Sadreddin Konevi
Yaklaşık olarak 1210 tarihinde Malatya'da doğdu. 1274’te Konya'da vefat etti.
Tasavvuf düşüncesine kazandırdığı boyutlarıyla ve özellikle tasavvufun kendisinden sonraki gelişimine etkileriyle "dönüm noktası" diye nitelenebilecek bir mutasavvıf-düşünürdür. Konevî'nin tasavvuf ve genel anlamda İslam düşüncesi tarihindeki önemi iki noktada odaklaşmıştır: Bunlardan birincisi, sufilerin keşif ve müşâhedelerini değerlendiren bir genel referans çerçevesi diye isimlendirilebilecek bir "miyar" ve "ölçü" arayışıdır. Böylelikle Konevî, tasavvufa yöneltilen "sübjektiflik (indîlik)" ve "şâirane ifadeler" suçlamasına karşı, objektif kural ve ölçüler tespitine çalışmıştır. Söz konusu "sübjektiflik" ve "şairane ifadeler" suçlaması mutasavvıf Davud el-Kayseri tarafından "zahir ehlinin tasavvufa ve sufilere yönelik suçlaması" bahsinde dile getirilmiş ve o da Konevî'nin bir takipçisi olarak bu sübjektifliği giderecek objektif bir "mizan" arayışına gitmiştir. Konevî, başta Miftahü'l-gayb olmak üzere bütün eserlerinde şunu vurgular: Herhangi bir insan, "müşâhede yöntemi" üst başlığı altında toplanabilecek tasavvufi yöntem ve riyazetlerin neticesinde hakikatin bilgisine ulaşabilir. Bu noktada Konevî, hiçbir kuşku duymaz. Böylelikle Konevî, "nazar" ve "istidlal"in özünü oluşturduğu akılcı araştırmanın yanında müşâhede yöntemini ikinci bir yöntem olarak açıkça savunur. Üstelik bu yöntemin ilkine göre daha yetkin olduğunu ve geniş imkanlar sağlayabileceğini iddia eder. Konevî'nin bu tavrı, kendisini "tasavvuf" geleneğine bağlayan ve onu bir "sufi" kabul etmede herhangi bir kuşku duymaya mahal bırakmayan yönüdür. Başka bir ifadeyle Konevî, hemen her mutasavvıf gibi, Mutlak'ın bilgisinin riyazet ve mücahede ile elde edilebileceğini belirtirken tam bir "mutasavvıf" olarak konuşmaktadır.
Konevî'yi kendisinden önceki sufilerden ayıran ve ona bariz bir hususiyet kazındıran şey ise, bu mücahede ve mükaşefeler sonucu elde edilen verilerin değerlendirilmesiyle ilgili görüşleridir. Bu noktada Konevî'nin tavrını anlayabilmek için meseleyi şöyle formüle etmek mümkünüdür: Herhangi bir şekilde ilhamın veya keşfin mümkün olduğunu kabul ettiğimizde –ki müşâhede yönteminin varlığını kabul bu neticeyi istilzam eder– bu durumda bir insanın sübjektif kabulüne ve değerlendirmesine bağlı bir şeyden, bir objektif sonuç nasıl çıkarabiliriz? Ya da, insanların kendi kabiliyet ve yeteneklerine göre farklı ilhamlara ulaşabileceklerini var saydığımızda, ilham ve keşiflerde "doğru" ile "yanlışı" nasıl ayırt edeceğiz, ilhamlar arasındaki görüş ayrılıklarını nasıl uzlaştıracağız? Konevî, bu noktada bir "miyar" ve "mizan" arayışından söz eder. Bunu yapabilmek için de, öncelikle müşâhede yönteminin kullanıldığı alanı bir "bilim" olarak inşa etmeye girişir. Bu sayede, kaynağı itibariyle sübjektif bir bilgiden objektif bir sonuç çıkartmaya çalışırken, öte yandan bu bilginin sahiplerinin de kendi bilgilerini kritize edebilecekleri ölçüler tespit eder.
Konevî, söz konusu ilmi "ilm-i ilahi" diye isimlendirir. İlm-i ilahi, bilindiği gibi, ma-ba'de't-tabia ya da ilk felsefe diye isimlendirilmiş metafiziğin bir adıdır. İbn Sina ya da Farabi gibi düşünürler bu ismi metafizik anlamında kullandıkları gibi, Konevî'nin de bu isimlendirmeyi benzer bir gayeyle kullandığını görmekteyiz. Bu nokta Konevî'nin özellikle İbn Sina olmak üzere İslam filozoflarıyla etkileşim içinde olduğu ana noktadır. Başka bir ifadeyle Konevî, mensuplarını "muhakkikler", "efrad", "kamillerin seçkinleri" gibi isimlerle ve vasıflarla nitelediği ilm-i ilahi'yi öncelikle İslam filozoflarının bu bahisteki görüşlerinden hareket ederek inşa etmeye girişir. Bunu yaparken de, İslam filozoflarının bir şeyin "bilim" diye nitelenmesinin asgari şartları diye ele aldıkları, ilmin mevzuu, mebadisi ve mesailini dikkate alır. Konevî'nin bu bağlamdaki çabası, kelam ve fıkıh alanında Gazali'nin ya da Fahreddin Razi'nin çabasıyla benzerlik arz eder. Başka bir ifadeyle söz konusu düşünürlerin kelam ve felsefe arasında kurdukları ilişkilerin bir benzerini, bu kez Konevî'de tasavvuf ve felsefe alanında müşâhede etmekteyiz. Bu yönüyle de Konevî, tasavvuf tarihinde başka bir gelişmenin temsilcisi olmaktadır. Çünkü başta Kelabazi, Muhasibi, Kuşeyri gibi ilk dönem sufileri, tasavvufu özellikle Eşarilik olmak üzere Sünni kelam ile irtibatlandırmaya ve kelamın görüşleriyle sufilerin görüşleri arasındaki uyum ve benzerliklere dikkat çekmeye özen göstermişken, Konevî pek çok ifadesinde kelamcıları eleştirip, öncülüğünü İbn Sina'nın yaptığı İslam filozoflarından övgüyle söz eder.
Gerçi özellikle Fatiha Tefsiri ve el-Müraselat'ta tezahür eden ve Konevî'nin Gazali gibi bir felsefe eleştirmeni olarak nitelenmesine yol açabilecek çeşitli görüşleri vardır. Üstelik, bu yönüyle Konevî Gazali ile karşılaştırılmıştır. Ancak her iki düşünürün felsefe eleştirisi karşısındaki tavırları incelendiğinde Konevî ile Gazali arasında bu konuda ciddi farkların bulunduğu görülür. Bununla birlikte Konevî, bir konuda okuyucusunu ısrarla uyarır: Bu da, yaptığı işin kesinlikle bir felsefe olmadığıdır. Bu ikazı sadece kendisi için değil, felsefenin bahislerini ele alan bütün sufiler için geçerlidir. Nitekim bu ikazın bir benzerini İbnü'l-Arabî'de görmekteyiz. O da, sufilerin felsefe ile ortak konulardan bahs ettiklerinde ya da bu konularda ortak kavramları kullandığında er ikisinin aynı şekilde değerlendirilmemesi gerektiği konusunda okuyucusunu ikaz eder.
Böylelikle Konevî, bir "bilim" olarak inşa ettiği "ilm-i ilahi"de sufilerin ilham ve keşiflerini değerlendirebilecekleri kriter ve ölçüler tespit eder. Gerçi, ilk tasavvuf eserlerinde de bir kriter arayışı kendisini gösterir. Nitekim bizzat bu gibi eserlerin yazılması bile bu arayışın bir neticesidir. Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi, ilk eserlerde bu tavır ya "Kuran ve Sünnete" ya da Sünniliğe uygun olmak gibi genel ifadelerle ve özellikle Sünni-kelam ve fıkıh ölçüleriyle tespit edilmiştir. Konevî ise, ilk kez bu kadar açık bir üslupla, herhangi bir nassı doğrudan zikretmeden felsefi önermelerden söz etmektedir. Söz gelişi, ilk eserlerde insanların istidatlarının gereğini yapmalarını anlatmak için "Herkes yaratılışının gereğine göre amel eder" mealinde bir ayet delil gösterilirken, Konevî özü gereği mutlak bir olan Tanrı'dan alemin sudurunu ifade ederken filozofların meşhur "Bir'den bir çıkar" ilkesinden hareket eder. Böylelikle Konevî, ilkelerden ve genel kaidelerden hareket ederek, bir mizan ve "miyar" arayışına gider.
Konevî'nin tasavvuf tarihindeki ikinci önemli yönü ise, tesirleridir. Belki de hiç bir sufi, entelektüel tasavvuf tarihinde Sadreddin Konevî kadar etkili olmamıştır. Bunun bir istisnası olarak İbnü'l-Arabî kabul edilebilir. Ancak Sadreddin Konevî'nin eser ve yorumlarının İbnü'l-Arabî'nin anlaşılmasındaki rolü dikkate alındığında İbnü'l-Arabî'nin tesirinde de Konevî'nin azımsanmayacak tesiri olduğu görülür. Konevî'nin İbnü'l-Arabî'nin görüşlerinin anlaşılmasındaki katkısı Abdurrahman Cami tarafından dile getirilmiştir:
Sponsorlu Bağlantılar
Tasavvuf düşüncesine kazandırdığı boyutlarıyla ve özellikle tasavvufun kendisinden sonraki gelişimine etkileriyle "dönüm noktası" diye nitelenebilecek bir mutasavvıf-düşünürdür. Konevî'nin tasavvuf ve genel anlamda İslam düşüncesi tarihindeki önemi iki noktada odaklaşmıştır: Bunlardan birincisi, sufilerin keşif ve müşâhedelerini değerlendiren bir genel referans çerçevesi diye isimlendirilebilecek bir "miyar" ve "ölçü" arayışıdır. Böylelikle Konevî, tasavvufa yöneltilen "sübjektiflik (indîlik)" ve "şâirane ifadeler" suçlamasına karşı, objektif kural ve ölçüler tespitine çalışmıştır. Söz konusu "sübjektiflik" ve "şairane ifadeler" suçlaması mutasavvıf Davud el-Kayseri tarafından "zahir ehlinin tasavvufa ve sufilere yönelik suçlaması" bahsinde dile getirilmiş ve o da Konevî'nin bir takipçisi olarak bu sübjektifliği giderecek objektif bir "mizan" arayışına gitmiştir. Konevî, başta Miftahü'l-gayb olmak üzere bütün eserlerinde şunu vurgular: Herhangi bir insan, "müşâhede yöntemi" üst başlığı altında toplanabilecek tasavvufi yöntem ve riyazetlerin neticesinde hakikatin bilgisine ulaşabilir. Bu noktada Konevî, hiçbir kuşku duymaz. Böylelikle Konevî, "nazar" ve "istidlal"in özünü oluşturduğu akılcı araştırmanın yanında müşâhede yöntemini ikinci bir yöntem olarak açıkça savunur. Üstelik bu yöntemin ilkine göre daha yetkin olduğunu ve geniş imkanlar sağlayabileceğini iddia eder. Konevî'nin bu tavrı, kendisini "tasavvuf" geleneğine bağlayan ve onu bir "sufi" kabul etmede herhangi bir kuşku duymaya mahal bırakmayan yönüdür. Başka bir ifadeyle Konevî, hemen her mutasavvıf gibi, Mutlak'ın bilgisinin riyazet ve mücahede ile elde edilebileceğini belirtirken tam bir "mutasavvıf" olarak konuşmaktadır.
Konevî'yi kendisinden önceki sufilerden ayıran ve ona bariz bir hususiyet kazındıran şey ise, bu mücahede ve mükaşefeler sonucu elde edilen verilerin değerlendirilmesiyle ilgili görüşleridir. Bu noktada Konevî'nin tavrını anlayabilmek için meseleyi şöyle formüle etmek mümkünüdür: Herhangi bir şekilde ilhamın veya keşfin mümkün olduğunu kabul ettiğimizde –ki müşâhede yönteminin varlığını kabul bu neticeyi istilzam eder– bu durumda bir insanın sübjektif kabulüne ve değerlendirmesine bağlı bir şeyden, bir objektif sonuç nasıl çıkarabiliriz? Ya da, insanların kendi kabiliyet ve yeteneklerine göre farklı ilhamlara ulaşabileceklerini var saydığımızda, ilham ve keşiflerde "doğru" ile "yanlışı" nasıl ayırt edeceğiz, ilhamlar arasındaki görüş ayrılıklarını nasıl uzlaştıracağız? Konevî, bu noktada bir "miyar" ve "mizan" arayışından söz eder. Bunu yapabilmek için de, öncelikle müşâhede yönteminin kullanıldığı alanı bir "bilim" olarak inşa etmeye girişir. Bu sayede, kaynağı itibariyle sübjektif bir bilgiden objektif bir sonuç çıkartmaya çalışırken, öte yandan bu bilginin sahiplerinin de kendi bilgilerini kritize edebilecekleri ölçüler tespit eder.
Konevî, söz konusu ilmi "ilm-i ilahi" diye isimlendirir. İlm-i ilahi, bilindiği gibi, ma-ba'de't-tabia ya da ilk felsefe diye isimlendirilmiş metafiziğin bir adıdır. İbn Sina ya da Farabi gibi düşünürler bu ismi metafizik anlamında kullandıkları gibi, Konevî'nin de bu isimlendirmeyi benzer bir gayeyle kullandığını görmekteyiz. Bu nokta Konevî'nin özellikle İbn Sina olmak üzere İslam filozoflarıyla etkileşim içinde olduğu ana noktadır. Başka bir ifadeyle Konevî, mensuplarını "muhakkikler", "efrad", "kamillerin seçkinleri" gibi isimlerle ve vasıflarla nitelediği ilm-i ilahi'yi öncelikle İslam filozoflarının bu bahisteki görüşlerinden hareket ederek inşa etmeye girişir. Bunu yaparken de, İslam filozoflarının bir şeyin "bilim" diye nitelenmesinin asgari şartları diye ele aldıkları, ilmin mevzuu, mebadisi ve mesailini dikkate alır. Konevî'nin bu bağlamdaki çabası, kelam ve fıkıh alanında Gazali'nin ya da Fahreddin Razi'nin çabasıyla benzerlik arz eder. Başka bir ifadeyle söz konusu düşünürlerin kelam ve felsefe arasında kurdukları ilişkilerin bir benzerini, bu kez Konevî'de tasavvuf ve felsefe alanında müşâhede etmekteyiz. Bu yönüyle de Konevî, tasavvuf tarihinde başka bir gelişmenin temsilcisi olmaktadır. Çünkü başta Kelabazi, Muhasibi, Kuşeyri gibi ilk dönem sufileri, tasavvufu özellikle Eşarilik olmak üzere Sünni kelam ile irtibatlandırmaya ve kelamın görüşleriyle sufilerin görüşleri arasındaki uyum ve benzerliklere dikkat çekmeye özen göstermişken, Konevî pek çok ifadesinde kelamcıları eleştirip, öncülüğünü İbn Sina'nın yaptığı İslam filozoflarından övgüyle söz eder.
Gerçi özellikle Fatiha Tefsiri ve el-Müraselat'ta tezahür eden ve Konevî'nin Gazali gibi bir felsefe eleştirmeni olarak nitelenmesine yol açabilecek çeşitli görüşleri vardır. Üstelik, bu yönüyle Konevî Gazali ile karşılaştırılmıştır. Ancak her iki düşünürün felsefe eleştirisi karşısındaki tavırları incelendiğinde Konevî ile Gazali arasında bu konuda ciddi farkların bulunduğu görülür. Bununla birlikte Konevî, bir konuda okuyucusunu ısrarla uyarır: Bu da, yaptığı işin kesinlikle bir felsefe olmadığıdır. Bu ikazı sadece kendisi için değil, felsefenin bahislerini ele alan bütün sufiler için geçerlidir. Nitekim bu ikazın bir benzerini İbnü'l-Arabî'de görmekteyiz. O da, sufilerin felsefe ile ortak konulardan bahs ettiklerinde ya da bu konularda ortak kavramları kullandığında er ikisinin aynı şekilde değerlendirilmemesi gerektiği konusunda okuyucusunu ikaz eder.
Böylelikle Konevî, bir "bilim" olarak inşa ettiği "ilm-i ilahi"de sufilerin ilham ve keşiflerini değerlendirebilecekleri kriter ve ölçüler tespit eder. Gerçi, ilk tasavvuf eserlerinde de bir kriter arayışı kendisini gösterir. Nitekim bizzat bu gibi eserlerin yazılması bile bu arayışın bir neticesidir. Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi, ilk eserlerde bu tavır ya "Kuran ve Sünnete" ya da Sünniliğe uygun olmak gibi genel ifadelerle ve özellikle Sünni-kelam ve fıkıh ölçüleriyle tespit edilmiştir. Konevî ise, ilk kez bu kadar açık bir üslupla, herhangi bir nassı doğrudan zikretmeden felsefi önermelerden söz etmektedir. Söz gelişi, ilk eserlerde insanların istidatlarının gereğini yapmalarını anlatmak için "Herkes yaratılışının gereğine göre amel eder" mealinde bir ayet delil gösterilirken, Konevî özü gereği mutlak bir olan Tanrı'dan alemin sudurunu ifade ederken filozofların meşhur "Bir'den bir çıkar" ilkesinden hareket eder. Böylelikle Konevî, ilkelerden ve genel kaidelerden hareket ederek, bir mizan ve "miyar" arayışına gider.
Konevî'nin tasavvuf tarihindeki ikinci önemli yönü ise, tesirleridir. Belki de hiç bir sufi, entelektüel tasavvuf tarihinde Sadreddin Konevî kadar etkili olmamıştır. Bunun bir istisnası olarak İbnü'l-Arabî kabul edilebilir. Ancak Sadreddin Konevî'nin eser ve yorumlarının İbnü'l-Arabî'nin anlaşılmasındaki rolü dikkate alındığında İbnü'l-Arabî'nin tesirinde de Konevî'nin azımsanmayacak tesiri olduğu görülür. Konevî'nin İbnü'l-Arabî'nin görüşlerinin anlaşılmasındaki katkısı Abdurrahman Cami tarafından dile getirilmiştir:
"Şeyh Sadreddin Hz. Şeyh’in sohbet ve hizmetinde terbiye gördü. Vahdet-i vücûda dair görüş ve sözlerini akla ve şeriata uygun gelecek tarzda Şeyh'in maksadını iyice anlamış olarak güzelce yorumlamıştır. Onun bu konudaki araştırma ve yorumlarını görmeksizin meseleyi gereği gibi anlamak mümkün değildir."
Konevî'nin kendisinden sonraki entelektüel tasavvuf üzerindeki etkisi, özellikle bir yazı dilinin ve üslubunun gelişiminde kendisini gösterir. Gerçekten de başta ilk Fusûsu'l-Hikem şarihi Müeyyüddin el-Cendi, İbnü'l-Fariz'in kasidesinin şarhi Saidüddin Fergani, Davud el-Kayseri, molla Fenari, Kutbuddin İznikî vb. pek çok sufinin eserlerinde meselenin ele alınış tarzı ve üslubu genellikle Konevî'nin üslubuna pek çok şey borçludur. Konevî'nin bu alandaki tesirleri, özellikle eserleri özerinde yazılmış şerhlerle devam etmiştir
Son düzenleyen Jumong; 19 Eylül 2016 08:21
Sebep: pasif kaynak linki
Biyografi Konusu: Sadreddin Konevi nereli hayatı kimdir.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!