CİNÂNÎ’NİN HAYATI VE ESERLERİ
III. Murad devrinin önde gelen şairlerinden olan Cinânî Bursa’da doğmuştur.1 Bir kısım kaynaklar “Muradiye semtinden” olduğunu da kaydederler.2 Asıl adı Mustafa Çelebi olan Cinânî, Mehmet isminde bir zatın oğludur. Doğum tarihi belli değildir. Çocukluk yılları ve ailesi hakkında da yeterli bilgi yoktur. Ancak eserlerinden kalabalık bir ailesinin olduğu, bu bakımdan geçimlerinin çok zor ve her zaman ihtiyaç içinde bulundukları anlaılmaktadır.
Gençlik yıllarını Bursa’da geçiren şair, küçük yaşta tahsil hayatına başlamış ve üç dilde şiir söyleyecek kadar kuvvetli bir tahsil görerek yetişmiştir.3 Medrese tahsilini ise 966’da (1558) Mullimzâde’den4 mülâzım5 olarak tamamlamıştır.6 Mülâzemet devresi sekiz yıl kadar devam eden Cinânî, bu süre zarfında hocasıyla münasebetlerini devam ettirerek ilmî geleneğe uygun şekilde çeşitli hizmetlerde bulunmuştur. Muallimzâde 968’de (1560) Bursa kadısı, 974’te (1566) de Perviz Efendi’nin yerine Anadolu kazaskeri olmuştur.7 Muallimzâde Anadolu kazaskeri olunca, zaman zaman kendisi ile görüşen ve alâkasını devam ettiren sevip takdir ettiği talebesini kâtip olarak yanına almıştır.8 Muallimzâde aynı yıl Kadızâde’nin yerine Rumeli kazaskerliğine terfi eder. Cinânî’nin de hocasının kâtibi olarak onunla beraber olduğu
1 Âşık Çelebi, Meşairü’ş-şuara, Nşr. M. Owens, London 1971, yk. 48a; Kınalızade Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-şuara, Hazırlayan, İ. Kutluk, Ankara 1978, c. 1, s. 226; Riyâzî, Tezkire, Üniversite Kütüphanesi, T.Y. 3250, yk. 18a; Atâî, Şakayık Zeyli, İstanbul 1268,s. 395; M. Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333, c. II, s. 125.
2 Belîğ, Güldeste-i Riyâz-ı İrfân, Bursa 1302, s. 455; Baldırzâde, Vefâyât-ı Bursa, Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmut, 4560, yk. 49b.
3 “Sinn-i sıgarda tahsîl-i ma¼ârife ve fünûn-ı edebiyyede mâhir... elsine-i selâsede nazm u nesre kâdir bî-nazîr münşî ve hûb şair idi (Güldeste, s. 455-456).
4 Muallimzâde için bk. Belîğ, Güldeste, s. 300-302; Atâî, Şakayık Zeyli, s. 173-174.
5 “Mülâzım, medrese tahsilini bitirip icâzet alanlar hakkında kullanılan bir tabirdir. Yedi seneden ibaret olan mülâzımlık müddetini dolduranlar “ruus” imtihanına girerler, muvaffak olanlar ‘ibtidâ-i haric ruusu’ ile müderris tayin edilirlerdi. İmtihanda muvaffak olamayanlar ve imtihanda muvaffak olanlardan isteyenler “kaza” mesleğine geçip kadı olurlardı (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1951, c. 2, s. 612).
6 “Muallimzâde Efendi dâru’l-ifâdelerinde terbiye olup mülâzım ve kırkdan mazûl olduktan sonra... (Güldeste, 456); “Muallimzâde Efendi’nin tâlimhâne-i ifâdelerine dâhil ve ihrâz-ı şeref-i mülâzemetle tîr-i me’mûli hedef-i husûle vâsıl olup... (Şakayık Zeyli, 395); “Merhum, Muallimzâde’den mülâzım olup halen hidmet-i tedrîse kaimdir (Kınalızâde, Tezkiretü’ş-şuara, c. II, s. 266); “Kazasker Muallimzâde Efendi’den nâyil-i şeref-i mülâzemet olup kat’-ı merâtib ile hariç elli pâyesinde seccâde-nişîn-i derâset olmuş idi (Riyâzî, Tezkire, yk. 181). Ayrıca şairin divanında bu mülâzemet dolayısıyla düşürülmüş tarih manzumesi de vardır:
Mülâzemet bana çün oldı nevbet ile na¬îb
Mezîd-i sa¼y-ile geçdüm vüc‡d-ı akrânı
Tefekkür itdi didi bir ziyâde ehl-i hüner
“Mülâzım-ı der-i devlet-meâb-ı sultânî”
(Cinânî, Divan, Üniversite Kütüphanesi, T.Y., 3096, yk. 94a).
7 Güldeste, s. 301.
8 Cinânî bu kâtiplik vazifesi için şu tarihi düşürmüştür:
Hamdülillah olup şeriatçi
İzz ü ikbâl-i sermedî buldum
Pes didüm gûş-ı hûşa târîhin
“Kâtib-i şakk-ı askerî oldum” h. 974
(Divan, Üniversite Ktp., 3096, yk. 938)
Beliğ Cinânî’den bahsederken “Veliyyünniamı mümâileyh Dâru’s-saltanati’l-aliyye kadısı iken mahkeme-i dâru’l-mülki mezbûrda niçe eyyâm hidmet-i kitâbet ve riyâbetlerinde olmuş idi (Güldeste, 456)” diyerek bu kâtiplik vazifesinin şaire Muallimzâde’nin İstanbul kadılığı zamanında verildiğini söylemektedir. Bu durumda şairin kendi ifadesi ile Beliğ’in ifadesi birbirine uymamaktadır. Beliğ’in İstanbul kadılığından kasdı herhalde Anadoluğu kazaskerliği olmalıdır. Çünkü Muallimzâde Ahmed Efendi Bursa kadılığından doğrudan doğruya Anadolu kazaskerliğine atanmıştır (Bk. İ. H. Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1971, sc. 2, s. 396).
ihtimal dahilinde olmakla birlikte, kaynaklarda bu kitabet vazifesinin ne kadar devam ettiğine dair bir kayıt yoktur. Ancak onun bu vazifede iken pek rahat bir hayat sürmediği ve bir azil neticesinde vazifesinden ayrıldığı anlaşılmaktadır.9 Uzun bir süre vazife alamayan Cinânî, Belîğ’e göre bir müddet Karesi kassamlığında10 bulunmuştur.11 Karesi hakkında yazdığı hicviyelere12 bakılırsa yaptığı işlerden hiç de memnun değildir.
Bu vazifelerden sonra dersiam13 olan14 şair 994’te (1585) Çivizâde tarafından Köseler Medresesi’ne müderris olarak atanmış,15 ardından da aynı yılın sonlarına doğru Bursa’da İvaz Paşa Medresesi’ne müderris olmuştur.16 Kaynaklarda ise şairin 1003 Muharreminde (Eylül 1594), Mevlânâ Muhyiddin’in yerine Bursa’da İvaz Paşa Medresesi’ne müderris olduğu belirtilmektedir.17
Bu durumda şairin kendi ifadesi ile kaynaklarını bildirdikleri arasında bir farklılık vardır. Bu farklılığın ise kaynaklardaki bilgilerin yetersizliğinden ileri geldiği muhakkaktır. Nitekim tezkiresini 994’te (1586) bitiren Hasan Çelebi, Cinânî için “Hâlâ hidmet-i tedrîse kaimdir”18 diyerek onun 994’te müderrislik yaptığını söylüyorsa da bu vazifenin hangi medresede olduğu belli değildir.
Cinânî aynı medreseye ayrı ayrı tarihlerde iki defa müderris olarak atanmış, tarihî ve biyografik eserler ise bunlardan yalnızca ikinciyi, yani 1003 Muharreminde (Eylül 1594) olanı zikretmişler, birinciye ise temas etmemişlerdir. 1003 Muharreminde İvaz Paşa
9 Bu hususta şair şunları söylemektedir:
Gerçi bir müddet esîr oldum kitâbet kaydına
Gamdan âzâd olmadı ammâ dil-i endûh-gîn
Azl idelden habbeye muhtâc idüp devr-i felek
Âsiyâ-veş eyledi ser-geşte vü zâr u enîn
(Divan, Üniversite Ktp., T.Y. 3096, yk. 22b)
10 “Kassam” için bkz. M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1951, c. II, s. 209; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1965, s. 121-138.
11 Güldeste, s. 456.
12 Karesi hakkında yazdığı hicviyeler için bkz. Cinânî, Divan,Üniversite Kütüphanesi, T.Y. 3096, yk. 36b.
13 “Dersiam” için bkz. Osmanlı Tarih Deyimleri, I, 427.
14 Şairin divanında dersiam olduğuna dair uzunca bir tarih manzumesi mevcuttur ki sonu şöyledir:
Hâtif-i gaybî Cinânî didi târihin anun
“Ders-i ¼âm oldı mübârek eylesin Mevlâ anı”
(Cinânî, Divan, Üniversite Kütüphanesi, T.Y. 3096, yk. 88a)
15 Özr idüp gerçi Çivizâde ezel
Virecek medrese yok dirdi bize
Sonra lutf eyledi târih itdi
“Köseler medresesin virdi bize”
(Cinânî, Divan, Üni. Ktp., T.Y. 3096, yk. 88a)
16 Divanın mensur dibacesinde 994 (1585) yılı sonlarına doğru Bursa’daki İvaz Paşa Medresesi’ne müderris oluğunu şöyle ifade etmektedir: “Bir dem ki târîh-i hicret-i Resûl erbaa ve tis’în ve tis’amie serhaddine hulûl ve duhûl idüp bu kemîne-i şikeste-bâl ol sâl-i ferruh-fâl-i hucestemeâlde... Bursa’da cenâb-ı cennet-mekân ve firdevs-âşiyân sâhibu’l-hayrât ve’s-sadakatü’l-hisân merhûm ve mebrûr İvaz Paşa -zâdallahu rahmetehu hasebe-mâ-yeşâ- bünyâd itdügi medrese-i ulyâda hidmet-i tedrîs ile memur ve mesken-i melûfe vâsıl olup bi-inâyeti’l-meliki’ş-Şekûr şâdân u mesrûr olmuşdum (Cinânî, Divan, Uppsala Üniversitesi Kütüphanesi, nr. 1171, yk. 1b).
17 “Kırk akçe medreseden mazûl iken bin üç Muharreminde Mevlânâ Muhyî yerine Bursa’da İvaz Paşa müderrisi olmış idi (Şakayık Zeyli, s. 395-96).”; “Kırkdan ma¼zûl olduktan sonra bin üç Muharreminde Mevlânâ Muhyiddin yerine Bursa’da İvaz Paşa Medresesi’ne pîrâye-bahşâ oldı (Güldeste, s. 456).”; Kırkdan ma¼zûl ve kesb-i maârifle meşgûl iken bin üç senesi Muharreminde hâriç elli Bursa’da İvaz Paşa Medresesi’ne revnak-bahşâ olmış idi (Vefâyât-ı Bursa, Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmut, 4560, yk. 49b).”; Riyâzî ise medrese ismini belirtmeden “kat¼-ı merâtib ile hâriç elli pâyesinde seccâde-nişîn-i derâset olmış idi (Tezkire, Üniversite Kütüphanesi, T.Y. 3250, yk. 18a).” diyerek bu medresenin elli pâyesinde olduğunu belirtmektedir ki, bu husus Baldırzade’nin ifadesi ile de mutabakat içindedir. Ayrıca XV. ve XVI. yüzyıllardaki Osmanlı medreseleri üzerinde bir inceleme yapan Cahit Baltacı da bu medresenin elli pâyesinde olduğunu tesbit etmiştir (Bkz. Cahit Baltacı, XV. ve XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri,İstanbul 1976, s. 263-64).
18 Kınalızade Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-şuara, Hazırlayan, İbrahim Kutluk, Ankara 1978, s. 266-67.
Medresesi’ne ikinci defa müderris olan Cinânî, bir yıl sonra, 1004 Muharreminin pazartesi günü (Eylül 1595) ikindi vaktinde Bursa’da vefat etmiş ve Hamza Bey Mezarlığı’na defnedilmiştir.19 Ölümüne düşülmüş birçok tarih manzumesi mevcuttur.20
Erken yaşlarda şiir yazmaya başladığı anlaşılan Mustafa Çelebi, şiirlerinde “Cinânî” mahlasını kullanmıştır. Ancak onun mahlası Latin harfli eserlerde “Cenânî” şeklinde kaydedilmektedir.21 Arap harfli kaynaklarda “cenân” ve “cinân” kelimelerinin aynı şekilde yazılması ve ayırdedici hareke işaretinin konmamış olması, mahlası konusunda böyle tereddütlü bir durum ortaya çıkarmıştır. Cenan “kalp”, cinân ise “cennetler” anlamındadır. Şair mahlası ile ilgili mazmunlarda hemen daima “cennet” anlamına işaret etmektedir. Bu bakımdan eserlerinde mahlasının “Cinânî” olduğuna dair pek sarih ifadeler vardır.
Cinânî kaynaklarda şişman, sağ gözü sakat, hafif ruhlu, tatlı sözlü, zarif ve nüktedan, gayette şuh bir kimse olarak tanıtılmaktadır.26 İri ve ağır bir vücuda, hastalıklı bir göze, aksak bir ayağa sahip olduğunu bizzat kendisi de eserlerinde belirtmektedir.27 Fakat Cinânî bu arazlarını şiirlerinde edebî bir mazmun halinde kullanarak çeşitli sanatlar gösterebilmiş bir kimsedir. Bu da onun sıradan bir şair değil devrinin meşhur şairlerinden olduğunu göstermektedir. Türkçe’den başka Arapça ve Farsça ile de şiirler söyleyen Cinânî’den kaynaklar övgüyle bahsetmektedir.28
Gazelleri, kasideleri bilhassa tahmis ve tesdisleri ile haklı bir şöhret kazanmış olan Cinânî, arkadaşı Âzerî Çelebi’nin
Anun ile ülfet iden bir nefes
Haşre degin sohbetin eyler heves29
19 “1004 Muharreminde yevmü’l-isneyn vakt-i asrda rûh-ı şerîfleri âzim-i dâru’l-cinân olup Hamza Bey Mezaristanı’nda medfun oldı (Güldeste, 456).”; “Vefatı seng-i mezarında muharrer olan ‘dâr-ı dünyâdan Cinânî meded gitdi bugün’ ‘Cinânî cennet-i ¼ulyâyı kıldı kendüye me’vâ’ mısraları ile ‘feyz-i Cinânî” terkibinin delâleti olan 1004’te, kabri Bursa’da Hamza Bey Cami-i Şerifi civarındaki makberededir (Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333, c. 2, s. 125).
20 Ölümüne düşülen tarih manzumeleri için bkz. Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Şairleri, c. III, s. 1018-1019.
21 J. V. Hammer, Geschıchte der Osmanischen Dichkunst bis auf unsure Zeit, Peşte, 1936-38, c. I, s. 62-63; Türk Şairleri, c. III, 1018; Fuat Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, Ankara 1966, s. 384.
26 Şakayık Zeyli, 397; Güldeste, 457.
27 Lîk tâkat komadı derd-i semîn reftâre
Lahm u şahm ile beni eyledi pâ-beste cihân
¼Özr-i lengüm kademi kıldı mübeddel kaleme
Olsa lutfuñ n’ola müstevcib-i ¼afv ü ufrân
(Divan, Üniv. Kütüp, T.Y. 3096, yk. 30a.)
Çü cismin girân u sakîl eyledüñ
Vüc‡dın sakîm ü ¼alîl eyledüñ
Sırât üzre pâyini kıl üstüvâr
İde tâ ki lutfuñla andan güzâr
Bilürsin ki reftâra yok kudreti
Fütâdeñdürür çekmesün za¨meti
(Cilâü’l-kulûb, Süleymaniye Kütüphanesi, Halet Efendi İlâvesi, nr. 94, yk. 76b)
28 “Latîf ehl-i ilm ü ma¼rifet ve şi¼rin her nev¼ine iradına sâhib-i kudretdür. Tab¼-ı şâmili ve her fende nedret-i kâmili vardur. Gûşa dokunmayan gûşelere dest ursa tasavvur ettiği hayalleri hüsn-ü edâda görür (Meşâirü’ş-şuara, 48a).”; “Hakkâ ki mezâyâ-yi fazl u kemâl mukâbil-i zamîr-i bî-misâli olmağla suver ü nukûş-ı ulûm daima melhûz ve manzûrı ve dîde-i dûr-bînine aynü’l-yakîn olan eşkâl-i mesâil-i müşkile her an mahfûzı olup kat’a mehcûrı degüldür. Gülistân-ı cinânın reyâhîn-i ma¼ârif ile tezyîn idüp hûrü’l-iyn-i letâifden pür nemegîn oldugından gayrı eş¼ârı dahi mertebe-i kabûle karîn ve nâmzed-i medh ü tahsîn olmuştur (Tezkiretü’ş-şuara, II, 266).”; “Merhûm-ı mezbûr fezâil-i kesîre ile meşhûr elsine-i selâsede nazm u nesre kâdir bî-nazîr münşî ve hûb şâir, ulûm-ı Arabiyyeden hissemend, ma¼ârif-i cüz¼iyye ile şöhrebend, hoş-tab¼, sâfî-fuâd, şûh-meşreb ve derviş-nihâd idi (Şakayık Zeyli, 396).”
29 Nakş-ı Hayâl, 176b.
ifadesiyle belirttiği gibi, sohbetlerini herkesin özlediği hoş sohbet ve meclis şenlendiren bir karakterdi. Eğlenceli hikâye okuma ve dinlemeyi seven, mukallid ve mudhiklere, kıssahan ve meddahlara pek ziyade meraklı olduğu söylenen Sultan III. Murad’ın30 bu yüzden Cinânî’ye iltifatta bulunduğunu yine tarihî kaynaklar haber vermektedirler. Hatta padişahın işitilmemiş hikâyeler dinlemek arzusu üzerine bu hikâyeleri telif vazifesinin Cinânî’ye verildiğini ve bu münasebetle Cinânî ile Meddah Eğlence arasında geçen tuhaf bir macerayı da zikrederler.31
Kudretli bir şair ve mükemmel bir nesir yazarı olan Cinânî bir klasik devir şairi olmasına rağmen, eserlerinde sade bir dil kullanmaya itina göstererek yerli ve mahallî unsurları şiirlerine sokmaya çalışmıştır. Bu bakımdan Cinânî’nin üslûbu akıcı, mahallî söyleyişlerle renklendirilmiş canlı bir üslûptur. Bu akıcılığı sağlamak için atasözü ve deyimlerden bol bol yararlanmıştır. Gerek divanında gerekse öteki eserlerinde atasözlerine ve deyimlere oldukça sık rastlanmaktadır. Şiirlerindeki mizahî karakter ise Cinânî’nin hoş sohbet, zarif ve nüktedan bir mizaca sahip oluşundan kaynaklanmaktadır. İlhamını millî ve mahallî hayattan almaya çalışarak eserlerinde halk ağzını, halk tabir ve söyleyişlerini kullanmak suretiyle kendine mahsus bir üslûp ve ifade gözetmiştir. Bu bakımdan Cinânî’nin, XVII. yüzyılda Sâbit’in temsil ettiği ve daha sonraki yüzyılda da Nedim’le bir cereyan halini almış olan “mahallîleşme” temayülünün ilk temsilcilerinden olduğu söylenebilir.
Sonuç olarak belirtmek gerekirse Cinânî, gazelleri, kasideleri, tarih manzumeleri, özellikle tahmis ve tesdisleri ile dikkat çeken,32 latifeleri meclis şenlendiren güçlü bir şair ve nesir yazarıdır. Ancak o, devrinde hak ettiği değeri bulmuş ve takdir edilmiş biri değildir.
ESERLERİ
1. Divan
Cinânî’den bahseden biyografik eserlerde, onun mürettep bir divanı olduğu belirtilmektedir.33 Hatta Belîğ şairin kendi el yazısıyla yazılı bir divanını gördüğünü söylemekteyse de bu nüsha şimdiye kadar meydana çıkmış değildir.
Son zamanlarda üzerinde yapılan incelemelerde Cinânî divanının üç nüshası tesbit edilmiştir.34 Bunlardan birincisi İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi T.Y. 3096 numarada kayıtlı olan nüshadır. Tûlânî bir cönk halinde, kahverengi meşin cilt içinde 125 yapraktan ibarettir. Her sayfada siyah mürekkeple ve talikle yazılmış 27 satır bulunmaktadır. Sayfalar
30 Bekir Kütükoğlu, “Murad III” maddesi, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1971, c. 8, s. 624; Fuat Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, Ankara 1965, s. 384, dipnot 49.
31 “Mervîdür ki merhûm Sultan Murad Han tevârîh ü âsâr u nevâdir-i ahbâr istimâına mâil olmagın emr iderler ki nâ-şinîde hikâyât ile bi mecmûa-i hâtır-firîb cem¼ ü tertîb eyleye ki leyâli-i şitâda eglenmege kabil ider ü acâyibi müştemil ola. Cinânî Çelebi dahi mecmûa-i hızâne-i hâfızası olan nevâdiri derc ü deryûze-i hırmen-i yârân itdüginden sîmyâhâne-i hayâlden harc idüp kitâbı itmâm itdükde Bedâyiü’l-âsâr diyü nâm vaz¼ idüp bir kâtib-i hoş-nüvîse yazdurur ve cedvel içün müzehhibe virür. Kıssahân-ı şâh-ı cihân olan Derviş Eğlence bu kıssadan âgâh oup müzehhib ile âşinâ olur ve her cüz ki cedvel içün gelür bitamâmihâ hikâyâtını hıfz idüp hıfz idüp huzûr-ı pâdişâhîde nakl ider. Bu vetîre üzre nakl-i hikâyâtı tamâm oldukda kitâb dahi hilye-i hitâm bulup huzûr-ı pâdişâhîye arz olunur. Cinânî-i derd-mend, cevâiz-i bî-kerân ümîdi ile bâb-ı âlîde nigerân iken pâdişâh-ı âlî-cenâb nigâh-efgen-i safahât-ı kitâb oldukda, biz nâ-şinîde hikâyât istedük, bu hod bizüm Eğlence’nün mesellerinden ancak diyü iltifât buyurmazlar. Kapu Ağası Gazanfer Ağa cüz¼î ihsân ile hâtırını tatyîb idüp Eğlence’nün tekrîmelerine hil¼at-i inşâ ile revnak virmişsüz didükde Cinânî münfail olup ol gül-i hodrû şükûfe-i bâg-i ibdâum ve nevbâve-i nahl-i ihtirâumdur diyü yeminler ider. Ve bilâhare müzehhibin gadri ayân ve bu nakş-ı garîb dillere destân olur (Şakayık Zeyli, 396-397).”
32 “Tab¼ı tahmis ve tesdise çesbân idi (Riyâzî,Tezkire, yk. 18a).”, “Bî-nazîr tahmis ve tesdisleri ve kasaid ve lefâif mecmualarında letâifine nihayet yokdur (Vefâyât-ı Bursa, yk. 49b).”, “Kuvve-i şâirânesi muhammes ve müseddeslerinde daha ziyâde görülür (Osmanlı Müellifleri, II, 125).”
33 Güldeste, 457; Osmanlı Müellifleri, II, 125.
34 Cihan Okuyucu, Cinânî Divanının Tenkitli Metni, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 1984, s. 118.
cedvelsiz ve başlıklar kırmızı mürekkeple yazılmıştır. 222 x 106 (182 x 90) ebadındaki nüshanın müstensihi ve istinsah tarihi belli değildir. Yazmanın bazı yaprakları zayi olmuştur. Baştaki dibacenin ise sadece son yaprağı mevcuttur. Bu nüshanın Cinânî’nin kendi hattı ile olan ve muhtemelen Belîğ’in gördüğü divan olduğu söyleniyorsa da Sadettin Nüzhet, divanda tesadüf edilen bazı şiir başlıklarındaki “merhum Cinânî Efendi” kaydının bu ihtimali reddedecek mahiyette olduğunu haber vermektedir.35
İkinci nüsha İsveç Upsala Üniversite Kütüphanesi 1171 numarada kayıtlı bulunan ve Mehmed b. Mehmed tarafından 1042’de istinsah edilen nüshadır.36 147 varak hacminde olup her sayfada talikle yazılmış 21 satır bulunmaktadır. Bu nüsha daha tam ve sağlam bir nüshadır.
Üçüncü nüsha, A. Öztemiz Hacıtahiroğlu’nun elinde bulunan nüshadır. 54 varak hacminde olup her sayfada nestalik ile yazılmış 19 satır bulunmaktadır. Müstensihi ve istinsah tarihi belli değildir. Manzumelerin tertibi bakımından diğer nüshalardan oldukça farklıdır.
Cinânî divanında münâcat, naat, eserin telif sebebinin yer aldığı mensur bir dibace, 41 kaside, 9’u Farsça 12’si Türkçe olmak üzere 21 mesnevi, 8 manzum mektup, 47 kıt’a, 1 lügaz, 7 mersiye, 33 tahmis, 64 tesdis, 32 müsemmen, 1 murabba, 177 Türkçe, 33 Farsça olmak üzere 210 tarih manzumesi, 311 gazel ve 165 müfred bulunmaktadır.
Bu rakamlara bir göz atıldığında Cinânî’nin en çok kaside, musammat, tarih manzumeleri ve müfred beyitlere iltifat ettiği ve bu vadilerde kalem oynattığı görülmektedir.
2. Riyâzü’l-cinân
Riyâzü’l-cinân, Cinânî’nin 986 (1578) tarihinde tamamlayıp Padişah III. Murad’a sunduğu yaklaşık 3300 beyitten meydana gelen didaktik bir mesnevidir. Eserden anlaşıldığına göre Cinânî epeyce ilerlemiş bir yaşta iken Bursa’da dünya gamının dertleriyle huzursuz olduğu sıralarda, gaipten bir ses ona seslenerek, bu gam ve kemer bendinden sıyrılıp dünyadan göçüp gitmeden evvel, kendini bu dünyada hayırla yad ettirecek bir eser meydana getirmesini tavsiye eder. Bir müddet tereddüt eden şair Hakk’ın yardımıyla Nizâmî ve Câmî’nin yolundan yürüyerek onlara gibi bir eser meydana getirmeye karar verir. Dostlarının teşvikiyle bir seher vakti eserini yazmaya başlar. Eserin bir iki faslı meydana çıkıp yüz göstermeye başlayınca araya bir takım engeller girer ve Cinânî eserini yarım bırakmak zorunda kalır. Aradan hayli zaman geçtikten sonra nihayet bir gün “söz gülzârının bülbülü” diye nitelendirdiği Âzerî Çelebi Bursa’ya gelir. Âzerî Çelebi Bursa’da edebî sohbetler tertip ederek şehrin şairlerini meclisine toplar, onların söz ve şiirlerini dinler. Bu toplantılara katılan Cinânî de yarım bıraktığı eserini, büyük bir tevazu ile şaire takdim eder. Cinânî’nin bu yarım mesnevisini okuyan Âzerî Çelebi, cevherini zayi etmemesini, her gevherin bir müşterisinin bulunacağını söyleyerek eseri tamamlaması için şairi teşvik eder. Bunun üzerine gayrete gelen Cinânî himmet kemerini kuşanarak yarım bıraktığı eserini tamamlamaya azmeder. Eserini yazmaya ne zaman başladığı belli olmamakla birlikte “hâtime-i kitâb” kısmında şair, eserinin adını, ne kadar zaman içinde tamamladığını ve hangi tarihte bitirdiğini açık bir şekilde belirtmektedir. Bu durumda Cinânî eserini yeniden ele alışından bir yıl iki ay sonra, 986 Zilhiccesi’nde (Ocak 1579) ikindi vaktine doğru tamamlamış ve ona Riyâzü’l-cinân adını vermiştir.
Cinânî’den bahseden hemen bütün kaynaklar bu eserine temasla, Âzerî Çelebi’nin Nakş-ı Hayâl mesnevisini yazmaya başladığı sırada Cinânî’nin de Riyâzü’l-cinân’ı yazmağa
35 Türk Şairleri, III, 125.
36 Carl J. Tornberg, Codices Arabici, Persici et Turcici Bibliothecae Regiea Universitatis Upsalientsis, Upp. 1849, s. 129, nr. CCXIV.
başladığını ve 995’te (1587) tamamlayarak Padişah III. Murad’a takdimle caizeler aldığını kaydederler.39 Ancak kaynakların belirttiği 995 (1587) telif tarihi ile müellifin eserinde
Olmaga târih-i zamân-ı kitâb
Dil didi “tekmîl beyân-ı kitâb”
ibaresiyle işaret ettiği 986 (1579) tarihi birbirine uymamaktadır. Kanaatimizce müellifin verdiği tarih, tarihî gerçeklere daha uygundur. Şöyle ki; Cinânî’nin yakın arkadaşı olan Âzerî İbrahim Çelebi 987’de (1579) tamamladığı Nakş-ı Hayâl isimli eserinde Cinânî’den ve Riyâzü’l-cinân’dan bahsetttiğine göre Riyâzü’l-cinân’ın 987’de veya daha önce tamamlanmış olması gerekir. İkinci olarak Âzerî İbrahim Çelebi 993’te (1583) vefat etmiştir. Halbuki kaynaklar Riyâzü’l-cinân’ın bitiriliş tarihi olarak 995’i (1587) göstermektedirler. Bu durumda ise Âzerî Çelebi ölümünden sonra tamamlanmış bir eser hakkında bilgi vermiş oluyor ki bu da akla uygun bir görüş değildir.
Ayrıca bazı kaynaklarda40 Cinânî’nin Mahzenü’l-esrâr adında bir eserinden söz ediyorsa da gerçekte Cinânî’nin böyle bir eseri mevcut değildir. Böyle bir karışıklık belki de Riyazü’l-cinân’ı Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr’ına nazire olarak kaleme almasından kaynaklanmaktadır. Cinânî eserinin “sebeb-i telif” kısmında belirttiği gibi kitabını Nizâmî ve Câmî’nin izinden yürüyerek meydana getirmiştir. Ayrıca arkadaşı Âzerî Çelebi de Nakş-ı Hayâl mesnevisinde Cinânî’den bahsederken
Başladı bir nazma Nizâmî misâl
Husrev ü Câmîye kılup imtisâl
Anlara bu fende olup câ-nişîn
Söyledi bir nazm-ı fesâhat-karîn
Kâide-i nazmı dürüst eyledi
Gayrılarun nazmının süst eyledi41
diyerek Cinânî’nin kendi eserindeki ifadeyi doğrulamaktadır.
Riyâzü’l-cinân, devrinde oldukça rağbet görmüş ve çok okunmuş bir mesnevidir. Bu bakımdan yurt içinde ve yurt dışındaki kütüphanelerde birçok nüshası bulunmaktadır.42
3. Bedâyiü’l-âsâr
Bedâyiü’l-âsâr, Cinânî’nin 999’da (1591 III. Murad’ın emriyle kaleme aldığı latife türünde mensur bir eserdir. Padişahın işitilmedik hikâyeler dinleme arzusu üzerine, bu tür hikâyeleri toplama vazifesi Cinânî’ye verilir. Cinânî de hikâyeleri yazmaya başlar ve tamamladığı eserini padişaha lâyık bir cilt haline koyması için tezhibçiye yollar. Bu durumdan haberdar olan Meddah Eğlence tezhibçiyi kandırarak hikâyeleri öğrenip bunları hükümdara naklederek şaire fena bir oyun oynar. Cinânî bütün olanlardan habersiz eserini
39 Güldeste, 457; Şakayık Zeyli, 396; Kâtip Çelebi, Fezleke, Üniversite Kütüphanesi, Nr. 1268, c. I, s. 72; Keşfüzzünun, I, 936.
40 Osmanlı Müellifleri, II, 125; Güldeste, 457; M. Râşid, Zübdetü’l-vekâyi der belde-i Bursa, A. Emirî, Tarih 89, yk. 143b.
41 Nakş-ı Hayâl, 176a.
42 Belli başlı nüshaları için bkz. Üniversite Kütüphanesi, T.Y. 811, 3659, 4097 (72b-99a arası); Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi 2725, Ayasofya 1833, Lala İsmail 510/2, Hacı Mahmud 3720; Selim Ağa Kütüphanesi, Kemankeş 434/1; Ali Emiri, Manzum 1146; Ankara Adnan Ötüken Kütüphanesi, nr. 1073; Bursa Genel Kitaplığı, 2252; Çorum İl Halk Kütüphanesi, 2257/1; Konya Mevlânâ Müzesi Yazmaları, nr. 5335 (80a-109a arası).
tamamlayıp padişaha arz eder. Ancak daha önce bu hikâyeleri Eğlence’den dinleyen padişahtan büyük bir ihsan göremez. Meddah Eğlence’nin bu hilesi sonradan meydana çıkar ve dillere destan olur.43
Bu telif hikâyesi çoğu kaynaklarda zikredilmektedir. Atâî, ayrıca Cinânî’nin bu eserini telif etmeden önce de hükümdar ile yakın münasebette bulunduğunu ve padişaha acaib ve garaib vadilerden söz kopararak bedâyi-i âsâr arz eylemek suretiyle sayısız caizelere mazhar olduğunu söylemektedir.44
Buna göre şair daha önce padişahın huzurunda anlattığı latife türünden hikâyeleri yine onun arzusu üzerine bir araya toplayarak eserini meydana getirmiştir. Kitabını meydana getirdiği tarihi ve ismini de divanında yer alan şu tarih manzumesi ile ortaya koymaktadır:
Çün bu dürc içre derc oldı tamâm
Ey Cinânî garâib-i âsâr
Bu acebdür ki oldı hem târih
“Dindi nâmı Bedâyiü’l-âsâr”45
Fuat Köprülü de eserin telif tarihi ile ilgili olarak şu mütalaada bulunuyor: “Eserin telif zamanına gelince, içinde 998 Recebinde (Temmuz 1589) meydana gelen bazı hadiselerden bahsedildiğine göre, bu tarihten sonra yazılmış olması, yani müellifin hayatının son mahsulü bulunması muhtemeldir.”46 Burada hemen şunu belirtmek gerekir ki, bu eser Köprülü’nün belirttiği gibi Cinânî’nin son eseri değildir. Onun son eseri ileride üzerinde duracağımız Cilâü’l-kulûb mesnevisidir.
Bedâyiü’l-âsâr, bir mukaddime ile birbirini takip eden yetmiş altı hikâye ve sonda ayrı bir bölüm halinde tertip edilmiş “acibe ve garibe” kısımlarından oluşmaktadır. Müellif mukaddime kısmında eserinin, daha önce bu konuda yazılanlardan ve Arap, Acem kitaplarından alınmış eski birçok hikâye kitaplarından tamamen farklı olmasına itina gösterdiğini belirterek sade bir dille kaleme almaya çalıştığını ifade etmektedir.47
Kitaptaki hikâyeler konu bakımından çok çeşitlidir. Bunlar kadın fitnelerine, cadılara, cinlere, tılısımlara, kara ve deniz savaşlarına ve dinî konulara ait küçük küçük hikâyelerdir. Sondaki “garibe” kısmında ise şairin gördüklerinden veya işittiklerinden topladığı garip hikâyeler mevcuttur.
Eserin asıl öneminin, dillerde dolaşan Arap ve Acem hikâyelerinden ziyâde, Anadolu ve Rumeli hayatını gösteren orijinal hikâyelerle tertiplenmiş olması ve XVI. asır halk hayatının her köşesinin, bütün samimiyeti ve bütün dekorları ile canlı bir biçimde bu hikâyelerde yaşatılabilmesinden ileri geldiği bildirilmektedir.48 Ayrıca Cinânî’nin bu konuda bir öncü olarak orijinal mevzularını, İstanbul’un günlük hayatından seçtiği, meyhane, mesire âlemlerinden, zenginlik maceralarından, baskın sahnelerinden, kervan hayatı, gemi yolculuğu gibi asrın ictimaî macerasından bahisle olaylar içine eski Şark masallarının cin, peri, tılısım, büyü motiflerini kattığı ve 17., 18. yüzyılda yetişen büyük meddahlara bir ışık tuttuğu kabul edilmektedir.49
Eserin nüshalarına gelince; Fuat Köprülü, Keşfüzzünun’da bile bu eserden bahis olmadığını söyleyerek eserin hususi kütüphanesinde bulunan orta büyüklükte 212 varaktan mürekkep tam bir nüshasının dışında; Gotha Kütüphanesi yazmaları arasında, Paris Millî
43 Güldeste, 459, Zübdetü’l-vekâyi, 143; Fezleke, I, 73; Fâik Reşad, Eslâf, İstanbul 1311, s. 75-76.
44 Şakayık Zeyli, 396.
45 Cinânî, Divan, 104b.
46 Fuat Köprülü, “Meddahlar”, Edebiyat Araştırmaları, Ankara 1966, s. 391.
47 Mukaddime için bkz. F. Köprülü, a.g.e., dipnot 61.
48 F. Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, s. 390-91.
49 Bkz. “Meddah”, İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1965, c. VII, s. 3489-3490.
Kütüphanesi’nde Ahmed Vefik Paşa’nın kitapları arasında ve Cambridge yazmaları arasında daha birkaç nüshasına tesadüf olunduğunu bildirmektedir.50
Köprülü, her ne kadar Kâtip Çelebi’nin bu eseri görmediğini söylüyorsa da gerek Keşfüzzünun’da (II, 169), gerekse Zeyli’ndeki (I, 229) Bedâyiü’l-âsâr’la ilgili kayıtlar Köprülü’nün bu ifadesini nakzeder mahiyettedir.
4. Cilâü’l-kulûb
Cilâü’l-kulûb, Cinânî’nin 1003’te (1594) tamamladığı 3315 beyit ihtiva eden didaktik bir ictimaî hayat bilgisi, âdâb-ı muaşeret ve nasihat mesnevisidir.
Şair geçirdiği bir hastalık esnasında, kimsesizlikten yakındığı bir sırada daha önce yazdığı Riyâzü’l-cinân’ı hatırlar ve iyileştiği takdirde, adını hayırla yadettirecek böyle bir kitap yazmaya ahdeder. Sağlığına kavuşunca da sözünde durarak Cilâü’l-kulûb’u yazmaya başlar.
Cilâü’l-kulûb mesnevisi Taşlıcalı Yahya Bey’in Usûlnâme’sine nazire olarak kaleme alınmıştır. Nazireler üstat sayılan şairlere gösterilen birer “cemîle” niteliğindedir. Bunlar içinde daha üstün bir eser meydana getirme isteğiyle yazılmış olanlar da vardır. İşte Cilâü’l-kulûb bu yolla meydana getirilmiş bir eserdir.
Cinânî Cilâü’l-kulûb’u Bursa’da yazmaya başlamış, bazı bölümlerini yazdıktan sonra Bursa’dan ayrılarak İstanbul’a gelmiştir. Geçim derdinin kendisine yarım bıraktığı eserini unutturduğunu söyleyen şair, o tarihlerde İstanbul kadısı olan Ebussuudzâde’nin arzusu ve teşviki ile kitabını tamamlamıştır.
Cilâü’l-kulûb da Usulnâme gibi “faûlün / faûlün / faûlün / faûl” vezniyle yazılmıştır. Usulnâme 11 “makâm” ile 7 “şube”den toplanmıştır. “Makam”lardan sonra türlü hikâyeler gelmektedir. Cilâü’l-kulûb’da ise, kalemin vasıflarının anlatıldığı başlangıç kısmından sonra münâcat, bülend nazım ve belîğ sözün konu edildikleri bir bölüm, naat ve Sultan III. Murad için yazılmış methiye ile “sebeb-i telif” kısmından sonra gelen 20 “ıkd” bulunmaktadır. Her “ıkd” ise üç kısımdan oluşmaktadır. Önce o “ıkd”da verilmek istenen ahlâkî ders ya da nasihat konu edilmekte, sonra da konuya uygun bir hikâye anlatılarak bu nasihatlar okuyucu için daha cazip bir hale sokulmaya çalışılmaktadır. Hikâyelerin ardından da üç dört beyitten ibaret bir “sâkînâme-i meclis” kısmı gelmektedir.
Cilâü’l-kulûb tertip ve tanzim bakımından Cinânî’nin daha önce kaleme aldığı Riyâzü’l-cinân mesnevisinin bir benzeridir. Riyâzü’l-cinân’daki 20 “ravza”nın yerini Cilâü’l-kulûb’da 20 “ıkd” alır. Her “ravza” veya “ıkd”dan sonra temsilî bir hikâyenin anlatılması her iki eserde de ortaktır. Cilâü’l-kulûb’da ilâve olarak “sâkînâme” kısmı vardır. Her iki eser konu bakımından da büyük bir benzerlik gösterirler. Ancak, Cilâü’l-kulûb’da konuların anlatımında ve ele alınış biçimlerinde dinî yön daha ağır basar. Bu bakımdan şair ahlâkî öğütlerinin arasına bol bol “âyet-i kerîme” ve “hadîs-i şerif” serpiştirir. Cilâü’l-kulûb’da ömrünün sonuna gelmiş, hayatın sıcak ve soğuk günlerini tecrübe etmiş, deneyimli bir kimsenin nasihatları vardır. Riyâzü’l-cinân’da anlatım daha sade ve basit, hikâyeler ise günlük hayatın daha çok içindedir.
Birinci ıkd hükümdarlara, ikinci ıkd vezirlere nasihattır. Üçüncü ıkd hükümdarların hizmetinde olanların nitelikleri konusunda; dördüncü ve beşinci ıkd zengin kimselerin cimriliği, hırs ve tamahın kötülüğü ile, kanaatin faziletine ve kanaat sahibi kimselerdeki kalp huzuruna dairdir. Altıncı ıkd kerem sahibi ve cömert kimselerin methine, yedinci ıkd yalanın kötülüğü ile doğru sözün iyiliğine aittir. Sekizinci ıkd hilmin fazileti hakkındadır. Dokuzuncu ıkd sabır ve tahammül konularına; onuncu ıkd kardeşlik ve yardımlaşmaya ayrılmıştır. On birinci ıkd sözünde durmak hakkındadır. On ikinci ıkd yüksek bina yapmanın lüzumsuluğu
50 Edebiyat Araştırmaları, 389, not 58.
iledir. On üçüncü ıkd şarap içmenin nehyi konusundadır. On dördüncü ıkd şehvet esiri ve kadın tutkunu olanları tel’in eder. On beşinci ıkd gulâmperestliğin çirkinliği hakkındadır. On altıncı ıkd namazı terk etmenin kötü sonuçlarını açıklar. On yedinci ıkdda haram yemenin kötü sonucu ve helâl kazancın önemi üzerinde durulur. On sekizinci ıkd çok konuşmaktan vazgeçip diline sahip olmanın önemine ayrılmıştır. On dokuzuncu ıkd ilim, yirminci ıkd ise aşk ve sevgi konularına dairdir. Bundan sonra kitabın yazılışına sebep olduğunu söylediği, devrin meşhur güzellerinden Saraçzâde’ye ayrılan iki bölüm yer alır. Şair, ayrı bir başlık altında kitabın adını ve telif tarihini açıklayarak büyük yardım ve himmetini gördüğü Ebussuudzâde’ye teşekkür eder. En sonda da bir münâcat ve kitabın hatime kısmı yer almaktadır.
Cilâü’l-kulûb yazıldığı devirde Riyâzü’l-cinân kadar olmamakla birlikte, yine de değeri takdir edilmiş ahlâkî bir mesnevidir. Eser çeşitli öğütlerin verildiği yirmi bölüm üzerinde yazılmıştır. Her bahiste öğütler verildikten sonra bu konularla ilgili birer hikâye anlatılmaktadır. Bu hikâyelerin bir kısmı İslâm tarihinden ve Şark kaynaklarından, bir kısmı da yerli hayattan alınmıştır. Cilâü’l-kulûb bu bakımdan oldukça önemli bir eserdir. Düzgün ve mükemmel bir ifadeyle kaleme alınmış olan eserde didaktik kuruluk yoktur. Bilhassa nasihatlardan sonra, yerli hayattan aldığı hikâyelerde Cinânî, kendi zamanındaki hayatı aksetirmektedir. Genellikle dünyevî konuların işlendiği eserde yer yer İslâmî ve tasavvufî ruha da rastlanmaktadır. Bilhassa son kısımda ilâhî aşk kudretli bir şekilde anlatılmaktadır.
Üslûp ve eda bakımından Cilâü’l-kulûb, Cinânî’nin daha önce meydana getirdiği eserlere nazaran oldukça mütekâmil ve kusursuzdur. Kısaca belirtmek gerekirse, güçlü bir sanatkâr olan Cinânî’nin bu eseri didaktik eserler arasında kendine mahsus bir yeri olan fevkalâde bir eserdir. Ancak onun fazla meşhur olmaması, belki de, Cinânî’nin hayatının son eseri oluşu ve ölümünden kısa bir süre önce kaleme almış bulunmasındandır. Buna bir de Cilâü’l-kulûb’da ele alınan konuların, Riyâzü’l-cinân’dakilere nazaran biraz daha ağır oluşu eklenebilir. Bu bakımdan Cilâü’l-kulûb’un nüshaları Riyâzü’l-cinân’ınki kadar fazla değildir. Kaynak:T. C. KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI
KÜTÜPHANELER VE YAYIMLAR GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
Hazırlayan
Doç. Dr. Mustafa ÖZKAN