adeta bir güvenlik kuşağıyla saran çevrenin, ne yazık ki insanla olan barışıklığı tehlikeye düşmüştür. Çevresine her geçen gün daha da yabancılaşan insan, bunun yol açacağı ciddi sonuçlara da katlanmak zorunda kalacaktır. Ancak, yine de her şeyi kaybetmiş sayılmaz; belki biraz geç de olsa yavaş yavaş yaptığı yanlışlıkların bilincine vararak doğaya karşı daha sorumlu davranmaya başladı.
İnsan, hiç kuşkusuz tüm canlılar gibi bu doğanın ürünü ve onun bir parçasıdır. Ancak, onun diğer tüm canlılardan ayrı olarak temelde bazı ayırt edici özelliklere de sahip olduğunu unutmamalıyız. Biyolojik donanımının ötesinde kendine özgü bazı nitelikleri vardır ki, işte insan bunları hiçbir canlı ile paylaşmak istemez. Gerçek olan şu ki, insanın doğadaki yerini ve bu yerin ifade ettiği yüce anlamı onun hayvanlığı ile değil de insanlığı ile algılamalıyız.


Son düzenleyen Safi; 29 Kasım 2017 01:09
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
7 Temmuz 2009       Mesaj #2
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
İnsan ve İnsanın Canlılar Dünyasındaki Yeri
MsXLabs.org & Temel Britannica
Sponsorlu Bağlantılar

İnsan, kendisine bütün öbür canlılar arasında önemli bir ayrıcalık kazandıran gelişmiş zihinsel yetilerine, konuş­ma yeteneğine ve yarattığı kültür ürünlerine karşılık, biyolojik özellikleriyle hayvanlar âle­minin bir üyesidir. Nitekim bilim adamları insanı, memeli hayvanların en gelişmiş grubu olan primatlar (Primates) takımı içinde may­munlarla birlikte sınıflandırırlar. Bu takımın üyeleri iki alttakıma ayrılır. İlkinde, Eskidünya'nın tropik bölgelerinde ağaçlar üzerin­de yaşayan ve maymunlara benzeyen makiler, cadımakiler, lorisler, galagolar gibi küçük yapılı, gececi hayvanlar yer alır. İkinci alttakım ise Eskidünya ile Yenidünya'da dağılmış gerçek maymunları, Eskidünya'nın tropik bölgelerinde yaşayan gibon, şempanze, goril, orangutan gibi insansımaymunları ve insanı içerir.
Primatların bugünkü ayırt edici özellikle­rinden birçoğu, bu hayvanların ağaçlarda yaşamaya başlamasından sonra gelişmiştir. Bu yeni yaşam ortamına uyum sağlarken koku duyularını daha az kullandıkları için primatların burunları giderek kısaldı. Dallara tutunup sallanırken ya da ağaçtan ağaca atlarken uzaklığı daha iyi kestirebilmeleri için gözleri yüzün ön bölümüne doğru yaklaştı; böylece iki gözün görme alanlarının üst üste binmesiyle nesneleri üçboyutlu olarak görme­ye başladılar. Başparmağın öbür parmaklarla karşı karşıya gelebilecek biçimde esnek ve bükülgen bir yapıya kavuşması da ağaç dalla­rını sıkıca kavramalarını sağladı. Ağaçlara tırmanırken ya da daldan dala atlayıp zıplar­ken gövdelerini dik tutuyorlardı. Bütün bu grubun içinde insanın en yakın akrabası olan insansımaymunlar ağaçlardan yere indiklerin­de gövdelerini arka ayaklarının üzerinde den­geleyerek birkaç adım atmayı öğrendiler. Ağaçlardan ayrılıp sürekli yerde yaşamaya başladıklarında da gövdelerini dik tutarak yalnızca arka ayakları üzerinde yürümeye alıştılar. Böylece elleri serbest kaldı ve bir zamanlar dallara tutunmalarına yardımcı olan kavrayıcı başparmaklarıyla tuttukları taşları ya da sopaları gerektiğinde araç ya da silah olarak kullanmayı öğrendiler. Bu arada, kü­çük ve hareketli maymunların ağaçlarda den­gelerini sağlamalarına yardımcı olan kuyruk­ları, yerde yaşayan iri insansımaymunlarda işlevini yitirdiği için zamanla körelip yok oldu. İnsansımaymunlarda ve insanda omur­ganın alt ucunda bulunan ve kuyruksokumu denen ince kemik bu kuyruğun kalıntısıdır. Kısacası, bütün bu primatların izlediği evrim ve gelişme çizgisi, iki ayağı üzerinde dik duran ve alet kullanan insanın ortaya çıkma­sıyla sonuçlandı. Öbür gelişmiş primatlar gibi insanın da en ayırt edici özellikleri zekâsı ve toplumsal örgütlenme yeteneğidir. Belki de bu iki özel­lik birbiriyle doğrudan bağlantılıdır. Çünkü zekânın temeli, bir canlının yaşadıkça öğren­me ve öğrendikleriyle sorunların üstesinden gelebilme yeteneğine dayanır. Hayvanların çoğunda öğrenme yeteneği yoktur; karşılaş­tıkları her durumda, ana babalarından kendi­lerine kalıtım yoluyla aktarılmış olan içgüdü­lerine göre davranırlar. Böylece, içgüdülerinin yardımıyla kısa sürede ana babalarından ayrı yaşamaya başla­yabilirler. Oysa öğrenmek çok uzun zaman alır. Bu yüzden, primatların yavruları öbür hayvanların yavrularından daha geç büyür ve yaşaması için gerekli bilgileri öğrenip kendi başının çaresine bakacak duruma gelinceye kadar bir topluluk içinde yaşamak zorun­dadır.
Toplu yaşamanın gereklerinden biri iletişim kurmaktır. Bu nedenle, yavrularını topluluk içinde büyüten ve her an birbirleriyle dayanı­şarak bir arada yaşamayı seçen gelişmiş pri­matlar da mimikler ve ses aracılığıyla anlaşır­lar. Şempanzelerin, ayrı ayrı anlamlara gelen 35 değişik ses çıkarabildikleri, hatta eğitildik­lerinde sağır-dilsizlerinkine benzeyen basit bir işaret diliyle aralarında iletişim kurabildikleri biliniyor. Bireyler arasındaki iletişimin en üst aşaması ise yalnızca insana özgü olan dildir. Böylece bütün bilgi ve düşünceler kuşaktan kuşağa aktarılabilmiş, ayrı ayrı toplumlarda değişik dillerin ve inançların gelişmesi de yeryüzünde çeşitli kültürlerin doğmasına yol açmıştır.

İlk İnsana İlişkin Kanıtlar
Bugün bütün yeryüzünde, bilimsel adı Homo sapiens olan tek bir insan türü yaşamaktadır. Çünkü insanın ilkel atalarından bu türe kadar uzanan evrim sürecinin ara basamaklarındaki öbür türler geçen zaman içinde yeryü­zünden silinmiştir. Yalnızca fosillerinden ta­nıdığımız bu ilk insan türleri ile bugünün insanı, insangiller (Hominidae) adıyla tek bir familyada toplanır. Bütün primatlar takımı içinde bu familyanın en yakın akrabası insan-sımaymunlardır. Bu akrabalık, insanın goril, şempanze ya da orangutan gibi bir insansı-maymundan türediğini göstermez; yalnızca bu iki grubun evrim sürecinin ortak bir ataya dayandığı anlamına gelir.
İnsan ilk kez doğu yarıkürede ortaya çık­mış, batı yarıküreye yayılması oldukça uzun bir zaman almıştır. Dryopithecus cinsinden ilk insansımaymunların fosilleri Doğu Afrika'da,
22 milyon yıllık kayaçların arasında bulun­muştur. O dönemde Afrika kıtası, Tetis Denizi denen büyük bir denizle Avrupa ve Asya kıtalarından ayrılmıştı. Yaklaşık 16 milyon yıl önce, Arabistan Yarımadası yoluy­la Afrika'yı Asya'ya bağlayan bir kara "köp­rüsü" oluştu ve Dryopithecus Afrika'dan İs­panya ile Çin'e doğru yayıldı.
İnsangillerin bilinen en eski fosili yaklaşık 16 milyon yıllıktır ve Hindistan'da bulunmuş­tur. Ramapithecus cinsinden olan bu fosilin Pakistan, Çin, Macaristan ve Afrika'da bulu­nan benzerleri de 14 ile 8 milyon yıl öncesine tarihlendirilir. Ne yazık ki Ramapithecus'un yalnızca fosilleşmiş çene kemikleri ile dişleri bulunduğu için bu ilk insangillerin yaşamı konusunda fazla bir şey söylenemiyor. Ama 3,5 milyon yıl öncesine dayanan daha ayrıntılı kalıntılar insanlık tarihinin başlangıcına iliş­kin bilgi vermektedir. Bu kalıntılar Homo cinsinin, yani gerçek insanın atası sayılan Australopithecus'a aittir.
Yaklaşık 1,40 metre boyunda olduğu anla­şılan Australopithecus'un en eski kalıntıları Kenya ve Etiyopya'da (eski adıyla Habeşis­tan'da) bulunmuştur. Kenya'daki ayak izlerinden anlaşıldığı kadarıyla insanın bu atası insansımaymunlar gibi dört ayağı üzerinde değil, bugünkü insan gibi iki ayağı üzerinde yürüyordu. Ama beyni çağdaş insanınkinden daha küçük, çene ve diş yapısı da farklıydı.
Günümüzden aşağı yukarı 2 milyon yıl ka­dar önce Afrika'da insangillerin iki ayrı türü yaşıyordu. Türlerden birinin çenesi çok güçlü ve dişleri çok iriydi; bu yüzden, cins adına "gürbüz ve güçlü" anlamındaki Latince robustus sözcüğü eklenerek Australopithecus robustus olarak adlandırıldı. Bu türün yakla­şık 700 bin yıl önce yeryüzünden silindiği sanı­lıyor. Öbürü ise daha ince yapılıydı ve vücut orantısı, diş ve çene yapısıyla bugünkü insana daha yakındı. Üstelik beyni daha büyüktü ve taştan aletler yapıp kullanabiliyordu. Bu türe de "becerikli insan" anlamında Homo habilis dendi. Homo habilis belki de bugünkü insa­nın doğrudan atasıdır. Güney ve Doğu Afri­ka'da bu iki türe ait pek çok kalıntı bulunmuş­tur. Özellikle Kenyalı antropolog Louis Lea-key'in Tanzanya'daki Olduvai Boğazı'nda ve oğlu Richard Leakey'in Kenya'daki Koobi Fora'da buldukları fosil parçaları insan soyu­nun evrimine ışık tutan çok önemli buluntulardır.
Bu ilk insandan daha gelişmiş bir türün 1,5 milyon yıl öncesine ait kalıntıları ise Avrupa, Afrika, Çin ve Cava'da bulunmuştur. "Dik duran insan" anlamında Homo erectus adıyla anılan bu türün ilk örnekleri 1891-92'de Cava' da bulunduğu için "Cava insanı" olarak ad­landırılmıştı. Pithecanthropus ya da "Pekin insanı" da bu türün artık kullanılmayan eski adıdır. (Fosilleşmiş kalıntıları Çin'de, Pekin ya­kınlarında bir mağarada bulunmuştu.) Austra­lopithecus''tan yaklaşık 30 cm daha uzun, beyni de hemen hemen iki kat daha büyük olan Homo erectus'un daha uzun, kalın ve ba­sık bir kafatası, gözlerinin üzerinde de insan-sımaymunlardaki gibi belirgin bir kaş kemeri vardı. Bu insan, kendisinden öncekilerden çok daha değişik aletler kullanmaya başladı. Buzul Çağı'nın başlangıcında Avrupa ve Asya'da yaşayan Homo erectus ateşten nasıl yararlanacağını biliyordu ve usta bir avcıydı. Homo erectus'un en yakın tarihli kalıntısı, 1921'de bugünkü Zambia'da bulunan hemen hemen hiç parça­lanmamış bir kafatasıdır. Aşağı yukarı 40 bin yıllık olduğu sanılan bu kafatasının sahibi "Rodezya insanı" olarak bilinir.
Yaklaşık 200 ile 500 bin yıl önce Homo erectus yerini Homo sapiens'e ("düşünen adam") bırakarak yeryüzünden silindi. Bu ta­rihi kesin olarak söyleyebilmek çok güçtür. Çünkü beyninin daha büyük olmasına karşı­lık, Homo sapiens'in en eski tarihli örnekleri­nin kafatası Homo erectus'un kafatasıyla ge­nel olarak aynı yapıdadır. Özellikle, bundan aşağı yukarı 70–40 bin yıl önce Avrupa'da ya­şamış olan Neanderthal insanının kafatasında bu benzerlik açıkça görülür. Neanderthal in­sanı başlangıçta Homo neanderthalensis adıy­la ayrı bir tür olarak sınıflandırılmıştı. Oysa bugün bu insan, Buzul Çağı'nın son dönemin­deki çok soğuk hava koşullarına uyum sağla­mış ve sonradan soyu tükenmiş bir Homo sa­piens alttürü olarak kabul edilir.
Neanderthal insanıyla hemen hemen aynı zamanda, Homo sapiens'in başka örnekleri de Afrika'da, Yakındoğu'da, Ortadoğu'da ve Asya'da belirdi. Özellikle Yakındoğu'dakilerin kafatasları Neanderthal insanınkinden da­ha kısadır ve çağdaş insanınkine daha çok benzer; bu nedenle de genel olarak bugünkü insanın doğrudan atası sayılır. Ama bugünün insanına tam anlamıyla benzeyen ilk tipler, bilindiği kadarıyla günümüzden 30 bin yıl ön­ce Avrupa ve Asya'da ortaya çıkmıştır.

Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
21 Temmuz 2009       Mesaj #3
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
İNSAN NEDİR?
Doğadaki diğer biyolojik canlılarda olduğu gibi varolduğu yaşam serüveninde bir çok evrimsel süreçten geçmiştir insan… Ayakları üzerinde durabilmiş, maddeye şekil verip tasarımlar yapabilmiş, elleri ile üretebilmiş ve tüm bunların sonucunda kendini bir bütün olarak ifade edebilecek sanatı ve kültürünü oluşturmuştur. Belki de bu şekilde yaşamı anlamayı, kendini duyumsayabilmeyi öğrenebilmiştir. Ama asıl önemlisi, kendini bir varlık olarak algılama becerisini gösterebilen bilinen tek varlık olmuştur. Sancılı bir süreçtir bu…Eski Hint kültüründe, insan bütün canlılarla kendini bir algılar. Bu düşünüşe göre doğada canlılar birbirlerine bağlı olarak bir aradadır. Klasik Yunanda ise insanın düşünce ve duyguları ile diğer canlılardan ilk kez ayrıldığı görülmektedir; İnsana özgü olan akıl ile insan kendisini diğer varlıkların önüne çıkarır ve bir noktada tanrılıkla bağlanır (Logos). Descartes’ da insan aklı ile tanrısallık bir arada algılanır. Dünyanın varlığından tanrıya giden yol bırakılıp, Tanrılıkta kökünü bulan, bilen aklın ışığından dünyanın çıktığı şeklinde bir sonuçlanmaya varılır. İbni Sina’dan Spinoza’ya ve Hegel’e kadar gelen panteizm, insan tini ile Tanrısal tinin özdeşliğini ana öğretilerden biri haline getirmiştir. Artık insanın tinsel farklılığı irdelenmektedir. Leibniz bunu daha da ileri götürmüştür. Ona göre insan kendinde bir tür küçük tanrıdır.
Tarih boyunca kendi üzerindeki bilincinin gelişip artmasıyla insan artık kendisinin kim olduğu, bu evren içerisinde yerinin ne olduğu sorularını da sormaya başlamıştır. Scheler’e göre insanın bu sorgulamaları onu birçok sonuca götürmüş, bu sonuçların etkileri de kendisini insanlık tarihi olarak ortaya koymuş olduğundan,tarihte ortaya çıkan insanlıkla ilgili ide’leri beş farklı ana madde üzerinde toplamıştır;
Scheler, özellikle Yahudi ve Hıristiyan geleneğine bağlı olan çevrelerin, dinsel inancın insan üzerindeki ide’si ile algılanan insan düşüncesini dile getirir. Tanımlanan bu ilk ide, Tanrı tarafından yaratılan bir çift insan tasarımının (Adem- Havva) insanlık üzerinde kendisi hakkında bıraktığı etkidir. Bu düşünceye göre, insan daha doğuştan günahkardır. Çünkü aklı ve özgür iradesiyle işlediği günah sonucu Tanrı tarafından cennetten kovulmuştur. İnsanın aklı sayesinde ulaştığı Tanrı kavramı, yine bu aklın, Tanrıyla ama temelde kendisiyle çatışması olarak belki de insanlığın yarattığı ilk mitos biçiminde ortaya çıkmış olması gerçekten çok ilginçtir.
İnsanlık üzerinde en çok kabul gören ikinci ide “Homo sapiens” ide’sidir. Yunanlıların ulaştığı bu düşünce, insanın bir “akıl varlığı” olduğudur. Bu düşünce ilk olarak Anaksogoras tarafından dile getirilmiş, Platon ve Aristoteles tarafından da felsefi biçimde açıklanmaya çalışılmıştır. Aristoteles’e göre “Anima rationalis” ide’si yani aklın yolundan giderek bilgi ağacını tanıma ve cennetten kovulma düşüncesi sonraları Hıristiyan felsefesinde de insan özünün “Anima rationalis” ide’si ile tanımlanmasını doğurmuş, bilgi ile günah bir arada algılanır hale gelmiştir. Homo sapiens ide’si insanı hayvandan ayıran bir özelliktir. Akıl aracılığı ile insan varolanı olduğu gibi tanımaya, Tanrıyı, evreni ve kendini bilmeye elverişli hale gelebilmiştir. Aristoteles’ten Kant’a homo sapiens ide’sini kabul eden hemen bütün filozoflar için insan Tanrıca bir etmendir. İşte bu etmen, kaosu kozmos’a çeviren şey ile ilkece aynıdır. Bu durum ise “aklın değişmezliği” tartışmalarına neden olmuştur . Hegel tarafından yadsınmış olan aklın değişmezliği ona göre eksik bir bakış açısıdır. Hegel tarihi aklın ürünlerinin bir toplamı olarak değil, insanlık tininin bir biçimlenmesi olarak görür. Tarih ona göre, Tanrılığın insanın ideler dünyasında anlaşılması ve kendi kendisinin farkına varılmasının meydana getirdiği sürecin adıdır.
İnsan üzerindeki üçüncü ide, naturalist, pozitivist, ve daha sonra pragmatist öğretilerin kabul ettiği “homo faber” ide’sidir. Bu düşünceye göre insan temelde hayvanlardan çok da farklı olmayan bir “içgüdü varlığı”dır. Bacon, Hume, Spencer gibi pozitivistlerin insan anlayışları, onun içgüdü varlığı olduğu yönündedir. Çalışan, konuşan, alet yapan, aklını ve mantığını ancak uğraşları ile kuran bir varlıktır insan. Özde düşünen değil yapabilen, şekil veren, üretebilendir.
İnsan için ortaya atılan dördüncü ide ise, onun tarih içerisindeki soysuzlaşmasına değinir. Bu görüş, evrimleşme sürecini tamamlayamayan insanın bu eksikliğini giderebilmek üzere varolmak için üretmek zorunda olduğu aletleri kullanma gereksiniminden bahseder. Evrimsel olarak genetik yapılanmasını doğa ile uyumlu hale getiremeyen insan yok olması gereken bir canlı türüdür. Ancak bu yok oluşu o kendi tinsel yapısı ve aklı ile aşmıştır
İnsan üzerine günümüz felsefesinde ortaya konan beşinci ide Scheler’e göre kendisini öylesine mağrur ve baş döndürücü bir yüksekliğe koymuştur ki artık insan, üst insan kimliği ile karşılaştırıldığında “utanç verici” bir varlıktır. Üst insan tek sorumlu olan bir efendidir. Yaratıcıdır. Tarihin kendisinde anlam bulduğu yegane varlıktır. Özde ortaya konan bu ateizm kavramı, insanın bir kişi olması için teist Tanrı kavramının varolmaması gerekliliği esasına dayanır. Hartman’a göre insanın dışında bir varlığın geleceği belirlemesi özgür ve kendinden sorumlu bir varlık olarak insanı ortadan kaldırır.
İnsanın insan hakkında düşünce tarihinde söylediği yığınla söz ve ürettiği çok sayıda düşünceden sonra vardığı nokta aslında bir yere varamamış olmasının yarattığı içsel çelişkidir. Tarih boyunca insanın aklı ve tinsel yapısıyla ulaştığı Tanrı kavramı, yine aynı akıl tarafından yok edilebilmektedir. Ama asıl paradoksu oluşturan, Tanrıyı reddedebilen insanın, evrende kendisini farklı bir yere koyarken ve insanı tanımlarken, Tanrıyı algılamasını sağlayan tinsel özelliğini her şeye rağmen ortaya koyma çabasıdır. Dolayısıyla aslında insanoğlu bilir ki, Tanrıyı anlamak insana özgüdür ve insanca bir eylemdir. Özetle, bu bir çıkmaz sokaktır. Bu durum ise yaşadığımız çağda, kendi ürettiği en büyük soruya yanıt bulduğunu kabul eden insanı başka açmazlara götürür. İşte böylesi bir durumda da sorulması gereken temel soru, düşünen insanın felsefi “uyanış” ını reddeden çözümlerin oluşturduğu problemlerin neler olabileceğidir?
Bir yanda, Tanrıyı sorgulayarak ondan bir şekilde uzaklaşmayı becermiş insan gerçeği vardır. Tanrıyı anlamayı düşünsel boyutta artık gerekli bulmayan insan, varoluşunu anlamak, kendini bilmek adına girdiği bu savaştan vazgeçerek ve tinsel yapısından tekrar koparak bir anlamda insanlığından uzaklaşmakta mıdır? Evet…yanıtlanması zor bir sorudur bu. Ancak insan olma bilinci ve kişi olma sorumluluğu insanı tam anlamıyla tüketmiştir. Belki de bu yüzden vazgeçmiştir günümüz insanı. Yenilmiştir. 19. yüzyıl sonrası ortaya çıkan bilimselci anlayışın faydacı bir bakış açısıyla bütünleşerek değerlendirme ölçütü haline gelmesi başka hangi nedenlerden dolayıdır? Tanrıya insanlaşması için gereksinimi olan insanın onu reddedemeyip göz ardı etme çabasıdır bu. Artık gerçek, sadece denenebilir ve tekrar edilebilir doğruların kendisidir.
Öte yanda ise, sanki başka bir dünyada aynı süreç, tanrıyı değil kurallarını yaşamak adına koşulsuz ve sorgusuz bir inancı önermektedir. Çünkü yine yanıtın bulunduğu kabul edilmiştir. Ancak sorunun yanıtını kim vermiştir? soruyu soran akıl mı? Yoksa aklın bulduğu Tanrı mı? Neden artık insanın tinselliği bir yerden sonra gereksiz yada yetersiz bulunabilmektedir? Sanırım yanıtımız ne olursa olsun, bu düşüncenin, sonuçları açısından yine benzer bir şekilde, insanı, sorgulamama noktasına getirebilmesi oldukça düşündürücüdür.
Günümüz dünyasında felsefi eğitim konusunda niçin eksik kalınmıştır? Neden ısrarla felsefi düşünceden bilinçli bir şekilde uzaklaşılmakta, bahis konusu edilmemektedir? Öyle görünüyor ki bu durum günümüz dünyasını belirleyen değerlerle, anlayışlarla ve görme açılarıyla ilgilidir. Artık “insan olma bilincinin” rafa kaldırıldığı 21. yüzyılın başlarında “humanitas” idealinin üst bir noktası olarak insan hakları düşüncesine ulaşabilmiş olan insanın, bu hakların ihlalinin önüne neden geçemediği de kanımca son derece açıktır. Felsefi bilginin temeli olarak bağımsız ve yaratıcı düşünmenin zayıfladığı, kendini dar çevresinden soyutlayarak bir bütün olarak algılayabildiği “theoria” yönünü yitirdiği, bilginin, bütünlüğü olmayan ve birbirinden kopuk uzmanlıklarla sınırlandırıldığı dünyamızda insanın kendini anlama çabası, faydacı anlayışından dolayı son derece gereksiz bulunmaktadır. İşte bu yüzden toplum bilimcilerin ısrarla sorgulamaya ve anlamlandırmaya çalıştığı insanın etik anlayışı yok olma sürecine girmiştir. İşte bu yüzden günümüz Türkiye’sinde temel eğitimin üzerinde böylesine hesaplar yapılmakta, “kişi” olabilecek kuşakların, yönetenlerin faydacı anlayıştan kaynaklanan çıkarları uğruna, sorgulayamayan “sürü insan”lar haline gelebilmesi için elden gelen her çaba sarf edilmektedir. Ve işte bu yüzden, tüm teknolojik avantajlarına rağmen günümüz insanı için “İNSAN OLMA SORUNU” ve “İNSAN NEDİR?” sorusu daha önemli hale gelmiş, onun insanlaşması için temel gerekliliğin yanıtın kendisinde değil sorulan sorunun oluşturduğu eylemde, yani “ARAMAK” ta olduğu inanıyorum ki daha da belirginleşmiştir.
Oğuz ÇİLİNGİR
25.01.2004

KAYNAKLAR
  1. Akarsu, B.: Kişi kavramı ve insan olma sorunu, İnkilap, 1998.
  2. Güvenç, B.: İnsan ve kültür, Remzi kitabevi, 1999.
  3. Kuçuradi, İ.: Neitzsche ve insan, Türkiye Felsefe Kurumu, 1999.
  4. Kuçuradi, İ.: Yüzyılımızda insan felsefesi, Türkiye Felsefe Kurumu, 1997.
  5. Kaufmann, W.: İnsanı anlamak, İdea yayınevi, 1997.
  6. Hume, D.: İnsan doğası üzerine bir inceleme, İdea yayınevi, 1997.
  7. Adler, A.: Yaşamın anlamı, Panel yayınları, 2003.
  8. Ürek, O.: Toplumsal düzeni oluşturmaya ilişkin üç yaklaşım: Kant, Popper ve Sartre, U.Ü Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler dergisi, Sayı:4, 2003/1.
  9. Frankl, V.E.: İnsanın anlam Arayışı, Öteki yayınevi, 2000.
  10. Hançerlioğlu, O.: Düşünce tarihi, Remzi kitabevi, 1999.
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....

Benzer Konular

29 Eylül 2014 / Misafir Soru-Cevap
17 Aralık 2008 / Ziyaretçi Cevaplanmış
11 Ekim 2012 / Misafir Soru-Cevap
16 Şubat 2010 / Misafir Cevaplanmış