Ziyaretçi
Sponsorlu Bağlantılar
"HEM KATİL HEM KURBAN OLMAK"
Alman yazar Edgar Hilsenrath'ın Türkçedeki ilk eseri olan Nazi ve Berber haklının değil güçlünün ve güçlü olandan yana tarafını değiştirerek yaşamayı becerebilen Max Schulz'ın hikâyesini anlatır. Karakter merkezli olan bu roman bütün okuma süreci boyunca durmaksızın ezberi bozmaya yönelik çeşitli sorular sordururken savaşın insan hayatı üzerindeki etkisine odaklanır. Max bir Yahudi midir yoksa Alman mı? Max bir kitle katili midir, yoksa kurban mı? Bizimle olmayan bize karşı mıdır? Ve en önemlisi savaş sürerken insanlar masum kalabilir mi? Nedir masumiyet?
Max, Hitler iktidara gelmeden önce doğmuş ve babasının kim olduğunu bilememektedir. Bunun için beş aday vardır. "Babamın kim olduğunu kesin olarak söyleyemem, ama şu beş kişiden biri olmalı… Beş babamın da soy ağaçlarını dikkatle incelettim ve sizi temin ederim ki bu beşinin de âri soyu hiç kuşku götürmeyecek biçimde saptandı…" Max saf bir Alman olduğunu düşünürken hemen karşı komşuları Itzig Finkelstein tam bir Yahudidir. Ancak aralarındaki savaş henüz başlamamış gündelik hayat bütün canlılığı, abartılı halleriyle devam etmektedir. Hiçbir şey birdenbire olmaz onların hayatında. Yahudiler yavaş yavaş düşman bellenir, dükkânları yavaş yavaş yağmalanır ve evlerinden alınıp ölüm kamplarına götürülür. Ama insanlar birdenbire Hitlerci olur. Max da birdenbire kendini yürüyüşlerde, örgütsel konuşmalarda bulur ve bu iktidar ve güç meselesi onun hoşuna gider. Dayak yiyen dayak atmalıdır artık. Savaş başladığında ise Itzig bir süre sonra ortalıktan kaybolur, babalarından sürekli dayak yiyen Max ise Alman ordusuna katılır.
İşte tam da bu zamandan sonra Max'ın hikâyesi de başlar. Yahudi soykırımına katılır. Yirmi binden fazla kişinin ölümünü bizzat gerçekleştirir. Küçük bir balıkken büyük balığa doğru evrilir. Küçükken babasından dayak yiyen, üvey babasının tecavüzüne uğrayan bu çocuk artık dayak atabilmekte bununla yetinmeyip ölüm kararları vermektedir. Ancak bir süre sonra devran değiştiğinde ve Hitler milyonlarca insanı öldürüp yenilgiye doğru evrildiğinde Max bunu hassas burnuyla sezer ve hemen saf değiştirir. Çünkü Max bir idealist olduğunu düşünmektedir. Ve yaşamak için taraf değiştirmelidir. "‘Max Schulz! Senin için ikinci bir hayat varsa o zaman Yahudi olarak yaşamalısın' diyorum. Ve nihayet… Biz savaşı kaybettik. Ama Yahudiler onu kazandı. Ve ben Max Schulz her zaman bir idealisttim. Ama özel bir idealist, rüzgârın estiği yöne göre kılık değiştiren bir idealist." Çünkü Max bütün hayatı boyunca şunu anlamıştır.
Eğer vicdan diye bir sorunun yoksa, ya da kirli bir vicdana sahip olduğunu kabullenmişsen, kazananların yanında yaşamak kaybedenlerin yanında yaşamaktan daha kolaydır. Nitekim Max'ın öyle bir sorunu hiçbir zaman olmaz. Bu onun ilk değişimidir. Max bundan sonra hemen sünnet olur, en acımasız toplama kampı olan Auschwitz'in ismini ve numarasını gövdesine kazır, bir Yahudi gibi yaşamaya başlar. Savaşta Yahudi ölülerinden topladığı altın dişlerle de yepyeni bir hayat kurar kendine. Ve çocukluk arkadaşı olan, soykırım başladığında da ölüme yolcu edilen Itzig'in kimliğine bürünür. Çünkü onun bütün hayatını bilmektedir. Sorgulamalardan kolaylıkla sıyrılır. Ölümüne yakın kalp nakli gerektiğinde bile bir Arap'ın kalbini taşımayı kabul etmez. Diretmesi sayesinde bir hahamın kalbini taşır…
Savaş İnsanlarının Psikolojisi
Max hem bir Yahudi hem de bir Alman'dır. Bu onun için bir çelişki ya da savaş nedeni değil tam tamına bir var olma, yaşamını sürdürme nedenidir. Zaman zaman biri ya da öteki olmaktadır. Denge hangisini istiyorsa hemen o olur. Max aynı eylemin iki failini bedeninde barındırır. Hem katildir hem de kurban! Çaldığı altın dişleri satarak zengin olur ve karaborsacılık yapar. Bir kontesle tanışır ve birlikçe çalışırlar. Bu sayede iyi kitaplar
okur, iyi bir hayat sürer ve güzel kadınlarla birlikte olur. Her şeyin iyisini almanın onun hakkı olduğunu düşünür.
Edgar Hilsenrath, Max'ın ve Itzig'in hikâyesini anlatırken çoktan beri artık büyük bir klişeye dönüşmüş, büyük bir gerçekliği anlattığının farkındadır ama bunu var olan büyük klişeyi kırarak, farklı bakış açıları sunarak, olağanüstü canlı ve bir o kadar da gerçek yapılar kurarak, katille de maktulle de empatiyi aynı oranda yüksek tutup içerden bakmayı becererek, dilin büyüsüne yaslanarak ortaya yepyeni, eşsiz bir hikâye çıkarmayı başarır.
Anlatılan aslında sadece Max ya da Itzig'in hikâyesi değildir. Roman bittiğinde aynı zamanda bütün bir coğrafyanın insanlarının psikolojileri, savaşın yıktığı ve bazı şeyleri yapmaya mecbur bıraktığı hayatları, toplumsal yapı ve gelenekleri de aynı oranda anlaşılmış olur. Evrensel bir roman yaratan yazar, savaşın yaşandığı, vicdanın uzaklaştığı coğrafyalarda da aynı dertlerin farklı şekillerde tezahür edebileceğini gösteriyor bize. Bunun için uzağa gitmeye gerek yok. Bakınız Türkiye…
Metafor Olarak Berber
Karakter merkezli olan Nazi ve Berber, aslında bir kara komedi. Büyük bir trajediyi anlatırken yazar, onu trajik anlatmayı seçmez. Eğer öyle anlatmayı seçseydi roman kesinlikle bu kadar etkileyici olmayacaktı. Seçtiği üslup romanı vazgeçilmez kılıyor. Yazar, bize vahşi ve acımasız bir hikâye anlatırken olabildiğince sakin ve soğukkanlı davranıyor. Anlatılanı şiirsel bir dengeye oturtuyor. Öyle ki bazı yerlerde bu soğukkanlılık insanı dehşete düşürüyor. Bazı yerlerde anlatılan ciddi hikâye bir parodiye dönüşebiliyor. Bunun en önemli örneği kuşkusuz kitabın sonlarına doğru beliren mahkeme bölümüdür. Diyalogların ağırlıkta olduğu mahkeme tam bir absürd metindir. Almanya'nın büyük yazarlarından Heinrich Böll'ün tespiti bu anlamda yerinde ve doğrudur. "Bu titiz ve cesur girişim; yazarın büyüklüğünü, yer yer vahşice fışkıran ama isabetli, yalın ve aynı zamanda sakin bir şiirsellik taşıyan dilini gözler önüne seriyor."
Yazarın karaktere berberlik mesleğini seçmesi de oldukça yerindedir. Çünkü insan kafasıyla uğraşan bu meslek metaforik anlamda insan kafasını şekillendiren de meslektir. İnsan ellerine teslim edilmiş bir kafayla neler yapılabilir? İşte bu sorunun cevabını bütün roman boyunca alıyoruz. Kafa bir berber koltuğunda şekillendirilebilir, güzelleştirilebilir, hoşa giden bir hale getirilebilir ya da parça parça edilebilir. Max Alman SS subayı iken de, Yahudiyken de, karaborsacıyken de ve ölmeye yakınken de hep bir berber salonu açmak ister. Babaları berberdi çünkü. Bu dileğini gerçekleştirmez. Ama gündelik yaşamında berberin metaforik anlamını her zaman pratiğe geçirir.
Nazi ve Berber, Almanya'da başlayıp Polonya topraklarından, İsrail ve Filistin topraklarına kadar süren uzun maceraları ve insanlık trajedisini görkemli bir şiirsellikle Max'ın karakteri ekseninde bütün bir Alman ve Yahudi toplumunun trajedisini anlatır.
Nazi ve Berber
Edgar Hilsenrath
Çeviren: Sezer Duru
İthaki Yayınları, 2007, 434 sayfa, 19.5 Ytl
* Radikal Kitap, 30/11/2007