Arama

Ekoloji ve Çevre Hakkında Makaleler - Sayfa 6

Güncelleme: 21 Şubat 2019 Gösterim: 142.407 Cevap: 64
LaDyGaGa - avatarı
LaDyGaGa
Ziyaretçi
7 Ocak 2012       Mesaj #51
LaDyGaGa - avatarı
Ziyaretçi
Çevreyi nasıl mı güzelleştiririz?
Aslında bu pek kolay değil çiçek koparanlar için. Ben yeni alıştım. İlk öncelikle hikayemi anlatıyım sizlere. Fazla dışarı çıkıyordyum çıkmasına çıkıyordum ama annem ve babama gül hediye etmeden eve girmek istemiyordum. Neden derseniz sevgiyi gül ile kanıtlaynlarda var. Bende sevgimi öyle kanıtlıyordum. Annem dışarı çıktığımızda dediki: Sevgini bizim için çevremizi bozarak değil,kendi sevginden kendi isteğinle ve emekle olur. Ama sen sevgini bize kanıtlıyorsun. Bu nedenle çevremiz güzelleşsin diye bana bir daha bişey koparma eğer sen koparmadıysam bile okulun labovutarında incele. Dökülsün, yani yaprak veya gülün kendisi solunca hafifce yaprağından kopart. Bakalım inceleme sonucu hangi sevgi ortaya çıkıcak? Ben ertesi gün inceledim. Fazla dışarı çıktım. Ama kendi elimle kendi sevgimle onlara birşey kanıtlıyacaktım.Slogan hazırladım. Bu hem babamın annemin abimin ve kız kardeşimin hoşuna gitti. Bu nedenle çevreyi güzelleştirmek herkesin elinde. Ya hırsız ya katil yada cinayet işleyen biri ol ama çevreni sakın kirletme. Kirletirsen bu suçları nasıl işleyeceksin. Eğer yine pes ediyorsan çevreni koru. Çevreyi korumada pes etme!
Sponsorlu Bağlantılar
nOT: Kendi hikayem ve kendi elimle yazdım Msn Happy
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
24 Şubat 2012       Mesaj #52
Avatarı yok
Yasaklı
Nükleer Enerjisiz Bir Japonya Mümkün mü?
Japonya'da Fukuşima felaketi sonrası nükleer enerji protestoları sürüyor. Ülkenin başka yollarla enerji ihtiyacını karşılayıp karşılayamayacağı belirsizliğini koruyor.Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu, yapılan testler sonucunda Japonya’daki nükleer santrallerin uluslararası standartlara uygun olduğunu duyurdu. Ülkede şu anda 54 nükleer reaktörden sadece üçü faaliyette.
Sponsorlu Bağlantılar

Japon atom lobisi derin bir nefes aldı. Yapılan gerilim testleri nükleer reaktörlerin Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) standartlarına uygun olduğunu ortaya koydu. Merkezi Viyana'da bulunan kurumun 10 kişilik uzman heyeti, Tokyo’nun talebi doğrultusunda ülkeye gelerek Japon nükleer santrallerinin deprem, tsunami, elektrik kesintisi gibi ağır felaketlere karşı dayanıklı olup olmadığını kontrol etti.

Nükleer reaktörler, testlerden başarıyla geçti geçmesine ancak UAEK daha ayrıntılı incelemeler yapılmasını istedi. Kurum tarafından açıklanan raporda Japon Nükleer ve Endüstriyel Güvenlik Kurumu'ndan, işletmecilerin alacağı önlemlerin kayda geçirilmesi ve denetlenmesi istendi. İşletmecilerin arızaları bildirmemesi ve yapılması zorunlu onarımlar konusunda yetkilileri aldatması nedeniyle geçmişte bir dizi ihmal ve kusur meydana gelmişti.

Bu nedenle Nükleer ve Endüstriyel Güvenlik Kurumu (NISA) da reformdan geçirilecek. Bugüne kadar söz konusu kurum ülkede nükleer ekonomiyi de yönlendiren Ekonomi Bakanlığı'na bağlıydı. Ancak şimdi bakanlar kurulunun üzerinde anlaştığı bir yasa tasarısıyla Çevre Bakanlığı'na bağlı yeni bir nükleer enerji düzenleme kurumu oluşturulacak. İlgili yasa tasarısı nisan ayı başında parlamentoda görüşülecek.

Japonya'da 54 nükleer reaktörden şu anda sadece üçü çalışıyor. Zira 13 aydır Japonya’daki nükleer reaktörler düzenli bakım kontrolleri nedeniyle durduruluyor. Ve eğer kalan üç reaktör de nisan ayına kadar bakım amacıyla durdurulursa adada nükleer enerji kullanımdan çıkmış olacak.

Yeni yasa tasarısıyla Japonya'da nükleer santrallerin çalışma süresi ilk kez 40 yılla sınırlı tutuluyor. Ancak yeni yasa tasarısında bazı boşluklar bulunuyor. Buna göre hükümet işletmecilere, güvenlik gereklerini yerine getirmeleri halinde bazı istisnaî durumlar için tesisleri vadesinden fazla çalıştırma imkânı tanıyor.

Ancak Japon nükleer enerji lobisi, karşısındaki direnişi hissediyor. Dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olan Japonya’nın nükleer enerji olmadan ayakta durması yıllardır hayal bile edilemiyordu. Fukuşima nükleer felaketine kadar ülkedeki 54 nükleer reaktör ülkenin enerji ihtiyacının yüzde 30’unu karşılıyordu. Şimdi ise aktif olan reaktörler enerji ihtiyacının ancak yüzde 3’ünü karşılayabiliyor.

Yerel makamların izin vermesi sonrasında tesisler tekrar devreye girebilecek. Ancak Fukuşima felaketinin halkta oluşturduğu derin güvensizlik ve izin süreçlerinin bir hayli zaman alması nedeniyle bunun aylar sürmesi bekleniyor.

Öte yandan nükleer enerjinin kullanılmaması ülkede enerji temin edilemediği anlamına gelmiyor. Anayollarda ışıklar yanmaya devam ediyor, trenler çalışıyor, enerjinin yoğun olarak kullanıldığı ağır sanayide üretim devam ediyor. Hatta ekonomi ve ticaret bakanlığının açıklamalarına bakılırsa aralık ayında sanayi üretimi yüzde 4 oranında arttı. Bu büyümeye neden olan ise elektronik ve otomotiv endüstrisinde faaliyet gösteren şirketler oldu. Ocak ayında yüzde 2,5’lik, şubat ayında da yüzde 1,2’lik bir büyüme yaşandı.

Fukuşima felaketinin halkta oluşturduğu derin güvensizlik ve izin süreçlerinin bir hayli zaman alması nedeniyle nükleer santrallerin devreye girmesinin aylar sürmesi bekleniyor Nükleer enerjiden bu geçici vazgeçişin bir bedeli var elbette: Özel hanelerde ve enerjinin yoğun olarak kullanıldığı şirketlerde yoğun saatlerde enerji tüketimini azaltmaya dönük adımlar atılıyor.

Ayrıca işletmeciler açısından ve orta vadede müşteriler açısından da masraflar bir hayli yüksek. Zira hammadde açısından fakir olan ülkenin ham petrol gibi yakıtlara yönelmesi gerekiyor. Ve bu aralar uluslararası toplumun İran’a yönelik başlatmak istediği petrol ambargosu da Japonya’yı zora sokacak. Zira Japonya ithal ettiği petrolün yüzde 10’unu İran’dan alıyor.

Her ne kadar bir süredir kullanımda olmayan termik santraller yeniden faaliyete geçirilse de yenilenebilir enerji kaynakları Japonya'nın enerji açlığını dindirmek için henüz yeterli değil.

Kıyametin Tohumları
Küresel Tohum Deposu ile önemli tohumların savaş, doğal felaket gibi durumlar karşısında güvenliğinin sağlanması amaçlanıyor.Norveç'in kuzeyindeki Svalbard takımadasında buzulların arasındaki bir dağın 130 metre derinliğine inşa edilen ambar, geleceğin Nuh'un Gemisi işlevi görecek.

2008 yılında kurulan ve Norveç hükümetiyle ‘Kültür Bitkileri Çeşitliliği Küresel Fonu' (Global Crop Diversity Trust) ve Kuzey Genetik Kaynaklar Merkezi tarafından desteklenen depo, sürekli yeni tohum numuneleriyle zenginleştiriliyor.

Depo, en son bu hafta Suriye’den getirilen 25 bin adet nohut, bakla ve diğer baklagillere ait tohum numunesiyle takviye edildi. Svalbald Küresel Tohum Deposu’nda, resmi açılışının yapıldığı 2008 yılından bu yana depolanan numune sayısı 740 bini aştı. Toplamda 500’er tohum içeren 4,5 milyon numune, yani 2 milyar 250 milyon tohumun depolanması hedefleniyor.

Kriz Bölgelerinde Yedekleme Önemli

Kültür Bitkileri Çeşitliliği Küresel Yediemin Fonu Başkanı Cary Fowler, şu ana kadar depolanan 740 bin tohum numunesinin, dünyanın önde gelen tohum çeşitlerinin dörtte üçüne denk geldiğini tahmin ettiklerini belirtti.Eski bir kömür yatağının 120 metre kadar içine giren bir sığınak şeklindeki tesis, 27 metre uzunluk, on metre genişlik ve altı metre yüksekliğindeki üç ambardan oluşuyor

Fowler, Suriye merkezli Uluslararası Tarımsal Araştırmalar Merkezi’nden gönderilen numunelerle birlikte, şimdiye kadar elde bulunan tüm numunelerin yedeklendiğini belirtti. Suriye’deki tesisin ülkedeki çatışmalarda zarar görmediğini belirten Fowler, “Suriye’de yaşanan olaylar, bir ülkenin dışında yedekleme çalışmalarının önemini açıkça gösteriyor” diye konuştu. Irak ve Afganistan’daki savaşlarda tohum ambarlarının tahrip olduğuna dikkat çeken Fowler, Mısır’da geçen yıl yaşanan halk ayaklanmasında da bir ambarın yağmalandığını belirtti.

Kıyamet Günü Kasası

Kıyamet günü kasası diye de anılan Svalbard Küresel Tohum Deposu, küresel ısınma, deprem ve hatta nükleer saldırılara karşı dirençli bir şekilde inşa edildi. Eski bir kömür yatağının 120 metre kadar içine giren bir sığınak şeklindeki tesis, 27 metre uzunluk, on metre genişlik ve altı metre yüksekliğindeki üç ambardan oluşuyor. Şu anki deniz seviyesinin 130 metre üzerinde bulunan depoların, iklim değişikliğine bağlı olarak su seviyesinin büyük ölçüde yükselmesi durumunda bile güvende olacağı hesaplanıyor.

İnşasında kullanılan malzemelerin nükleer savaş ya da uçak çarpmasına karşı da dayanıklı olduğu belirtiliyor. Özel soğutma sisteminin yer aldığı tesiste bilimsel tahminlere göre tohumların, çeşidine göre, 55 yıl (ay çiçeği tohumu) ila 10 bin yıl (bezelye tohumları) dayanabileceği öngörülüyor. Eskiyen tohumlar sürekli yenileriyle değiştiriliyor.

Bu yıl depolanan numuneler arasında Ermenistan’daki değişik iklim bölgeleri ile Tacikistan’daki Pamir dağlarından getirtilen buğday da bulunuyor. Yabani tohumlara da çetin hava koşullarına dayanıklılıkları nedeniyle özel önem veriliyor. Yabani tohumların hayatta kalabilmek için çetin olduklarını belirten Fowler, “Kuraklığa karşı direnç ya da haşere ve hastalıklara karşı dayanma gibi karakter özellikleri var.

Bu nedenle gelecekte iklime uyum gösteren çeşitler yetiştirme konusunda çok değerli olacaklarını düşünüyoruz” diye konuştu.Svalbard ambarına en büyük katkı ABD tohum bankasından geliyor. Bu yıl ABD’den, aralarında İnka ve Azteklerin besin değeri yüksek tahıllarından horozibiğinin de bulunduğu 12 bin 801 numune gönderiliyor.

Projenin hedefi, pirinç, mısır, buğday, patates, elma, maniok, hindistancevizi gibi en önemli 21 bitki türünün mümkün olduğunca yediemin ilkesine bağlı şekilde muhafaza edilmesi ve tür çeşitliliğinin sağlanması.
Kaynak : DW Türkçe (29 Şubat 2012,10:56)
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 22:58
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
2 Mart 2012       Mesaj #53
Avatarı yok
Yasaklı

Hava Koşulları Gittikçe Sertleşecek


Çevre ve Şehircilik Bakanlığının "Çevre ve Şehir Dergisi"nde yayımlanan makaleye göre, Birleşmiş Milletler tarafından desteklenen ve dünyanın önde gelen iklim bilimcilerinin yer aldığı Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) "Aşırı Hava Koşulları Özel Raporu"nu hazırladı.

220 bilim adamı tarafından 2 yılda tamamlanan rapora göre, iklim değişikliğinin artan etkisiyle gerçekleşecek şiddetli yağmurlar, sert fırtınalar ve kuvvetli kuraklıklar, önümüzdeki yıllarda tüm dünyayı etkisi altına alacak.

Rapora göre, yükselen deniz seviyesi, kıyı şeritlerinin hassasiyetini arttıracak ve oluşan "aşırı hava koşulları" ise bir çok yerel ekonomiyi zarara uğratıp milyonlarca insanın hayatını etkileyecek.Raporda özellikle coğrafi konumları gereği iklim değişikliğinden en çok etkilenecek gelişmekte olan ülkelere uyarılar da yer alıyor.

Tüm İnsanoğlunu Etkileyecek
IPCC'nin eş başkanı Chris Field, raporu değerlendirirken, "Hava koşulları şimdiden değişmeye başladı ve gelecekte de değişmeye devam edecek. Son yıllarda yaşanan afetlerin şiddetinden zaten bunu anlayabiliyoruz. Eğer yeterli önlemler alınırsa afetlerin ekonomiye ve canlılara olan etkisi büyük ölçüde azalır. Afetlerde gereğinden fazla can ve ekonomik değer kaybediyoruz" ifadelerini kullandı.

Field, iklim değişikliğinin halihazırda dünyanın birçok yerini sıcaklık dalgaları, kuraklık ve seller gibi sık ve şiddetli hava olayları ile etkilediğini belirtti.

Sel Riski Artacak, Kuraklıklar Şiddetini Arttıracak
Raporda verilen bilimsel modellere göre ise, yüzde 90 ve yüzde 100 gibi bir oran ile ısı dönemleri ve sıcaklık dalgaları karasal alanlarda daha uzun, sıkve yoğun bir biçimde gerçekleşecek. Yani, 20 yılda bir yaşanan rekor sıcaklıklar artık her yıl yaşanacak. Bunun, sıcaklık değişimlerine hassas olan yaşlılar ve çocuklar için ciddi bir etkisi olacak.

Raporda Dikkat Çeken Diğer Noktalar :

* Aşırı yoğunlaşma ve metrekareye düşen yağış miktarı 21. yüzyılda dünyanın her yerinde artacak. Özellikle yüksek enlemli ve tropik bölgelerde kışaylarında bu oranlar zirve noktalara ulaşacak. Yoğun yağış miktarları ve ona bağlı fırtınalar da küresel ısınmanın etkisini arttıracak. Bir başka deyişle, 20 yılda bir gerçekleşen ani sağanaklar artık beş yıllık dönemlerde gerçekleşecek. Bu da dünyadaki sel riskini arttıracak.
* Dünyanın başka yerlerinde ise azalan yoğunlaşma ve artan su kaybı ile kuraklıklar şiddetini arttıracak. En hassas bölgeler ise Güney Avrupa ve Akdeniz bölgesi, Orta Avrupa, Kuzey Amerika, Orta Amerika ve Meksika, Kuzeydoğu Brezilya ve Güney Afrika olacak.
* Tropikal siklonların neden olduğu şiddetli yağışlar, sera gazı salınımlarının sebep olduğu ısınma nedeniyle artacak.
* Isı dalgalarındaki değişimler, buzulların erimesi ve kutuplarda bulunan donmuş kara parçalarındaki bozulma büyük olasılıkla yüksek dağlarda eğim değişikliklerine, büyük kütlelerin yer değiştirmesine ve buzul göllerinde taşkınlara neden olacak.
* 1979 ila 2004 yılları arasında geçen 25 yıllık süreçte doğal afetlerden ölümlerin yüzde 95'i gelişmekte olan ülkelerde yaşandı. Eğer daha sık ya da daha şiddetli felaketler yaşanırsa, dünyada yaşanılabilir olan bölgeler azalacak. Bu da beraberinde göçlerde bir artışı getirecek. Mercan adalar gibi sular altında kalma tehlikesi olan yerlerde pek çok kişinin göç etmek zorunda kalması olasılığı var.

Kaynak:CNN/Çevre ve Şehir Dergisi(01 Mart 2012,12:48)
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:04
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
3 Nisan 2012       Mesaj #54
Avatarı yok
Yasaklı

Küresel Isınmaya İnsan Mühendisliği Çözümü


İnsanlık giderek karmaşık ve büyüyen bir sorun haline gelen küresel ısınmaya karşı politik ve bireysel girişimler yoluyla çözüm bulabilmiş değil. Üç bilim insanı ise küresel ısınmayı durdurmak yerine, insan vücudunun biyolojik ve metabolik özelliklerinin değiştirilebileceğini öne sürdü.

Küresel ısınmayı durdurabilmek için atmosfere sülfür boşaltılması gibi oldukça riskli yöntemleri bile öneren uzmanlar oldu. Günümüzde, küresel ısınma üzerindeki politik tartışmalar ve lobi kavgaları sürüp giderken, üç araştırmacı yeni bir çözüm yolu bulduklarına inanıyor: İnsan mühendisliği.

Oxford Üniversitesi’nden Anders Sandberg’in başını çektiği ekibin araştırması, Ethics, Policy and the Environment dergisinde yayımlandı. Araştırmaya göre, jeo mühendislikle Dünya’yı değiştirmeye çalışmak yerine, davranışlarımızı, metabolik yapımızı ve hatta genetiğimizi değiştirebiliriz.

Sabnderg, meslektaşlarıyla hazırladığı makalede, “Bizler ciddi filozoflarız. İnsanların önerdiğimiz çözümü uygulamaları gerektiğini değil, sadece üzerinde düşünmeleri gerektiğini belirtiyoruz” ifadesini kullandı.

İnsan Mühendisliği
Anders ve meslektaşlarının insanların biyolojik yapılarında değişimlere neden olabilecek önerilerinden bazıları şunlar:

- İnsanları kırmızı ete tahammülsüz hale getirmek. Böylece sera gazı salınımı oranı çok yüksek olan çiftlik hayvanlarının sayısını azaltmak.

- İnsan vücudunun harcaması gereken enerjiyi azaltmak için embriyoların boyutunu küçültmek. Bu uygulama, genetik hastalıkların tespit edilmesinde kullanılan preimplantasyon genetik tanı yöntemiyle yapılabilir. Anders bu maddeye, “Böylece insanlar daha küçük ama çok sayıda çocuk sahibi olabilir” notunu düşmüş.

- Öğrenme yeteneğinin düşük nüfus oranıyla artması sebebiyle, insanları daha akıllı kılmak için doğum oranlarını düşürmek. Ayrıca, daha iyi eğitim sistemleri kurmak, elektrik akımlarıyla beyin fonksiyonlarını hızlandırmak (kanıtlanmış bir yöntem) ve öğrenme yeteneklerini artıracak ilaçlar kullanılması da tavsiye ediliyor.

- İnsanların daha fedakar ve anlayışlı olmasını sağlamak için oksitosin gibi hormonlara tedavi edilmesi. Böylece insanları gruplar halinde çalışmaya ve insanlık ile çevresel sorunlara daha fazla eğilmeye teşvik etmek.

Dünyanın Mühendisliği
İnsanlık küresel ısınmanın tetiklediği iklim değişikliğiyle mücadelede geri kalırken, sera gazlarının atmosferdeki oranının artması, bilim dünyasını Dünya’ın jeolojik yapısında önemli değişimlere yol açabilecek çözümler sunmaya itiyor.

Bunlar arasında atmosfere sülfür veya benzeri aerosoller boşaltarak Güneş’ten gelen ısıyı uzaya geri göndermek var. Öte yandan, okyanusları demirle beslemek yosun patlamasına neden olacak ve atmosferdeki karbondioksitin okyanusun tabanına çekilmesini sağlayacak. Bir diğer ve akla daha yatkın çözüm, atmosferdeki aşırı karbondioksiti depolamak.

Sandberg, bu tür önerilerin çok riskli olduğunu savunuyor. Çünkü bu yöntemleri ilk önce denemeye kalkışmak neredeyse imkansız. Uygulanması halinde ise küresel çapta çok olumsuz yan etkileriyle karşılaşma riski bulunuyor.

Livescience’a konuşan Sanberg, “Eğer beyinlerimizi değiştirecek bir cihaz denemek istersem, tıp öğrencileri üzerinde deneyebilirim. Bu yüzden mahkemelik olabilirim ama bu bireysel bir sorunla sınırlı kalır. Eğer jeo mühendislik yöntemlerini denemeye kalkarsak tüm dünyayı risk altına alabilirsiniz” dedi.

Bireysel Mühendislik
İlaçların yardımıyla beynin daha iyi çalışmasını sağlamak yeni bir kavram değil. Sanberg, “Kahvedeki kafeini dikkatimizi toplamak için kullanıyoruz, iyotlu tuz kullanarak çocuklarda beyin hasarını önlüyoruz, kısaca, bu yöntemlerle dünya genelinde zekayı artırıyoruz” dedi.

Sandberg, “dişlerimizin sağlığı için suya florür eklemek veya hastalıklara karşı bağışıklık kazanmak için aşı olmak, insanların zaten adapte olduğu çözümler” yorumunu yaptı.

Oxford’lu araştırmacı, “Hükümetin önerdiklerimizi hayata geçirmesi gerektiğini söylemiyoruz... Önemli olan insanların çevreye daha uyumlu olabilmek için neler yapabileceği. Bence bunları yapmak çok zor değil” ifadesini kullandı.

Kaynak : Ntvmsnbc / Ethics, Policy and The Environment (03 Nisan 2012,17:25)
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:05
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
29 Nisan 2012       Mesaj #55
Avatarı yok
Yasaklı

"Su" Bitiyor


Ulusal Su Kalitesi Yönetimi Strateji Belgesi taslağında, su kaynakları konusunda bir önlem alınmadığı takdirde, 2030 yılında Türkiye'nin su kıtlığı yaşayan bir ülke durumuna gelmesinin muhtemel görüldüğü belirtildi.

Orman ve Su İşleri Bakanlığı Su Yönetimi Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan Ulusal Su Kalitesi Yönetimi Strateji Belgesi taslağında, teknik ve ekonomik şartlar çerçevesinde Türkiye'nin tüketilebilir yerüstü ve yeraltı su potansiyelinin yılda ortalama 110 milyar metreküp düzeyinde bulunduğu ve ülkede kişi başına yılda yaklaşık bin 500 metreküp su düştüğü belirtilerek, bu miktarın ABD, Kanada ve Batı Avrupa ülkeleri gibi su zengini ülkelerde 10 bin metrekübün üzerinde olduğu kaydedildi.

Türkiye'nin su zengini bir ülke olmadığı vurgulanan taslakta, su kaynakları konusunda bir önlem alınmadığı takdirde, 2030 yılında Türkiye'nin su kıtlığı yaşayan bir ülke durumuna gelmesinin muhtemel görüldüğü dile getirildi.

Ülkede kullanılan su miktarının, ekonomik olarak tüketilebilir su potansiyelinin yüzde 36'sına ulaştığı belirtilen taslakta, ''Özellikle doğal kaynaklarımızın korunarak kullanılması ve sürdürülebilir kalkınmanın sağlanması açısından, koruma-kullanma dengesinin ülkemizin sosyo-ekonomik şartlarına göre ayarlanması, her ne kadar zor bir görev olsa da, büyük önem arz etmektedir. Tüm bu unsurların sürdürülebilir su yönetimi kapsamı içerisinde değerlendirilmesi, gelecek kuşaklara bırakacağımız su mirası yönünden doğru bir planlama ve uygulamanın hayata geçirilmesi için şart gözükmektedir'' ifadesi kullanıldı.

Günümüzde su kaynakları yönetiminin giderek daha karmaşık bir hale geldiği anlatılan taslakta, bu karmaşıklığın temelinde, karşılaşılan sorunların kapsam ve boyut açısından çeşitlenmesinin yattığı, geçmişte yalnızca nerede ve ne kadar su bulunduğu sorusuna cevap aranırken; günümüzde bunlara ilave olarak suyun miktarı ve kalitesinin de ele alınmasının, tüm faktörlerin bütünleşik bir biçimde değerlendirilmesi zorunluluğunu ortaya çıkardığı belirtildi.

Bugüne kadar yapılan çalışmalara AB sürecinin de önemli bir ivme getirdiği ve yeni kazanımlar sağladığı kaydedilen taslakta, AB Çevre Müktesebatı'na uyum çerçevesinde yürütülen projelerin, tüm paydaşların katkı ve katılımlarıyla hayata geçirildiği, mevzuat uyumu yapılırken, bu uyumun gerçekleştirilmesi için ihtiyaç duyulan yatırımların da tesbit edildiği ve uygulama planlarının ülke şartlarına göre önümüzdeki yıllara düzgün ve gerçekçi bir biçimde yayılacak şekilde düzenlendiği ifade edildi.

Taslakta, Türkiye'de su kaynaklarının yönetimine AB üyesi ülkelerin yol haritası kabul ettikleri Su Çerçeve Direktifi (SÇD) bakış açısının getirilmesinin, SÇD ve su kalitesi ile ilgili diğer direktiflerin uyumlaştırılması ve uygulanmasının, ülkenin yeraltı ve yerüstü su kaynaklarının daha etkin ve verimli bir şekilde yönetilmesinin temini açısından önemli görüldüğü kaydedildi.

Diğer taraftan, Türkiye'de su kaynaklarının ekolojik ve kimyasal durumları, yani kalitesiyle ilgili yeterli izleme verilerinin bulunmadığı vurgulanan taslakta, fizikokimyasal parametreler ile ilgili izleme sonuçlarının kısmen bulunduğu, ancak öncelikli maddeler, mikro kirleticiler ve biyolojik kalite elementleri ile ilgili düzenli izleme neticelerinin yer almadığı dile getirildi.Taslakta, bu durumun, su kaynaklarının kalite yönetimi açısından karar alma süreçlerinde sürdürülebilir olmayan yanlış kararların alınmasına sebebiyet verebildiği anlatıldı.

Önümüzdeki süreç içerisinde; tüm su kütlelerini kapsayan hidro-morfolojik, fiziko-kimyasal ve biyolojik izleme ağlarının oluşturulmasının, yüzeysel suların çevresel kalite standartlarının belirlenerek kıyı ve geçiş suları da dahil olacak şekilde tüm suların kalitelerinin ortaya konulmasının, yeraltı sularının izleme verilerinin değerlendirilmesi sonucu eşik değerlerin belirlenmesinin, yeraltı suyunun artan kimyasal durum bozulmasının tesbit edilmesinin, önemli ve artan kirlilik eğilimlerinin tesbiti ve iyileştirmeye geri dönüş için başlangıç noktalarının tesbit edilmesinin, belirlenen kalitenin bozulmasının engellenmesinin ve iyileştirilmesi için gerekli tedbirlerin alınmasının, su kaynaklarının korunması açısından önem arz ettiği vurgulandı.

Taslakta, ''Ulusal Su Kalitesi Yönetimi Stratejisi'' ile öncelikle, Türkiye'de su kaynaklarının koruma ve kullanma dengesi içerisinde sürdürülebilir kullanımını sağlamak maksadıyla, kurumsal ve yasal çerçevenin çizilerek ilgili kurumlarla eşgüdüm, işbirliği ve koordinasyonu sağlamaya, su yönetiminde teknik ve ekonomik araçlar geliştirerek, kurumsal kapasiteyi güçlendirmeye ve eylem planları ve uygulamalarının takibini yapmaya ilişkin stratejilerin ortaya konulduğu ifade edildi.

Tasarıda, kıyı suları da dahil olmak üzere nehir, göl, dere, rezervuar, kıyı ve geçiş suları gibi yüzeysel su kaynaklarının ve yeraltı sularının kalitesinin etkin ve verimli bir şekilde yönetiminin gerçekleştirilmesi, su kalitesinin korunması ve iyileştirilmesi maksadıyla izlenmesi, kalite sınıflandırılmasının yapılması ve kullanım maksatlarının sürdürülebilir kalkınma hedefleriyle uyumlu bir şekilde belirlenmesi için gerekli hukuki ve teknik esasları ortaya koyan yasal düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu kaydedildi.

Türkiye'de su kaynaklarında sadece fiziko-kimyasal parametrelerin izlendiği ve bu parametrelere göre sınıflandırma yapıldığı belirtilen taslakta, şu görüşlere yer verildi:

''Ancak bu çalışmalar sucul çevre ve insan sağlığını korumak maksadıyla su kaynaklarında alınacak koruma ve iyileştirme tedbirleri açısından son derece yetersiz kalmakta ve sağlıklı planlama yapılması önünde en büyük engeli teşkil etmektedir. Bu kapsamda her su kaynağı için, genel kimyasal, fiziko-kimyasal, biyolojik ve hidromorfolojik kalite elementlerini kapsayan çevresel hedeflerin ortaya konulması gerekmektedir.

Bununla birlikte, su kaynaklarının noktasal kirlilik kaynaklarına karşı korunması için alıcı ortamın özelliklerine göre deşarj standartlarının uygulamaya konulması önem arz etmektedir. Bunu destekleyici olarak, ülke bazında öncelikli maddeler ve öncelikli maddeler dışındaki spesifik kirleticiler için Çevresel Kalite Standartları ile birlikte ulusal bazda çevresel kalite hedeflerinin belirlenmesi ve söz konusu standartların yasal düzenlemeler içerisinde yer alması gerekmektedir.''

Vizyonu, ülkedeki su kaynaklarını hem miktar hem de kalite açısından korumak, geliştirmek, kontrol etmek ve sürdürülebilir şekilde kullanmak için katılımcı ve bütünleşik bir yaklaşımla havza bazında suyu yönetmek olarak belirlenen taslağın, misyonunun ise ''Türkiye'deki kıyı suları dahil su havzalarının havza koruma eylem ve yönetim planlarını hazırlayarak bütünleşik bir yaklaşımla su yönetiminin altyapısını oluşturmak, ülkenin ulusal ve uluslararası su yönetim politikasının geliştirilmesi için gerekli koordinasyonu yapmak'' olduğu ifade edildi.

Taslakta, temel görevler ise ''Su kaynaklarının korunmasına ve sürdürülebilir bir şekilde kullanılmasına dair politikalar oluşturmak, mevzuat hazırlamak, havza bazında üst planlamaları yaparak bütünleşik havza yönetimini sağlamak, ülkenin ulusal ve uluslararası su yönetimini koordine etmek'' şeklinde belirlendi.

Taslakta, stratejik amaçlar da ''Kıyı ve geçiş sularının da dahil olduğu tüm yüzeysel ve yeraltı sularının kalitesinin iyileştirilmesi maksadıyla, kurumsal ve yasal çerçevenin çizilerek; ilgili kurumlarla eşgüdüm, işbirliği ve koordinasyon sağlamak, su yönetiminde teknik ve ekonomik araçlar geliştirmek ve kurumsal kapasiteyi güçlendirmek, su kütlelerinin kalitesini ve miktarını birlikte korumak ve iyileştirmek, eylem planları ve uygulamaların takibini yapmak'' olarak saptandı.

Kaynak: AA (27 Nisan 2012,13:11)
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:05
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
4 Mayıs 2012       Mesaj #56
Avatarı yok
Yasaklı

Sıradışı Havalar


TEMA Vakfı tarafından düzenlenen İklim Değişikliği, Kuraklık ve Çölleşme: Gözlenen ve Öngörülen Değişiklikler, İklim Sisteminin Korunması ve Uluslararası Antlaşmalar Konferansı İstanbul’da Milli Reasürans Binası’nda yapıldı.

TEMA Vakfı Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş konuşmasında, ülkemizde son dönemde yaşanan aşırı (ekstrem) hava ve iklim olaylarına dikkat çekti: “İklim değişikliği ekstrem hava ve iklim olaylarının sıklığında, şiddetinde, alansal dağılışında, uzunluğunda ve zamanlamasında değişiklikler oluşmasına neden olmaktadır. Örneğin, klimatolojik ve meteorolojik gözlemlerden elde edilen kanıtlara göre, 1950’lerden beri bazı ekstremlerde özellikle günlük ekstremlerde ve sıcak hava dalgalarının sıklığı ve uzunluğunda önemli değişiklikler ortaya çıktığını göstermektedir.

Bu tür değişiklikler, Türkiye’de de özellikle 1990’lı yıllarla birlikte donlu günlerin azalması, sıcak günlerin ve gecelerin sayısının, gece en düşük ve gündüz en yüksek hava sıcaklıklarının artması, başka bir deyişle genel olarak sıcak hava dalgalarının sıklığının ve şiddetinin kuvvetlenmesi şeklinde kendisini hissettirmektedir.”

Güney Afrika’nın Durban Kenti’nde 28 Kasım-9 Aralık 2011 tarihleri arasında yapılan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) Taraflar Konferansı ve Kyoto Protokolü Taraflar Konferansı toplantılarını TEMA Vakfı adına izlediğini belirten Prof. Dr. Murat Türkeş, sözkonusu toplantıda açıklanan IPCC’nin İklim Değişikliğine Uyumun Geliştirilmesi için Ekstrem Olayların ve Afet Risklerinin Yönetimi konulu IPCC Özel Raporu’nun da ekstrem hava ve iklim olaylarının artarak devam edeceğini destekler nitelikte olduğunu belirtti ve raporun sonuçlarını özetledi:
*Şiddetli yağışlar 21’nci yüzyılda dünyanın birçok bölgesinde olasılıkla artacaktır.

*Tüm okyanuslarda beklenmemesine karşın, ortalama tropikal siklon (derin ve çok kuvvetli rüzgar üreten alçak basınç) maksimum rüzgar hızları olasılıkla artacaktır. Ancak, tropikal siklonların küresel oluşma sıklığı olasılıkla ya azalacak ya da değişmeden kalacaktır.
*Kuraklık olayları, 21’inci yüzyılda bazı bölgelerde ve mevsimlerde şiddetlenebilecektir.

*Ortalama deniz düzeyi yükselmesi yüksek olasılıkla, aşırı kıyısal yüksek su düzeylerinin etkin olduğu alanlardaki yükselme eğilimlerine katkı sağlayacaktır.

*Sıcak hava dalgalarındaki (3-5 gün ve daha uzun süreli yüksek hava sıcaklığı devreleri), buzulların geri çekilmesindeki ve permafrost (yüksek enlemlerdeki sürekli donmuş topraklar) bozulmasındaki değişikliklerin yüksek bir istatistiksel güven düzeyinde, örneğin yamaç duyarsızlıkları, kütle hareketleri ve buzul göllerinin taşması gibi dağlarda gerçekleşen doğal olayları ve afetleri etkileyecektir.
Prof. Dr. Murat Türkeş özellikle Türkiye’yi bekleyen iklim değişikliğine bağlı etkilere dikkat çekti : “Bir Akdeniz ülkesi olan Türkiye’nin, gelecekte özellikle daha yüksek hava sıcaklıkları daha sık ve etkili sıcak hava dalgaları ve kuraklaşma sonunda iklim değişikliğinden en çok etkilenecek ülkeler arasında yer alması beklenmektedir.

İklim modelleri ayrıca Türkiye ve bölgesinde gelecekte hidrolojik döngünün kuvvetlenmesinin de katkısıyla şiddetli sağanak ve gökgürültülü sağanak yağışlar gibi şiddetli hava olaylarının sıklığında artış olabilecektir. Genel olarak da hava ve iklim ekstremlerinde ve afetlerinde örneğin taşkın ve seller, orman yangınları, kuraklık ve çölleşme gibi olaylarda insan yaşamını, sosyoekonomik sistemleri ve ekosistemleri etkileyebilecek artışlar olabilecektir. “

Türkeş konuşmasında, iklim değişikliğinden en fazla etkilenebilecek ülkeler arasında yer alan Türkiye’nin bu yüzden iklim değişikliği ile savaşım ve küresel iklim sisteminin korunmasına yönelik; küresel ve bölgesel çabalara bir an önce katılmasının zorunlu olduğunun altını çizdi. Prof. Dr. Türkeş; “Türkiye en kısa sürede kendisine tanınan özel koşullarından pozitif yönde yararlanarak ve bir Avrupa Birliği üye ülkesi olma isteğini de dikkate alarak sera gazı salımlarını 2020 ve sonrası için belirli bir oranda azaltmak ve denetlemeye yönelik yasal politika ve önlemleri de ivedilikle kabul etmeli ve yaşama geçirmelidir ” dedi.

Konferansın ardından dinleyicilerin soruları ile iklim değişikliği ve etkileri konusunda katılımcı bir tartışma başladı. Konferansı değerlendiren TEMA Vakfı Genel Müdürü M. Serdar Sarıgül, TEMA Vakfı’nın 20. yılında uzman bilim insanlarımızın katılacağı çeşitli konferans ve paneller düzenlemeye devam edeceğiz”dedi.

Kaynak : Ntvmsnbc (30 Nisan 2012,13:34)
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:05
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
20 Mayıs 2012       Mesaj #57
Avatarı yok
Yasaklı

İklim Uzmanlarından Uyarı !


İklim uzmanlarına göre ; sel felekatleri, kuraklık ve sıcak hava dalgası gibi aşırı hava koşulları, gelecekte daha da artabilir.2011 yılında şöyle bir haber yapılmıştı:

Dünya ekonomisinin kalbi sayılan Wall Street, kasırga alarmı yüzünden tahliye ediliyor, 370 bin kişi Manhattan'ı boşaltmak zorunda kalıyor. New York borsasında işler duruyor. Tüm uluslararası finans camiasının gözü-kulağı kasırganın ilerlediği güzergahta.

Kulağa bir film sahnesi gibi gelen bu durum, 2011 yılı ağustos ayında New York'a doğru ilerleyen "Irene" adlı kasırga ile neredeyse gerçeğe dönüşmüştü. Finans metropolünde gerekli tüm tedbirler alınmıştı: Metrolar işlemeyecek, şehrin elektrikleri kesilecek ve Manhatten sakinleri tahliye edilecekti. Neyse ki işler o aşamaya varmadı. New York belediye Başkanı Michael R. Bloomberg tehlike alarmının geçtiğini duyurdu.

Ancak New York tehlikeyi bu kez ucuz atlatmış olsa da uzmanlar, gelecekte birçok şehrin bu tarz senaryolara hazırlıklı olması gerektiğini belirtiyor. Kısaca "SREX" adıyla bilinen, "İklim Değişikliğine Karşı Önlemlerin Teşviki Kapsamında Olağanüstü Olaylar ve Doğal Afet Risklerinin Yönetimine Dair Rapor"a göre kasırga, sel ve kuraklık gibi aşırı hava koşullarından kaynaklanan felaketlere gelecekte daha sık rastlanılacak.

Uluslararası Yerel Çevre Girişimcileri Konseyi'nin (ICLEI) Bonn'da yapılan dünya kongresinde tanıtılan raporun ardından kentlerin, iklim değişikliğinin sonuçlarına en iyi şekilde nasıl hazırlanabileceğinin yolları tartışıldı. Zira konseyin Başkanı David Cadman'a göre, eğer şimdi harekete geçilmez ve fosil yakıtlar, enerji kaynağı olarak kullanılmaya devam edilirse, ciddi bir küresel ısınma söz konusu: Cadman "Burada yüzyılın sonuna kadar 4 ila 6 derece arasında bir küresel ısınmadan bahsediyoruz. Bu da demek oluyor ki, kutuplardaki gibi Grönland'ın iç kısmındaki buzlar da eriyecek" diye konuşuyor.

Cadman'a göre dünya nüfusunun üçte ikisi su kenarında yaşadığı için, küresel ısınmanın yol açacağı okyanuslardaki su seviyesinin yükselmesi, kıyı kentlerini doğrudan tehdit ediyor. Tek kestirilemeyen sonuç ise denizlerdeki su seviyesinin ne kadar yükselebileceği. Bonn kentindeki BM Üniversitesi'nden iklim uzmanı Joern Birkmann, "Şunu kesin olarak söyleyebiliriz ki, yükselme 1 metre ile kalmayacak; 2100 yılına kadar 2 metre veya onun da üzerine çıkacak. Peki ya denizler, bu kadar yükselirse, milyonlarca insan nereye tahliye edilecek? Zira bu suların iki gün içinde geri çekilmesi gibi bir şey de söz konusu olmayacak" şeklinde konuşuyor.

İklim uzmanı Brikmann'a göre kentlerde şimdiden sadece iklimi korumaya yönelik değil aynı zamanda felaketlerden korunmaya karşı da yatırım yapmalı. Ancak zaten borç içindeki birçok kentin bu pahalı yatırımı yapması pek kolay görünmüyor.

Kent konseyleri temsilcileri, felaketlere nasıl hazırlıklı yakalanılacağını tartışırken BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi heyeti de Katar'da yapılacak bir sonraki İklim Zirvesi'nin hazırlıklarını yıl sonuna kadar tamamlamak üzere bir araya geldi. Ancak birçok yerel yönetici gibi Bonn Belediye Başkanı Jürgen Nimptsch de bu zirveden de tıpkı 2009 yılında Kopenhag'da olduğu gibi işe yarar bir sonuç çıkmayacağını düşünüyor. Nimptsch "Eğer uluslar, gerekli uzlaşmayı sağlayamazlarsa, iş başa düştü demektir. O zaman kentler, belediyeler kendi bölgelerindeki gerekli değişiklikleri ellerinden geldiğince kendileri yapmak zorunda kalır" diyor.

Uluslararası Yerel Çevre Girişimcileri Konseyi'nin Başkanı David Cadman da aynı görüşü paylaşıyor. Cadman'a göre de kentlerin uluslararası politikaları bekleyecek zamanları kalamadı. Zira iklim değişikliğinin yol açacağı sonuçlar, 2020 yılından itibaren açık bir biçimde hissedilecek. Cadman'a göre o tarihten sonra iklim değişikliğinin sonuçları artık kontrol edilemeyecek ve doğa her şeye kendi başına karar verecek. Belki de bir anlamda intikamını alacak.

Kaynak : DW TR (16 Mayıs 2012,14:31)
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:06
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
25 Mayıs 2012       Mesaj #58
Avatarı yok
Yasaklı

Kuzey Kutbu'nda Metan Sızıntısı


Nature Geoscience Dergisi'nde makaleleri yayınlanan araştırmacılar, çok eski zamanlardan kalma bu gazın atmosfere karışmasının iklim değişimine etkisinin büyük olabileceğini belirtiyor.

Karbondioksitten sonra en önemli sera gazı olan metanın seviyeleri, istikrarlı bir dönemden sonra, son zamanlarda yeniden yükselmeye başladı.Metan doğal ve suni yöntemlerle havaya karışabiliyor.Çöplükler ve çiftlik hayvanları bu gazın kaynakları arasında.

Metanın hangi kaynaktan geldiğini takip etmek oldukça zor.Ancak, Fairbanks'teki Alaska Üniversitesi'nde Kuzey Kutbu üzerine araştırmalar yapan bir ekip,uzun süre saklanmış metanı, moleküllerdeki değişik karbon izotoplarının oranı sayesinde keşfetti.

Katey Walter Anthony başkanlığındaki ekip, hava ve karadan yapılan araştırmalar aracılığıyla, Alaska ve Grönland'daki buz örtüsünün etrafındaki göllerde 150 bin civarında metan kaçağı buldu.Bölgeden alınan örnekler, bu kaçaklardan bazılarının göllerin altındaki kömür veya doğal gaz yataklarından kaynaklanan eski zamanlardan kalma metan gazı salımı olabileceğine işaret ediyor.

Diğerlerinin de daha yakın dönemde göllerdeki bitkilerin ölüp, çürümesi yoluyla oluşan metan gazı olduğu düşünülüyor.Araştırmacılar, göllerdeki bu kriyosfer sızıntılarının çoğunun tiyalin çözülme sınırları ve çekilen buzulların moren ve fiyortları boyunca gözlemlendiğini belirtiyor.

Uzun süre hapsedilmiş karbonu açığa çıkaran unsurun da, Kuzey Kutbu'ndaki ısınma olduğunun altını çiziyorlar.Araştırmacılara göre, tiyal ve buz tabakası veya buzulla kaplı doğalgaz zengini tortul havzalarda benzer gelişmelerin olması durumunda, metan gazı çok kuvvetli bir oranda yükselebilir.

Bunun da iklim ısınması üzerinde geri besleme etkisi olacak.Araştırmacılar, zengin doğalgaz kaynaklarına sahip ve kısmen ince bir tiyal tabakasıyla kaplı olan, Batı Sibirya'nın kuzey kesiminin bu tür bir gelişmeye sahne olabileceği kanısında.

Bu bölgedeki ince tiyal tabakasının 2100 yılına kadar önemli ölçüde erimesi bekleniyor.Kuzey Kutbu'ndaki metan sızıntısının miktarının belirlenmesi için yoğun çalışmalar yapılıyor.Bunun için pek çok ülke bölgede kara ve deniz ekipleri görevlendirmekte.Bölgedeki tiyal tabakasının içinde ve altında, deniz yatağının üstünde ve altında, ve ayrıca son araştırmalara göre jeolojik tabakalarda metan gazı rezervleri bulunmakta.

Konu üzerinde araştırma yapan bir başka bilim adamı olan Londra Üniversitesi'nden Profesör Euan Nisbet de, Kuzey Kutbu'nun gezegenin en hızlı ısınan bölgesi olduğunu ve bu bölgede sızıntıların artabileceği bir çok metan yatağı bulunduğunu belirtiyor.Nisbet, 'bu, küresel ısınmanın ısınmayı daha da arttırdığı, ciddi endişe duyulması gereken olayların yeni bir örneği' diyor.

Bu geri beslemenin ne kadar ciddi veya ne kadar acil bir tehdit olduğu ise tartışmalı bir konu.Bir grup bilim adamı bu olayın etkilerinin on yıllar boyunca hissedilmeyeceğine inanırken, diğerleri ise bir anda ortaya çıkabilecek yüksek bir sızıntının sera etkisini hızlandırabileceğini belirtiyor.

Kaynak : BBC / Nature Geoscience (21 Mayıs 2012,14:22)
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:06
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
16 Haziran 2012       Mesaj #59
Avatarı yok
Yasaklı

Denizlerin Sadece Yüzde 1'i Koruma Altında


Araştırmacılara göre dünya için çok önemli olan su altı habitatının korunması ve balık avının sınırlandırılması konusunda gösterilen çaba ''acınası.''Science dergisinde yayınlanan analiz Rio+20 zirvesinin son hazırlıkları yapılırken tartışmaya neden oldu.

Sualtı yaşamının korunması için çalışan aktivist ve bilim adamları Avustralya'nın dünyanın en büyük deniz rezervi ağını kurma kararını mutlulukla karşıladı ancak onlara göre küresel anlamda gösterilen çaba oldukça zayıf.Londra'daki Zooloji Cemaati'nden Jonathan Baillie ''Yaptığımız analiz hükümetler tarafından okyanusların korunması konusunda verilen sözlerin neredeyse hiç birinin tutulmadığını gösteriyor'' dedi.Baillie sözlerine ''Bu çabaların bir işe yarayabilmesi için hükümetlerin bu alanda verdikleri vaatlerden sorumlu tutulmaları gerekiyor'' diyerek devam etti.

Araştırmacılar analizlerini yaparken 1992 Rio zirvesi ve ondan on yıl sonra Johannesburg'da yapılan Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi sırasında devletlerin deniz yaşamını koruma ile ilgili verdikleri sözleri göz önünde bulundurmuş.

Hükümetler, 2012 yılına kadar bir deniz rezervleri ağı kurulacağını, yasadışı balık avının önüne geçileceğini, kritik durumda olan habitatların korumaya alınacağını ve yerel balıkçılara destek sağlanacağını vaad etmişti.Bu hedeflerin hiçbirine varılamadı ve yasadışı balık avı hala tüm dünyada önemli bir sorun.

Dünya Denizlerinin Sadece %1'i Koruma Altında

İki yıl önce hükümetler bunu 2020 yılına kadar %10'a çıkarma kararı aldı ancak yapılan analizlere göre bu hızla gidilirse bu hedefe ulaşmak da mümkün olmayacak.Geçen hafta Avustralya hükümeti kıyılarındaki 3.1 milyon kilometre kareyi kapsayacak bir deniz rezervleri ağı kurma kararı açıklandığında bilim adamları sualtı habitatının korunması yolunda gerçek bir adım atıldığı için mutlu oldu.Rio zirvesinden hemen önce yapılan bu hamlenin diğer hükümetlere de ilham vermesi ümit ediliyor.

Bağlılık Endişesi

Rio+20 zirvesinin önemli temalarından biri okyanuslar olacak.Ancak 6 ay süren hazırlık turlarında görüldüğü üzere hükümetler okyanusları koruma konusunda adım atmak için çok da hevesli görünmüyor.
ABD okyanuslardaki genetik kaynakların tüm ülkelerce eşit kullanımına sıcak bakmıyor, gelişmekte olan ülkelerse böyle bir karar alınmadan herhangi bir anlaşmaya imza atmayacaklarını söylüyor.

Pew Çevre Grubu Uluslararası Politika direktörü Sue Lieberman ''Ülkelerin on yıl önce Johannesburg'da verdikleri sözlere bağlı kalmayacaklarından endişe etmeye başladık. Ancak hala ülkelerin 2002'de verdikleri sözleri tutmak için zamanları var'' dedi.

Plankton Patlamasının Sebebi Ortaya Çıkarıldı


Bilim insanları, Kuzey Atlantik’in plankton patlamasının sebebini çözdü. Bölgenin gıda zincirinde önemli bir yer tutan ve çok büyük miktarsa sera gazını emen planktonların, kendilerini su üzerinde tutan girdap şeklindeki akıntılar olmadan bu kadar çoğalmasının mümkün olmadığı anlaşıldı. Science dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, rüzgar ve okyanus akıntılarının neden olduğu girdaplar, renkli planktonların sayılarının patlamasında önemli bir rol oynuyor.

Güneşin fotosentez için en elverişli konuma geldiği bahar ve yaz döneminin başlarında, Kuzey Atlantik’te çeşitli türde planktonlar çok geniş bir alana yayılıyor ve bir türün ardından diğer artarken, okyanus ilk olarak yeşil, sonlara doğru daha açık bir hal alıyor. Massachusetts Woods Hole Okyanusya Enstitüsü’nden Amala Mahadevan, “Elde ettiğimiz sonuçlar, güneşin suları ısıtmaya başlamasından bile önce, girdapların ortaya çıkmasıyla plankton patlamasının başladığını gösteriyor” dedi.

Fosil Yakıt Kirliliğini Temizliyor
Bilim insanları, araştırmalarında diatom olarak bilinen tek hücreli planktonlara odaklandı. Silikadan yapılan ‘camdan evlerde’ yaşayan bu planktonlar, okyanusta yüzlerce kilometrelik bir alana yayılırken, yaşam türlerinin az olduğu sulara bile gıda sağlayabiliyorlar.

En son araştırmada elde edilen bulgular, yüzyıllardır denizci ve balıkçıların tanık olduğu, onlarca yıldır da uydudan tesbit edilen plankton patlamasının neden bahar dönemine rastladığını da ortaya koydu.Okyanuslarda yaşanan plankton patlaması, insanların her yıl fosil yakıtların kullanımından neden olduğu kirliliğin üçte birini atmosferden temizliyor. Kuzey Atlantik, okyanusların atmosferden temizlediği toplam karbon dioksit miktarının yüzde 20’sini temizliyor.

Dünya iklim Değişikliğini Durdurabilir mi?


ABD'deki Colorada Üniversitesi'nde çalışan bilim insanlarının son araştırması küresel ısınma ile ilgili korkuları biraz olsun hafifletti.ABD'deki Colorada Üniversitesi'nde yapılan ve Nature dergisinde yayınlanan araştırmada dünyanın atmosfere yayılan ve küresel ısınmaya neden olan karbondioksidi absorbe etme yeteneği olduğuna dikkat çekiliyor. Ormanlar, okyanuslar dünyada adeta bir karbondioksit filtreleme işlevi görüyorlar...

Bunlar sayesinde iklim değişikliğindeki hızlı artışta biraz frene basıldığı anlaşılıyor. Araştırma raporunun yazarlarından Pieter Tans şunları söylüyor: "İnsan aktiviteleri nedeniyle atmosfere yayılan ve iklim değişikliğine neden olan karbondioksidi dünya filtreleyebiliyor. Ancak bunu sonsuza kadar yapamaz. Ormanlar ve okyanuslar aracılığıyla yapılan filtreleme zaman içinde azalacak."Araştırmayı yapan bilim insanları uyarıyor: "Ormanlar ve okyanuslar sayesinde tutulan karbondioksit miktarı, küresel ısınmayı önleyecek boyutlarda değil."

Okyanusların emdiği karbondioksit nedeniyle denizlerdeki yaşam artık daha asitli bir ortamda sürüyor... Bu da denizlerdeki biyoçeşitliliği kötü yönde etkiliyor. Ormanların ve okyanusların filtrelediği karbon miktarı 1960 yılında havadan 2.4 milyar ton karbon iken bu rakam 2010 yılında 5 milyar tona çıkmış durumda.

Amerikan Nature dergisindeki makaleye göre 1959 yılından beri insanoğlunun havaya verdiği sera gazı miktarının %55'i bitkiler, toprak ve okyanuslar tarafından artan bir hızla geri çekildi. Ancak kalan %45'i bile küresel ısınmaya neden olmak için yeterli...
Kaynak : Ntvmsnbc / Nature (03 Ağustos 2012,12:03)
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:02
ölmez fenerli - avatarı
ölmez fenerli
Ziyaretçi
13 Kasım 2012       Mesaj #60
ölmez fenerli - avatarı
Ziyaretçi

Dünyamızın Esrarengiz İşçileri


Mikroorganizmalar sularda ve fabrikaların sıvı artıklarında bulunarak besin maddelerinin pislenmesine yol açarlar. Ama aynı zamanda, katı veya sularda erimiş halde bulunan organik artık maddelerin ortadan kalkmasını da sağlarlar. Mikropların tesiriyle artıkların parçalanmaya uğraması, sanayi mikrobiyolojisinin dünya üzerinde gerçekleştirdiği en mühim işlerden biri olacaktır.

Kullanılmış suların arıtılması, sadece sağlık bakımından değil, su tasarrufu bakımından da büyük ehemmiyet arzeder.

Biyolojik arıtmanın birinci devresinde elde edilen artıklar, sindirici bir makineye konularak mayalanmaya bırakılır ve neticede de metan gazı elde edilir. Bu gaz, şehir hava gazına karıştırılarak yüksek bir yanma gücü elde edilmiş olur. Sindirilmiş artıklarda birçok besleyici madde vardır.

Bugün kullanılmış sularda tek hücreli çeşitli yosunların yetiştirilmesi konusunda, birçok ülkede mühim çalışmalar yapılmaktadır. Meselâ, Japonya'daki bir fabrikada yosunlar, kullanılmış suların karbon gazını almakta ve böylece temiz su istihsali sağlanmaktadır. İlk denemelerin yapıldığı bu fabrikada, günde 27 kilo yosun ve 908.781 kilo arıtılmış su üretilmektedir. Bu yosunlar yoğunlaştırılarak hayvan yemine katılmaktadır. Ayrıca Prag Mikrobiyoloji Enstitüsüne bağlı bir araştırma merkezinde de, buna benzer denemeler yapılmaktadır.

Kullanılmış suların arıtılması yoluyla elde edilen katı artıklar ve ev çöpleri, hususi bu iş için kurulmuş fabrikalarda mayalandırılabilir ve böylece organik maddeler bakımından zengin gübre mayaları elde edilebilir.

Avrupa ülkelerinde, ev çöplerinin miktarı, adam başına ve günlük olarak 650 ila 1000 gram arasında değişir. Brezilya'da tropikal bölgede, şehir kesimlerinde, adam başına ve günlük olarak 600 gram; Fas'ta, Rabat'ta ise, 500 gram olarak tesbit edilmiştir. Tropikaltı ve tropik bölgelerinde, kasaba ve köylerde ise, küçümsenmeyecek ölçüde azalma görülür. Buralarda adam başına, günlük ortalama 250 gramdır.

Taze çöplerin bir gramında milyonlarca tek hücreli canlı bulunur. Bunların ameliyelerden geçirilmesi çeşitli zamanlarda olur. Sonunda, hastalık yapan mikroplar ve parazitler ölür; elde edilen gübre mayası da, antibiyotik maddeler ve toprak mikroplarının düşmanı olmayan tek hücreli organizmalar kalır. Çöplerin bu ameliyeden geçirilmesinde, 40 kg. maya elde etmek için 100 kg. çöp kullanmak gerekir.

Gübre mayası kullanımının dozları değişiktir. Hektar başına 20 ila 40 ton arasında. Şerbet, toprağın fizik özellikleri üzerinde ödemli bir tesir yapar. Kumlu topraklara döküldüğü zaman, bu toprakların suyu ve gübreyi tutabilme kabiliyetini güçlendirir ve böylece verimi artırır. (Meselâ narenciye söz konusu olduğu zaman, % 15 ile % 20 arasında bir artış sağlanır) Hatta, yoğun toprakların su geçirebilirliliğini sağlar ve yağmur mevsiminde çamura dönüşmesine mani olur. Bayırlarda ise, önemli ölçüde erozyonların önüne geçer.

100.000 ile 150.000 kişilik şehirden, günde 50 ile 100 ton arasında çöp çıkar. Bu, günde 17 ile 25 ton arasında gübre mayası demektir. 200 ile 300 hektar arasında bir toprak için bu miktar gübre mayası yeterlidir.

Bu gün, bakır, nikel, krom, kalay ve molibden bakımından zengin maden filizlerinin pek güç bulunduğu bilinmektedir. Zengin olmayan filizleri, yoğunluk bakamından zengin veya orta derecedeki filizlerle tatbik edilen madencilik işlerinde arıtmak, pahalıya mal olmaktadır. Ama, suda veya sülfirik asitte erimiş bu madenleri çıkarmak için mikropları kullanma imkânı da vardır.

On - onbeş yıl önce, Rio Tinto'da Thiobacillus ferroxidans'a benzeyen bir bakteri elde edildi. Bu bakteri nevi, daha önce, Pensilvanya kömür ocaklarında yapılan araştırmalar sırasında bulunmuştu. Bakteri, kömürdeki pritin yıkanması için kullanılan sulardan elde edilmiştir. Artık suların yüksek asitli olması, çevredeki bitkilerin kurumasına sebep olmuş ve bu alâka çekici hadise yıkanma olayının keyfiyeti üzerinde araştırmalar yapılmasına yol açmıştı. Daha sonra, Birleşik Devletlerde Bingham'da, bakır yüklü sulardan, buna benzer başka bir mikrop elde edildi. Laboratuvarlarda yapılan çalışmalar, en az sekiz madeni içine alan kükürtlü suların bu mikropların tesirinde kaldığını gösterdi.

Bu mikrobiyolojik yıkamanın ehemmiyeti mevzuunda fikir vermek için Birleşik Devletler'de, 1965'de bakır madenlerinde 370 milyon ton cüruf elde edildiğini ve mikroorganizmaların faaliyeti neticesinde bu cüruftan elde edilen bakırın A.B.D.'nin 1966’daki bakır üretiminin % 10'unu sağladığını söylemek kâfidir.

Bu yolla elde edilen bakırın tonunun 1000 dolara mal olduğu da bilinmektedir. Oysa, dünya piyasasında bu rakam 14.000 dolar kadardır. Demek ki, 1 milyon ton cürufta, % 0,3 oranında bulunan bakırın % 50 si elde edilebilirse, 600.000 dolarlık bir kazanç sağlanacaktır. Şimdilik mikrobiyolojik yıkama, ekonomik bakımdan verimli görünmektedir. Meksika, SSCB ve Birleşik Devletler gibi on ülke bu usulü kullanmaktadır.

''Tkioba siller" ve ''Ferrobakteriler'' brannit gibi bazı maden filizlerinden uranyum çıkarılmasında da kullanılabilir. Uranyum, uranil sülfat olarak çözülmüş durumuna geçer ve çeşitli şekillerde bu çözülmüş şeyden uranyum elde edilir.

1985'te uranyum ihtiyacının iki katına çıkacağı ve bundan dolayı biyolojik yıkama ile maden çıkarma yolunun çok faydalı olacağı tahmin edilmektedir.

Kanada'da "Stanrock" ocaklarından bu yolla, ayda 7500 kilo uranyum elde edilmektedir. Madenciler mikropların tesirli olduğu ocak duvarlarını ıslatmakta, elde edilen çözülmüş şeyler toprak yüzüne aktarılmakta ve bundan uranyum çıkarılmaktadır. Böylece, pek değerli olmayan tonlarca maden filizinin taşınması gereği de ortadan kalkmaktadır.

İsveç'te, içinde pek az uranyum bulunan geniş şist yatakları vardır. Bakterilerin dolaylı tesiri sayesinde, bu uranyum yoğun hale getirilebilmektedir. (Uranyum tonunun 30.000 dolar olduğu göz önüne alınacak olursa, masrafların pek yüksek sayılamayacağı kolaylıkla anlaşılır.)

Batı Afrika'daki yataklardan altın çıkarılması konusunda da, dış beslenen bakterilerden faydalanılmaktadır. Butonolda eriyen ve bu bakteri tarafından oluşturulan organik bileşimde büyük ölçüde altın bulunmaktadır.

İrkutsk'da, Değerli Madenler Enstitüsünde çalışan Rus araştırmacıları, altının erimesi ve çökmesiyle alâkalı biometalürjik usulleri incelemektedirler. Bu araştırmacılar, filizdeki altının % 30'unun yirmi saat içinde çıkarıldığını ve çözülmüş hale getirildiğini açıklamışlardır.

Manganez çıkarılmasında kullanılan filizler, umumiyetle, manganit ve pirolüzit gibi oksitlerdir. İkinci durumda oksitlenme, Ferrobakteriler olarak bilinen Leptothriks ve Godionella çeşitleri tarafından gerçekleştirilir.

Bazı madenlerin çıkarılması için mikroorganizmaların kullanılmasının çeşitli avantajları da vardır. Enerjiye hemen hiç, ya da pek az gerek duyulması, az yatırım, kullanılan âletlerin ucuz olması. Ama, bu, hayli zaman isteyen bir iştir. Bu yeni metodun verimli olabilmesi için, eskiden beri kullanılan, usûllerle birlikte veya onların ardından kullanılması şarttır. Ayrıca Mikrobiyolojinin bu tatbîkî yönünden, jeoloji, maden kimyası, biyokimya, mikrobiyoloji ve maden sanayi gibi dallarda ortaklaşa çalışmayı gerekli kıldığını da belirtmeliyiz.

İlim ve teknik gelişmelerin varabileceği oldukça üst seviyeye yaklaştığı günümüzde, her yeni keşif; bize kâinatda yer alan madde ve canlı her şeyin yaratılmasında, insanı hedef alan bir gâyenin gözetildiğini, gözle görülmeyen en küçük bir canlının dahi -benzetecek olursak- insanın idare ettiği bir orkestrada, yerinin ve vazifesinin çok mühim olduğunu ve herşeyin önceden hazırlanmış bir program ve plânın düblörleri bulunduklarını bize göstermektedir.
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:01

Benzer Konular

26 Mayıs 2013 / EagLesTeaM Çevre Bilimleri
5 Ekim 2018 / evo Uzay Bilimleri
24 Eylül 2015 / sahillerindostu Çevre Bilimleri
10 Nisan 2018 / Muhabbetci Müslümanlık/İslamiyet
24 Aralık 2011 / GüNeSss Soru-Cevap