Arama

Sait Faik Abasıyanık

Bu Konuya Puan Verin:
Güncelleme: 26 Temmuz 2016 Gösterim: 190.281 Cevap: 11
kompetankedi - avatarı
kompetankedi
VIP Bir Dünyalı
6 Kasım 2006       Mesaj #1
kompetankedi - avatarı
VIP Bir Dünyalı

Sait Faik Abasıyanık


asıl adı MEHMET SAİT
Ad:  Sait Faik Abasıyanık1.jpg
Gösterim: 2221
Boyut:  48.5 KB

Sponsorlu Bağlantılar
(d. 23 Kasım 1906, Adapazarı - ö. 11 Mayıs 1954, İstanbul)
Türk öykü yazarı.

Olayı temel alan geleneksel öykü kalıplarını kırarak bu alanda yeni yollar açmış, şiirsel anlatımı, gerçeği çeşitli durumlarıyla görünür kılan gözlem ve izlenimleriyle çağdaşlarını ve sonraki kuşaklan etkilemiştir.

İlköğrenimini Adapazan Rehber-i Terakki Mektebi’nde yaptı, iki yıl Adapazarı İdadisi’nde okudu. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ailesi İstanbul’a yerleşince, İstanbul Sultanisine (bugün İstanbul Lisesi) girdi. Onuncu sınıfta, Arapça öğretmenine yapılan bir şaka yüzünden öğrencilerin dağıtılması üzerine, ortaöğrenimini Bursa Erkek Lisesinde tamamladı (1928). Bir süre İstanbul Darülfünunu (bugün İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesine devam ettikten sonra, babasının isteği üzerine, iktisat öğrenimi için Lozan’a gitti (1931). Bu kentte ancak on beş gün kalabildi. Fransa’ya geçti; kendisine entelektüel havası ve doğal güzellikleriyle çekici gelen Grenoble’da üç yıl kaldı. Vaktini daha çok gezip görmekle geçiren Sait Faik, yükseköğrenimini yarım bırakarak 1933’te İstanbul’a döndü. Kısa bir süre Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi’nde Türkçe öğretmenliği yaptı. Babasının desteğiyle giriştiği ticaret işini de sürdüremedi. Daha sonra belirli bir işle uğraşamayan Sait Faik geçimini babasından kalan mirasla sağladı. 1944’te siroz hastalığına yakalandı; bu rahatsızlığı uzun yıllar sürdü.

Sait Faik, çağdaş edebiyata katkılarından dolayı ABD’deki Uluslararası Mark Twain Derneği’nin onur üyeliğine seçildi (1953). Ölümünden sonra 1955’te annesi tarafından adına bir öykü ödülü (Sait Faik Hikâye Armağanı) kondu. 1964’te de Burgaz adasındaki evi müzeye dönüştürüldü.

İstanbul Sultanisi’nde öğrenciyken (1925- 28) şiirler yazan Sait Faik “İpekli Mendil”, “Zemberek” adlı öykülerini de Bursa’da öğrenciliği sırasında kaleme aldı. İlk öyküsü “Uçurtmalar” (9 Aralık 1929) Milliyet gazetesinin sanat sayfasında yayımlandı. 1934-40 arasında Varlık, Ağaç, Servetifünun-Uyanış, Ses, Yeni Ses, Yaprak, Yenilik gibi dergilerde yayımladığı öykülerle tanınmaya başladı ve yeni Türk öyküsünün ve düzyazısının kurucularından biri olarak kendini kabul ettirdi.

Sait Faik kendisine kısa sürede ün sağlayan ilk ürünlerini ortaya koyduğu sırada Türk öyküsü birkaç yönseme içindeydi: Ömer Seyfeddin’in henüz geçerliğini yitirmemiş, etkili olaya, ortak üsluba dayanan “milli hikâyecilik” anlayışı; Refik Halid Karay’dan F. Celalettin’e uzanan çizgideki gülmece ağırlıklı fıkra-öyküler; Sadri Ertem’le, özellikle de Sabahattin Ali ile yerine oturan gerçekçi yönelim; Memduh Şevket Esendal’daki içten ve yalın anlatım. Gerçekçi, toplumcu tavrın daha çok öne geldiği bu ortamda, Sait Faik de ilk öykülerinde gözlemci bir yazar olarak belirdi. Ama kısa sürede öyküyü olaydan sıyırmaya yöneldi. Bu yönelişinde onun, gerçeği ya da durumu bir anlatıcıdan, kendi “ben”inden geçirme eğiliminin de büyük payı vardır. Aynı eğilim Sait Faik öyküsüne doğal bir öznelleşme süreci hazırlamıştır. O “ben” evrensel bir insanlık duygusunun odağı olduğu için Sait Faik, insanlığın tüm çelişkilerini, bunalımlarını öyküsünün temeline yerleştirmiş olur.

Dülgerbalığmm can çekişmesi de, doğadan gelen “Hişt, hişt!” çağrıları da aynı insanlık duygusuna bağlanabilir. Sait Faik’e göre her şey “bir insanı sevmekle” başlar, ilk dönem ürünleri Semaver (1936) ve Sarnıç'ta (1939) Adapazarı’ndaki çocukluk ve ilk gençlik yıllarının anılan, İstanbul, Bursa izlenimleri öne çıkar. Giderek artan bir şiirsellikle dolu Lüzumsuz Adam (1948), Mahalle Kahvesi (1950), Havada Bulut (1951) gibi sonraki yapıtlarında balıkçı, esnaf, işsiz gibi ezilen insanlara, toplum dışı kişilere yönelir. Sait Faik insan gerçeğini kavramaya çalışırken hemen her zaman kendini temel aldığından, öyküdeki durum bir özeleştiri süzgecinden de geçirilmiş olur. Yazar, anlattığı durumun sorumluluğunu da yüklenir gibidir. Kumpanya’daki (1951) gezgin tiyatro topluluğu, cambazhane, emekli miralay, Galata, Samatya, Yedikule’de deri işçileri, içkievleri, sabahçı kahveleri, çımacılar, garsonlar hep aynı duyguyla ele alınır. Havuz Başında (1952) şiirsellik doruğa ulaşır. Dil, çok kez, dilbilgisinden kurtulur.

Son Kuşlarda (1952) Sait Faik’in bir çeşit düşkırıklığına uğradığı sezilir. Toplumsal düzenin çirkinlikleri, sahtelikleri, adaletsizlikleri karşısında direnen insanın yalnızlığını ayrımsamıştır. Bu kitaptaki “Kırlangıç Yuvasındaki Kadın” öyküsünde gerçeküstücü bir plana kayar, düşle gerçek iç içe geçer. Alemdağ’da Var Bir Yılanda (1954) ve Az Şekerli’de (ös 1954) Sait Faik’in daha da karamsar olduğu görülür. Alemdağ’da Var Bir Yılanda konu ve olay akışı iyice ortadan kaldırılmıştır; öyküleme, ruhsal değişiklik yoluyla gerçekleştirilir; gerçeküstücü öğeler kullanılarak kişinin yalnızlığı ve bunun yarattığı acılar, bunalımlar işlenir.
Bir İstanbul öykücüsü olan Sait Faik’in bu niteliği yazdığı iki romanda da değişmez.

Medarı Maişet Motoru (1944; ikinci baskısı 1952’de Birtakım İnsanlar adıyla; 1965’te “Bütün Eserleri” arasında yeniden ilk adıyla) yan yana getirilmiş üç ayrı öykü olarak da değerlendirilmiştir. Kayıp Aranıyor (1953) düşkırıklığınm ve uyarlanamamanm romanıdır. Konusu, aristokrat ve varlıklı sayılabilecek bir aile ortamında yetişmiş genç bir kadının mutluluk arayışıdır. Kişisel mutluluk özlemiyle yerleşik ahlak kurallarının çelişkisi ele alınır.

Sait Faik, Şimdi Sevişme Vakti (1953) başlığı altında topladığı şiirlerinde, öykülerindeki temaları daha yoğun biçimde yeniden ele aldı. 1940’ların sonlarındaki şiir değerlerini yansıtan bu ürünler ilgiyle karşılandı.

Sait Faik öykü, roman ve şiirlerinde yaşamın ve güzelliklerin hakkını vermek için yazdı. Sürekli teması yaşama sevincidir. Kişileri, sıradan insan ya da “küçük adam” diye adlandırılan işsiz, hamal, balıkçı, sokak kadını, kimsesiz çocuklar, emekçiler ve küçük burjuvalardır. Sait Faik’in özgün yanı bu insanlarda evrensel insanı yakalayabilmesidir. Tek ölçüt olarak insanı öne getirir. Kitleler içinden gizli dramlar çekip çıkarır. Yoksulun, ezilmişin yanında yer alır. Çalışkan, dürüst insanlar onu kentlere bağlar; adaletsizlikler ise kırlara, adalara sürükler. Yapıtlarına dünyayı, insanı, bireyi anlama hırsı sinmiştir. Doğa güzellikleri karşısında başı döner. Toplumsal sorun ise onu birey planında bir hayıflanma duygusuna sürükler. Böyle anlarda çok karamsar tablolar çizer. Toplum çelişkileri karşısında öfke, kaçış, yenilgi duygularına kapılır. Gene de sanatçının bir ödevi olduğu kanısındadır: “Kendi yurdunda işsizlikle, dilencilikle, haksızlıkla, istismarcılıkla mücadele.”

Sait Faik’in 41 öyküsü Sabri Esat Siyavuş- gil tarafından Fransızcaya çevrildi: Un Point sur la Carte adıyla Milli Eğitim Bakanlığınca Hollanda’da yayımlandı (1962).

ÖBÜR YAPITLARI. Şahmerdan (1940), Tüneldeki Çocuk (1955), Mahkeme Kapısı (1956, 1942’de Haber gazetesinin adliye muhabiri olarak çalıştığı bir ay boyunca yaptığı röportajlar), Balıkçının Ölümü - Yaşasın Edebiyat (1977, der. M. Uyguner), Açık Hava Oteli-Konuşmalar-Mektuplar (1980, der. M. Uyguner), Müthiş Bir Tren (1981, der. M. Uyguner).


BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 26 Temmuz 2016 23:38
Biyografi Konusu: Sait Faik Abasıyanık nereli hayatı kimdir.
tuOneLa - avatarı
tuOneLa
Ziyaretçi
6 Kasım 2006       Mesaj #2
tuOneLa - avatarı
Ziyaretçi

Sait Faik Abasıyanık


türk öykücü
Sponsorlu Bağlantılar
(Adapazarı 1906-lstanbul 1954).
Ad:  Sait Faik Abasıyanık2.jpg
Gösterim: 1949
Boyut:  37.3 KB
Orta öğrenimini Bursa Erkek lisesi’nde tamamladı (1928). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü’nde okudu (1928-30). Yaklaşık üç yıl Grenoble’de (Fransa) dil ve edebiyat öğrenimi gördü. Bir süre babasının iş yerinde çalıştı. Öğretmenlik, gazetecilik yaptı (1940-42). Yaşamının kalan yıllarını, annesinin sağladığı olanaklarla, Burgaz adasında geçirdi. ABD'deki Mark Twain derneği'ne "fahri üye” seçildi (1953). Ölümünden sonra, annesinin Darüşşafaka cemiyeti’ne bağışladığı Burgaz'daki evi SAİT FAİK MÜZESİ yapıldı (1964) ve adına bir öykü armağanı kondu.

İlk yapıtlarında (Semaver [1936], Sarnıç [1939], Şahmerdan [1940]) Adapazarı, Bursa'daki çocukluk ve ilk gençlik izlenimleri, anıları, Fransa’da kaldığı yıllardan kaynaklanan yabancı çevre ve insan gerçeklerine dayanan hikâyeler yer alıyordu. Zaman zaman İstanbul'un kenar semtlerini, yoksul insanları, küçük insanların serüvenlerini, insan sevgisini anlattı. Asıl ününü, yaşadığı Burgaz adasından ve çevresinden kaynaklanan, rum balıkçıları, denizi, deniz kuşlarını, balıkları, doğayı konu edinen hikâyeleriyle (Lüzumsuz adam [1948], Mahalle kahvesi [1950], Son kuşlar [1951], Kumpanya [1951], Havuz başı [1952]) yaptı.

Türk edebiyatında olaya ağırlık veren, şaşırtıcı bir sonucu hazırlayan geleneksel hikâye modelini değiştirdi, ikinci basımı Birtakım insanlar adıyla yayımlanan Medarı maişet motoru (1940) ile Havada bulut (1951) romanları, tema bakımından olduğu gibi birbirine eklenmiş hikâyeler dizisi oluşturmaları bakımından da öteki kitaplarının bir tekrarı görünümündedir. Kayıp aranıyor (1951) romanı ise yerleşik ahlak kurallarını tartışması, toplumun türlü kesiminden insanlan karşı karşıya getirmesi ve toplumdan kopmuş aydınları eleştirmesiyle dikkati çeker.

Bilinçaltını dile getiren, çağrışımlarla gelişen, sağlığının bozulduğu son dönemlerdeki kendi tedirgin, yalnız dünyasını yansıtan hikâyelerinde (Alemdağda var bir yılan [1954]) gerçeküstücü öğeler dikkati çeker. Georges Simenon gibi yazarlardan çevirileri de vardır. Dergilerde kalmış hikâyeleriyle röportaj, makale türlerindeki yazıları, kendisiyle yapılan konuşmalar ölümünden sonra derlenerek yayımlandı (Az şekerli [1954], Tüneldeki çocuk [1955], Mahkeme kapısı [1956], Açık hava oteli [1980]). Hikâyelerine yansıyan yaşama sevincini, insan sevgisini, avare bir aydının kentte hor görülen ezilmiş insanlara sevecen yaklaşımını dile getiren, serbest nazımla yazılmış şiirleri Şimdi sevişme vakti (1953) kitabındadır.

MsXLabs & Büyük L.

Son düzenleyen Safi; 26 Temmuz 2016 23:38
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Temmuz 2008       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Sait Faik ABASIYANIK

Ad:  Sait Faik Abasıyanık3.jpg
Gösterim: 1913
Boyut:  43.8 KB

(1906-1954)
Cum­huriyet dönemi Türk edebiyatının önde gelen öykücülerindendir.

Varlıklı bir ailenin çocuğu olan Sait Faik Adapazarı'nda doğdu; ilkokulu da bu kentte bitirdi. Kurtuluş Savaşı sonrasın­da ailesiyle birlikte İstanbul'a yerleşti. İlk şiir ve öykülerini 1925'te, henüz lise öğrencisiyken yazdı ve çeşitli dergilerde yayımladı. 1928'de İstanbul Üniversitesi'nde Türkoloji öğrenimine başladı; ama üç yıl sonra öğreni­mini yarım bırakarak üniversiteden ayrıldı. Bir süre de, ekonomi öğrenimi görmek için gittiği İsviçre ve Fransa'da yaşadı. "İhtiyar ve Talebe", "Gauther Cambazhanesi" gibi öykü­leri orada geçen günlerini yansıtır.

Babasının geri çağırması üzerine yükseköğrenimini yarı­da bırakarak 1933'te yurda döndü. Gene babasının isteği doğrultusunda ticarete atıldıysa da başarılı olamadı. Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi'nde kısa bir süre Türkçe öğretmenliği yaptıktan sonra Haber gazete­sinde adliye muhabiri olarak çalışmaya başla­dı. Bu gazetede yayımlanan röportajlarından 26'sı ölümünden sonra Mahkeme Kapısı (1956) adlı kitapta toplanmıştır. Bu arada Varlık, Ağaç, Ses, Yeni Ses, Yaprak ve Yenilik gibi dergilerde öyküleri yayımlanıyordu. İlk öykü kitabı olan Semaver 1936'da basıldı. Sait Faik'in bu dönem öykü­lerinde çocukluk ve gençlik yıllarının izlenim­leri, anılan öne çıkar. 1930-40 yıllarında Türk öykücülüğünde gelişen eğilimlerden Sait Faik de bir ölçüde etkilendi. O da öykülerinde insanların yaşam koşullarını ve insanlığın çelişkilerini işledi. Bunların ötesinde, daha sıcak bir insancıllık anlayışına yöneldi.

Sait Faik'in insana yaklaşımı, "her şey bir insanı sevmekle başlar" cümlesiyle özetlenebilir. İkinci öykü kitabı plan Sarnıç (1939) yayım­landığı sırada babası öldü. Sait Faik'in asıl başına buyruk yaşamı o tarihten sonra başla­dı. Babasından kalan mirasın geliriyle geçin­di; kışları Şişli'de, yazları da Burgazada'daki köşkte annesiyle birlikte yaşadı. 1944'te ya­yımlanan ilk romanı (Medarı Maişet Motoru) sıkıyönetim tarafından toplatılınca, yazar bir duraklama dönemine girdi ve bir süre yazma­yı bıraktı. Ama 1946 Şubat'ında siroz hastalı­ğına yakalandığını öğrenince yeniden yazma isteği duydu. Büyük bir yaşama ve yazma susuzluğuyla öyküler yazmaya başladı. Lü­zumsuz Adam (1948), Mahalle Kahvesi (1950), Havada Bulut (1951) kitaplarında toplanan öykülerinde doğaya, yaşadığı kente, yaşam kavgası veren sıradan insanların gün­lük kaygılarına eğildi. Sait Faik'e göre öykü­nün özü çekişme ve çatışmalar değil, "yaşama sevinci" ve "paylaşılmış sevgi" olmalıydı.

Öykülerindeki yalın ve şiirsel dil çağdaşlarını olduğu kadar kendisinden sonraki yazarları da etkiledi. Hastalığıyla birlikte gelen sürekli ölüm düşüncesi, böyle bir yaşamın yarattığı bezgin­lik ve umut ile umutsuzluk arasındaki çalkan­tılar Sait Faik'in son dönem öykülerini büyük ölçüde etkiledi. Son Kuşlar (1952) ve Alemdağ'da Var Bir Yılan'daki (1954) öykülerinde kişinin yalnızlığını, düş kırıklığını, acılarını ve bunalımlarını işledi. Şiirlerini topladığı Şimdi Sevişme Vakti ile genç bir kadının mutluluk arayışını konu alan ikinci romanı Kayıp Ara­nıyor 1953'te yayımlandı. Sait Faik, çağdaş edebiyata katkıları nede­niyle 1953'te ABD'deki Mark Twain Derneği'nin onur üyeliğine seçildi. Ölümünden son­ra, 1955'te annesi tarafından adına bir öykü ödülü kondu. Burgazada'daki köşk de 1964'te Sait Faik Müzesi'ne dönüştürüldü.

kaynak: Temel Britannica
Son düzenleyen Safi; 26 Temmuz 2016 23:39
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
17 Aralık 2008       Mesaj #4
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Ad:  Sait Faik Abasıyanık5.jpg
Gösterim: 1874
Boyut:  37.2 KB

Sait Faik Abasıyanık


Doğumu: 1906, Adapazarı
Ölümü: 1954, İstanbul
Öykü yazarı.

Adapazarı Belediye Başkanlığı görevinde bulunan Mehmet Faik Bey'in oğludur. İlköğrenimini Adapazarı Rehberi Terakki Mektebi'nde tamamladı. Kurtuluş Savaşı sona erince ailesinin İstanbul'a yerleşmesi üzerine İstanbul Erkek Lisesi'ne devam etti. 10. sınıfa kadar bu lisede okuduktan sonra ortaöğrenimini Bursa Lisesi'nnde tamamladı (1928). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ndeki öğrenimini yarım bırakarak Fransa'ya gitti (1930). Fransızca öğrenmek amacıyla Grenoble'de Champollion Lisesi'nde okudu. Dönüşünde (1933) babasının isteğiyle ticarete atıldıysa da yürütemedi. Bir süre Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi'nde Türkçe grup dersleri okuttu. Haber gazetesinde adliye muhabiri olarak çalışması da bir ay sürdü (Mayıs 1924).

İlk öykülerini, Bursa Lisesi'nde öğrenciyken yazdığını bir konuşmasında anlatmıştır. 1926-28 yıllarında kaleme alınan bu öykülerden "İpekli Mendil" (Varlık, 15 Nisan 1934), "Zemberek" (Varlık, 29 Ekim 1935) yıllarca sonra basıldı. "Uçurtma" (Milliyet gazetesi, sanat sayfası, 9 Aralık 1929), yayımlanan ilk öyküsüdür. Sait Faik daha ilk öykülerinde ayrı bir kişilik, yeni bir ses ortaya koymuştur. Genellikle çevre ilişkilerinin ağır bastığı bu öykülerde geleneksel kuruluşlara sığmayan bir anlatım zenginliği görülür.

Kişilerini işlerken gerçeğin kalın çizgilerine kapılmaz; yorum yapar. Öykülerinde, gözlemci bir gerçeklikten çok, bir hümanizmanın beslediği duyarlıklar sezilir. Bu nedenle, sonraki kitaplarında bireysel gibi görünen öykülerinde de insana özgü değerleri özümleme olanakları yarattığından, bireyde toplumu yansıtma özelliği kazanır. Kentin gürültüsü, kenar mahalle, fabrikalar, Yüksekkaldırım, iyileri, kötüleri, balıkçısı, gazetecisi, sanatçısı ile bütün toplum bu kendine özgü sesin insanca yankılarıyla dolar, taşar. Toplumdaki çelişkiler karşısında başkaldırma ve öfke; kaçma ve yeniklik duyguları gibi çelişik durumlar alır. 1953'te Amerika'daki Mark Twain Cemiyeti'ne üye seçilen Sait Faik, yeni öykümüzün ve düzyazımızın en büyük kurucularından sayılmaktadır.

Yapıtları:

  • "Semaver" (öyküler, 1936),
  • "Sarnıç" (öyküler, 1939),
  • "Şahmerdan" (öyküler, 1940),
  • "Medar-ı Maişet Motoru" (roman, 1944, 2. baskı
  • "Birtakım İnsanlar" adıyla, 1952),
  • "Lüzumsuz Adam" (öyküler, 1948),
  • "Mahalle Kahvesi" (öyküler, 1950),
  • "Havada Bulut" (öyküler, 1951),
  • "Kumpanya" (öyküler, 1951),
  • "Havuz Başı" (öyküler, 1952),
  • "Son Kuşlar" (öyküler, 1952),
  • "Kayıp Aranıyor" (roman, 1953),
  • "Şimdi Sevişme Vakti" (şiirler, 1953),
  • "Alemdağ'da Var bir Yılan" (öyküler, 1954),
  • "Az Şekerli" (öyküler, 1954),
  • "Tüneldeki Çocuk" (1956),
  • "Mahkeme Kapısı" (1956).

Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi
Son düzenleyen Safi; 26 Temmuz 2016 23:39
Quo vadis?
_KleopatrA_ - avatarı
_KleopatrA_
Ziyaretçi
4 Aralık 2009       Mesaj #5
_KleopatrA_ - avatarı
Ziyaretçi

Öykücülüğü üzerine:


Sait Faik gibi bir yazar ve eserleri üzerine yapılmış pek çok değerlendirme var kuşkusuz. Bu değerlendirmeler içinde Tahir Alangu'nun "huriyetten Sonra Hikaye ve Roman" çalışmasında yer alan Sait Faik bölümü, hem yazarın etkilerinin hala sıcaklığını koruyor olması, hem de Alangu'nun titizliği açısından- en başarılılarından bir tanesi. Yazının geri kalan bölümünü onun çalışmasından alıntılarla sürdürürken, Sait Faik'i tanıtmanın yanı sıra, Tahir Alangu'nun eleştiri tarzını da hatırlatmayı amaçladım.
Ad:  Sait Faik Abasıyanık4.jpg
Gösterim: 1902
Boyut:  47.2 KB

"Düşünce ve duygularını, hele kendi kurallarını getiren yeni bir sanatçı olarak başıboş ve özgür yaşama tutkularını anlamayan, buna karşı olan bir çevrede yetişti. Ancak on beş yıl çabaladıktan sonra kendini bu topluma bir parça kabul ettiren, küçük bir üne sahip olabilen Sait Faik'in, aile çevresinden başlayarak yaşadığı öteki çevrelerle tam ve düzenli, doyurucu ve destekleyici bir anlaşma içinde olduğu söylenemez. İlk hikayelerinden başlayarak bütün eserlerinin, artistçe kendi uslubunda bir yaşamayı yadırgayanlarla çatışmalarının aynası olduğu görülür. Bu tür bir çatışmanın olmadığı yerde de, çağının sanatını ve yerleşmiş sanat ölçülerini aşan bir yeni ve güçlü sanat eserinin yeşermeyeceği de açıktır. Böylece onda, edebiyatı, özentilerden, romantik ucuzluklardan kurtarmak, bir başka kata yükseltmek isteyen bir davranışın varlığı daha ilk adımlarından belli olmaktadır. Sait Faik, hikayeyi "edebiyat yapanların" elinden kurtarmaya gelmiştir.

Onun ilk hikayelerinden başlayıp gerçeklerden düşlere doğru yürüyen anlatışındaki zaman zaman değişen kuruluş denkleminin, ölümüne yakın yıllarda tamamiyle değişeceğini, gerçeğin allegoriler, gerçeküstü unsurlarla kapatılacağını göreceğiz. Git gide gerçekten; küçük adamlar kalabalığının yaşadığı hayattan koparak, yalnızlığın vahşiliğine, "kavun acısı yalnızlık"ın dehşet verici bunaltılarına, yaklaşan ölümün ezici gölgeleri arasına karşıp yürüyüşünü, yine hikayelerinin aynasından seyredeceğiz. Hayatı ve eserlerinin iç içe oluşu, onun sanat anlaşının olduğu kadar, ancak çok iyi bildiği konuları ve hayatları anlatmak istemesinin de bir sonucuydu. Düşünce ve sanata karşı alabildiğince kayıtsız, sağır bir çevrede, dış çatışmalarla bezgin, içe dönük ve kavgacı, umutla umutsuzluk arasında, kaybettiklerini kenar mahalleler, köprü altları, balıkçılar ve küçük insanların yaşamlarına katılarak bulmak istedi.

İlk hikayelerinde olayları toplumcu bir açıdan gözlemeye çalıştığı, gözlemci bir gerçekçiliğe yöneldiği görülür. Bu yıllarda, "Vakit gazetesi" çevresindeki yazarlar arasında tutulan, toplum çatışmalarını anlatan hikayeleri ile "küçük adamın günlük yaşayışını" ele almaya başladı. Eskilerin kenarda köşede unuttukları, kimselerin varlığından haberdar olmadıkları "küçük adam"ı edebiyatımıza getiren o olmadıysa bile, yerleştiren, bilinmeyen yönlerini gösteren, bir moda haline getiren, en güzel hikayelerini yazan o olmuştur. Ona göre, asıl hikaye çekişmeler ve çatışmaların yaşam ve geçim kavgası ile ilgili olan yanında değil, onun ötesinde kalan yaşama sevincinde, halkın hayatında sürekli olarak giden, direnmeyi güzel ve umutlu bir hale getiren paylaşılmış sevgidir.

Sait Faik, yeni, kendine has, büyük şehrin aylaklarına yönelmiş hikayelerine, onu yavaş yavaş ölüme götürecek bir hastalığın teşhisi ile birlikte başladı. Ölüm korkusunun, onu, hikayede bir anlamda yaşama ve yazma tutkusu içinde herşeyi unutmağa, belki de ardında yaşayacak bir varlık bırakma endişelerine götürdüğünü, sonunda sıtmalı bir yazma devresine girdiğini görüyoruz. Ayrı din, millet, zümrelere bağlı insanlar ve mesleklerin ayırıcı çizgilerinin ötesindeki ortak vasıflara yönelerek, İstanbul'un beşeri bütünlüğünü veren mozayiğin ayrıntıları arasına iyice karışıp gömülerek, 1946-1954 yılları arasındaki sekiz yıl içinde ölümü bekleyişin sıkıntılarını avutmuştur. Hikayede hayatı, hayatta süreli ve düşlü hikayeleri yaşaması birbirinden ayrılamıyacak denli içe içe geçmiştir.

Sait Faik, kuruluşuna katılmadığı bir dünyanın kendine uymazlığı yüzünden dışa düşmüştü. İçinde yaşadığı toplum o süre içinde, Osmanlı yaşama uslubundan kopuşunu çabuklaştırmış, yeni bir yaşama düzeni ise "yeni insanı" destekleyecek ölçüde gelişmemişti. İnsan yenileşmesi başka yenileşmelerle orantılı olmadığından, yaşam bir yerde kuruyuvermişti. Sanata, bilime, devrimlere yönelen kuşaklar, kurulu düzenin çıkarcı tersliği karşısında bocaladılar. Devrimlerin duraklayışı, devletin aydın ve sanatçı kuşaklardan koruyucu ve yol açıcı desteğini kesişi de, bu yeni edebiyat öncülerini toplumdan kopardı, yabancılaştırdı. Sanatçıları çoğu, eski uygarlık düzenini yitiren, yenisini kuramayan düzensizliğin kargaşası içinde, evrime değil, yokluğa düştüler. Sait Faik'in arkadaşlarının çoğunun başına gelen budur. Sait Faik'in hayat dramı, onu yokluğun da, evrimin de karşısında kalıp direnmeye zorladı. Onun son hikayelerinde "gerçeküstücülüğe yönelik özellikler bulanlar oldu. Onda düşünceden, bilinçli seçmeden gelen bir gerçeküstücülük değil, yukarıdaki şartlara göre ve o anlamda bir "gerçeği örtme", yaşadığı dramı ifade etme sözkonusudur.

Onun eserlerinde bir çağın bütün anlamı, kendi kuşağının düşünce ve davranış çıkmazlarının zengin bir tasviri vardır. Bu eserlerde yalnız Sait Faik'in değil, kargaşanın ortasında bırakılmış kuşakların dramı da anlatılmıştır".

Öykü:

  • Semaver (1936, Remzi Kitabevi);
  • Sarnıç (1939, Çığır Kitabevi);
  • Şahmerdan (1940, Çığır Kitabevi);
  • Lüzumsuz Adam (1948, Varlık Yayınları);
  • Mahalle Kahvesi (1950, Varlık Yayınları);
  • Havada Bulut (1951, Varlık Yayınları);
  • Kumpanya (1951, Varlık Yayınları);
  • Havuz Başı (1952, Varlık Yayınları);
  • Son Kuşlar (1952, Varlık Yayınları);
  • Alemdağ'da Var Bir Yılan (1954, Varlık Yayınları);
  • Az Şekerli (1954, ö.s. Varlık Yayınları).

Öykü Örneği


Havuz Başı


Beyazıt havuzunun kenarındaki kanepelerden birine oturmuş sizi bekliyorum. Yaşını almış bir adamın yirmi yaşındaki çocuk kederlerini sevinçlerini yaşamış ne demektir diye düşünüyorum: Belki bir geç olma hadisesi. Belki de bir çeşit hazları kederleri çocuklukları uzatma temayülü. Ama bu uzayan yaz kışın gelmeyeceğine alâmet değil. Kış müthiş olacak kar yolları kapayacak bembeyaz ovada ölülük uzayıp gidecek... Sizi bekliyorum. Sizi göreceğim; içimde bir şey koşacak. Siz görmeden geçeceksiniz. Ben kederle sevinci duyup dalacağım istediğim âleme. Dünyayı yeniden kederlerle kuracağım. Sonra çarşılardan çarşılara insan sesleri arasında her şeyi sizinle kurulmuş bir şehirde dolaşacağım. Herkes geçti siz geçmediniz. Yüzünüzü göremedim. Bayramım çocukluk bayramım salıncaksız geçmiş gibi gözüme yaş doldu. Soğuktan mı titriyordum yoksa heyecandan üzüntüden mi bilmem.

Havuzun suyu bulanık. Kapının saatleri 12´yi geçmiş. Kanepelerde kimseler yok.Tramvay ne fena gıcırdadı! Tramvaydaki adam bir tanıdık mıydı acaba? Ne diye öyle dönüp dönüp baktı?... Yoksa kimselerin oturmadığı kanepelerde bu saatlerde yalnız pek başıboşlar mı oturur? Kimseler âşık değil mi bu şehirde? Kimseler bir meydanın kanepesinde kimseyi beklemeyecek mi yüzünü bir dakika görmek için kimsenin?

Önce yanımdaki kanepeye oturdular. Biri kadın öteki erkekti. Erkek bana gülümsedi. Halim yok gülmeye; yoksa tatlı tatlı gülümsemesine karşılık verilmeyecek adam değildi. Bu selam yerine geçen gülümsemeye neden cevap vermedim? Sizi bekliyordum. Hâlâ sizi bekliyordum. Belki de bugun bu saatte buradan çıkmayacaktınız... Yoksa hasta mıydınız? Bir ara bir başkasında saçlarınızı yürüyüşünüzü seyreder gibi olmuş siz olmadığınızı görünce yeniden merak etmiş üzülmüş; sonra belki de benim burada oturduğumu tahmin etmiştir de öteki kapıdan çıkmıştır şüphesine düşmüştüm. Bu şüpheden çabucak caydım. O kadar ehemmiyet verilmeye değer miydim?

Ya hasta iseniz!... Sanki hasta idiniz. Koşup yatağınızın başucuna gelmiştim. Gözlerinizi açtınız. Alnınız terli idi. İki açık sarı tel terli alnınızın üstüne yapışmıştı. "Ateşim düşmüyor" demiştiniz. Şehre küsmüştüm. Karaborsalardan ilaçlar getirmiştim. İyileşmiştiniz. Rıhtım boyunca yürümüştük. Taze kırmızı idiniz. Alnınız terli idi. Gülüyordunuz. Alay ediyordunuz. Koşuyordunuz yakalayamıyordum. Allah esirgesin! Hasta olmayın!
Dört beş saniye içinde bunları düşündüğümden adamın selamına karşılık vermemiştim. Dört beş saniye bir gecikmeden sonra ben de güldüm. Bunun üzerine adam yerinden kalktı yanıma geldi:
- Bu caminin ismi ne?
Bir türlü bulamadım caminin ismini dersem inanır mısınız? Hâlâ sizinle beraberdim. Hayır hasat filân değildiniz çok şükür! Beni görmemek için arka yollardan gidişinizi görür gibi oldum. İçimi mütevekkil bir sıkıntı sardı. Kızamıyorum size... Dünyaya kızıyorum. En iyi arkadaşıma kızıyorum.
-Yok a...- Bu mayıstan başka her şeye benzeyen soğuk bin dokuz yüz kırk altı mayısına kızıyorum. Size kızamıyorum. Arka sokaklardan beni görmemek için kaçtı ise beni düşünerek gitmiştir diyorum. Hatırladım caminin ismini:
-Beyazıt camii canım!
Kadın da yerinden kalktı. Adamın mühim bir sual sorduğunu cevabının bütün karışık meseleleri halledeceğini bağıran pek mütecessis bir yüzle yanımıza geldi. Yanına oturdu adamın. Bu sefer o sordu:
- Ali Sofya hangisi?
-Şu tarafta... Bir işaretle sol tarafı gösterdim. Anlayamadılar ne taraftadır Ali Sofya... Elimin gösterdiği istikameti bir türlü kestiremediler. Gösterdiğim yerde kocaman binalar birbirini kesen biçen yollar dükkânlar vardı. Oradan Ayasofya´yı nasıl bulacaklar? Ama ne yapsınlar çaresiz kabullendiler. Zahir oralardadır diye akıllarından geçmiş gibi yüzüme baktılar. Son bir defa daha:
“-Her halde ıraktır.” dediler.
“-Yok pek ırak değil.” dedim.
Adam ellisini asmıştı. Toprak rengi yüzünde alışılmamış çizgiler vardı.
“-Bunu getirdim köyden” dedi.
Çarşaflı kadını gösterdi: Sütlaç gibi buruşuk ufacık gözleri ile yanaklarının elmacık kemiklere rastlayan yerleri pırıl pırıl dişleri bembeyaz yüzüne bakınca bir süt kokusu duyar gibi oldum. Bu yüz pembe mi pembe; içinde ne güzel bir kan akıyordu kimbilir...
-Hiç İstanbul görmedi bu. Bakıyor hoşlanıyor da gülügülüveriyor. Hoşlanıyor pek. Biz Lüleburgaz´lıyız. Ben geldim birkaç defa İstanbul´a. Bu gelmemişti. Camileri gezdiriyordum.
- Taksim´e de bir gidin.
- Gideceğiz. Beyoğlu´nu da görürüz ha? O da Taksim´e ulaşmadan değil mi?
- Evet.
- Tramvayla mı gidelim?
- Tramvayla gidin ya!
- Ama biz Tünel´den geçmek istiyoruz.
- Tünel işlemiyor kapalı.
Yaa Tünel kapalı demek... Tünel´in kapalı olmasına beraberce üzülüyoruz. Kadın elinde gazete kâğıdına sarılmış bir şeyi bana gösteriyor:
-Bakır ucuzlamış ucuza aldık.
- Kaça aldınız?
- Kilosuna... ne verdikti?.. 450 kuruştan verdiler. Te bak şuna 310 kuruş verdik. Pahalı değil değil mi?
-325 kuruş verdik. 700 gram geldi.
-Sen beş lira verdin. Ne geri verdi sana bakırcı?
Hesap ettiler. Önce anlaşamadılar. Sonra anlaştılar. 310 kuruşa almışlardı tencereyi. Ben senin gelmen ihtimali olan yola gözlerimi dikmiştim. Onlar hesaplarını yapmış havuzu seyrediyorlar. Ben geçmenizden ümidi kesmişim. Sizi nerede bulabileceğimi: "Bana bakın! Beni dinleyin nolur? Bırakın da bir gün samimî olayım. Söyleyeceklerimi söyletmiyorsunuz. Dinleyeceklerimi dinletmiyorsunuz. Bırakın anlatayım..."
-Bu dibinden mi kaynar?
-Yok canım? Babacığım bu pınar mı? Boruyla içine terkos gelir.
Adam yanındakine dönüyor:
-Borularla doldururlarmış. Dibine boru döşemişler senin anlayacağın.
Bana:
-Pekii hani bu suları fışkırtırmış?..
-Bayramlarda sıcak havalarda... Hava soğuk da ondan fışkırtmıyorlar.
Adam kadına:
-Hava soğuk soğuk da ondan fışkırtmıyorlar anladın mı? Sıcak havalarda fışkırtırlar da insanları serinletir...
Bana da dönüyor:
- Peki... -diyor-. Hani üstüne top korlar da sular lastik topu havaya fırlatır oynatır durur; öyle de yaparlar mı?
Elli yaşında adam ellisine yakın kadın.. fıskiyeler toplar... Onlar benden de çocuk. Seni görememenin sıkıntısı dağılıyor seviniyorum. Kadın eğilip beni dinliyor. Taksim´den öteki camilerden meydanlardan Boğaziçi´nden Kızkulesi´nden söz açıyoruz. Sonunda lakırdılarımız bitiyor. Konuşmuyoruz bir zaman. Ben size bir mısra bulup söylemek istiyorum. Yağmurlu havalardan dağ yollarından katırlardan çıngıraklardan bahseder mısralar yok mu yeryüzünde?
Bu sırada adam kadınına Kızkulesi´ni Haydarpaşa´yı Selimiye Kışlası´nı anlatıyor... Bir ara üçümüz de susuyoruz. Mühim şeyler düşünüyor gibiyiz. Hele ben neler düşünmüyorum: Kapıdan çıkıyorsunuz. Koşa koşa yanıma geliyorsunuz. Kolunuza bile giriyorum. Tam bu sırada adam:
-Kışın donar mı bu su?
Ne diyeyim ben şimdi? Üzüntüm yine dağılıyor:
-Donar diyorum donar da çocuklar üstünde kayarlar.
Kadına dönüyor adam:
-Donarmış; çocuklar üstünde kayarlarmışdiyor. Ne dersin sevgilim Beyazıt Havuzu kışın donar mı? Murtaza çavuşla karısı Hacer anaya ben donar dedim.
Son düzenleyen Safi; 26 Temmuz 2016 23:40
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Ekim 2010       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  Sait Faik Abasıyanık7.jpg
Gösterim: 1632
Boyut:  33.8 KB
"...Çocukluğumdan beri haritaya ne zaman baksam, gözüm hemen bir ada arar; şehir, vilayet, havalı isimlerinden hemen mavi sahile kayar... Robenson Kruzoe'yi okumuşumdur herhalde; unuttum gitti. Onun zoruyle mavi boyaların üstünde bir garip ada ismi okuyunca hülyaya daldığımı sanmıyorum. Romanlar yüzünden adaları sevdiğimi ummuyorum ama belki de o yüzdendir. Haritada ada görmeyeyim. İçimdeki dostluklar, sevgiler, bir karıncalanmadır başlayıverir. Hemen gözlerimin içine bakan bir köpek, hemen az konuşan, hareketleri ağır, elleri çabuk, abalar giymiş bir balıkçı, yırtık muşamba kokusuyla beraber küpeşte tahtaları kararmış, boyası atmış ağır ve kaba bir sandal, sandalın peşini bırakmayan bir kuş, ağ, balık, pul, sahilde harikulade güzel çocuklar, namuslu kulübeler, kırlangıç ve dülgerbalığı haşlaması, kereviz kokusu, buğusu tüten kara bir tencere, ufukları dar sisli bir deniz...
Tabiat; çoğunca dosttur. Düşman gibi gözüktüğü zaman bile insanoğluna kudretini ve kuvvetini tecrübe imkanları veren, yüz vermez bir babadır; fırtınasında kayığını batırdığı zaman yüzmesini, rüzgarında kulübenin damını uçurduğu zaman daha sağlamı, daha hünerliyi bulmayı öğretiyor, canavariyle karşı karşıya bıraktığı zaman adale kuvvetini sınıyordur. Orada, dört tarafı su ile çevrili yerde insanların büyük, sağlam dostluklar, sağlam adeleler, namuslu günler ve gecelerle birbirine sokulmalarını, yardımlaşmalarını buyuran rüzgarlar, fırtınalar, deniz canavarları; kayaları günlerce, haftalarca döven dalgalara ancak tabiatın buyurduğu şekilde yaşanabileceğini, sıkı ve sağlam adalelerin çelimsizlere yardım için, keskin aklın daha kör, daha mülayim, gürültüsüz ve yavaş akla, hatta akılsıza arkadaşlık için verildiğini, çorbanın çorbasızlara taksim edilmek içinmiş gibi koktuğunu öğreten, belki öğretmeden öyle iyi, öyle mübarek anadan doğulduğunu hayal ettiren bir düşünce ile haritalardaki maviliğin ortasında, kocaman kıtaların kenarındaki büyük denizlerin bir tarafına kondurulmuş adalara bakar, kurar dururdum.Yatak odama da bir tane asmışımdır; geceleyin yatmadan evvel okuduğum kitaba inanmazsam, canım sıkılırda gözümü kitaptan kaldırırsam haritaya gözüm ilişsin diye. Haritayı görünce bir nokta ada, ada görünce de hemen fırtınaları, rüzgarları, uğultuları, köpekbalıklarını, sonra birdenbire adanın namuslu insanlarını hatırlayıveririm. Haritada herhangi kargacık burgacık bir şekil almış adalara, karasevdalıya kurşun döken bir ihtiyar kocakarının aklı veya sezişleriyle dalar, bir şeyler bulup çıkarırım ya, daha çok şekilsiz, ancak bir nokta gibi gözüken adalar merakımı çeker.
Bir gece, ansızın bir motor, katranlı bir iskeleye yanaşır. Işıkları kan portakalı kırmızılığında yanan haritadaki nokta adaya çıkıveririm. Hemen üç günlük sakalı pırıl pırıl, beyaz, orta yaşlı bir adam, yakaları kalkık, gocuklu bir paltoya gömülmüş yüzüyle gülerek yanıma yaklaşır.
- Geldin mi, kardeş? - der.
- Geldim ağam - derim.
- Artık gitmeyeceksin ya?
- Aah - derim -, bir daha mı?... Bir daha mı?...
- Adamızdan iyisi yoktur.
- Yokmuş ağabey - derim.
- Babam sizlere ömür...
Gözümüz bulanmış, tahta havalesinden hiç gözükmeyen bahçeli bir eve gireriz. Bir asma çardağı altından geçeriz.
- Ben bir elimi yüzümü yıkayayım hele... -der, eve girmeden sağ kolda bir çeşme vardır, hatırlayıverir yönelirim.
Heyecandan, üzüntüden, utançtan, titreye titreye yüzüme suyu çarpa çarpa yıkanırım. İki üç kişi boynuma sarılır. Komşular seslenir. Ürkütülmüş tavuklar bağırır, anam ağlar, ağam ekmek keser, bacım bardağı doldurur, ben duvardaki ağları seyre dalarım.- Hava bugün lodos muydu ağabey? - derim.
- Başlarken lodos başladı. İkindiye doğru batıya çevirdi. Şimdi batı karayelden esiyor ama çevirecek, karayele çevirecek.
- Sonu kar mıdır ağabey, karayelin?
- Geldiğin yerlere kar, ama bize pek yağmaz... Sen nasılsın bakalım? Rengin iyi maşallah! - Çok şükür ağabey!... Köy nasıl?
- Bildiğin gibi kardeş! Hep öyle... Çocuklar iskambile dadandı; başka bir kusurcukları yok.- Parasına mı oynarlar ki?
- Yok be anam! Para nerde ki, parasına oynasınlar. Balığına oynarlar, misinasına oynarlar, çaparisine oynarlar, olta iğneciğine oynarlar. Hele oynaya görsünler parasına da...Hani Frenklerin "l'enfant prodique" dedikleri bir oğlan vardır. Ben o çocukmuşum; israftan, delilikten serserilikten dönmüşüm gibi olurum yatağımın içinde. Işığı söndürmemle uykumun başlangıcı arasına güneşli bir sabah, kayıklar, bütün bir balıkçı köyü halkı dolar. Kalkık uçları çiçekle balık resimli çifte kayıklar, bir anda uzaklaşır.Bugün deniz, yüz veren bir anne gibidir. Bu kadar naz etmemeli, bu kadar yüz vermemeli, bu kadar ışıklı, bu kadar sakin, bu kadar lastik çizme gibi pırıl pırıl olmamalı deniz. Bunun yarını var. Dalga kırık cam parçaları gibi keskin ve soğuk vurduğu zaman olacak, o canavar su, baştan girip kıçtan çıkacak...
Şimdi namuslu insanların arasında başım önüme eğilmiş, gülmeden, eğlenmeden, müsamaha dolu, kötülüğü göz kırpışından anlayınca cesaretten canavar kesilecek bir insan haliyle sessiz, sakin, ağzına vur lokmasını al bir halde balığa çıkacak, iyiliklere hasret duya duya, ömrümün sonunu, burada kesik bir son nefesle bahtiyar bitirecektim. Sonbahar uzun ve güzel geçti. Çardaklardaki yapraklar kırmızının en son haline doğru ağır ağır, kızara kızara, kırmızının renk oyunları içinde, düşmeden evvel ne kadar sallanıp durdular.İnsanlara ağır ağır sokulmaya çalışıyordum. Babadan kalma ev, anamın sayesinde gürül gürül işliyordu. Ben de, orada kafamı kuma sokmuş deve kuşu gibi oldum önce. Artık bütün günümü ve gecemi burada geçirecektim. Etrafımı çeviren insanların hepsini kendimden çok iyi, çok namuslu, hani demin söylediğim evine dönen müsrif çocuk ruhuyla seyrediyordum. Niyetim, yazı yazmak bile değildi. Balığa çıkacaktım. On kuruşa kahve, yirmi kuruşluk köylü cigarası içecektim. Kaybettiğim her şeyi; insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, dostluğu, alın terini, sessizliği yeniden bulacak; belki yeniden bir adam olmasam bile bir temiz hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecektim. Aklıma ara sıra esen yazmak arzusunu, arzusunu değil kötü huyunu, bu tek kötü huyu muvaffakiyetler, şöhretler düşünmeden, "düşünürsem Allah canımı alsın!" düşüncesiyle yeniden bulabilirsem, kalemsiz kağıtsız dağlara fırlayacak, balığa çıkacaktım. Yazmayacaktım. Biliyordum ki, insanlar beni pek sevmeyeceklerdi. Bir adam ki onlar gibi değildir. Balığa çıkacak olsam, "Koca evi barkı var. Ne *** yemeye balığa çıkar? Deli midir nedir? Pay da almaz" diyeceklerdi. "Baba fırını has çıkaran enayi, çalışmıyor, bereket ki anası var, yoksa satar savar, sürünür" diyeceklerdi. Hiç bir zaman yeniden damla damla, dakikalari duya duya, sıkıla patlaya; rüzgarı, balığı, denizi, ağı, seve seve, ölümü beklediğimi bilemeyeceklerdi.Ne zararı vardı? Ben onları hayalimde adanın insanları ile ölçe ölçe, en büyük kusurlarını müsamahasızlıklarında bularak mahcup sevecek; bir cigara, bir ada çayı, bir kağıt oyunu ile rüzgarlı günü bitirdikten sonra yatağıma yeni doğmuşçasına günahsız, hatıraları kova kova; iyileri, kahramanları, namusluları, hak yemezleri, alın teri ile sert tabiatten kavga ve dostlukla ekmeğini çıkararak, birbirlerine fedakarlıklar ederek yaşayanları seyirden duyduğum hazla derin ve rüyasız bir uykuya dalacaktım. Sabahleyin yine rüzgarla, yağmurla uyanacaktım. Camları buğulu bir kahvenin içinde nasırlı, yüzleri güneş ve rüzgarla çizgili insanların arasında, bugünü de bir günah, daha doğrusu bir kötülük işlemeden bitirecektim.Onların arasına seyirci sıfatıyla sessizce karışarak oldukça mesut yaşadım. Şehre bile inmiyordum. Her şey tahayyül ettiğim gibiydi. Yalnız pay meselelerinde çirkin hadiseler geçtiğini işitiyor, onu da duymamazlığa geliyordum.
Bir sabahtı. Kayık, hülyalarımdaki gibi balıktan dönmüştü. Çevaleler vapura verilmişti. Şimdi ağları denize çarpa çarpa yıkıyorlardı.
Balıkhanede hiç tutmayan, fiyat bile verilmeyen on, on beş dülgerbalığı, kayığın küpeştesinde hala canlı, ince, zar gibi kanatlarıyla titreşiyorlardı. Biraz sonra, işlerini bitirmiş olacaklar, hepsi orta parmaklarına birer dülgerbalığı takarak çekip gideceklerdi. Umduğum gibi dülgerbalığı çorbası çok evlerde tütecekti.
Kayığı temizleyenler sekiz kişi idi. Yedisi bizim adadandı. Sekizincisi zayıf, sarı, hastalıklı adamı hiç görmemiştim. Ne kadar dostça, ne kadar içten bir sevgi ile çalışıyordu.Balığın bol çıkmaya başladığı duyulduğu zaman, dışarıdan da insanlar gelirdi. Dışarıdan ırıba katılanlar pay almazlardı. Irıp tayfası ile reis, gönüllerinden ne koparsa o kadar balık verirlerdi kendilerine.
O adam da dülger alabilmek, bu balığı hak edebilmek için elinden geleni yapıyordu. Nihayet iş bitti. İki büyük dülgerbalığını reis kıç altına attı. Tayfalardan birine:
- Bunu bize götür sonra - dedi -, ötekileri pay yap.
Üçer tane alanlar oldu. Dışarıdan gelen, bir tane versinler, diye bekledi. Yüzünde tatlı bir gülümseme ve çalışmaktan doğabilmiş hafif kırmızılık vardı. Bu kırmızılık, pay dağıtan adamın elinde tek balık kalıncaya kadar adamın yanağında durdu. Sonra birden bire uçtu. Yüzündeki gülümseme önce tehlikeli bir halde dondu. Sandım ki böyle, bütün ömrünce böyle donuk bir tebessümle kalıverecek adam. Etrafına bakındı. Kendine bakan birini gördü. Gülümseme birdenbire yüzünde bir meyva gibi çürüyüverdi. Gözleri hayretle büyüdü. Son balığı, kayıktaki adam rıhıma fırlatmıştı. Adamın yüz ifadeleri nerede ise yine eski temiz, memnun halini, taze meyva halini alıverecekti. İki adım attı. Elini balığa doğru uzatmak üzere eğildi. Ama ötekilerden, baş parmağına irisinden bir tane dülgerbalığı takmış birisi, kocaman çizmeli ayağını dülgerbalığının sırtına bastı. - Ne o? - dedi - , hemşerim. Dur bakalım. Dağdan gelip bağdakini kovmayalım. Adam elini çekti. Bir şey söylemedi. Söyleyemezdi. Söyleyecek halde değildi. Rıhtım kahvesine doğru yürüdü. Dışarıdan kahvenin önündeki seyircilerden biri seslendi:- Bırak yahu! O adam da çalıştı. Veriver bir tane, ne olur? Kalkmış nerelerden gelmiş işte.- Ne yapalım, gelmesinler. Kırmızı götlü ile davet mi ettik onları? O balığın iki buçukluğu var. Balık çıkmadığı zaman yanaşmıyorlar ağı temizlemeye hiç. Yağma yok hemşerim!Kayıktakilerin hiç biri kalkıp da:
Ayıptır yahu ver adama - demedi.
Bir ikisi, en umduklarım konuşacak gibi oldular. Bekliyordum. Şimdi umduklarımdan birisi payına düşeceklerden birini, en küçüğünü adama doğru fırlatacak diye bekledim. Reis kahvenin önünde kahvesini öttürüyor, kayığın asıl tayfasına keyifle bakıyordu. Hadiseye karışan adam:
- Ayıp yahu - dedi - , ayıp!
Bu sefer konuşacaklarını, hatta paylarına düşen balıklardan en küçüğünü fırlatacaklarını sandıklarımdan birisi:
- Sen karışma bakalım babalık! Fazla söylenmeye başladın. Ayıp ne demek? Ayıp yorgan altında. - Babanızın malı mı bu deniz, sizin?
- Onun babasının malı mı?
- Değil ama, gelmiş kayığınızda çalışmış bir kere.
- Kim gel de, çalış demiş ona, gelmeseydi.
-Balık verilmemiş adam, kahvenin iskemlesine çökmüştü. Kahveci başına dikilmişti. Kahveciye:- Kalkacağız, kalkacağız - dedi.
Ayağa kalktı. Kendisi için laf işitmiş adama:
- Zararı yok hemşerim - dedi -, zararı yok. Vermesinler istemez.
Gözüken vapura doğru yürüdü. Küçük adımlarla bir Şarlo gibi seğirterek uzaklaştı.Söz vermiştim kendime, yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım."
Sait Fâik Abasıyanık
Son düzenleyen Safi; 26 Temmuz 2016 23:41
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Ekim 2010       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  Sait Faik Abasıyanık6.jpg
Gösterim: 1877
Boyut:  41.8 KB

Sait Faik Abasıyanık (1906 - 1954)


1906 yılında Adapazarı'nda dünyaya geldi. Babası Mehmet Faik Abasıyanık, kereste, ceviz kütüğü üzerine iş yapan bir tüccardı. Dedesi Sait Ağa'nın Adapazarı'ndaki kahvesi, aydın kişilerin toplantı yerdi. Annesi Makbule Hanım, Adapazarı'nın ileri gelenlerinden Hacı Rıza Bey'in kızıdır. İstanbul Erkek Lisesi'nin onuncu sınıfından Bursa Lisesi'ne geçerek oradan mezun oldu. Bir süre Edebiyat Fakültesi’nde okudu. Babasının isteği üzerine ekonomi tahsili için İsviçre’ye gitti. 15 gün sonra Fransa’ya geçti. 3 yıl orada yaşadı. Geri dönünce, aile mesleği olarak ticaretle uğraştıysa da başarılı olamadı. Fransa'dan döndükten sonra kısa bir müddet Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi'nde Türkçe grup dersleri öğretmenliği yaptı.

Bütün ömrünü, bazan Şişli'de Bulgar Çarşısı'ndaki apartmanında, çoğu zaman da Burgaz Ada'daki köşklerinde annesi ile geçirdi. Evlenmedi. 11 Mayıs 1954 Salı günü sirozdan ölmesinden sonra evi, müze haline getirildi. Annesi bir Sait Faik Hikaye Armağanı düzenledi. Şiir, roman ve hikâye türlerinde eser vermiştir.

Dülger Balığının Ölümü


Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine kadın kulaklarına kadın göğüslerine takılmağa değer. Nedir o elmaslar yakutlar akikler zümrütler şunlar bunlar?...

Mümkün olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon balıklar şan ü şeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez öyle ki büzülmüş böceklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle parıltılı yanar döner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman dişsiz ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz.

Vücudu kirlice esmer renkte demiş miydim?
Rum balıkçıların hrisopsaros -Hristos balığı- dedikleri bu balık vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel Akdeniz'de dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin Beni İsrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser biçer; doğrar mahmuzlar; takar yırtar; kopararır atar; çeker parçalarmış. Akdeniz'in en gözü pek; insandan hayvandan fırtınadan yıldırımdan belâdan işkenceden yılmaz korsanı dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş.

İsa günlerden bir gün deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. "Ne oluyorsunuz?" diye sorunca balıkçılara; "Aman" demişler balıkçılar "elâman! Elâman bu canavardan! Sandalımızı kırdı arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü balık tutamaz olduk açlıktan kırılırız."

İsa yalınayak başı kabak dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş eğilmiş kulağına bir şeyler söylemiş...

O gün bu gündür dülger balığı denizlerin görünüşü pek dehşetli fakat huyu pek uysal pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye kesere eğriye kerpetene destereye eğeye benzer çıkıntıları kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı.

Bütün bu alat ü edavatın dört yanını şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmiştir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır rengi koyulaşır bir balık kuyruğunun biçimini alır.

Oltaya tutuldu muydu dünyasına sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kimbilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya sesini! Bir o bir de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer soluğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın küstüğünün resmidir dülger balığının.

Bir gün balıkçı kahvesinin önündeki; yarısı kırmızı yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamandı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik ipekten bile yumuşak zarları titreyip duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet bu bir oyundu. Bir görünmez iç rüzgârının oyunuydu. Vücutta görünüşte hiçbir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme hakikatte bir ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu rüzgâr rüzgâr bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamışcasına.

Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte böyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle saadetle dolduruyordu. Ancak balığın ölmek üzere olduğu düşünülürse bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama insan yine de bu anlam’a almamağa çalışıyordu. Belki de bu harikulâde tatlı bir ölümdür. Belki de balık hâlâ suda derinliklerde bulunduğunu sanıyordur. Karnı tok sırtı pektir. Akşam olmuştur. Denizin dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta dişi yumurtaları üstte erkek tohumları sallanıyor sallanıyor sallanıyordu. Vücudunu bir şehvet anı sarmıştır… Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde ağır ağır ağarmağa rengini atmağa hem de beyaz kesilmeğe giden bir hal almağa başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeğe dikkatli bakmağa lüzum kalmadan yanılmadığımı anladım.

Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmağa balik da git gide saniyeden saniyeye pek belli bir halde beyazlaşmağa başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.

Artık her seyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti.. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak ne karanlık sulara koyu yeşil yosunlara gömülmek… Ne sabahları birdenbire yukarılardan derinlere inen serin aydınlıkta uyanıvermek günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak habbeler çıkarmak yüze doğru fırlamak… Ne yosunlara canlı yosunlara yatmak ne akıntılarla âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak yıkanmak vardı. Her şey bitmişti:

Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık su hava dediğimiz gaz suya alışmağa çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa alışması mümkündür gibime geldi.

Bu iki saat süren ölüm halini dört saate dört saati sekiz saate sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum.

Onu atmosferimize suyumuza alıştırdığımız gün bayramlar edeceğiz. Elimize görünüsü dehşetli korkunç çirkin ama aslında küser huylu pek sakin pek korkak pek hassas iyi yürekli tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak önce katlanacak. Onu şair küskün anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını ertesi gün sevgisini üçüncü gün korkaklığını sükûnunu kötüleyecek canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa’nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini mahmuzları kerpeteni eğesi testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.
Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir firsatı kaçırmayacağız.
Son düzenleyen Safi; 26 Temmuz 2016 23:40
ener - avatarı
ener
Ziyaretçi
15 Aralık 2010       Mesaj #8
ener - avatarı
Ziyaretçi

SEMAVER


Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın.
Ali nihayet iş bulmuştu. Bir haftadır fabrikaya gidiyordu. Anası memnundu. Namazını kılmış, duasını yapmıştı. İçindeki Cenabı Hak'la beraber oğlunun odasına girince uzun boyu, geniş vücudu ve çok genç çehresi ile rüyasında makineler, elektrik pilleri, ampuller gören, makine yağları sürünen ve bir dizel motoru homurtusu işiten oğlunu evvela uyandırmaya kıyamadı. Ali işten çıkmış gibi terli ve pembe idi.
Ad:  semaver.jpg
Gösterim: 1945
Boyut:  32.3 KB

Halıcıoğlu'ndaki fabrikanın bacası kafasını kaldırmış, bir horoz vekarıyla sabaha, Kâğıthane sırtlarında beliren fecri-kâzibe bakıyordu. Neredeyse ötecekti.

Ali nihayet uyandı. Her sabah yaptığı gibi yorganı kafasına büsbütün çekti. Anası yorgandan dışarıda kalan ayaklarını gıdıkladı. Yataktan bir hamlede fırlayan oğluyla beraber tekrar yatağa düştükleri zaman bir genç kız kahkahasıyla gülen kadın mesut sayılabilirdi. Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler? Anasının çocuğundan, çocuğun anasından başka gelirleri var mıydı? Yemek odasına kucak kucağa geçtiler. Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver, ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.

Sabahleyin Ali'nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler. Halıcıoğlu'ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliç'i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Alimiz biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektrik amelesi için hassasiyet, Haliç'e büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar.

Ali annesinin elini öptü. Sonra şekerli bir şey yemiş gibi dudaklarını yaladı. Annesi gülüyordu. O annesini her öpüşte, böyle bir defa yalanmayı âdet etmişti. Evin küçük bahçesindeki saksıların içinde fesleğenler vardı. Ali birkaç fesleğen yaprağını parmaklarıyla ezerek avuçlarını koklaya koklaya uzaklaştı.

Sabah serin, Haliç sisli idi. Arkadaşlarını sandal iskelesinde buldu; hepsi de dinç delikanlılardı. Beş kişi Halıcıoğlu'na geçtiler.

Ali bütün gün zevkle, hırsla, iştiyakla çalışacak. Fakat arkadaşlarından üstün görünmek istemeden. Onun için dürüst, gösterişsiz işliyecek. Yoksa işinin fiyakasını da öğrenmiştir. Onun ustası İstanbul'da bir tek elektrikçi idi. Bir Alman'dı. Ali'yi çok severdi, İşinin dalaveresini, numarasını da öğretmişti. Kendi kadar usta ve becerikli olanlardan daha üstün görünmenin esrarı çeviklikte, acelede, aşağı yukarı sporda, yani gençlikte idi.

Akşama, arkadaşlarına yeni bir dost, yeni bir kafadar, ustalarına sağlam bir işçi kazandırdığına emin ve memnun evine döndü.
kucakladıktan sonra karşı kahveye, arkadaşlarının yanına koştu. Bir pastra oynadılar. Bir heyecanlı tavla partisi seyretti. Sonra evinin yolunu tuttu. Anası yatsı namazını kılıyordu. Her zaman yaptığı gibi anacığının önüne çömeldi. Seccadenin üzerinde taklalar attı. Dilini çıkardı. Nihayet kadını güldürmeye muvaffak olduğu zaman, kadıncağız selam vermek üzere idi.

Anası:
-- Ali be, günah be yavrum, dedi. Günah yavrucuğum, yapma!
Ali:
-- Allah affeder ana, dedi.
Sonra saf, masum sordu:
-- Allah hiç gülmez mi?

Yemekten sonra Ali, bir Natpinkerton romanı okumaya daldı. Anası ona bir kazak örüyordu. Sonra yükün içinden lavanta çiçeği kokan şilteler serip yattılar.
Anası sabah namazı okunurken Ali'yi uyandırdı.
Kızarmış ekmek kokan odada semaver ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya benzetirdi. Onda yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.

Ali'nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi geldi. Sabahları oğlunun çayını, akşamları iki kap yemeğini hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu. Fakat yüreğinin kenarında bir sızı hissediyor; buruşuk ve tülbent kokan vücudunda akşamüstleri merdivenleri hızlı hızlı çıktığı zaman bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu.

Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş, o çöküş.

Ali annesinin kendisini bu sabah niçin uyandırmadığına hayret etmekle beraber uzun zaman vaktin geciktiğini anlayamamıştı. Fabrikanın düdüğü, camların içinden tizliğini, can koparıcılığını terk etmiş ve bir sünger içinden geçmiş gibi yumuşak, kulaklarına geldi. Fırladı. Yemek odasının kapısında durdu. Masaya elleri dayalı uyuklar gibi vaziyetteki ölüyü seyretti. Onu uyuyor sanıyordu. Ağır ağır yürüdü. Omuzlarından tuttu. Dudaklarını soğumaya başlamış yanaklara sürdüğü zaman ürperdi.
Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız olmayacak. O kadar, muvaffak olmuş bir aktör.

Sarıldı. Onu kendi yatağına götürdü. Yorganı üstlerine çekti; soğumaya başlayan vücudu ısıtmaya çalıştı. Vücudunu, hayatiyetini bu soğuk insana aşılamaya uğraştı. Sonra, âciz, onu köşe minderinin üzerine attı. Bütün arzusuna rağmen o gün ağlayamadı. Gözleri yandı, yandı, bir damla yaş çıkarmadı. Aynaya baktı. En büyük kederin karşısında, bir gece uykusuz kalmış insan çehresinden başka bir çehre almak kabil olmayacak mıydı?
Ali birdenbire zayıflamak, birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde müthiş bir ağrı ile iki kat oluvermek, hemen yüz yaşına girmiş kadar ihtiyarlamak istiyordu. Sonra ölüye bir daha baktı. Hiç de korkunç değildi.

Bilakis çehre eskisi kadar müşfik, eskisi kadar mülayimdi. Ölünün yarı kapalı gözlerini metin bir elle kapadı. Sokağa fırladı. Komşu ihtiyar hanıma haber verdi. Komşular koşa koşa eve geldiler. O fabrikaya yollandı. Yolda kayıkla giderken, ölüme alışmış gibi idi.
Yan yana, kucak kucağa, aynı yorganın içinde yatmışlardı. Ölüm munis, anasına girdiği gibi onun bütün hassasiyetini, şefkatini, yumuşaklığını almıştı. Yalnız biraz soğuktu. Ölüm bildiğimiz kadar korkunç bir şey değildi. Yalnız biraz soğuktu o kadar...
Ali, günlerce evin boş odalarında gezindi. Gece ışık yakmadan oturdu. Geceyi dinledi. ******* düşündü. Fakat ağlayamadı.

Bir sabah yemek odasında karşı karşıya geldiler. O, yemek masasının muşambası üzerinde sakin ve parlaktı. Güneş sarı pirinç maddenin üzerinde donakalmıştı. Onu kulplarından tutarak, gözlerinin göremeyeceği bir yere koydu. Kendisi bir sandalyeye çöktü. Bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. Ve o evde o, bir daha kaynamadı.
Bundan sonra Ali'nin hayatına bir salep güğümü girer.

Kış Haliç etrafında İstanbul'dakinden daha sert, daha sisli olur. Bozuk kaldırımların üzerinde buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe gidenler; mektep hocaları, celepler ve kasaplar fabrikanın önünde bir müddet dinlenirler, kocaman bir duvara sırtlarını vererek üstüne zencefil ve tarçın serpilmiş
salep içerlerdi.

Yün eldivenlerin içinde saklı kıymettar elleri salep fincanını kucaklayan burunları nezleli, kafaları grevli, ıstıraplı pirinç bir semaver gibi tüten sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler, kasaplar ve bazan fakir mektep talebeleri kocaman fabrika duvarına sırtlarını verirler; üstüne rüyalarının mabadi serpilmiş salepten yudum yudum içerlerdi.
Son düzenleyen Safi; 26 Temmuz 2016 23:45
_EKSELANS_ - avatarı
_EKSELANS_
Kayıtlı Üye
14 Ocak 2011       Mesaj #9
_EKSELANS_ - avatarı
Kayıtlı Üye
1906 yılında Adapazarı'nda dünyaya geldi. Babası Mehmet Faik Abasıyanık, kereste, ceviz kütüğü üzerine iş yapan bir tüccardı. Dedesi Sait Ağa'nın Adapazarı'ndaki kahvesi, aydın kişilerin toplantı yerdi. Annesi Makbule Hanım, Adapazarı'nın ileri gelenlerinden Hacı Rıza Bey'in kızıdır. İstanbul Erkek Lisesi'nin onuncu sınıfından Bursa Lisesi'ne geçerek oradan mezun oldu. Bir süre Edebiyat Fakültesi’nde okudu. Babasının isteği üzerine ekonomi tahsili için İsviçre’ye gitti. 15 gün sonra Fransa’ya geçti. 3 yıl orada yaşadı. Geri dönünce, aile mesleği olarak ticaretle uğraştıysa da başarılı olamadı. Fransa'dan döndükten sonra kısa bir müddet Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi'nde Türkçe grup dersleri öğretmenliği yaptı.
Bütün ömrünü, bazan Şişli'de Bulgar Çarşısı'ndaki apartmanında, çoğu zaman da Burgaz Ada'daki köşklerinde annesi ile geçirdi. Evlenmedi. 11 Mayıs 1954 Salı günü sirozdan ölmesinden sonra evi, müze haline getirildi. Annesi bir Sait Faik Hikaye Armağanı düzenledi. Şiir, roman ve hikâye türlerinde eser vermiştir.
Ad:  Sait Faik Abasıyanık8.jpg
Gösterim: 3589
Boyut:  32.3 KB

Sait Faik Abasıyanık hikayelerinin özellikleri


Sanat aslında insandır`diyen Sait Faik, eserlerinde genel anlamıyla insanı işlemiştir. Konusu da, kaynağı da, malzemesi de, duygusu da insandır. Onda güneş gören bir evin insana açılan bütün pencereleri vardır. Dülger balığını anlatırken bile aslında insanı konu edinir. Dülger balığının içine, insanı öyle titiz bir ustalıkla yerleştirmiştir ki, bundan etkilenmemek mümkün değildir. Bu duruma yol açan etkeni, Sait Faik`teki dinmez insan sevgisine bağlamamız oldukça yerinde olacaktır. O, hayatı insan temelinde algılar. Bütün yollar insana uzar onun anlayışında. Her şey insan için vardır, insansız dünya ve hayat anlamsız olacaktır: `İnsansız hiçbir şeyin güzelliği yok, her şey onun sayesinde onunla güzel. Bu dakikada, bu günün güzelliği gökte ay, uzakta güneşin bir billur bahçe gibi pırıltısı; hiçbir şey değil.`

`İnsanın kendisinin odak noktası olmadığı hiçbir öz yoktur` der edebiyat kuramcısı Georg Lukacs. Sait Faik`in temel hareket algısı Lukacs`nın savının özü şeklinde işliyor. O, insana aşıktır. Hatta yer yer Sait Faik`in insan sevgisi, bana aşırı gelen hümanist çığlıklarla bile doludur. Bu durum kanımca yazarın, hayatı var oluş çağrısının uzağında yaşamasıyla özetlenebilir. Bunda modern zamanları hatırlatan ince bir fark vardır.

Sait Faik`in toplumsal bakışı da yine insan teki üzerinden işler. Aslında insanı vermekle toplumu verdiğine inanır. Bireyin kişisel sorunlarını, iç sıkıntılarını, duygularını, sevinçlerini, kızgınlıklarını işleyerek, insan teki üzerinden toplumsal yaklaşımın toplu fotoğrafını çekmiş olur.

Sait Faik`in bireyciliği, `nevi şahsına münhasır bireyciliktir` dememiz bizi yanıltmayacaktır. Dış anlatımla gerçeküstü anlatımın birleşmesi Sait Faik`in hikayesinin temel noktalarından biridir. `Havada Bulut` hikayesindeki insan özüne odaklanan tavrı aynı düzlemde devam eden; `Haritada bir nokta`, `Ermeni balıkçı ile topal martı`, `Dülger balığının ölümü` gibi hikayelerinde de fazlasıyla görülebilir. Bu hikayelerdeki gerçeküstü anlatım da dikkate değerdir.

Yazar tek başına bir insandır, yalnızdır. Özgün sanat yapıtlarının, sanatçıların istemli yalnızlıklarının tetiklemesiyle ortaya çıktığını düşünürsek Sait Faik`in yalnızlığı, diğer sanatçılar gibi ona da sanat ürünleri hediye etmiştir. Ancak Sait Faik, mütemadiyen yalnızlığından sıyrılıp insanlar arasına kaçmak istemiştir. İnsanların yanına gitmiş ve her seferinde orada birilerini bulabilmiştir. Kahvecilerle kahve pişirmiş, balıkçılarla balık tutmuş, onlar gibi konuşmuş, onlar gibi yaşamıştır. Onlar gibi yaşaması, yani içimizden biri gibi yaşaması Sait Faik`in, insan tavrını yakalamasını kolaylaştırmıştır. İnsan tavrını kolayca ele geçiren Sait Faik, hikayelerinde de bunu yine kolayca yansıtabilmiştir.

Hikayelerindeki şiirsel anlatım, birçok şairi kıskandıracak ustalıktadır. Hikayelerinde zaman zaman, şiir mi yoksa hikaye mi okuduğunu unutturabilecek satırlarla karşılaştırır okuyucuyu. Sait Faik`i okurken; `Elinin üstündeki mavi damarlar bir dostluk denizine akıyordu`, `Şu Sirkeci`nin otelleri her Anadolu kasabasından eşya ve merhaba taşır`, `İstanbul`da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana aşıkım` gibi yüzlerce şiir mısrasıyla karşılaşmak mümkündür.

`Kalinikhta` hikayesindeki; `Yanıma baktım kimseler yok. Az önce çevrem insan doluydu. Köpekler havlıyor, ağaçlar hışırdıyordu. Bir ırmak akıyordu kulağımın dibinden. Ağaçlar suları yıkıyordu. Hayvanlar insanları öpüyordu, köpekler konuşuyor insanlar havlıyordu. Gökyüzü sarıydı.` Bu paragraf öyle sanıyorum ki başlı başına Sait Faik`in şiirsel üslubunu anlatmak için yeterlidir.

Albert Camus; `Yaşama umutsuzluğu olmasa, yaşama sevgisi de olmaz` diyor bir kitabında. Bu durum Sait Faik`in eserlerinde sıkça karşılaştığımız bir anlayıştır. Eserlerinde, umutsuzluk teması en az umut teması kadar geçmektedir.

Sait Faik`in hikayelerinde, durum ve olaydan çok izlenim vardır. İzlenim önemlidir. Bir günün ya da bir olayın izlenimi... Yine eserlerinde sıkça karşılaştığımız durum ruhsal çözümlemelerin fazla olmasıdır. Konudan çok, izlenim kendisini dikkatle takip ettirir. Bazen olay tamamen ikinci planda kalır, bunun yerine insanın içyapısının anlatımı tercih edilir.

Eserlerini daha çok konuşma diliyle yazması ve iç monologlara oldukça fazla yer vermesi, kendi döneminde Sait Faik`in ayırt edici özelliği olarak okunabilir. Hikayelerindeki kişilerin eylemleri, genellikle iç tedirginlikle oluşur. Oluşmak; bu da yazarın dış görüntüden çok içe dönük izlenimlerin peşinde olan bir sanatçı oluşuyla açıklanabilir.

Hikayelerindeki karakterler fazlasıyla canlıdır. Bu fazlalık, hikayelerinin hayatın herhangi bir bölümünde soluk alıp vermesine olanak sağlıyor. Kitabın kapağını kapattıktan sonra, odadan çıkarken yeni tanıştığınız bir Sait Faik karakteriyle karşılaşmanız işten bile değil. Karakterlerinin `diri` olması, sokakta karşılaştığımız ya da muhtemel karşılaşacağımız izlenimini bırakması hikayenin kaynağının yine sokakta olduğunun bariz ispatıdır.

Sait Faik`in kent ve kalabalık temalı hikayelerinde kişi sayısı da oldukça fazladır. Buna karşın sesli bir yalnızlığı içeren -şimdilik `kasaba` diyelim- hikayelerinde kişi sayısının azlığı göze çarpar. Ayrıca hikayelerindeki ölüm vurgusunun yalnızca ölümü içinde hissetmeye başlayan hasta bir adamın ölme korkusundan kaynaklandığını söyleyemesek bile, bu ağırlığı bir kenara not etmemiz gerekir. Bozulan sağlığıyla birlikte son yıllarındaki bunalımlı dönemlerini buna bağlamak, hikayelerindeki ölüm temasının inceden inceye ölüm korkusuyla beraber işlenmiş olduğu kanısını yakamıza iliştiriverir.
Son düzenleyen Safi; 26 Temmuz 2016 23:42
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Mart 2011       Mesaj #10
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

KIRMIZI YEŞİL


Kıyısına tuz ileten rüzgarı
balıkların yüzdüğünü duyarım
Dinlerim yosunların konuştuğunu
midyelerin ağladığını.
Aşkın bir kanadı vardır kırmızıdır
delinir
kan akar.
Bir kanadı var
zehir yeşili...

SÖZ AÇINCA


Fırtınaları ayağınıza
Meltemleri saçınıza yollayacağım.
Yakamozlar tırmanacak göğsünüze
Martılara söyleyeceğim gelsinler.
Sivriada'nın boz tavşanları
Kulağınıza fısıldayacak.
Sandalsız balıkçılar da gelecek.
Ay ışığını
Martının sırtından alıp
Akşam üstlerini
Kordela balığından
Karabataklardan karanlığı
Ben alıp getirsem...

Nisan yağmurları yağmış Levent'e
Onlar tanıklık etsinler olmazsa.
Nisan yağmurları tane tane.
Benden yana konuşacaklar bakın
Cümle balıkçılar
Karidesler, pavuryalar, böcekler
İstakozlar.

Akdeniz adalarına haber yolladım
Sardunya Adası benden yana çıkacak
Yırtık yelkenler benden yana.
Benden yana bu yas dökülmüş sandallar
Medarı Maişet, Şemşiri Hücum, Maksut Kaptan
Ceylanı Bahri, Denizkızı, Bereket motorları benden yana.

Ama ben yine de tavşanları
Sivriada'nın boz renkli tavşanlarını
Kimselere değişmem.
Onları göndereceğim kulağınıza
Fısıldamaya
Meremet yapan Ermeni kadınları var ya Kumkapı'da.

Arslan gibi kadınlar
Memelerinden sert balıkçılar süt emmiş
Ak düşmüş saçlarına erkek yürekleri açılmış.

Meremet yapan kadınlar
Onlara da açtım bu sevdadan.
Hepsi
Marmara
O canım su
Sivriada
O yalnızlık, kimsesizlik, balıkçının hürriyet heykeli.

Dülger balığı
O canavar görünüşlü
O uysal balık.
O sandallar, o tavşanlar, o motorlar
Hepsi hepsi gelecekler.
Deniz diplerinden yakamozlar
Dikenleri batan süngerler
Hepsi hepsi gelecek.
Benim için konuşmaya, dinlersen
Onlara da açtım bu sevdadan.

BİR MASA


Bize bir masa ayır Yankimu
Aleksandra'mla benim için
Bir masa.
Üstü çiçeksiz
Örtüsü gazeteden
Şarabı aşktan
Hem hülyadan.
Aleksandra'm mızıka çalsın
Siyaha çalar parmaklarıyla
Güftesi bayağı şarkılar
Adi havalar.
Meyhane acı zeytinyağı koksun
Sen hoşnut ol Yanakimu.

MEKTUP


I
Vapurun dümen yerinde çaldığım ıslık
Yağmurlu güvertedeki türküm
Sana yaklaşmaya vesiledir
Yoksa canım, seni unutmak için değil.
Senden sonra ancak anlaşılır
İnsanoğluna öğretilen yalanlar.
Senden sonra anlaşılır ancak
Boşluğu herşeyin.
Seninle beraberdir dolu kadehler
Şaraplar seninle aziz
Cigaralar seninle tüter
Ocaklar seninle yanar
Yemekler seninle yenir.

II

Senden bahis açılmadıkça susmak isterim
Senden bahis açılmaya vesiledir.
Kınalıada, vapur, deniz, yunus
Şimdiye kadar neden gökyüzü değildi
Niye böyle oldu
Neden kitapları severdim?
Bu şehirde ikimiz birden nefes alıyoruz
Yoksa neye yarardı bu garip şehir?
Burada senin doğduğun bana malumdur
Yoksa sever miydim minareleri
Süleymaniye'yi?
Sen gavur olduğun halde.

MARİKULA DOĞUR


İstemem eski rüyalardaki kadın resimlerini
Tombul ve beyaz.
Bana bir taze dişin, yazın kumsalda kızarmış
Tüylü altın bacağın yeter.
Ve tren yollarında tüten öğlelerin
Kışın şarap içtiğimiz kahvelerdeki
Boyalı kadınlar rüyası... bitsin.

Ne su başlarında tavus tüyleri gibi çeşitli böceklerin hasreti
Ne çayır içinde gülüşen çocukların yırtık mintanları.
Sen: Taze dişlerinde hıyar kokusu...
Ağzında olgun domateslerin çekirdeği
Karpuz ve erik.

Doldursun bütün bu sahili Marikula
Çıplak dizlerinde ağları ördüğün zaman
Birdenbire sancılanarak yapacağın çocuklar.
Vapurlara seslenecekler Marikula:
- Hey, kaptan dur!
Her dokuz ay on günde ikizlerini
Sandallar boş bekliyor.
Balık yalnız tutulmuyor Marikula.

Bacakları çevik çocuklarım sendedir!
Doğur Marikula doğur!

YEİS


Akşam üstleri geliyor
Tam insanlar işten çıkarken.
Salkım salkım tramvaylardan
Bir güzel çocuk yüzüyle gülümsüyor
Namussuz, akşam üstleri geliyor.

Neremden yakalıyor, bilmiyorum
Ben tam sevmeye hazırlanırken
On altı yaşındaki sevgilimi.
Elini elimle tutmak
Yirmi dört saatte bir
Sıcak bir laf dinlemek isterken
Rezil... Tam o saatlerde geliyor.

ŞİMDİ SEVİŞME VAKTİ


Çıplak heykeller yapmalıyım
Çırılçıplak heykeller
Nefis rüyalarınız için.
Ey önünden geçen ak sakalli kasketli
Yırtık mintanından adaleleri gözüken
Dilenci.
Sana önce
Şiirlerin tadını
Aşkların tadını
Kitaplardan tattırmalıyım
Resimlerden duyurmalıyım. Resimlerden.

Şu oğlan çocuğuna bak.
Fırça sallıyor
Kokmuş manifaturacının ayağına
Dörtyüzbin tekliğinden
On kuruş verecek.

Seni satmam çocuğum
Dörtyüzbin tekliğe.
Ne güzel kaşların var
Ne güzel bileklerin
Hele ne ellerin var, ne ellerin.

Söylemeliyim.
Yok
Yok... meydanlarda bağırmalıyım
Bu küçük
Güllerin buram buram tüttüğü
Anadolu şehri kahvesinde
Kiraz mevsiminin
Sevişme vakti olduğunu.

Resimler seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım.
Baygınlık getiren şiirler.
Kiraz mevsimi, kiraz
Küfelerle dolu pazar.
Zambaklar geçiriyor bir kadın
Bir kadın bir bakraç yoğurt götürüyor.
Sallıyor boyacı çocuğu fırçasını.
Belediye kahvesinde hâlâ o eski, o yalancı
O biçimsiz Bizans şarkısı.

Sana nasıl bulsam, nasıl bilsem
Nasıl etsem nasıl yapsam da
Meydanlarda bağırsam?
Sokak başlarında sazımı çalsam
Anlatsam şu kiraz mevsiminin
Para kazanmak mevsimi değil
Sevişme vakti olduğunu.

Bir kere duyursam hele güzelliğini, tadını
Sonra oturup hüngür hüngür ağlasam
Boş geçirdiğim, bağırmadığım sustuğum günlere.
Mezarımda bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğun
Oğlu bir şiir okusa
Karacaoğlan'dan
Orhan Veli'den
Yunus'tan, Yunus'tan...

O VE BEN


Sana koşuyorum bir vapurun içinden
Ölmemek, delirmemek için.
Yaşamak; bütün adetlerden uzak
Yaşamak.
Hayır değil, değil sıcak
Dudaklarının hatırası
Değil saçlarının kokusu
Hiçbiri değil.
Dünyada büyük fırtınanın koptuğu böyle günlerde
Ben onsuz edemem.
Eli elimin içinde olmalı.
Gözlerine bakmalıyım
Sesini işitmeliyim
Beraber yemek yemeliyiz
Ara sıra gülmeliyiz.
Yapamam, onsuz edemem
Bana su, bana ekmek, bana zehir
Bana tad, bana uyku
Gibi gelen çirkin kızım
Sensiz edemem.
Son düzenleyen Safi; 26 Temmuz 2016 22:08

Benzer Konular

26 Temmuz 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış
26 Temmuz 2016 / Misafir Cevaplanmış
26 Temmuz 2016 / Misafir Cevaplanmış
12 Kasım 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış
26 Temmuz 2016 / Daisy-BT Turizm