Ziyaretçi
Divan-ı Hümayun'un üyeleri kimlerden oluşur?
Divan-ı Hümayun
Sponsorlu Bağlantılar
Diğer Türk ve İslam devletlerinde olduğu gibi, Osmanlılarda da Divan-ı hümayun adı ile bütün mühim devlet işlerinin görüldüğü ve karara bağlandığı bir merci olmak üzere, büyük divan vardı. Osmanlı Devleti'nin merkez teşkilatının üç büyük temel unsurundan biri de, Divan-ı hümayun ve kalemleridir. Diğerleri Bab-ı asafi ve kalemleri ile Bab-ı defteri ve kalemlerinden meydana gelmektedir. Divan-ı hümayunda, imparatorluğa ait siyasi, idari, askeri, örfi, şer’i, adli ve mali işler, şikayet ve davalar görüşülüp, ilgililer tarafından tetkik edildikten sonra, bir karara bağlanırdı. Divan, hangi dil ve millete mensup olursa olsun, her sınıf halka, kadın erkek herkese açıktı.
Devletin idari, siyasi ve örfi işleri doğrudan doğruya; diğerleri, bir müracaat, bir itiraz veya bir lüzum üzerine tetkik edilirdi. Memleketin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahalli kadılarca haklarında yanlış hüküm verildiğini iddia edenler, vakıf mütevellilerinin haksız muamelelerine uğrayanlar, idari veya askeri amirlerden şikayeti olan herkes ve diğer davacılar Divan-ı hümayuna bizzat başvururlardı. Bütün davalar burada tarafsızlıkla görülürdü. Ayrıca, harp ve sulh gibi kararlar divanca verildiği gibi, bütün mühim devlet işleri de burada müzakere edilir ve neticelendirilirdi.
Divanda bitmeyen veya padişaha arza muhtaç olmayan gerek resmi ve gerek hususi işler, padişahın mutlak vekili olan Divan-ı hümayun, mutat toplantılarından başka, kapıkulu askerlerine ulufe dağıtımı için üç ayda bir fevkalade olarak toplanırdı. Gelen yabancı elçiler de, bu vesile ile sadrazamla görüşürler ve daha sonra padişahın huzuruna çıkarlardı. Buna, Galebe Divanı denirdi. Padişahın, tebaasıyla ve bilhassa askeri sınıflarla vasıtasız olarak görüşmesi gayesiyle, tahtın, Babüssaade denilen, sarayın üçüncü kapısı önünde kurulması suretiyle akdedilen olağanüstü toplantılara ise, Ayak Divanı denirdi. Ayak divanları, ekseriya ihtilal veya karışıklık zamanlarında olurdu. Hükümdar, burada halkla veya askerle doğrudan doğruya temas eder, dertlerini dinlerdi. Ayak Divanının, mühim ve acele işleri müzakeresi ve derhal bir karara varılması için, hükümdarın veya serdar-ı ekremin başkanlığında, saray dışında ve mesela sefer zamanlarında ordunun bulunduğu yerde toplandığı da olurdu. Bu sırada müzakerelere, yalnız devlet adamları ve tecrübeli komutanlar katılırdı.
Osmanlı Devleti'nde acil ve öenmli durumlarda, padişahında katıldığı divan, toplantılarına verilen isim. Padişah hariç, divanda bulunanlarin hepsinin ayakta durarak karar almalari sebebiyle bu tür toplantilara ayak divani denilmistir.
Bu divanda üzerinde durulan is derhal bir karara baglanirdi. Eger bu divanin padisahin bulun madigi bir yerde, mesela seferde toplanmasi gerekirse; o zaman sadrazam ve serdar-i ekrem dîvana baskanlik yapardi. Saray daki ayak dîvanlarinda padisahin oturmasina padişahlar başkanlık ederlerdi. Daha sonra padişah adına veziriazamlar başkanlık etmişlerdir. Padişah nerede bulunursa, divan orada toplanırdı. Yalnız veziriazam seferde bulunurken, büyük divan onun başkanlığında toplanırdı. Fatih zamanında da divan her gün toplanmakta olup, haftada dört gün padişahın huzaruna arza girilirdi. Divan-ı hümayun toplantıları, 16. yüzyıldan sonra haftada dört güne inmiştir. Tarihçi Gelibolulu Mustafa Ali’nin yazdığına göre, Mihr-ü Mah adlı eserini şehzade İkinci Selim’e takdim ederek divan katibliği vazifesine atandı. Daha sonra Şam beylerbeyi Lala Mustafa Paşanın divan katipliğine tayin edildi. Mustafa Paşanın Mısır beylerbeyi olması ile birlikte Mısır’a gitti. Bir süre sonra Üçüncü Murad zamanına kadar, haftada dört gün divan toplanır ve bu divan toplantılarından sonra dört defa da arza girilirken, dört defa arza girmek çok görüldüğünden, arz günleri, ikiye indirilmiştir.
Toplantı, Cumartesi, Pazar, Pazartesi ve Salı günleri yapılırdı. Bu dört günde, Divan-ı hümayun üyeleri, saraya gelip işlere bakarlardı. Pazar ve Salı günleri müzakerelerden sonra veziriazam ile diğer vezirler, kazaskerler ve defterdarlar, Arz Odası'nda padişahın huzuruna kabul olunarak, divan işleri hakkında her biri ayrı ayrı izahat verirdi. Divan heyetine, vezir rütbesinde olmadıkça, Yeniçeri Ağası katılamazdı. Vezir olmayan Yeniçeri Ağası, arz günlerinde divan üyelerinden önce arza girip, Yeniçeri Ocağına dair söyleyeceğini söyler, sonra maiyetiyle beraber, ağa kapısına girerdi. Yeniçeri, Hıristiyan çocuklarından devşirme yöntemi ile yetiştirilen askerdir. I. Murat'ın veziri Çandar Hayrettin Paşa'nın yardımıyla kurduğu bu sistem de, devlet kendi Hırıstiyan tebasından ve bazen eline düşen harp esirlerinden bazı çocuklara el koyuyordu. Acemi Oğlanı denilen bu çocuklar, önce bir tür köylü ailesinin yanına veriliyordu.
Dördüncü Mehmed’in padişahlığı ve Fazıl Ahmed Paşanın sadrazamlığı zamanında, evvela Avusturya ve sonra Leh seferleri dolayısıyla padişah Edirne’de bulunduğundan, divan müzakerelerini, yalnız arz günlerine inhisar ettirerek, haftada iki gün, yani Pazar ve Salı günleri toplanması kararlaştırılmıştı. Padişah, 1677’de İstanbul’a gelince, yine aynı surette haftada iki gün olarak devamı emredilmişti. Bu durumda devlet işleri, yavaş yavaş sadrazamların İkindi Divanı'na yükletilmiş oluyordu. İkinci Ahmed’in saltanatının son senelerinde, haftada iki gün toplanan divanın azlığı ve iş sahiplerinin mağduriyeti göz önüne alınarak, bu hükümdarın emriyle, divan toplantıları yine haftada dört gün olmuştu.
Divan toplantılarının, 18. yüzyıl başlarında, Üçüncü Ahmed Han zamanında, haftada ikiye ve sonra bire indiği görülmektedir. Daha sonraki devirlerde divan toplantıları, büsbütün terk edilerek işlerin halli sadrazam divanına bırakılıp, padişahların iradeleri alınmak için, hükümdara telhisçi gönderilmek suretiyle, Paşa Kapısı'nda görülür olmuş ve divan akdi üç ayda bir, kapıkulu ocaklarına maaş verme ve yabancı elçi kabulü şekline dönüşmüştür.
Divan-ı hümayunun Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denilen binasını, Kanuni Sultan Süleyman zamanında veziriazam Damad İbrahim Paşa yaptırmıştır. Bundan evvel, sonradan Eski Divanhane denilen başka bir divan toplantısı yeri bulunmaktaydı. Divan-ı Hümayun binası, ikinci yer veya alay meydanı denilen orta kapı ile Babüssaade arasındaki sahada sol kısımdadır. Kubbealtı veya Divan-ı hümayun binası, esas itibariyle, üç kubbe altındadır. Bu üç kubbeden birisi, divan üyelerinin toplandığı müzakere salonudur. Burada, üyelerin oturacağı yerler bellidir. Bu salonda veziriazam ile diğer vezirlerin oturdukları yerin üstünde, padişahların divan toplantılarını gizlice dinledikleri “Kasr-ı Adl” denilen kafes pencereli yer bulunmaktadır. Divan-ı hümayun, 18. yüzyıldan sonra önemini kaybetmesine rağmen, büsbütün ortadan kaldırılmayarak, imparatorluğun sonuna kadar muhafaza edilmiştir.
Divan-ı Hümayun Üyeleri
Veziriazam (Sadrazam)
Osmanlıların ilk devirlerinde, veziriazamlar, ilmiye sınıfından gelmişlerdir. Padişahın mutlak vekilidirler. Kanunnamelerde yazıldığına göre veziriazamlar, imparatorluktaki ilmiye tevcihleri (görev, rütbe veya makam verme) de dahil olmak üzere, bütün tayin ve aziller, katiller, terfi ve ilerlemelerde, birinci derecede merci olup, her iş onun emir ve müsaadesiyle olurdu. Sefer dışındaki zamanlarda vezir, kazasker ve şeyhülislam gibiler hakkındaki muamelelerde, padişahın muvafakati alınırdı. Sadrazamlar sefere gittikleri zaman, devlet merkezindeki işleri görmeleri için, vekil olarak bir veziri kaymakam bırakırlardı. Buna “Rikab-ı Hümayun” veya “Sadaret Kaymakamı” denilirdi. Sadaret kaymakamı da, gerek Divan-ı hümayunda, gerekse Paşa Kapısı'nda divan toplandığı zamanlarda görülen işleri, müstakil defterlere yazdırır, buna da Rikab Defteri ismi verilirdi. Divan-ı hümayun üyelerinin seferde bulunması halinde, bu divanlara vekilleri gelirdi.
Kubbe vezirleri
Veziriazamdan sonra gelen diğer vezirler ikinci vezir, üçüncü vezir, dördüncü vezir vb. şekilde adlandırılırdı ve sayıları yediye kadar çıkabilirdi. Divan müzakerelerinde ve siyasi herhangi bir işin hallinde de tecrübeli devlet adamları olan bu kubbe vezirlerinin fikirlerinden istifade edilirdi.
On yedinci yüzyılın başlarından itibaren defterdar, nişancı ve kaptan paşaların vezirlikleriyle beraber, vezirlerin adedi artmıştır. Hatta bazı beylerbeyliklere tayin edilen kişilere de vezirlik rütbesi verilmiştir.
Kazasker (Kadıasker)
1480 tarihine kadar bir adetken bu tarihten sonra Rumeli ve Anadolu kazaskerlikleri ismiyle iki olmuştur. Yavuz Sultan Selim zamanında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun fethi üzerine, 1516’da Arap ve Acem Kazaskerliği ismiyle, üçüncü bir kazaskerlik kurulmuş, Diyarbekir de bu kazaskerliğe merkez olmuştur. Daha sonra Suriye ve Mısır’ın da ilhakıyla, Arap ve Acem kazaskerliği, merkeze nakledilmiştir. 1518’den sonra da lağvedilmiş ve kazaskerlik tekrar ikiye inmiştir. Kazaskerler, divanda, şer’i meselelere bakarlardı.
Nişancı veya Tevkıi
Devlet kanunlarını iyi bildiğinden, gerektiğinde bu meseleler hakkında fikri alınırdı. Divandan padişah adına sadır olan (çıkan) fermanlara tuğra çekmek de, bunların göreviydi. Divan üyesi olmasına rağmen, vezir rütbesinde olmadıkça, arz günlerinde padişahın huzuruna giremezlerdi. Defterhane'deki tahrir defterine, bizzat nişancılar yazı yazabilirdi.
Defterdarlar
Osmanlı devlet teşkilatında, Dîvân-ı Hümâyûn üyelerinden olup, pâdişâh adına yazılacak fermanlara, beratlara, nâmelere, hükümdârın imzâsı demek olan tuğrayı çekmekle görevli memur. Bâzı târihî kaynaklarda “muvakkî, tevkıî ve tuğrâî” isimleriyle de anılır. Pâdişâhın emrini ihtivâ eden ve baş tarafına tuğra çekilmiş vesikalar, Osmanlı teşkilât dilinde “Nişan-ı şerîf-i sultânî, nişan-ı hümâyûn, tuğra-i garrâ-i hakânî, tevki-i hümâyûn, tevki-i refî” gibi isimlerle anılırdı.
DEVAMI >>>> Osmanlı Kurumları - Divan-ı Hümayun (Dîvân-ı Hümâyûn)
Son düzenleyen Baturalp; 3 Kasım 2016 02:02