
Ziyaretçi
"Celâlim hakkı için biz her millete -Allah'a kullukda bulunun ve putlara ibadetden kaçının- diye bir peygamber gönderdik."(Nahl, 16/36)Ne var ki, insanlık, bu yüce varlıklardan aldığı dersi, bir müddet sonra unutmuş veya sapıklığa gömülerek, nebî ve ulu kişileri ilahlaşdırmış ve eski putperestliğe dönmüşdür. Yunan'ın ilâhlar dağından Ganj nehrine kadar, beşer hayâlinin totemleştirdiği bir sürü vesen vardır ki, şimdiki görünüşleriyle çıkışları arasında çok büyük farklar olsa gerektir. Ne Çin'in Konfüçyüs'ünü, ne de Hind'in Brahman ve Buda'sını, kendilerini hazırlayan şartlar ve getirdikleri şeylerle görmek mümkün değildir.
"İçinde peygamber olmayan hiç bir millet yoktur."(Fâtır, 35/24)diyerek âlemşümûl bir hüküm vermektedir. Ne var ki biz, cihânın her tarafında zuhûr etmiş olan ve bir beyâna göre sayıları 124.000'e bâliğ bulunan nebîlerden ancak yirmi sekiz tanesini bilmekteyiz. Kaldı ki, bunların içinde de, pek çoğunun ne zaman ve nerede yaşadıklarına dair her hangi bir ma'lûmata sahip bulunmamaktayız. Esâsen, gelmiş-geçmiş bütün peygamberleri bilme mükellefiyeti diye bir şey de yoktur. Kur'ân:
"Onların bir kısmını sana hikâye edip anlattık, bir kısmını anlatmadık."(Gâfir, 40/78)diyerek, anlatılmayanların üzerinde durulmamasını da ihtar etmektedir. Şu kadar var ki, bugün dinler tarihi, felsefe ve antropoloji tetkik edildiğinde, birbirinden çok uzak topluluklarda dahi, bir hayli müşterek noktalar bulunduğu göze çarpmaktadır.
"Her milletin bir Resûlü vardır ve Resûlleri geldiği vakit aralarında adaletle hüküm verilir ve hiçbirine zulmedilmez."(Yunus, 10/47)beyânı, ilâhî ve âlem-şümûl bir hakikattir ve hiçbir kıt'a bu hakikatin şümûl sahası haricinde değildir.
"Yerliler, kendi aralarında tevhid akidesine uygun âyinler yapıyor ve Allah'ın, yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez olduğuna inandıklarını ilân ediyor; hatta kâinatda cereyan eden her şeyin onun iradesine râm olduğunu tekrarlayıp duruyorlardı. Ve daha, bir sürü selbî ve vücûdî sıfatlardan bahsediyorlar ki; düşüncelerindeki bu yüceliği, yaşayışlarındaki vahşet ve bedevilikle te'lif etmek katiyyen mümkün değildi..."Demek ki, doğu-batı, dünyanın en ücrâ yerlerinde, bu akîde ve telâkki birliği ancak kâinatın sahibi tarafından oralara gönderilmiş elçilerle izâh edilebilir. Zira en büyük filozofların dahi kavrayamadığı bu türlü muvazeneli tevhîd akîdesini, vahşet içinde yüzen Mavmav'lara, Neyamneyam'lara veya Maya'lara vermek asla mümkün değildir.
"Biz peygamber göndermedikten sonra azab edicilerden değiliz."(İsrâ, 17/15)Demek evvelâ uyarma, sonra mükellefiyet ve daha sonra da azab veya rahmet... Vâkıa mezheb imamları, teferruatda biraz farklı düşünürler. Meselâ, İmam Maturidî ve taraftarı, kâinatda, herbiri bir kitab binlerce delil varken Allah'ı bilmeyen ma'zur olamaz derler. Eş'ariler ise: "Biz peygamber göndermeden azab edecek değiliz.. " meâl-i âlîsiyle ifâde edilen âyete dayanarak, azaba müstehak olmanın, tebliği müteâkib olacağı hususunu esas alırlar.
29 Aralık 2012 / Ziyaretçi Soru-Cevap |
13 Şubat 2011 / Ziyaretçi Soru-Cevap |
3 Ekim 2012 / Misafir Soru-Cevap |
17 Eylül 2012 / Misafir Soru-Cevap |
12 Şubat 2014 / Misafir Cevaplanmış |
Kapat Saat: 08:57 Hoş Geldiniz Ziyaretçi
Benzer Konular
Son MesajlarYenile Yükleniyor... |