Ziyaretçi
İskan Politikası ile ilgili makale örnekleri verir misiniz?
İskan Politikası
Konar göçer aşiretleri toprağa bağlama veya bir bölge halkının alınarak başka bir yerde yerleştirilmesi.
Sponsorlu Bağlantılar
İskân: En geniş mânâsiyle yerleşmek demektir. Mevsimlerin seyrine uyarak yer değiştiren, yazın yaylaya, kışın ovaya inen yarı göçebe grupların bir müddet için yerleşmeleri, insanların oturdukları münferid mesken, çiftlik, köy, kasaba ve şehir, geçici veya devamlı, toplu veya dağınık, küçük veya büyük bütün yerleşmeler, iskân olarak adlandırılır.
İskân mes’elesi devletlerin ekonomik ve idâri mes’eleleri ile yakından ilgili olduğu gibi, toplum hayâtı ile de ilgilidir. Devletlerin kuruluşu ve parçalanması çeşitli ekonomik ve siyâsî hâdiseler, çok defa büyük nüfus kütlelerinin yer değiştirmesine sebeb olmuştur. Çeşitli milletlere mensub topluluklardan teşekkül etmiş olan Osmanlı Devleti de bu şekilde bir hâdise neticesinde kurulmuştur.
Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması için doğudan gelen ve Horasan erenleri denen tasavvuf büyükleri, İslâmiyet’in bildirdiği îmân, ibâdet ve ahlâk esaslarını gittikleri yerlerdeki insanlara anlattılar. Göçebe hâlinde yaşayan kitleler, Alp veya Alperen adı da verilen bu dervişlere samimiyetle bağlandılar. Bu gâzî dervişler, emirleri altına giren kitlelere yegâne gaye olarak cihâd ve İ’lâ-yı kelîmetullah umdelerini benimsetip, bu umdelerin tahakkuku için gerekli idarî teşkilâtlanmayı sağladılar. Evvelâ Bizans topraklarını feth ederek buraları İslâm toprağı ve sulh diyârı hâline getirmeye gayret ettiler. Bu çalışmalar kısa zamanda netîce verdi. Bu Gâzi dervişler bir şehri veya memleketi fethedince, bir kısmı oraya yerleşti, kalan kısmı ise daha ileri giderek İslâm dîninin yayılması, insanların müslüman olmak suretiyle ebedî saadete kavuşmasını sağlamak ve Allahü teâlânın isminin her yere duyurulması için gayret sarf ettiler. Sulh yoluyla feth ettikleri yerlerin ahâlisini İslâm hukuku gereğince hiç bir surette rahatsız etmediler, onları cizye vermeleri karşılığında hür ve dinlerinde serbest bıraktılar. Harb yoluyla feth ettikleri yerlerde ise, yine İslâm hukukuna göre muamele yapıp ihtiyarlara, kadınlara, çocuklara ve din adamlarına dokunmadılar, kendilerine karşı silâh çeken ve kılıç kullananları esir ederek, İslâm hukukuna göre cezalandırdılar veya şahıs başına cizye ve topraklarından harac alıp serbest bıraktılar. Yalnız feth ettikleri şehrin en büyük kilisesini câmi yapıp, ezanlar okudular. Hıristiyanlara da yeni mâbed inşâ etme izni verdiler. Bu şehirlere yerleşen Horasan erenleri; câmiler ve bu câmilerin etrafına medreseler ve mektebler, şehrin fethini te’min eden gâzi dervişler için tekke ve zaviyelerle hastahâne, kervansaray, imâret, çeşme, yol ve köprüler yaptılar. Çeşitli sosyal yardım müesseseleri kurdular. Bu suretle Bizans hâkimiyeti ve zulmü altında inleyen halk, müslüman-Türkler sayesinde sulh, sükûn ve mutlak âsâyiş içerisinde yaşadı.
Orta Asya’dan gelen müslüman-Türk boyları, zamanla hıristiyan topraklarına daha sık yerleştiler ve muayyen bir müddet sonra hıristiyan ahâli azınlığa düştü. Bu durum Osman ve Orhan Gâzi zamanlarında da devam ederek Marmara bölgesi Türklerle iskân edildi.
Bir müddet sonra muntazam bir ordu ve düzenli bir devlet teşkilâtı kurdular. Böylece birçok dînî, içtimâi ve iktisâdî şartlar neticesinde ortaya çıkan Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde tasavvufî müesseselerin te’siri pek büyük oldu. Dînî, askerî ve siyâsî sebeblerin yanısıra, nüfus yoğunluğu ve hareketliliği gibi sebebler de Osmanlı Devleti’nin kurulmasında ve büyümesinde önemli rol oynadı.
Osmanlılar gönül ehlinin ve âlimlerin önderliğinde başlayan ilk iskân hareketleriyle birlikte yeni alınan yerlere müslüman ahâliyi sevk ettiler. Muhtelif yerlerde vakıflar kurdular. Müstakil derbend te’sisleri kurup buralara ahâliyi yerleştirdiler. Ordunun ardından veya onlarla birlikte hareket eden velîler için ıssız yolların geçtiği önemli mevkilere zaviye ve tekkeler inşâ ederek iskân hareketine yön verdiler.
Yeni fethedilen yerleri Türkleştiren ve İslâmlaştıran Osmanlılar boş yerleri de şenlendirerek ekonomik bir hareketlilik sağlamak için yeni kasaba ve köyler kurdular.
Konar-göçer durumda olan müslüman-Türk aşiretlerini yeni alınan bölgelerin Türkleştirilmesinde ve İslâmlaştırılmasında kullanan Osmanlı Devleti; onları savaşçı vasıfları, bir disiplin ve teşkilât içinde olmaları sebebiyle de bu feth edilen bölgelere yerleştirdi. Nitekim Rumeli fâtihi Süleymân Paşa zamanında, konar-göçer durumda olan aşiretler Rumeli’ye geçirilip iskân edildiler. Rumeli’den de Anadolu’ya insan toplulukları nakledilmek suretiyle bölgeler arasında denge kurulmaya çalışıldı. Bu arada birbirine zıt iki ayrı istikâmette iskân hareketi de görülmektedir. 1461 yılında fethedilen Trabzon’un eski hıristiyan sipahilerinden bir çoğu ve onlara tâbi olanlar Rumeli’nin muhtelif yerlerine sevk edilirken, yerlerine Tokat, Samsun, Bafra, Çorum ve Amasya gibi bölgelerden getirilen ahâli yerleştirildi.
İki yönlü ve bâzan da birbirine zıt bölgelerden yapılan bu nakiller sayesinde, çeşitli menşe’lerden gelen halkın birbirleriyle kaynaşması ve merkezî idarenin kuvvetlenmesi gayesi güdüldü.
Osmanlıların Rumeli’ye geçtikleri ilk zamanlardan itibaren, fetholunan yerlere sevk edilen müslüman-Türk aşiretlerine zengin topraklar verildi. Bütün akrabalarıyla göçecek olanlara; yurdluk, toprak, tımar gibi imtiyazlar da tanımak suretiyle, muhaceret teşvik edildi. Bu durum fetihleri teşvik gayesi taşıdığı gibi, memleketin şenlendirilmesi ve iskânı gayesini de desteklemekteydi.
Netice olarak Osmanlı Devleti iskân siyâsetini asıl olarak Türk ve hıristiyan toplumlarını bir araya getirmek ve böylece gayr-i müslimleri İslâmiyet’in sağlam hukuk nizâmı, adalet ve din hürriyetinin yanı sıra müslümanlığın temizlik, misafirperverlik, cömertlik ve her türlü iyi ahlâk umdeleri ile bezenmiş halkının yaşayışını göstermek suretiyle İslâm’ın yayılmasını sağlamayı hedef almıştı. Gerçekten de bu sayededir ki, Fâtih Sultan Mehmed 1463’de Bosna’ya girince burada bulunan ve devamlı olarak ezilmekte olan Bogomiller zümresi toptan müslüman olmuşlardı. Bosna müslümanları, Türk idaresine ve İslâmiyet’e kavuşurken kendi ellerinden alınmış olan topraklara da Türk idaresi sayesinde sâhib oluyorlardı. Samimî müslüman olan Boşnak (Bosnalılar) bu bölgede Osmanlı hâkimiyetinin de dayanağı olmuşlar ve birçok devlet adamı yetiştirmişlerdir. Yine Boşnaklar gibi Balkanlarda Arnavutlar, daha önce oralara gelmiş şâmânî veya hıristiyanlaşmış Türkler ve hattâ Sırplar ve Macarlar bu mükemmel idare karşısında derhâl müslümanlığı tercih ediyorlardı. Dinlerine bağlı kalıp ayrılmayanlar dahi Osmanlı idaresine sıkısıkıya bağlanıyordu. Nitekim Ankara muhârebesinde Yıldırım Bâyezîd Han’a sadâkatini gösteren hıristiyan Sırplar, mağlûbiyetten ve devletin buhrana düşmesinden sonra bile, Osmanlılara bağlılıkta kusur etmemişlerdir.
Birinci Bâyezîd devrine âid ilk iskân kaydı, 1400-1401 yıllarında tuz yasağını kabul etmeyen ve Menemen ovasında kışlayan aşiretlerden Göçerevlilere âid olup Filibe taraflarına gönderilmişlerdir. Oğlu Çelebi Mehmed zamanında isyânları Yörgüç Paşa tarafından bastırılan Tatarlar ise, Dobruca havalisine yerleştirilmişlerdir. 1397’de Mora’da Argos’un alınmasından sonra buradan 30.000 kişi Anadolu’ya, Anadolu’dan da Üsküp ve Teselya bölgelerine Türkmen ve Tatar aşiretleri nakledilmişlerdir. Bu durum ikinci Bâyezîd pâdişâhlığının sonuna kadar devam etti. Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde Rumeli’den Anadolu’ya sevkedilen halkın bıraktıkları boşluklar da Anadolu’dan gönderilen ahâli ile dolduruldu. İkinci Bâyezîd Han devrinde Tekeli ahâlisinden devlete karşı isyân edenlerin bir kısmı Tekeli dışına sevk edildi. Sürgün edilen bu aşiretler, on beşinci yüzyılın sonlarında başlamak ve on altıncı yüzyılın başlarında hızlanmak suretiyle yeni köyler kurdular ve toprağa bağlı yeni yerleşim birimleri teşkil ettiler.
On altıncı yüzyılın sonlarından itibaren devlet, dinamizmini kaybetmeye başladı ve fetihler durdu. Daha önceki dönemlerde dışa dönük İskân siyâseti tâkib eden Osmanlı devleti yavaş yavaş içe dönük bir iskân politikası tâkib etmeye başladı. Bir iç iskân unsuru olarak ortaya çıkan konar-göçerlerin ve çeşitli sebeplerle yerlerini terk eden ahâlinin boş ve harâb sahalara İskân edilerek buraların zirâata açılması düşüncesi hâkim oldu.
On yedinci yüzyılın başından itibaren doğuda ve batıda yapılan harbler; idâri, mâlî, iktisadî ve adlî nizâmın yer yer gevşeyip bozulmasına yol açtı. Bundan faydalanarak ortaya çıkan Celâlî isyânları devlet için büyük bir mes’ele hâline geldi. Uzun harblerin ve Celâlî isyânlarının ortaya çıkardığı iktisadî ve sosyal buhranlar geniş halk kitleleri üzerinde olumsuz te’sirler bıraktı. Ahâlinin bu te’sir sebebiyle yerlerinden ayrılarak, daha uygun yerlere göç etmesi, bir çok meskûn yerin harâb olmasına sebeb oldu. Yerini terk eden ahâli başka köy ve kasabalara, bilhassa büyük şehirlere akın etti. Bu ise ekonomisi zirâate dayanan devletin zirâi gelirinin azalması yanında, yeni sosyal buhranlara yol açtı. Bu sebeple devlet göç eden halkı tekrar eski yerlerine iade etmek için bâzı teşebbüslerde bulunduysa da istenen başarı elde edilemedi. Böylece Celâlîlerin zulmünden kaçan, evini ve çiftini terk eden halk, İstanbul ve diğer büyük şehirlerin çevresine yerleşti.
Osmanlı Devleti, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda harâb ve sâhibsiz kalan bu yerlere çeşitli aşiret ve oymakları yerleştirerek, buraların yeniden zirâate açılması şeklinde bir iskân siyâseti tâkib etti. Ana toprak olarak kabul edilen Anadolu’daki bu iskânın yanısıra, çeşitli harbler neticesinde uğranılan yenilgiler de sınırların gerilemesine sebeb oldu ve yeni göçler başladı. Bunların da yerleştirilmeye başlanması iskân siyâsetinin ikinci safhasını teşkil etti.
Yolların emniyeti açısından büyük önemi hâiz olan derbend te’sisleri on sekizinci yüzyılın başından îtibâren tamir edilerek yeniden düzenlendi ve bir iskân vâsıtası olarak kullanılmaya başlandı. Derbend ve çevresinde derbendci adı altında pekçok başıboş reâya İskân edilerek bölgenin emniyetinin sağlanmasına çalışıldı. Şekavet unsurlarının baskılarına karşı halk üzerinde emniyet duygusunun hâkim kılınmasına, böylece yerlerini yurtlarını terk edenlere mâni olarak, yerleştirmeyi kolaylaştırma yoluna gidildi. Devletin iskân siyâsetiyle ilgili kanunnâmeler düzenlendi. Bu düzenlemeye göre; bir kimse canı istediği zaman mesleğini bırakıp başka bir yere gidemezdi. Bu şekilde hareket edenler tâkib edilir ve eski yerlerine iade edilirlerdi. Yerini terk edip başka yerlere giden kimseler gittikleri yerlerde on yıldan fazla kalır ve oranın vergi hânesine yazılırlarsa, bulundukları yerlerden kaldırılmazdı. Buna karşılık terk ettikleri ekili arazileri için çiftbozan resmi (vergisi) alınırdı.
On sekizinci yüzyılda, devletin emirlerini dinlemeyerek, şekavet hareketlerine katılan, bu sebepten birçok kimsenin yerlerini terketmesine yol açan grublar, sürgün mahalli olarak seçilen ve aşiretler için hapishâne hüviyetinde olan yerlere gönderildi. Böylece Anadolu’da emniyet sağlanarak iskân olunan veya olunacak ahâliye kolaylık sağlandı. Bu bakımdan eşkıya grubları büyük bir inat ve ısrarla tâkib edilerek baskı altına alındı. Konar-göçer durumdaki aşiretler bu baskılar karşısında yerleşik ahâliye nazaran ekonomik yönden daha zor duruma düştükleri için, kendiliklerinden yerleşmek zorunda kaldılar. Konar-göçerlerin yaylak ve kışlakları arasındaki hareketleri esnasında yerleşik ahâliye zarar vermeleri, onların iskânı için teşebbüse geçilmesini sağladı. Bu şekildeki aşiretlerin bir kısmı yaylak veya kışlaklarına yerleştirildiler. Meselâ 1728’de Zamantı ırmağı etrafındaki köylere Receblü Afşarı cemâati yerleştirildi. Kozandağında bulunan aşiretlerin de Çukurova’ya indirilerek Sarıçam mevkiinde yerleştirilmeleri sağlandı. Alaçam mahalli ise, Şeyhoğlu ve ona tâbi oymaklara iskân sahası olarak tâyin edildi.
On dokuzuncu yüzyılda umûmî olarak toplu iskân siyâseti yerine, bölgelere hitâb eden ve oraların ıslâhını hedef alan bir yol tâkib edildi.
Tanzîmât’la birlikte başlayan iskân hareketleri daha dikkatli bir şekilde yürütülmeye çalışıldı. Aşiret reislerine bulundukları eyâlet vâlisi tarafından birer mühür verilerek, aşiretten herhangi bir şahsın izinsiz başka bir yere gitmesi önlendi. Ayrıca eyâlet müşirlerinin nezâreti altında, aşiretler müstakil birer muhassıllık hâline getirildi. 1842’de alınan bir kararla aşiretlerin bulundukları kaza ve sancak topraklarından dışarı yaylak ve kışlağa gitmeleri önlendi. Böylece ordu için de yeni ve taze kuvvet teşkil edilmiş oldu. İskâna muhalefet edenlere kuvvet kullanılma yoluna gidildi. Yerleşecek olanlara da, köyler kurup zirâatle meşgul olmaları şartıyla, toprak tahsis edildi. Yeniil, Rışvan, Reyhanlı ve Avşar gibi aşiretler Amasya, Sivas, Konya ve Kayseri sancaklarına yerleştirildiler. Rışvan ve Avşar gibi kalabalık aşiretlerin dağınık bir şekilde iskân edilmelerine de dikkat edildi. Bunun dışında bâzı bölgelerde müstakil yaşayıp, devlet emirlerini dinlemeyen grublar ıslâh edilerek iskân ettirildi. Bunlar bilhassa bulundukları bölgelerden uzak mahallere nakledildiler.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarından îtibâren, harbler sebebiyle elden çıkan topraklardaki zulme uğrayan müslüman Türkler Anadolu’ya göç ettiler. Bunun için 1860 yılında muhacirlerin İskânı ve onların çeşitli mes’eleleriyle meşgul olmak üzere İskân-ı muhacirin komisyonu kuruldu. İstanbul’da kurulan bu komisyonun paralelinde her vilâyette bir müdürlük teşkil edildi. 1914 yılında da bu komisyon, çıkarılan bir kânunla yeniden teşkîlâtlandınlarak, Aşâir vo muhacirin müdüriyet-i umûmiyesi adı verildi.
On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı Devleti’nin iskân politikası, kendine dönüş olarak vasıflandırabileceğimiz bir hüviyete girdi. Konar-göçerler daha dar bir çerçeve içine sıkıştırılırken, bu durum iskân çalışmalarında büyük kolaylıklar sağladı. Harbler neticesinde kaybedilen topraklarda kalan müslüman-Türk ahâlinin zulüm ve baskılar sebebiyle yurdlarını terk ederek göç etmeleri, devleti yeni problemlerle karşı karşıya getirdi. Kurulan komisyon marifetiyle muhacirler çeşitli bölgelere iskân edildiler.
BAKINIZ İskan politikası nedir?
Son düzenleyen Safi; 8 Kasım 2018 15:16