Arama

Türk Eğitim Sistemi Tarihi

Güncelleme: 22 Mart 2010 Gösterim: 55.762 Cevap: 6
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Şubat 2007       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türk Eğitim Sistemi Tarihi

Sponsorlu Bağlantılar
Tarihe baktığımızda Türklerin üç ayrı uygarlık devresi içinde yaşadıkları görülmektedir. Bunlar Selçuklular dan önceki dönem, Selçuklular ve Osmanlılar dönemi Osmanlı yükselme dönemi olmak üzere üç başlıkta ele alınabilir. Hunlar’ın Göktürklerin ve Uygurların hüküm sürdüğü Selçuklular dan önceki dönemde güçlü bir savaşçı olma, ata binme, kılıç kullanma gibi niteliklerin kazandırılması üzerinde durulmaktaydı. Bu uygarlıklardan Hunlar göçebe tarzı bir toplum yapısına sahiptiler. Göktürkler ve Uygurlar ise gelişmiş bir alfabe ve yazı diline sahip olmuşlardır. Bu her üç uygarlık döneminde de oturmuş bir eğitim kurumundan, bahsetmek zordur. Bu dönemin iki önemli özelliği göze çarpmaktadır:
Eğitimle ilgili belgelerin en az bulunduğu bir dönemdir.
Bulunan belgelere göre de çıraklık eğitimi (halk eğitimi, teşkilatsız eğitim) hakimdir.

Selçuklular ve Osmanlı Dönemi
Sıbyan Mektebi
Osmanlıların ilköğretim seviyesindeki okullarına genel olarak “sıbyan mektebi” veya “mahalle mektebi” denilmektedir. Sıbyan okullarına “mektep” veya “küttab”, yoksul çocuklar için açılanlara da “küttab-ı sebil” veya “mekteb-i sebil” de deniyordu. Küttab veya mekteb, “yazı öğretilen yer” anlamına gelir. Önceleri burada sadece yazı öğretiliyordu. Ancak sonra temel İslami bilgiler de bu okullarda verilmeye başlanmıştır. Önceleri bu öğretim için özel olarak yetiştirilmiş öğretmenler olmadığı gibi, “okul” denebilecek binalar da yoktu. İmam Malik de, mescidleri kirletebilecekleri düşüncesi ile, onlara mescidler de yer vermeyince bu okullar özel evlerde, mescit ve cami kenarlarında vs. yer bulmuşlardır. Sıbyan okulları her mahallede, oranın zengin ve hayır sever kişileri tarafından kurulur, zengin bulunmayan yerlerde ise halk el birliği ile okul yaptırırdı. Devletin ileri gelenlerinin okul yaptırması ise bir gelenekti. Sıbyan okulları özel kişiler tarafından kurulmuşsa, okula han, hamam, dükkan, zeytinlik gibi gelir kaynakları bağlanır ve öğretmen harçlığı, okulun bakımı gibi giderler bu gelirlerle karşılanırdı.
Küttab veya Mekteb öğretmenlerine “muallim” deniliyordu. Muallimler genellikle o mahalle veya camiin imamı da olurlar; imamların eşleri de kız öğrencilere öğretmenlik yapabilirdi. Muallimler genellikle fazla itibar görmezlerdi. Küttab öğretmenleri çeşitli zamanlarda ve Kuran’ın bitiminde, öğrencilerden ve ana babalarından hediyeler alırlardı.
Çocukların küttaba başlama yaşı, 7 civarında idi. Bitirme ise 13-15 yaşları arasında, buluğ çağında olurdu. Başlama, özellikle Osmanlılarda “amin alayı” denilen, çocukların ve öğretmenlerin katıldığı, ilahiler okuyarak o yerleşim yerinde yürüyüş yapılan bir törenle olurdu. Genellikle, bir odalı küçük yapılar olan bu okullarda sıra yazı tahtası ve masa gibi araçlar yoktu. Çocuklar okula ait hasır, kilim ya da evlerinden getirdikleri yastık üzerine diz çökerek oturur, önlerindeki rahleler üzerindeki Kuran ve dua kitaplarını okurlardı. Burada farklı seviye ve yaşlarda çocuklar bulunabilirdi. Dolayısıyla bu tür ortamlarda dayak olayları da fazlaca oluyordu.
Öğretimin esası Kuran idi. Öğrenciden üç yılda Kuran’ın ezberlemesi istenirdi. Ama bu, çoğu zaman ezber olmaz, Kuran’ın hatmi (baştan sona bir kez yüzünden okunması ve bazı sayfaların ezberlenmesi) olurdu. Programın içinde yazı da vardı. Yazı, şiir ve atasözleri üzerinde olurdu, Küttablar da, bu derslere ek olarak hikayeler ve aritmetik de vardı, ibadet şekilleri de öğretiliyordu. On yaşına kadar Kur’an’ı hatmeden çocuk, daha sonra kelime bilgisi, hitabet, dilbilgisi, edebiyat, tarih gibi ek konular üzerinde üç yıl daha çalışabilirdi. Perşembe öğleden sonra ve Cuma günleri tatil idi.
Bizans’da ve İslam aleminde temel öğretim, genel şartlar ve prensipler bakımından birbirlerine çok yakındı.
Her iki taraf da, eğitilmiş iyi bir dindar kişi yetiştirmeyi amaç edinmişti. Her iki taraf da, eğitimin ailede verilmesi taraftarıdır. Eğitim yaşı olarak 6 yaşın sonlarını alıyorlar. İslam aleminde okullar camilerle ne kadar içli-dışlı ise, Bizanslılarda da manastırlarda, narthexlerde veya büyük kiliselerde idi. Öğrencilerin oturdukları yerlerde aynı idi: sıralar, toprak, koyun postları,vs.. Öğrencilerin kullandıkları malzemelerde birbirine yakındı: tabletler, taş tahta, yazı takımı, mürekkep şişesi, kamış kalemler, her iki tarafta da cevizden ezilerek yapılan mürekkepler kullanılıyordu. İlkokul öğretmenleri, her iki tarafta da sefil ve müşkül bir halde idiler ve alay konusu oluyorlardı. Öğrencilerin çeşitli zamanlarda ve çeşitli vesilelerle getirdikleri hediyelerle yaşıyorlardı. İslamiyet de Kur’an’ı bitirtince hocaya verilen “hitma” Bizans da “nomisms” adını alıyordu.
Müfredat programları da mukayese edilebilir şekilde: okuma-yazma, gramer, hesap vs.. iki tarafta da atasözleri ve vecizeleri, öğretim malzemesi olarak kullanılıyordu.
Öğretim metotları da aynıydı. Ezber öğretime hakimdi. Derslere “besmele” ve “hamdallah” ile başlanıyor, her hafta sonunda kontrol ediliyordu. Hafta sonu tatilleri, ikisinde de vardı. Her iki tarafta da disiplin ve düzen, büyük öğrenciler tarafından korunmaya çalışılıyordu.
Bu okulların öğretim programları alfabe, Kur’an, Türkçe, çeşitli dinsel bilgiler ve güzel yazı gibi sınırlı sayıdaki dersten oluşuyordu bu okullar, halkın temel okuma yazma gereksinimine bir ölçüde de olsa cevap veren kurumlar olduklarından, daha çağdaş okulların açıldığı Tanzimat döneminde bile varlıklarını korumuşlardır.
Öğretimdeki ceza metotları da aynı idi. Arapların falakası,Bizanslılarda “phallagas” şeklinde vardı. Falaka çok eskiden beri doğuda da batıda da kullanılan bir aletti.
Buradan çıkaracağımız sonuç, Anadolu ve Doğu Akdeniz çevresinde ilköğretim alanında ayrı dinlerin, kültürlerin ve ulusların birbirine oldukça yakın, birbirinden etkilenmiş bir ilköğretim sistemleri olduğudur. Osmanlılar da uzun yüzyıllar boyunca bu sistemi yaygın olarak kullanmışlardı.

Medreseler
Selçuklu Medreseleri
İlk Selçuklu medreseleri 1040 yıllarında Nişabur da Tuğrul Bey tarafından kurulmuştur. Alpaslan döneminde de 1067 de Bağdat da Nizamiye medreseleri adıyla önemli kurumlar açılmıştır.
Medrese sistemi, çok eski zamanlardan beri varolan cami okullarının bir devamıdır. Bir camide belli bir hücre derslere ayrılınca veya bir sütun dibinde öğretim halkası oluşturulunca, buraya “medrese” denirdi. Daha sonra medrese ve cami binaları da birbirinin fonksiyonlarını görmeye başlamıştır. Bazı binalar her iki isimle de anılıyordu.
Camilerdeki öğretim yeri ile medreselerdeki öğretim yeri arasında önemli farklar vardır. Camilerdeki ayrı ayrı halkalar, medreselerde ahenkli bir çalışma şekli haline dönüşüyordu. Mimarlık açısından da camiler medreselere değil, medreseler camilere yeni şekiller vermişlerdir. Medreselerin asıl memleketi, Horosan ve Maveraünnehir bölgesidir. Nizamül-Mülk den önce yöredeki okullar Gazneliler Karahanlılar ve Selçuklular tarafından destekleniyorlardı.
Nizamül-Mülk, Selçukluların İranlı bir Sünni veziri idi. Pek çok meşhur alim için medreseler yapmıştır, ayrıca hemen her medreseye zengin vakıflar bağlanmış müderrislerin ve özellikle öğrencilerin devlete ve Sünni görüşlere bağlanması için para, yiyecek ve giyecek yardımı sağlanmıştır. Medreseler devlet girişimi ve devlet parası ile yaptırılmıştır. Bu durum Nizamül-Mülk’ün hem bir başbakan hem de eğitim bakanı gibi çalıştığını göstermiştir.
Nizamiye medreseleri, tarihte “eğitimde şans ve fırsat eşitliği” sağlamanın mükemmel örneklerinden biridir. O zamanlar yüksek öğretim maddi problemi olmayan, kolayca kitap satın alabilen ve çeşitli yerlerde araştırma yapabilenlerin hakkıydı. Devlet, medreseleri “yatılı ve burslu” bir eğitim kuruluşu haline getirmekle öğretimde imkan ve fırsat eşitliğini sağlama çalışmalarına girişmiş oluyordu. Bu medreselere bağlanan zengin vakıflar, onların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak sürekli bir gelir kaynağı oluyordu. Müderris ve öğrencilerin bütün ihtiyaçları karşılanınca, onlarda kendilerini kayıtsızca bilime ve öğrenmeye verebiliyorlardı. Bu denli nizamiye medreseleri kurmanın bir başka amacı devlet memuru yetiştirmekti.
Selçuklu medreseleri müderris-öğrenci ilişkilerinde bir yenilik getirmemişti ama öğrenci statüsünde bazı yenilikler olmuştu: Bu, medrese öğrencilerinin büyük bir kısmının yatılı olması ve bu arada medrese vakfından burs alabilmeleriydi. Gerek Selçuklular gerekse bunun arkasından gelen beylikler zamanında Anadolu da Selçuklu geleneğinde pek çok medrese kurulmuştur.
Osmanlı Medrese Sistemi
Bu döneme Cumhuriyet öncesi eğitim sistemi de denilebilir. Medreseler, ilköğretimden yükseköğretime kadarki eğitim kademelerini içine alırdı. Yetenekli bir öğrenci devre usulüne göre yüksek tahsilini de buralarda bitirebilirdi.
Medreselerde diploma usulü uygulanırdı. Yani müderris, öğrencinin tam yetiştiğine kanaat getirdikten sonra diplomasını verirdi. Medrese hocası, bu konuda tam yetkiliydi. Öğrencisini her yönüyle iyi bir şekilde tanırdı. Günümüz ifadesiyle bireysel eğitim yapılırdı, denilebilir.
Medreseler genellikle vakıflar tarafından kurulur ve yönetilirdi. Her türlü masrafları vakıflar tarafından karşılanırdı. “Öğretmen maaşları mahalli idareler tarafından ödenirdi.” 1947’den itibaren ise devlet tarafından yani genel bütçeden ödenmeye başlanmıştır.
Yüksek kademede belirli bilim dallarına göre ihtisaslaşma söz konusuydu. Ülkenin bürokrat, doktor, yargıç gibi aydın gurubunu yetiştiren bu kurumlarda ileri din bilgisinin yanı sıra mantık, metafizik, geometri, matematik dersleri de verilmekteydi.
Medreselere sıbyan okullarını bitirmiş ya da kendi kendini özel olarak yetiştirmiş Müslüman ve Sünni mezhebinden olan erkek çocukları alınırdı. Bu nedenle kız çocuklarının sıbyan mekteplerinden sonra örgün eğitime devam etme hakları yoktu.
İstanbul’da Fatih medreseleri yapıldıktan sonra, Osmanlı Devleti sınırları içindeki medreseler de bir derecelenmeye, yeni bir teşkilata tabi tutuldu. Buna göre, medreseler aşağıdan yukarıya doğru şöyle sıralandı:
Haşiye-i Tecrid
Buralarda çalışan müderrislerin yevmiyesi 20-25 akçe idi. Burada okutulan ana kitap “Haşiye-i Tecrit” olduğundan medrese de bu adı almıştı. Bu kademede ayrıca Emsile, Bina, Maksüt, Avamil, Izhar, K Şerh-i Tevail, Şerh-i Ferak, Mutavvel gibi kitaplar okutulurdu.
Miftah medreseleri
Haşiye-i Tecrid medreselerinin üstünde, müderrislerinin 30-35 akçe aldıktan ve okutulan ana kitabın “Şerh-i Miftah” olması nedeniyle bu ismi almış medreselerdi. Ayrıca burada da H Tecrid, Tenkih ve Tavzih, Mesabih gibi kitaplar okutuluyordu.
Kırklı medreseler ve Hariç elli medreseleri: Osmanlılardan önceki sultan ve emirlerin yaptırmış oldukları medreseler bu adı alıyorlardı. Müderrisleri 40 akçe alıyordu. Bu medreselerin ilk sınıflarında Şerh-i Miftah, orta sınıflarında Şerh-i Mevakıf (Kelam) ve yüksek sınıflarında da Hidaye (Fıkıh) okutuluyordu.
Dahil Elli Medreseleri
Osmanlı padişahları, şehzade anneleri, padişah kızları ve şehzadelerin yaptırdıkları medreseler bu ad veriliyordu. Müderrisleri 50 akçe alıyordu. Aşağı sınıftakiler Hidaye, ortadakiler Telvih (Usul-ü Fıkıh) ve ilerdeki öğrenciler Keşşaf veya Kadı Beydavi tefsirlerinden birini okuyorlardı.
Musıla-ı Sahn
Derece olarak Dahil elli medreseleri derecesinde idi. Ancak burası Sahn-ı Seman medreselerine öğrenci yetiştiren Tetimme medreseleri olduğu için, “Sahn medreselerine götüren” anlamında bu ismi almışlardı. Okutulan dersler de Dahil elli medreselerinde okutulan dersler idi.
Sahn-ı Seman Medreseleri
Fatih Külliyesi içindeki en yüksek medreselerdi. Müderrisleri 60 akçe alan Musıla-ı Sahn müderrisleri daha çok ücret alırlardı.
Gerek müderrislerin yükselirken gerekse öğrencilerin bir yukarı kademedeki medreseler derslerine devam ederken, yukarıdaki medreseleri bitirmeleri, buradaki dersleri okuduklarına ve anladıklarına dair müderrislerden belge almaları gerekiyordu. Öğrenci geçişlerinde bu medreseler sıralamasına dikkat edilmesi üzerine bir çok fermanlar yayınlanmış, ama gene de sık sık bu sıralamanın bozulduğu görülmüştür.
Süleymaniye Külliyesi yaptırıldıktan sonra medrese sıralamasına “Ibtida-i Altmışlı” ve “Hareket-i , Altmışlı” kademeleri ile Müsıla-ı Süleymaniye, Hamise-i Süleymaniye, Süleymaniye ve Darü’l-hadis medrese kademeleri eklenmişti. Ayna zamanda maaşı az olan medreseler arasında da bazı yeni sınıflamalarda yapılmıştı. Süleymaniye külliyesi 16.yüzyılın ortalarına doğru Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Mimarı, Mimar Sinan’dır. Süleymaniye külliyesin de 6 tane medrese vardı ve buralarda tıp, tabiiye, riyaziye dini hukuki ve edebi bilimleri öğretimi yapılıyordu.
Fatih’in büyük külliyesi yaptırılınca, İstanbul’un ilk Türk yükseköğretim kurumları olan bu medreseler bütün öğrencileri, araç-gereçleri ve müderrisleriyle oraya taşınmışlardı. Fatih külliyesi, Ayasofya kadar muhteşem olan bir kilisenin yıkıntıları temizletilerek yaptırılmıştır.
Külliyenin yapımı 1462’den 1470 yılına kadar sürdü. Külliye de bir cami, tetimme ve Semaniye medreseleri, türbe, Darüşşifa, hamam, imaret (aşhane, misafirhane), Tabhane (takat, kuvvet verilen yer), misafir odaları, 4 tane zaman ölçme yerleri ve bir de ilkokul vardı. Medresenin müderrisleri de bu civardaki evlerde oturduğundan, daha sonraki yüzyıllar içinde İstanbul’un Fatih semti tam bir yükseköğretim semti olmuştur.
Semaniye medreseleri Külliyenin Akdeniz ve Karadeniz taraflarında idi. Bunların hizasında 8 medrese daha vardı ve bunlar, Semaniye Medreselerine öğrenci hazırlayan Tetimme Medreseleri idiler.
Tetimme medreselerine “Musıla-ı sahn” da denilirdi. Burada okuyan öğrencilerin adlarıda “suhte” (daha sonra “softa” olmuştur) idi. Tetimmeler sınıf sınıf ayrılmakta idi ve bu ayrım “baş” ve “ayak” tabirleriyle yapılıyordu.
Suhteler “mukaddimat-ı ulüm”u okuduktan sonra “mülazım” olur ve ihtisas yaparlardı. Bunların da bir kısmı Sahn medreselerine geçerek “danişmend” olurlardı. Her Tetimmede 8 hücre, her hücrede de önceleri üç öğrenci olurdu. Daha sonraları nüfus artınca, buralarda kalan öğrenci sayısı da artmıştır. Suhteler, derslerini “muid”lerden ve “müsteiddin” öğrencilerden alırlardı.
Semaniye medreselerine “Kurşunlu medreseler” de denir. Bunlar öğrencilerini “Hariç”ten ve Tetimme medreselerinden alırlardı. Bunlar, Külliyenin ve devrinin ihtisas medreseleri idiler ve burada her danişmende bir oda veriliyordu. Sekiz medreseden her birinin bir büyük dershaneleri ve ayrıca 20 tane de odası vardı.
Fatih medreseleri nakli ve akli bilimlerde öğrenci yetiştirmek için kurulmuş medreselerdi. “Sahn” sözü, önceleri yalnız bu medreseler için kullanılırken sonra başka medreselere de ad olarak verilmiştir. Fatih Külliyesinin bir kütüphanesi olduğu gibi, ayrıca medreselerin de kütüphaneleri vardı. Külliyenin tatil günleri Salı idi. Bayram ve Kandil günlerinin dışında Ramazan ayı da tatil olurdu. Medresede dersler sabah ve akşam dersleri olarak belirleniyordu. Öğle ile ikindi arası dinlenme zamanıydı.
Medreselerin Bozulması
Medreselerin bozulmalarının sebepleri
Osmanlı medreselerinin bozulması ilk defa bazı müderrislerin terfilerinin normal yolların dışında yapılması yoluyla, Kanuni zamanında başlamıştır.
Kanuni döneminde, padişahın bazı kişileri alt kademelerde müderrislik yapmadan üst kademelere ataması ilmiye mensupları arasındaki bozulmanın başlangıç noktaları olmuştur.
  • Bir çok “mevali gözdeler” soylarının adından faydalanarak kısa zamanda üst rütbelere yükselmesi
  • İltimas ve rüşvetle pek çok kişinin kadılık ve müderrislik görevlerine atanarak medreselerde ders vermeye başlamaları, bütün mevkilerin akçesi olanların eline geçmesi
  • Ayda bir kere bile olsa medreseye gitmeyen müderrislerin türemesi
  • Ağaların, paşaların oğullarının okuyup yazmadan medrese mezunu sayılması
  • Medreselerin öğretim programlarının karışarak, 16.yüzyılın ilk yarısında 2-3 yıl olarak belirlenen öğretim sürelerinin, aynı yüzyılın ikinci yarısında bir yıl, altı ay, üç ay gibi sürelere düşmesiyle birlikte öngörülen ders programlarının giderek küçülmesi
  • Yersiz-yurtsuz insanlar topluluğunun medrese, imaret ve tekkelerde toplanması
  • Önceleri Rumeli de başlayan medrese öğrencilerinin isyanlarının, kısa zamanda Anadolu’ya yayılması
Enderun Mektepleri
1455 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından kurulan bu okulların amacı, yönetici ve devlet adamı yetiştirmekti. Sıbyan okulları ve medreselere sadece Müslüman çocuklar kabul edilirken, Enderun okullarına devşirme kanunu gereğince Hıristiyan tebaanın çocukları alınmaktaydı.
Bu okullarda din, edebiyat, tarih, matematik, müzik ve beden eğitimi alanlarında eğitim verilmekteydi, ayrıca bu okullarda öğretim Türkçe olarak yapılmaktaydı. Enderun okullarından Osmanlı dönemi boyunca 79 sadrazam, 3 şeyhülislam, 36 kaptan-ı derya olmak üzere çok sayıda mimar, şair, ressam ve tarihçi yetiştiği kaydedilmektedir. Amerikalı eğitimci kazamias’ın Platon’un idealindeki okul olarak nitelediği Enderun aynı zamanda üstün zekalılara yönelik olarak açılan bir okul olarak görülmektedir.
Kişinin yeteneklerine değer verip onları en iyi biçimde geliştiren Enderun, Türklerin düzenli, kendine özgü bir eğitim sistemini kurup başarılı sonuçlar aldıklarını göstermekte ve dünya eğitim tarihinde de önemli bir yer tutmaktadır.
Sadrazamlığa varıncaya kadar en yüksek devlet görevleri özellikle bu okul mezunlarına verilirdi. Mesela ünlü sadrazam Sokulu Mehmet Paşa da bir Enderun mezunu idi. Yine, unutulmaz mimarımız Mimar Sinan da bir devşirme idi. Devşirme olayında baskı yoktu zeki ve istikbal vadeden çocuklar, anne babalarının rızaları alınarak toplanır ve özel bir eğitime tabi tutulurlardı.
Osmanlının temel amacı toplumda adaleti gerçekleştirmekti. Adaleti gölgeleyen faktörlerin başında da arkadaşlık ve akrabalık faktörlerinin geldiği bilinen bir gerçektir. İnsan; arkadaş ve kan bağının bulunmadığı bir bölgede adaleti rahat, daha kolay tatbik edebilmektedir. İşte Osmanlılarda en yüksek devlet görevlerinin devşirmelere verilmesinin temel sebebinin bu husus olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Yani onlar, toplumda kan akrabalığı gibi kişiyi etkileyen faktörlerden uzak olduklarından adaleti daha rahat gerçekleştiriyorlardı.

Osmanlı İmparatorluğu'nda Eğitimde Reform Dönemi
18. yüzyılda, Avrupa ülkelerinde meydana gelen ekonomik ve politik değişim Osmanlı İmparatorluğu’nu büyük ölçüde etkilemiştir. Bu dönemde batıda endüstri ve teknoloji hızla gelişmiş, kapitalist düzen kurulmuştur. Bu gelişmeye ayak uyduramayan Osmanlı İmparatorluğu ise giderek ekonomik ve askeri gücünü yitirmeye başlamış, batı ile rekabet edemez duruma gelmiştir. Bu gerçeği fark eden Osmanlı yöneticileri, İmparatorluğu eski gücüne kavuşturmak amacıyla birçok reform hareketine girişmiştir.
Modernleşme olarak nitelendirilebilecek bu hareketler ilk kez orduda başlatılmıştır. Sonra dış ve iç güçlerin etkisiyle Tanzimat ve Meşrutiyet ilan edilerek siyasal yapıda da değişikliğe gidilmiştir.
Tanzimat dönemi devlet adamları, yarım yamalak ve tereddütlü olmakla beraber gözlerini batıya çevirdiler. Bilimlerin ve eğitim sistemlerinin gelişmesine uygun olarak medreselerde köklü düzenlemeler yapacak yerde batıdaki modelleri örnek alan bazı yeni okullar açtılar. Bunlar; ordunun güçlendirilmesi için açılan Mühendishane (1975), Bahriye (1825), Tıbbiye (1826), Harbiye (1834) adlarındaki askeri teknik okullardı.
Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen Osmanlı eğitim ve öğretim sisteminde köklü bir düzenleme yapılamadı. Bir taraftan yeni okullar açılırken diğer taraftan da medreseler gittikçe gerileyerek yaşamlarını devam ettiriyorlardı. Eski ile yeninin bir arada yaşatılmaya çalışıldığı bu uygulamalar, öğretimde bir ikiliğe neden oldu. Öğretimdeki amaç ve içerik ayrılığı, bu kurumlardan yetişenleri “mektepli-medreseli” diye karşı karşıya getiriyor, dünya görüşleri birbirinden çok farklı insanlar ortaya çıkarıyordu.
Öğretimdeki bu ikili bölünmüşlüğe çok geçmeden bir üçüncüsü daha eklendi. Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman olmayan tebaaya inanç ve ibadet özgürlüğü dışında kendi dilleriyle eğitim yapma olanağı sağlanmıştı. Bu hoşgörüden yararlanan gayrimüslim tebaa imparatorluk topraklarında azınlık okulları denilen okullar açmışlardı. Diğer taraftan bazı yabancı devletler de kapitülasyonların ayrıcalıklarını genişleterek imparatorluğun çeşitli yerlerinde kendilerine bağlı okullar açmak hakkını kazandılar. Yabancı okullar adı verilen bu öğretim kurumlarının sayısı Tanzimat Dönemi’nde giderek arttı. Batı tarzı eğitim uygulayan bu okullar, devlet okullarına oranla çok üstün bir eğitim yapmaktaydılar. Geleneksel öğretim kurumları olan medreselerin yanında modern okulların açılması, öğretimde bir ikiliğe neden olurken yabancı okulların çoğalması, Osmanlı eğitim kurumlarını kozmopolit bir hale soktu.

Orduda Yenileşme Hareketleri ve Eğitim
1700’lü yıllardan sonra Batılı ülkeler karşısında üst üste yenilgiler alan Osmanlı Devletinde doğal olarak bir takım arayışlar başladı. Arayışların en fazla olduğu alanlardan biride eğitim konusunda oldu. Bu anlamda 1773’de Askeri Deniz Okulu , 1784’deAskeri Kara Okulu , 1827’de Tıphane-i Amire gibi okullar açılmaya başlandı. Dolayısıyla batıdan esinlenerek oluşturulan ilk eğitim kurumları askeri okullar oldu.
Osmanlı ordusunda başlatılan yenileşme hareketleri sırasında Batı ülkeleri, özellikle Fransa model alınmış ve ordunun yeniden düzenlenmesi için batıdan uzmanlar davet edilmiştir. Ordunun batının teknolojisine kapılarını açması sonucu, kaçınılmaz olarak yeni teknolojik bilgilerle donanmış ordu personeline ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacın karşılanması amacıyla Batıdaki örneklerine uygun eğitim veren yeni askeri okullar açılmıştır. Bu okullarda yeni silah tekniği ve onun dayandığı bilgileri öğrenme zorunluluğu, Osmanlı eğitim sistemindeki “anlaşılamayan metinleri ezberle”geleneğini yıkmış işe ve uygulamaya dayalı eğitim geleneğini kurmuştur. Bu gelişmelerin yanı sıra ilk kez yazı tahtası , sıra, harita gibi öğretim araçları bu okullarda kullanılmaya başlanmıştır.
Yenileşme döneminin sonlarına doğru,askeri okullarda yapılan değişikliklerden yaklaşık 65 yıl sonra ilk sivil okullar açılmaya başlanmıştır. Bu okulların en önemlisi Rüşdiye mektepleridir. Rüşdiye mektepleri sıbyan mekteplerinden sonra, öğrencileri askeri okullara hazırlayan bir ara okul olarak kurulmuştur. Daha sonra bu okullar dönemin orta okullarına dönüşmüştür. Çocukların rüşt yaşına kadar bu yeni okullarda okumaları düşünüldüğü için bunlara Rüşdiye adı verilmiştir. Bu okullar yenileşme döneminde kurulmakla birlikte Tanzimat döneminde gelişmişlerdir.
Osmanlı döneminde eğitimde ilk köklü değişimi gerçekleştiren ordu, Cumhuriyet döneminde de her zaman yenilikleri izlemiştir.

Tanzimat ve Eğitim
1839 yılında Abdülmecit tarafından imzalanan Tanzimat Fermanı ile Osmanlı İmparatorluğunda yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönem Abdülmecit’ten sonra Abdülaziz’in padişah olmasıyla sona ermiştir.
Tanzimat döneminde (1839-1876) ; eğitimle ilgili olarak alınan önlemler Mahmud zamanında başlatılanların bir devamıydı. Tanzimatçıların eğitim yaklaşımı, dış faktörlerin etkisini, özellikle laiklik görüşünü taşıyordu. Böylece, eğitim yönteminde yeni yapı ve davranış gereksinmesi daha belirgin olarak ortaya çıkıyordu. Gerçekten de; eğitim sorunu, eğitimi ulemadan çok, devletin denetimi ve gözetimi altına getirebilecek yeni bir düzen yaratabilmekle ilgiliydi.
Bu dönemin yaratıcısı Mustafa Reşit Paşa; 1839 Gülhane Hatt-ı Şerif’inin getirdiği yeni kuralların, tasarlandığı gibi uygulanamamasının başlıca nedeni olarak, halkın eğitilmemiş olmasını görüyordu. Aslında; varolan eğitim sistemi, tasarlanan reformların yarattığı gereksinmeleri karşılayacak nitelikte değildi. Bu amaçla, Reşit Paşa 1845 Mart’ında, devlet için etkili öğretim ve eğitim yöntemlerini araştırma ile yetkili bir komisyon kurmuştu. 1847’de Mekatibi Umumiye Nezareti adını alarak bugünkü eğitim örgütünün çekirdeğini oluşturan bu eğitim komisyonunun önerilerine uygun olarak; Sultan Abdülmecit, yeni kurumları hizmete açıyordu. 1848 yılında açılan Darülfünun (üniversite) bu yeni açılan kurumlardandır. İlköğretim okulları (sübyan mektepleri) ve orta öğretim okullarında (Rüştiyelerde) reform yapmakla yükümlüydü. Darülmuallimin adıyla 1848’de yeni okulların öğretmen ve yönetici gereksinmesini karşılamak amacıyla kurulan ilk modern erkek öğretmen okulu öğretmenlik ve yöneticilik rollerini aynı kişide birleştiren ve günümüze ulaşan geleneğin doğmasına yol açtı.
Bu dönemdeki yeni düzenlemeleri şöyle özetleyebiliriz:
a) Fransa eğitim sistemi örnek alınarak bugünkü eğitim sisteminin temeli atıldı. Yani eğitim kademeleri ilk, orta ve yükseköğretim olarak düzenlendi. (1846)
b) Bugünkü Milli Eğitim Bakanlığının başlangıcı olan “Mekatibi Umumiye Nezareti” kuruldu. (1846)
c) İlköğretim programı ve yönetmeliği yayınlandı. (1847)
d) Öğretmen okulu açıldı. (1848)
e) Kız rüşdiyeleri kurulmaya başlandı.
f) Meslek eğitimine önem verilmeye başlandı.
Tanzimat döneminin temel özellikleri şunlardır:
Örgün eğitim alanında büyük çabalar gösterilmiş ve bir çok yeni okul kurulmuştur.
Örgün eğitimin kurulup geliştirilmesi çabaları mantıki bir sıra izlememiş, örneğin, ilköğretime hiç müdahale edilmeden orta öğretim alanında düzenlemelere gidilmiştir.
Mantıki sıra izlemeyen girişimler, esas olarak, medreselerin tepkisinden kaçmak ve onların etkisinde olan sıbyan okullarının dışında yeni okullar açmak amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Medrese zihniyeti yeni okullarda öğretmenler, öğrenciler, ders programları ve ders yöntemleri açısından etkisini sürdürmüştür.
Tanzimat döneminde azınlık ve yabancı okullarda çok büyük gelişmeler gözlenmiştir.
Öğrenci ve öğretmen kılık-kıyafetleri bu dönemde belirlenip düzenlenmeye başlamıştır.
Az zamanda çok iş yapmak düşüncesi vb. nedeniyle, açılan sivil okulların pek çoğu için özel binalar yapılmamış, bunlar eğreti binalarda öğretimlerini sürdürmüşlerdir.
Programlara hayata dönük yeni dersler konulmuştur.
Kızlar için ilköğretim sonrası örgün eğitim kurumları ilk kez bu dönemde açılmıştır.

Mutlakiyet Dönemi
II. Abdülhamit’in tahta çıkışından sonra, Osmanlı-Rus savaşının kaybedilmesi sonucu parlamento kapatılmış ve mutlakiyet dönemi başlamıştır.Bu dönemde eğitimde nicelik bakımından önemli gelişmeler kaydedilmiş ve meslek okulu açılmıştır. Ancak baskı ve sansürün yoğun olarak yaşandığı bu dönemde yeni düşünceler ve bilimsel gelişmeler engellenmeye çalışılmış ve okullarda niteliksel gelişme sağlanamamıştır.
Bu dönemde üç önemli özellik göze çarpmaktadır:
1) İlköğretim anayasal zorunluluk haline getirildi. Yani ilköğretimin zorunlu olması, ilan edilen Teşkilatı Esasiye Kanunu konuldu. O tarihten bu yana ilköğretim, anayasal bir zorunluluk olarak devletin sorumluluğunda devam etmektedir.
2) Eğitimin arzına önem verilmiştir. Dikkat edilirse mevcut eğitim kurumlarının çoğu bu dönemde açılmıştır. İstanbul da bunun örneklerine bolca rastlanır.
3) Toplumun bozulmasının temel nedeninin ahlaki bozulma olduğu kanısına varılarak Din ve Ahlak eğitimine yeniden önem verilmeye başlanmıştır.

Meşrutiyet Dönemi
İttihat ve Terakki dönemi de denilen bu sürede iki önemli özellik göze çarpmaktadır:
a) Eğitim Yönetimi: Bu dönemde eğitim yönetimi için bir kanun, iki kanun hükmünde kararname çıkarılmış ve eğitim sistemi bunlarla yönetilmiştir.Bunlar şunlardır:
Ortaöğretim Kararnamesi (1910)
İlköğretim Kararnamesi (1913)
İl İdare Yasası (1913)
b) Eğitim sorunlarını görüşmek, tartışmak ve karara bağlamak üzere ilk defa “Heyeti İlmiyye” (bugünkü anlamda Milli Eğitim Şurası) toplanmıştır. Genç Türkler döneminde (1908-1920) , Rıza Tevfik, Selim Sırrı Tarcan ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu gibi kitle eğitimcilerinin çabaları sonucu, ilköğretimi yeniden düzenlemek amacıyla yeni bir yasa Tedrisat-ı İptidai Kanunu Muvakkati adıyla, 1913 yılında kabul ediliyordu. Bu yasanın hedefi; ilköğretimde halk desteğini sağlayarak, daha iyi bir öğrenim programı ve örgütlenmesini gerçekleştirmekti. Aynı yasaya göre; altı yıllık ilköğretim devlet okullarında zorunlu ve parasız hale getiriliyor ve sınıftaki öğrenci sayısı en çok 50 olarak saptanıyordu. Ayrıca; yeni yasanın 23. maddesinde, öğretim programlarının elişi, resim, beden eğitimi, aile bilgisi ve dikiş-nakış gibi derslere de din, matematik, coğrafya, dil bilgisi gibi geleneksel derler yanında yer vereceği belirtiliyordu.
Bu arada yirminci yüzyılın başlarında imparatorluk sınırları içinde Rum, Ermeni ve Musevilere ait 2596 azınlık ilkokulu ve bunun dışında Almanya, Avusturya, Fransa, İngiltere, Amerika’ya ait 215 ilkokul bulunmaktaydı. İlkokulun dışında azınlık ve yabancı devletlere ait 80 orta dereceli okul vardı.
Osmanlı’nın son dönemlerini Türk Milli Eğitim sisteminin temellerinin atıldığı yıllar olarak görmek mümkündür. Ancak yine de Osmanlı döneminden Cumhuriyete kalan eğitim kurumu sayısı çok fazla değildir. Osmanlı döneminden Cumhuriyete 4194 ilkokul, 69 ortaokul, 13 lise, 20 öğretmen okulu, 17 sanat okulu, 1 Darülfunun, 6 yüksekokul ve birkaç meslek okulu kalmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ise 78 yıllık sürede Türkiye’nin nüfusu yaklaşık 5 kat artarken, okul sayısı 10 kat, öğrenci sayısı 44 kat ve öğretmen sayısı 46 kat artmıştır.
Özetlemek gerekirse İstiklal Savaşının başladığı 1919 yılına dek Türk eğitim sistemi, biçimsel olarak ileri uluslardaki sistemlerin temel niteliklerine kavuşturulmuştu. Devlet; bütün vatandaşlarına en azından ilköğretim verebilmek için sorumluluğunu resmen kabul etmişti. İlk, orta ve üniversite düzeyinde işleyen bir okul şebekesi yaratılmış, bir Eğitim Bakanlığı kurularak ulusal eğitim sistemi oluşturmakta deneyimli duruma getirilmişti.

Cumhuriyetin Kuruluş Yıllarında Eğitim
Kurtuluş Savaşı’nın sonunda Atatürk’ün önderliğinde, her alanda yeni bir yapılanma sürecine girilmiştir. Bu yapılanmada eğitim, Atatürk’ün gündeminde her zaman özel bir yer almıştır. Bağımsızlık savaşının en bunalımlı günlerinde “Maarif Kongresi”ni ve “Heyeti İlmiye adı altında da bilim kurullarını toplamıştır (1921, 1923, 1924 ve 1925). Bu danışma toplantılarında; ilköğretim programları, zorunlu eğitim, küçük yerleşim birimleri için yatılı bölge okullarının açılması, ilk, orta ve lise eğitim süreleri, öğretmenlik mesleği, Talim ve Terbiye dairesinin kurulması gibi tarihimiz açısından önemli kararlar alınarak yürürlüğe konulmuştur. Her biri ayrı ayrı önemli ve değerli olan ve birbirinin tamamlayıcısı durumunda bulunan bu işlerin arasında en önde geleni, ülkenin insan gücünü hazırlayacak olan eğitim sistemini birleştirerek devletin gözetim ve denetimi altına alan o günkü adıyla Tevhid-i Tedrisat Kanunu’dur (Öğretim Birliği Yasası).
3 Mart 1924’de çıkarılan bu kanun ile tüm okullar Maarif Nezareti’ne bağlanmış ve böylece o zamana kadar süre gelen çok başlılık sorunu ortadan kaldırılarak eğitim ve öğretimde ulusal anlamda bir bütünlük sağlanmaya çalışılmıştır.
Öğretim Birliği Yasası’nın hemen arkasından çıkarılan 1924 Anayasası ile de her türlü eğitim ve öğretimin hükümetin gözetim ve denetiminde olacağı, yasa çerçevesinde yapılacağı ve serbest olduğu (Madde 80), her kadın ve erkeğin ilköğretimlerini yapmaları zorunluluğu (Madde 87) getirilmiştir.
Öğretim Birliği Yasası ile;
1. Lâik Cumhuriyetin dışında yönetim arayışında olanların hesaplarına son veren yasal engel getirilmiştir.
2. Kadınlarımızın, geleneksel yapıdan da kaynaklanan nedenlerle dışlanmalarına son verilerek, toplum yaşamının her aşamasına aktif olarak katılabilecekleri eğitim ortamları açılmıştır.
3. Okul sistemleri ve eğitim programlarında birliğe gidilerek insanımızın çağdaş bilgi ve becerilerle donatılmaları sağlanmıştır.
4. Eğitim ortamlarında oluşturulan, kültürel çatışmaya son verilerek bilimi ve bilimsel yöntemleri esas alan demokratik, lâik eğitim programları geliştirilerek çağdaş insan gücünün yetiştirilmesine başlanmıştır.
Öğretim Birliği Yasası’nın gereği gibi uygulanabilmesi için de 1926 yılında Maarif Teşkilâtı Kanunu çıkarılmıştır.
Mustafa Kemal, 18 Eylül 1924'te Rize gezisinde, bir dilekçe ile gelerek kapatılan medreselerin yeniden açılmasını rica eden bir hoca heyetine, "...Bırakınız artık bu zavallı ulus, bu memleket çocukları yetişsin! Medreseler açılmayacaktır. Ulusa okul gerekir!" diyerek, medreselerin ve onun zihniyetinin, bir daha dirilmemek üzere kalktığını belirtiyordu.
Mustafa Kemal, 27 Ağustos 1925'te İnebolu'daki ünlü şapka nutkunda Öğretim Birliğine işaretle "Dünya uygarlık ailesinde saygılı bir yerin sahibi olmaya lâyık Türk ulusu, çocuklarına vereceği eğitimi, okul ve medrese adında birbirinden büsbütün başka iki çeşit kuruma bölmeye hâlâ katlanabilir miydi? Eğitim ve öğretimini birleştirmedikçe aynı düşüncede, aynı zihniyette fertlerden oluşmuş bir ulus yapmaya imkân aramak , boş şeylerle uğraşmak olmaz mıydı?" diyerek bu kararın ne kadar önemli bir ihtiyacın ifadesi olduğunu belirtti.
Mustafa Kemal, İzmir'de Öğretmenler Birliğinin 14 Ekim 1925 günü verdiği çay ziyafetinde de,
"...Geçmişte bu ulusu insanlıkta geri bırakan ... birtakım kurumlar ve engeller vardı. Fakat ulus bunların hepsini yıktığını ve ne kadar çürük ve anlamsız olduğunu da ispat gücünü gösterdi."
diyerek ulusun saltanattan, halifelikten ve medreselerden, böylece taassup ve bilgisizlikten kurtulduğunu dile getiriyordu.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yaygın eğitim ve yetişkinler eğitimine yönelik çalışmalar yapıldı. Bu anlamda 1928’de Millet Mektepleri, 1930’lu yıllardan itibaren köylerde Halk Okuma Odaları ve 1932’den itibaren de Halk Evleri açıldı. Bu kurumlarda yetişkinlere yönelik olarak okuma-yazma kursları, kültürel ve sanatsal alanlarda ve çeşitli mesleki konularda bilgilendirmeler yapılmaktaydı.
Bu arada yabancı uzmanlardan da yararlanılmaktaydı. Bu amaçla 1924-26 yılları arasında John Dewey genel olarak milli eğitim sistemi, 1927 yılında O. Buyse, mesleki-teknik eğitim ve tarım okulları, 1935 yılında Alman eğitimci Kuhne de öğretmen yetiştirme, eğitim harcamaları ve kadınların iş eğitimi konularında çalışmalar yapmıştır ve öneriler sunmuştur.Bu arada 1932 yılında Cenevre Üniversitesinden A.Malche, Darülfunun’un 1933 yılında yeniden yapılandırılmasına zemin hazırlayacak bir rapor hazırladı.
1933’de gerçekleştirilen üniversite reformu ile Darülfunun , İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülerek mevcut öğretim üyelerinin çoğunun işine son verildi ve bunların yerine Almanya'daki Nazi baskısından kaçan profesörler istihdam edildi. Bu reformla birlikte üniversite Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. 1946 yılında çıkarılan bir yasa ile üniversitelere özerklik ve tüzel kişilik tekrar verildi.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren milli eğitim ilgilileri altı yaş üzerindeki nüfusun %80’inin yaşadığı köylerin eğitim sorunlarına yöneldiler. Bu amaçla 1937 yılında köyde hem eğitim işlerini görecek, hem de tarımı tekniğine uygun bir şekilde köylüye öğretecek öğretmenlerin yetiştirilmesi için “Köy Eğitmenleri Yasası” çıkarıldı.1940 yılında “Köy Enstitüleri Yasası” çıkarıldı.1954 yılında Köy Enstitüleri geleneksel ilk öğretmen okullarıyla birleştirildi yani bir anlamda kapatılmış oldu. Köy Enstitülerinden toplam 15000 kadar öğretmen ve 2000 kadar sağlıkçının yetiştirildiği kaydedilmektedir.
1950’li yıllarda, eğitimde Amerikan modelinin etkileri görülmeye başlandı. Çok amaçlı okul deneyimleri, rehberlik ve araştırma merkezlerinin açılması ile ortaöğretimi tek kanallı hale getirmek çabaları bu etkiler arasında sayılabilir.
1960’lı yıllara birlikte planlı kalkınma dönemi başladı. Bu doğrultuda eğitimde de nitelikli işgücüne duyulan ihtiyaçlar doğrultusunda planlamalar yapılmaya başlandı.
1961 yılında çıkarılan yasayla ilköğretim yeniden düzenlendi. Düzenlemeyle daha önceden köy okullarında 3 yıl olan ilkokulun öğrenim süresi en az beş yıl olarak belirlendi. 1970’li yılların başında milli eğitimde model arayışları hızlandı. Bu arayışların bir sonucu olarak 1973 yılında bugünkü Türk Milli Eğitim Sisteminin de temellerini oluşturan 1739 sayılı “Milli Eğitim Temel Kanunu” çıkarıldı. Kanunla birlikte zorunlu temel eğitimin süresi 8 yıl olarak belirlendi. Bu modele göre beş yıllık ilkokullar ile daha önceden ortaöğretimin birinci devresini oluşturan üç yıllık ortaokullar “temel eğitim” adı altında birleştirildi.
1991 yılında Amerikan tarzı bir model olarak ders geçme ve kredili sistem uygulanmasına başlandı ancak kısa bir süre sonra uygulamadan vazgeçildi.
1981 yılında 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile tüm yüksek öğretim kurumları üniversite çatısı altında toplandı.

Eğitimin Genel Amaçları
Türk Milli Eğitimi’nin genel amaçları Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 2. maddesinde gösterilmiştir. Bu amaçlar, 1983’de yapılan değişikliği ile olduğu gibi aşağıya alınmıştır.
Türk Milli Eğitimi’nin genel amacı, Türk Milleti’nin bütün fertlerini;
1. Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasa’da ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milleti’nin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışa; insan haklarına ve Anayasa’nın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek;
2. Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip; insan haklarına saygılı; kişilik ve teşebbüse değer veren;topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek;
3. İlgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların kendilerini mutlu kılacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamak;
Böylece bir yandan Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğunu artırmak; öte yandan milli birlik ve bütünlük içinde iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak ve nihayet Türk milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı seçkin bir ortağı tapmaktır.
Eğitim İlkeleri
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda (1982) birçok eğitim ilkesi vardır. Bunlardan kimileri doğrudan kimileri de dolaylı olarak eğitimi ilgilendirmektedir.Anayasa’dan sonra eğitim ilkelerini daha geniş olarak içeren yasa Milli Eğitim Temel Kanunu’dur. Türk Milli Eğitimi’nin genel ilkeleri başlığı altında bu yasada 14 ilke yer almaktadır. Bu ilkelerden bazıları 18 Haziran 1983’te değiştirilmiştir. Bu değişiklikleriyle birlikte eğitim ilkeleri aşağıya olduğu gibi alınmıştır.
1. Genellik ve Eşitlik
2. Ferdin ve Toplumun İhtiyaçları
3. Yöneltme
4. Eğitim Hakkı
5. Fırsat ve İmkan Eşitliği
6. Süreklilik: Fertlerin genel ve mesleki eğitimlerinin hayat boyunca devam etmesi esastır.
7. Atatürk İnkılap ve İlkeleri ve Atatürk Milliyetçiliği
8. Demokrasi Eğitimi
9. Laiklik: Türk Milli Eğitimi’nde laiklik esastır.
10. Bilimsellik
11. Planlılık
12. Karma Eğitim
13. Okul ve Ailenin İşbirliği
14. Her Yerde Eğitim
Taşra Teşkilatı
Milli Eğitim Bakanlığının taşra teşkilatı, il, ilçe ve okul teşkilatlarından oluşur.
a. İl Teşkilatı: Milli Eğitim Bakanlığının illerde valiliğe bağlı “İl Milli Eğitim Müdürlükleri” vardır. İl Milli Eğitim Müdürlüklerine bağlı olarak ilköğretim müfettişleri kurulu başkanlığı, eğitim araçları merkezi başkanlığı, rehberlik ve araştırma merkezi başkanlığı bulunmaktadır. İl teşkilatı hem il merkezindeki hem de ilçelerdeki eğitim faaliyetlerinin yürütülmesini ve denetlenmesini sağlar. İl teşkilatları valiliğe bağlı olmakla birlikte Milli Eğitim Bakanlığı ile koordinasyon içinde çalışır.
b. İlçe Teşkilatı: İl teşkilatının yanı sıra ilçelerde kaymakamlığa bağlı “İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri” bulunmaktadır. Milli Eğitim ilçe müdürlükleri ilçelerdeki ve ilçelerine bağlı köylerdeki eğitim faaliyetlerinden sorumludur. İlçe milli eğitim müdürlükleri kaymakamın yanı sıra il milli eğitim müdürlüklerine de bağlıdır.
c.Okul Teşkilatı: Okul teşkilatı okulların büyüklüğüne ve türüne göre değişmekle birlikte, çoğunlukla okul müdürü ve yardımcıları ile öğretmenlerden oluşur. Büyük okullarda bunların yanı sıra rehberlik birimi de bulunmaktadır. Tek öğretmenli okullarda müdür yetkisi öğretmene devredilir. (Erden, 2001, s:168)

Taşra Teşkilatının Sorunları
Eğitim sisteminin taşra örgütlerinin en önemli sorunu, kendi il ve ilçelerinde eğitimi planlamak, örgütlemek, eşgüdümlemek,bütçesini hazırlamak, kısaca eğitimin sorunlarını çözmek için yeterince yetkilerinin olmayışıdır. Taşra örgütleri, hemen hemen her konuda Bakanlığın buyruğunu beklemek zorundadırlar.
Taşra örgütleri eğitim programlarının geliştirilmesinde ve uygulanmasında, eğitim iş görenlerinin sorunlarının çözümünde; öğrenci hizmetlerinin etkili yönetiminde, okulların binalarının yatırım, yapım, onarım ve bakım işlerinde gereksinmeyi karşılayabilecek etkililiği göstermede ve eğitime kaynak sağlamada yetersiz kalmaktadır.
Yapılan araştırmalar il ve ilçe milli eğitim müdürlüklerinin çoğunluğunun eğitim yönetimi için gerekli yeterlik düzeyinin gerisinde olduğunu göstermektedir. Bunların, yönetim kuram ve kavramlarında insan ilişkilerinde,demokratik yönetim biçimini uygulayacak yeterliğe kavuşturulmaları için etkili bir eğitimden geçirilmesi gerekmektedir. İl ve ilçenin yönetsel sınırları içinde, eğitim yönetiminde yerelciliğin getireceği işlev ve görevleri, sorumlulukları yüklenebilecek niteliğe ulaşamadıkça, il ve ilçe milli eğitim müdürlerine merkezden yetki göçermek olanaksız gibi görünmektedir.
Öğretmenlerin, il ve ilçe milli eğitim müdürlerinden başlıca yakınmaları, bunların yetkeci bir yönetim biçimi uygulamaları; bürokratik kurallara sıkı sıkıya sarılmaları; öğretmenlerle ilişkilerinin iyi olmaması; siyasal yanlarının ağır basması; öğretmenler arasında birliği sağlayamamaları; öğretmenlerin sorunlarını çözücü değil onlara sorun çıkarıcı tutum içinde olmaları ve öğretmenlerin örgütlenmesine karşı olmalıdır. Araştırmalar, ağırlığı yüksek olan yukarıdaki yakınmalardan başka, daha az ağırlıkta birçok yakınma sıralamaktadır. Bunlar, özet olarak eğitimin aracı üst sistemlerini yönetenlerle, asıl eğitimi üreten temel sistemlerde bulunan eğitim iş görenlerinin arasında ciddi ilişki sorunlarının olduğunu göstermektedir.

Yurtdışı Teşkilatı
Milli Eğitim Bakanlığının yurtdışı teşkilatı bazı ülkelerdeki eğitim müşavirlikleri ile eğitim ataşelikleri (eğitim müfettişlikleri)nden oluşmaktadır. Bakanlığın, 38 ülkede temsilcilikleri bulunmaktadır. Bunlar söz konusu ülkelerdeki Türk çocuklarının eğitimiyle ilgili konularda bazı görevleri yerine getirmektedirler. Türkiye’den yurtdışında eğitim görmek üzere öğrenci gönderilen bazı ülkelerde de eğitim ataşelikleri bulunmaktadır. Bunlar da söz konusu öğrencilerin eğitimiyle ilgili bazı hizmetleri yerine getirmektedir.

- Alıntıdır / genbilim.com -

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Şubat 2007       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
MEDRESEDEN MEKTEBE
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDEKİ DEĞİŞME
Sponsorlu Bağlantılar

Prof.Dr. Mustafa Ergün
Afyon Kocatepe Üniversitesi
Klasik Osmanlı eğitim sisteminin oluşumu
Sıbyan Mektepleri
Osmanlıların ilköğretim seviyesindeki okullarına genel olarak "sıbyan mektebi" veya "mahalle mektebi" denilmektedir. Sıbyan okullarına “mekteb” veya “küttab”, yoksul çocuklar için açılanlara da “küttab-ı sebil” veya “mekteb-i sebil” de deniyordu. Küttab veya mekteb, “yazı öğretilen yer” anlamına gelir. İhtimal önceleri burada sadece yazı öğretiliyordu. Ancak sonra temel islâmî bilgiler de bu okullarda verilmeye başlanmıştır.
Önceleri bu öğretim için özel olarak yetiştirilmiş öğretmenler olmadığı gibi, “okul” denebilecek binalar da yoktu. İmâm Mâlik de, mescidleri kirletebilecekleri düşüncesi ile, onlara mescidlerde yer vermeyince bu okullar özel evlerde, mescit ve cami kenarlarında vs. yer bulmuşlardır. Bu okulları vakıflar, zengin kişiler ve çoğu zaman da halk yaptırıyordu.

Küttab veya Mekteb öğretmenlerine “muallim” deniliyordu. Muallimler genellikle o mahalle veya camiin imamı da olurlar; imamların eşleri de kız öğrencilere öğretmenlik yapabilirdi. Muallimler genellikle fazla itibar görmezlerdi. Küttab öğretmenleri çeşitli zamanlarda ve Kur’ân'ın bitiminde, öğrencilerden ve ana babalarından hediyeler alırlardı.
Çocukların küttaba başlama yaşı, 7 civarında idi. Bitirme ise 13-15 yaşları arasında, buluğ çağında olurdu. Başlama, özellikle Osmanlılarda "amin alayı" denilen, çocukların ve öğretmenlerin katıldığı, ilahiler okuyarak o yerleşim yerinde yürüyüş yapılan bir törenle olurdu. Okul genelde tek bir dershane şeklinde olur ve burada farklı seviye ve yaşlarda çocuklar bulunabilirdi. Dolayısıyla bu tür ortamlarda dayak olayları da fazlaca oluyordu.
Öğretimin esası Kur’ân idi. Öğrenciden üç yılda Kur'ân'ın ezberlemesi istenirdi. Ama bu, çoğu zaman ezber olmaz, Kur’ân'ın hatmi (baştan sona bir kez yüzünden okunması ve bazı sayfaların ezberlenmesi) olurdu. Programın içinde yazı da vardı. Yazı, şiir ve atasözleri üzerinde olurdu, Küttablarda, bu derslere ek olarak hikâyeler ve aritmetik de vardı. İbadet şekilleri de öğretiliyordu. On yaşına kadar Kur’ân'ı hatmeden çocuk, daha sonra kelime bilgisi, hitabet, dilbilgisi, edebiyat, tarih gibi ek konular üzerinde üç yıl daha çalışabilirdi. Perşembe öğleden sonra ve Cuma günleri tatil idi.
Bizans'da ve İslâm âleminde temel öğretim, genel şartlar ve prensipler bakımından birbirlerine çok yakındı.
Her iki taraf da, eğitilmiş iyi bir dindar kişi yetiştirmeyi amaç edinmişlerdir. Her iki taraf da, eğitimin ailede verilmesi taraftarıdır. Eğitim yaşı olarak 6 yaşın sonlarını alıyorlar. İslâm âleminde okullar câmilerle ne kadar içli-dışlı ise, Bizanslılarda da manastırlarda, narthexlerde veya büyük kiliselerde idi. Öğrencilerin oturdukları yerler de aynı idi: sıralar, toprak, koyun postları, probea, diphteria.. Öğrencilerin kullandıkları malzemeler de birbirine yakın: tabletler (pinakidion), taş tahta (abakion), yazı takımı (kalamarin), mürekkep şişesi (melanin), kamış kalemler (kalamon).. Her iki tarafta da cevizden ezilerek yapılan mürekkepler kullanılıyordu. İlkokul öğretmenleri, her iki tarafta da sefil ve müşkül bir halde idiler ve alay konusu oluyorlardı. Öğrencilerin çeşitli zamanlarda ve çeşitli vesilelerle getirdikleri hediyeler ile yaşıyorlardı. İslâmiyette Kur’ân'ı bitirttirince hocaya verilen “hitma” Bizans'ta “nomisms” adını alıyordu.
Müfredat programları da mukayese edilebilir şekilde: Okuma-yazma, Gramer, Hesap... İki tarafta da atasözleri ve vecizeleri, öğretim malzemesi olarak kullanıyorlardı.
Öğretim metotları da aynı idi. Ezber (psalmodient, telkîn) öğretime hakim idi. Derslere “besmele” ve “hamdallah” ile başlanıyor, her hafta sonunda kontrol ediliyordu. Hafta sonu tatilleri, ikisinde de vardı. Her iki tarafta da sınıf disiplin ve düzeni, yaşlı öğrenciler ('arif, protoskkolos) tarafından korunmaya çalışılıyordu.
Öğretimdeki ceza metotları da aynı idi. Arapların Falakası, Bizanslılarda “phallagas” şeklinde vardı. Falaka, çok eskiden beri, doğuda da batıda da kullanılan bir aletti. Cezalandırmadan başka amaçlar için de kullanılıyordu. Arapça yazmak, çatlatmak fiilinden mi geldiği,yoksa Yunanca “jalaggaz“ şeklinden mi geldiği şüpheli, ama birinci ihtimal daha kuvvetli.
Buradan çıkaracağımız sonuç, Anadolu ve Doğu Akdeniz çevresinde ilköğretim alanında ayrı dinlerin, kültürlerin ve ulusların birbirine oldukça yakın, birbirinden etkilenmiş bir ilköğretim sistemleri vardı. Osmanlılar da uzun yüzyıllar boyunca bu sistemi yaygın olarak kullanmışlar idi.
Medreseler
İslam dünyasının karakteristik eğitim kurumu medreselerdir. Bu başlangıçta genelde Türk-İslam kültür çevrelerinde ortaya çıkıp gelişmesine karşın, zaman içinde her tarafa yayılmış ve ilköğretim üstündeki değişik eğitim kademelerini temsil etmiştir.
Medreselerin doğuşu
Medreselerin ne zaman, nerede ve hangi etmenlerle ortaya çıkığı meselesi, henüz itiraz kabul etmez bir şekilde ortaya konulmuş değildir. Bu hususta araştırma yapanların görüşleri kısaca şu şekilde guruplandırılabilir:
Medrese sistemi, çok eski zamanlardan beri varolan câmi okullarının bir devamıdır. Bir câmide belli bir hücre derslere ayrılınca veya bir sütun dibinde öğretim halkası oluşturunca, buraya “medrese” denirdi. Daha sonra medrese ve cami binaları da birbirinin fonksiyonlarını görmeye başlamıştır. Bazı binalar her iki isimle de anılıyordu.
Câmideki öğretim yeri ile medreselerdeki öğretim arasında önemli farklar vardır. Câmilerdeki ayrı ayrı halkalar, medreselerde ahenkli bir çalışma şekli haline dönüşüyordu. Mimarlık açısından da câmiler medreselere değil, medreseler câmilere yeni şekiller vermişlerdi. Câmi ve medrese arasındaki kavram kargaşası, herhalde “medrese” kelimesinin, normal okul anlamında kullanılmasından doğmuştur. Elbette, medreselerden önce câmi okulları vardı. Ama bunlar medreseye kaynaklık etmemiş, belki de medreselerin Suriye'ye yayılmaları sırasında, bu iki öğretim kurumu arasında bir birleşme ve karışma olmuştur.
Cami ile medrese arasındaki bu içli-dışlı arkadaşlık, çok yerde yakın zamana kadar devam etmiş, bazı yerlerde hâlâ da devam etmektedir. Bu iki kuruluş, aynı fonksiyonları görmüşler, iç-içe olmuşlar, aynı idare tarafından yöneltilmişlerdir. Birbirlerinin eksiklerini tamamlamışlardır. Buna dayanarak Pederson, medreselerin, câmilerden tamamen ayrılmadan ortaya çıktığını söylemiştir.
Şu veya bu sebeple câmiye terk eden müderrislerin, seçtikleri öğrenciler için kendi evlerinde kurdukları dershaneler, "medrese"nin kaynağı olarak gösterilmiştir. Bu, İranlılara has özel medreseler; Irak, Suriye ve Mısır medreselerinin kurucuları tarafından kopya edilebilecek birer model olabîlir mi? Başka bir deyişle, özel ve küçültülmüş bir dershanenin, bir devlet kuruluşu haline çevrilmesi onun, gelecek günlerde oynayacağı rolün bilincini ve önemini yerine getirebilir mi?
Diğer taraftan da medrese ile Dârü'l-ilim arasında, birinin diğeri üzerinde etkisini akla getirebilecek olumlu bir paralellik var. Bizim gördüğümüz Dârü’l-ilimin gelişmiş şekli, şi'î İsmâ`ili propagandasının bir âleti idi. Şi`i idareciler tarafından, sünni halka inançlarını empoze etmek için açılıyorlardı. Medrese de, bütün yasak inanç şekillerine ve bilhassa şi'iliğe karşı bir tepki olarak ortaya çıktığına göre, Dârü’l-ilimlerin halefi olmuşlardır.
Dârü'l-ilimler ile medreseler, yaptıkları mücadele yanı sıra, vakıf şartları bakımından da birbirlerine benzerler. Öğrencilere ve müderrislere sunulan misafirperverlik; her iki kuruluşta da vardır. Program bakımından da Dârü’l-ilimler ile medreseler arasında bir yakınlık var. Pek çok kişiler, câmilerde adab dersi olmadığı için, oradan ayrılmış, Dârü’l-ilimlere girmişlerdir. Adab dersi, medreselerde de vardı. Bu bakımdan çok sayıda âlimler, câmilerden ayrılarak medreselere yerleşiyorlardı. Kütüphâne de, Dârü'l-ilm ile medrese arasındaki başka bir kuvvetli bağdır. Kütüphâneler, doğrudan doğruya Dârü’l-ilimlerden medreselere geçmişlerdir. Öğrenciler de iki kuruluş arasındaki diğer bir kuvvetli bağdır. Müderris ve öğrenci sınıfları, Dârü’l-ilimler içinde teşekkül etmişti. Dârü’l-ilimler yapılıncaya kadar, câmi ve saraylarda yerleşen öğretmen ve öğrenciler, sonra bu kuruluşlarda toplanarak ders yapmışlardır. Medreselere bu da tesir etmiş olabilir. Devlet memurları yetiştirme fonksiyonu da, iki kuruluş arasındaki bir başka ortak taraf idi.
Horasan ve Maveraünnehir yöresindeki “medrese” adlı okulların devamı ve gelişimidir. Medreselerin asıl memleketi, Horasan ve Maveraünnehir bölgesidir. Nizâmülmülk'ten önce o yöredeki okullar; Gazneliler, Karahanlılar ve Selçuklular tarafından destekleniyorlardı. Bu hanedanlar tarafından desteklenen medreseler, Nizâmiye Medreselerinin esas kökeni olmuş olabilirler.
Horasanın özel veya câmilere bağlı ilkel medreseleri. Karmatî manastırlarına bağlı okulların nüfuzlarını azaltmak, hiç olmazsa hafifletmek için açılmışlardır. Bu şekilde, zaviye okullarının, medrese sisteminin gelişiminde rol oynadığı söylenebilir. Julian Ribera, medrese sisteminin gelişimini biraz daha geriye götüren araştırma sonucunda, sünnî medreselerinin, Horasan'daki Karmatî propagandasını önlemek için ortaya çıktıklarını iddia ediyor. Ona göre sünni medreseleri, Karmatî manastır okullarını kopya etmek suretiyle ortaya çıkmış olabilirler.
J.Ribera, yakın doğudaki Hıristiyan okullarının, medreseler için bir model olabilecekleri ihtimalini ileri sürüyor. Gerçekte Bizans'da Üniversiteler vardı. Yalnız Bizans eğitimi; medreselerin temeline, sistemine etki edebilecek durumda değildi. Üstelik, medresenin ortaya çıkmaya başladığı devirde, Bizans üniversitelerinde bir ortadan kaybolma var. Yâni başkalarına tesir edecek bir kuvveti yok. Üstelik medreselerin doğuş yeri Suriye ve Filistin değil, Horasan yöresidir. Bu bakımdan Ribera'nın bu iddiası, öbür etmenlerin yanında daha zayıf kalıyor.
Horasan yöresindeki basit medreselerin doğuşunda, Budist manastırlarının da tesiri olmuştur. Türk medrese-mescit sisteminin doğuşunda, “Buyan” veya “Vihar” adlı külliye sisteminin önemli bir payı olsa gerek. Külliyelerin amacı, önce “toyın” (Budist rahip)lara yerleşim ve yolculara barınak yeri olmaktı. Daha sonraki görevi ise, öğrencileri eğitmek idi. Bu külliyelerdeki öğretim, 10 yıl kadar sürerdi.
Türkler, IV. yüzyıldan itibaren, Budist Külliyeleri yaptırmaya başlamışlardır. Göktürkler de VI. yüzyıldan itibaren Burkan (Budist) dinine girmeye başlamış ve Budist Külliyeleri yaptırıyorlardı. Türkler, külliye kavramını Budizm’den islâmiyete geçirmişlerdir.
Orta-Asya'da İslâmiyet, yabancı dinlere (Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık) karşı mücadele etmek için medreseleri kurarken, Budist viharalarını taklit ediyordu.
Selçuklu medrese sistemi
Türkler Ortadoğu'ya iyice girmek istediklerinde, bu kez karşılarına Araplar değil şii İranlılar çıktı. Biraz da bu nedenden, yeni kurulan Türk devletleri sünniliğin savunucusu durumuna geçtiler. Karahanlılar, Gazneliler, Eylekoğulları, Ahşidoğulları ve Selçuklular böyle bir dinî ve siyasî ortamda ortaya çıktılar. Batıdan Fatımiler ve doğudan Büveyhî şii devletlerinin baskısıyla yıkılmak üzere olan Abbasi Devleti’nin yardımına çağrıldılar. Gerek İran'da gerekse Suriye’de İran kökenli bu devletleri uzun mücâdelelerden sonra ortadan kaldırdılar. Bu arada iktidarlarını sağlamlaştırmak, halkı da kendi yanlarına çekmek için Orta Asya’da geliştirdikleri medreseleri de getirip etkin olarak kullanmaya başladılar.
Nizamü’l-Mülk, Selçukluların İranlı bir sünni vezirleri idi. Sultan Alpaslan’ın veziri olarak ilk önce İmam Cuveynî için Nişapur Nizamiyesini, 1067 yılında Ebu İshak Şirazî için Bağdad Nizamiyesini, daha sonra Belh, Herat, İsfahan, Basra, Merv, Musul, Amul, Harcird, Rey, Buçenc Nizamiyelerini yaptırmıştır. Bu medreselerin hemen hepsi o zamanın meşhur âlimleri için yapılmıştır. Ayrıca hemen her medreseye zengin vakıflar bağlanmış, müderrislerin ve özellikle öğrencilerin devlete ve sünnî görüşlere iyice bağlanması için para, yiyecek ve giyecek yardımı sağlanmıştır. Nizamü’l-mülk'ün yaptırdığı medreselerin sayısının daha fazla olduğu tahmin ediliyor.
Nizamülmülk bu medreseleri birinci planda devletin sünnî olmayan görüşlere karşı savunulması ve menfaatlerinin gözetilmesi amacıyla kuruyordu. Selçuklu Devleti’nin şiilere kargı savaşında ve bu savaşın kazanılmasında medreselerin rolü inkâr edilemez. Aynı zamanda bu medreselerde ders veren müderrisler, bu medresenin çeşitli imkânlarından yararlanarak bir meslek sahibi olan yoksul öğrenciler çeşitli görevler için dağıldıkları çeşitli yerlerde Selçuklu Devletine bağlılığı propaganda etmişlerdir. Nişapur medresesi kurulurken Sultanın izni alınmış ve bu izinle ülkenin her tarafına medreseler kurulmuştur. Medreseler devlet girişimi ve devlet parası ile yaptırılmıştır. Bu durum Nizamü’l-mülk’ün hem bir başbakan hem de Eğitim Bakanı gibi çalıştığını gösteriyor.
Nizamiye medreseleri, tarihte “eğitimde şans ve fırsat eşitliği” sağlamanın mükemmel örneklerinden biridir. O zamanlar yükseköğretim maddî problemi olmayan, kolayca kitap satın alabilen ve çeşitli yerlerde araştırma yapabilenlerin hakkı idi. Devlet, medreseleri “yatılı ve burslu” bir eğitim kuruluşu haline getirmekle öğretimde imkân ve fırsat eşitliğini sağlama çalışmalarına girişmiş oluyordu. Bu medreselere bağlanan zengin vakıflar, onların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak sürekli bir gelir kaynağı oluyordu. Müderris ve öğrencilerin bütün ihtiyaçları karşılanınca, onlar da kendilerini kayıtsızca bilime ve öğrenmeye verebiliyorlardı. Nizamü’l-mülk’ün inancına göre, eski sultanlar âlimlere ve öğrencilere maaş vermedikleri için, onlar da sultanlara karşı ve hattâ onların devletlerine karşı propaganda yapıyorlardı.
Bu denli yaygın Nizamiye medreseleri kurmanın bir başka amacı, Büveyhoğullarının yıkılmaları üzerine onların topraklarında kurulan yeni devletin idarî kadrolarında ihtiyaç duyulan devlet memurlarını yetiştirmek olmalıdır. Bir de Nizamiye medreseleri artık ordulardan ve elçilerden oluşan eski devlet sisteminin değiştiğinin, bunun yerine egemen olduğu bütün topraklarda çeşitli işleri devletin yönetim felsefesi içinde yapacak kadrolara ihtiyaç duyulduğunun ve bunları yetiştirmenin de devletin esas görevlerinden biri olduğunun göstergesi gibi gelmektedir.
Selçuklu medreseleri müderris-öğrenci ilişkilerinde bir yenilik getirmemişti ama öğrenci statüsünde bazı yenilikler getirmişti: Bu, medrese öğrencilerinin büyük bir kısmının yatılı olması ve bu arada medrese vakfından burs alabilmeleridir.
Nizamülmülk sağlam esaslar üzerinde bir “Nizamiye geleneği” başlattıktan ve bunun başarısını gösterdikten sonra, Selçuklu ülkesinin çeşitli şehirlerinde yaygın bir medrese kurma faaliyeti başladı.
Gerek Selçuklular, gerekse bunun arkasından gelen Beylikler ve İlhanlılar zamanında Anadolu'da Selçuklu geleneğinde bir çok medreseler kuruldu. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılları ve Beylikler döneminde Anadolu'nun birçok yerleşim yerine camilerle beraber medreseler de kurulmuştur.
Osmanlı medrese sistemi
İstanbul’da Fatih medreseleri yapıldıktan sonra, Osmanlı Devleti sınırları içindeki medreseler de bir derecelenmeye, yeni bir teşkilâta tabi tutuldu. Buna göre, medreseler aşağıdan yukarıya doğru şöyle sıralandı:
· Hâşiye-i Tecrid: Buralarda çalışan müderrislerin yevmiyesi 20-25 akça idi. Burada okutulan ana kitap “Hâşiye-i Tecrit” olduğundan medrese de bu adı almıştı. Bu kademede ayrıca Emsile, Bina, Maksût, Avâmil, İzhar, Kâfiye, Şerh-i Tevalî, Şerh-i Feraîz, Mutavvel gibi kitaplar okutulurdu.
· Miftah medreseleri: Hâşiye-i Tecrid medreselerinin üstünde, müderrislerinin 30-35 akçe aldıkları ve okutulan ana kitabın “Şerh-i Miftah” olması nedeniyle bu ismi almış medreselerdi. Ayrıca burada da Hâşiye-i Tecrid, Tenkih ve Tavzih, Mesâbih gibi kitaplar okutuluyordu.
· Kırklı medreseler ve Hâriç elli medreseleri: Osmanlılardan önceki sultan ve emirlerin yaptırmış oldukları medreseler bu adı alıyorlardı. Müderrisleri 40 akça alıyordu. Bu medreselerin ilk sınıflarında Şerh-i Miftah, orta sınıflarında Şerh-i Mevakıf (Kelâm) ve yüksek sınıflarında da Hidâye (Fıkıh) okutuluyordu.
· Dâhil elli medreseleri: Osmanlı padişahları, şehzade anneleri, padişah kızları ve şehzadelerin yaptırdıkları medreseleri bu ad veriliyordu. Müderrisleri 50 akçe alıyordu. Aşağı sınıftakiler Hidaye, ortadakiler Telvih (Usul-ü Fıkıh) ve ilerdeki öğrenciler Keşşaf veya Kadı Beydavî tefsirlerinden birini okuyorlardı.
· Musıla-ı Sahn: Derece olarak Dâhil elli medreseleri derecesinde idi. Ancak burası Sahn-ı Seman medreselerine öğrenci yetiştiren Tetimme medreseleri olduğu için, “Sahn medreselerine götüren” anlamında bu ismi almışlardı. Okutulan dersler de Dâhil elli medreselerinde okutulan dersler idi.
· Sahn-ı Semân medreseleri: Fatih Külliyesi içindeki en yüksek medreseler idiler. Müderrisleri 60 akça alan Musılâ-ı Sahn müderrislerinden daha çok ücret alırlardı.
Gerek müderrislerin yükselirken, gerekse öğrencilerin bir yukarı kademedeki medreseler derslerine devam ederken, aşağıdaki medreseleri bitirmeleri, buradaki dersleri okuduklarına ve anladıklarına dair müderrislerden belge almaları gerekiyordu. Öğrenci geçişlerinde bu medreseler sıralamasına dikkat edilmesi üzerine bir çok fermanlar yayınlandığını, ama gene de sık sık bu sıralamanın bozulduğunu görüyoruz.
Süleymaniye Külliyesi yaptırıldıktan sonra medrese sıralamasına ”İbtida-i Altmışlı” ve “Hareket-i Altmışlı” kademeleri ile Mûsıla-ı Süleymaniye, Hamise-i Süleymaniye, Süleymaniye ve Dârü’l-hadis medreseleri kademeleri eklenmişti. Ayna zamanda maaşı az olan medreseler arasında da bazı yeni sınıflamalarda yapılmıştı.
Fatih'in büyük külliyesi yaptırılınca, İstanbul'un ilk Türk yükseköğretim kurumları olan bu medreseler bütün öğrencileri, araç-gereçleri ve müderrisleriyle oraya taşınmışlardı.
Fatih külliyesi, Ayasofya kadar muhteşem olan bir kilisenin yıkıntıları temizletilerek, İstanbul'un muhteşem tepelerinden birinin üzerine yaptırılmıştı. Külliyenin yapımı 1462'den 1470 yılına kadar sürdü. Külliyede bir câmi, tetimme ve Semaniye medreseleri, türbe, Dârüşşifa, hamam, imaret (aşhane, misafirhane), Tabhane (takat, kuvvet verilen yer), bâlâhaneler (misafir odaları), 4 tane muvakkıthane (zaman ölçme yerleri) ve bir de mekteb-i şerif (ilkokul) vardı. Medresenin müderrisleri de bu civardaki evlerde oturduğundan, daha sonraki yüzyıllar içinde İstanbul'un Fatih semti tam bir yükseköğretim semti olmuştur (Bu durum 1918 yangınına kadar devam etmiştir).
Semaniye medreseleri Külliyenin Akdeniz ve Karadeniz taraflarında idi. Bunların hizasında 8 medrese daha vardı ve bunlar, Semaniye Medreselerine öğrenci hazırlayan Tetimme Medreseleri idiler.
Tetimme medreselerine “Musıla-ı sahn” da denilirdi. Burada okuyan öğrencilerin adları da “suhte” (daha sonra “softa” olmuştur) idi. Sahn medreselerinin tam arkasına rastlayan bu medreselerin yapı planları da onlara benzemiyordu. Tetimmeler sınıf sınıf ayrılmakta idi ve bu ayrım “baş” ve “ayak” tabirleriyle yapılıyordu.
Suhteler “mukaddimat-ı ulûm”u okuduktan sonra “mülazım” olur ve ihtisas yaparlardı. Bunların da bir kısmı Sahn medreselerine geçerek “dânişmend” olurlardı. Her Tetimmede 8 hücre, her hücrede de önceleri üç öğrenci olurdu. Daha sonraları nüfus artınca, buralarda kalan öğrenci sayısı da artmıştır. Suhteler, derslerini “muid”lerden ve “müsteiddin” öğrencilerden alırlardı.
Semaniye medreselerine “Kurşunlu medreseler” de denir. Bunlar öğrencilerini “Hâriç”ten ve Tetimme medreselerinden alırlardı. Bunlar, Külliyenin ve devrinin ihtisas medreseleri idiler ve burada her dânişmende bir oda veriliyordu. Sekiz medreseden her birinin bir büyük dershaneleri ve ayrıca 20 tane de odası vardı.
Fatih medreseleri naklî ve aklî bilimlerde öğrenci yetiştirmek için kurulmuş medreselerdi. “Sahn” sözü, önceleri yalnız bu medreseler için kullanılırken sonra başka medreselere de ad olarak verilmiştir. Fatih Külliyesinin bir kütüphanesi olduğu gibi, ayrıca medreselerin de kütüphaneleri vardı.
Külliye hakkındaki bilgileri elimizdeki çeşitli vakfiyelerinden elde ediyoruz. Buna göre, külliyenin tatil günleri Salı idi. Bayram ve Kandil günlerinin dışında Ramazan ayı da tatil olurdu. Medresede dersler sabah ve akşam dersleri olarak belirleniyordu. Öğle ile ikindi arası dinlenme zamanıydı.
Medreselerde Ali Kuşçu tarafından düzenlenen bir okutma planının olduğu, hattâ bunun “Kânûnnâme” şeklinde yapıldığı da biliniyor, ama bugüne kadar ele geçirilememiştir. Kanunî devrinde bu medreseler şer'î ilimler ihtisası yapılan medreseler olmuşlar, Süleymaniye medreseleri de aklî ilimlerin ihtisas yeri olmuştur.

Süleymaniye Külliyesi, 16. yüzyılın ortalarına doğru Kanunî Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Mimarı, Mimar Sinan'dır. Eski Saray mevkiinde, İstanbul'un meşhur yedi tepesinden biri olan Süleymaniye tepesi üzerindedir.
Külliyenin öğretim elemanları, câmi merkeze alınmak sûretiyle kuzey tarafta Medrese-i Evvel ve Medrese-i Sâni, güney tarafta Medrese-i Sâlis ve Medrese-i Râbi, kıble tarafında Dârülhadis, güney batısında Tıp medresesi vardır. Bunların dışında Külliyede mektep, kütüphane, hamam, Tabhane, İmaret ve Dârüşşifa da bulunmaktadır.
Buradan da şunu çıkartabiliyoruz: Süleymaniye Külliyesinde 6 tane medrese vardı ve buralarda tıp, tabiiye, riyaziye ve dinî, hukukî ve edebî bilimlerin öğretimi yapılıyordu. Süleymaniye külliyesinin yapımı oldukça uzun sürmüş, Câmi 1556'da bitmiş olmasına karşın kuzeydeki medreseler câmiden daha önce (1552), Dârül-hadis 1557, batıdaki medreseler ise 1559 yılında bitmiştir.
Medreselerin müderrislerinin yevmiyeleri 60'ar akçe idi. Dârülhadis müderrisinin yevmiyesi ise 100 akçe idi. Bu medreselerde, zamanın en meşhur müderrisleri ders vermişlerdir. Tıp medresesinde de ders verecek tabibin hekimbaşılığa aday olabilecek kadar uzman olması istenmişti.
Öğrenciler medresenin “hücre”lerinde yatıp kalkıyorlar, günde iki defa “me'kel” denilen yemekhanede yemek yiyorlardı. Haftada dört gün ders yapılıyordu. Dâhil medreselerini bitiren öğrenciler ya Sahn-ı Seman (Fatih Külliyesinde) ya da Sahn-ı Süleymaniye'ye giriyorlardı.
Süleymaniye medreseleri yapılınca, Fatih zamanında kurulmuş olan medrese ve müderris derecelenmesi yeniden değişti.
1. İbtida-i Hâriç
2. Hareket-i Hâriç
3. İbtida-i Dâhil
4. Hareket-i Dâhil
5. Musıla-ı Sahn (Bir çok müderris burada yığılıp kaldığı için “yatak” adını almıştı.)
6. Sahn-ı Seman
7. İbtida-i Altmışlı (60 akçe yevmiyeli 48 müderris vardı.)
8. Hareket-i Altmışlı (60 akçe yevmiyeli 32 müderris vardı.)
9. Musıla-ı Süleymaniye
10. Hâmise-i Süleymaniye
11. Süleymaniye Kibar-ı müderrisîn
12. Dârülhadis
Dârülhadis müderrisleri, isterlerse, “mahreç mevleviyeti” denilen bazı şehirlerin kadılıklarına geçebiliyorlardı. Her kademede kaç müderrisin bulunabileceğine dâir çeşitli nizamlar konulmuş, ancak müderris sayısı arttıkça kadrolar kabarmış, hattâ ek kademeler konulmuştur.
Osmanlı medreselerinin Balkanlarda da yayılmalarını sağladığı aşağı yukarı 1660 yıllarında, İstanbul ve Rumeli'deki medreselerin yerlerine ve derecelerine bakmak da yararlı olacaktır. O tarihlerdeki bir durumu bildiren Rumeli Kazaskerliğine bağlı medreselerin Rûznamesi (medreselerin, müderrislerin ve kadıların yerleri, dereceleri, atama ve azil kararnameleri v.s.) o zamanki medreseler sınıflamasını şu şekilde vermektedir:
1. Onlu medreseler
2. Onbeşli medreseler
3. Onsekizli medreseler
4. Yirmili medreseler
5. Yirmibeşli medreseler
6. Otuzlu medreseler
7. Kırklı medreseler
8. Ellili medreseler
9. Altmışlı medreseler
Bu sıralamadaki küçük yevmiyeli medreseler pek çok yerlere yayılmış olduğundan, bu düzeylerde belli bir eğitim eşitliği sağlanmıştı.
Medreselerin bozulması
Osmanlı medreselerinin bozulması, ilk defa belirgin olarak bazı müderrislerin terfileri normal yolların dışında yapılması yoluyla, Kanunî zamanında başlamıştır. Daha sonraki yıllarda ise, bozulma yayılarak ve çeşitlenerek büyümüştür.
Kanuni döneminde, padişahın bazı kişileri alt kademelerde müderrislik yapmadan üst kademelere ataması, ilmiye mensupları arasındaki bozulmanın başlangıç noktaları olmuştur. Hocazadeler, Fenarizadeler gibi bazı ulema soyları ortaya çıkmıştır. Bu durumu meşrulaştırmak için "Hocazadeler Kanunu” gibi resmî destekler sağlanmıştır.
Bu tür bozulmalar daha sonra II. Selim, III. Murad ve III. Mehmet dönemlerinde çoğalmış; 16. yüzyıl sonlarında ise hem medrese öğretimi hem de ilmiye sınıfı tamamen bir kargaşanın içine düşmüştür. Birçok “mevali gözdeler", soylarının adından faydalanarak kısa zamanda üst rütbelere yükselmişlerdir. İltimas ve rüşvetle pek çok kişi kadılık ve müderrislik görevlerine atanmışlardır. Bu şekilde müderris olanlar medresede ders vermemeye başlamışlardır. Ayda bir kere bile medreseye varmayan müderrisler türemiştir. Bunlar medreseye varsalar ders dinleyecek öğrenci bulamamışlar; öğrenci bulsalar ders verecek bilgiden yoksun olmuşlardır.
Hocazadelere, büluğ çağına geldiğinde "Dâhil elli" derecesinde müderrislikler, Müftüzadelere “Hariç”, Kadıasker oğullarına "ibtidai kırklı”, İstanbul kadılarının oğullarına da “yirmibeşli”, “otuzlu” medreseler verilmesi âdet olmuştu.
Ağaların, paşaların oğulları ne okumuş ne yazmış, ne de bilim öğrenmeye heveskâr olmuşlardır. Ama bir yolunu bularak medrese mezunu sayılmışlardır.
Rüşvet ve iltimasın alabildiğine arttığı bir toplumda, bilginin ve faziletin hiç bir ayırıcı ve üstün özelliği kalmamıştır. Her mevki, akçesi olanların eline geçmiştir.
İsmi var cismi yok medreselere müderrisler atanmış, "akçesi var dersi yok” olan bu müderrisler "dânişmendsüzlük ayubtur” diye pek çok cahil kişiyi öğrenci olarak etrafına toplamıştır.
Medreselerin öğretim programları alabildiğine karışmış; XVI. yüzyılın ilk yarısında 2-3 yıl olarak belirlenen öğretim süreleri, aynı yüzyılın ikinci yarısında bir yıl, altı ay, üç ay gibi giderek azalmıştır. Doğal olarak bu kısalan süre içinde uygulanması öngörülen ders programı da giderek küçültülmüş, kuşa çevrilmiştir.
Üstelik bazı dersler hakkındaki tutum da değişmiş, Fatih zamanında "kânün üzre şugl oluna” diye okutulması yasalaştırılan bazı kitaplar (“Şerh-i Mevâkıf”, “Haşiye-i Tecrîd”), “bu dersler felsefiyattır” denilerek daha sonraki dönemlerde "Hidaye", "Ekmel" gibi biraz daha az felsefî olan kitaplarla değiştirilmiş, daha sonra bunlar da ortadan kaldırılmış; medrese felsefî ve müspet ilimlere düşman bir kurum haline getirilmiştir.
Ayrıca büyük bir yersiz-yurtsuz insanlar topluluğu, vakıfların yatacak yer ve yemek sağlama maddelerinden dolayı medrese, imaret ve tekkelerde toplanmışlardır. Bu şekilde medreselerde toplanan insanlar, medreselerin barındırma, beslenme giderinin çok üstüne çıkmışlar, Devletin içinde bulunduğu tarım ve para bunalımlarla da Türk halkı arasında yaygın bir sosyal gerginlik doğmuştur.
Bu durum karşısında önce Selânik, Üsküp, Sofya, Filibe, Silistre gibi Balkanlardaki büyük yerleşim merkezlerini medrese öğrencileri kentlerde “cerr”, “kurban”, “salma” gibi adlarla halktan para toplamakta, bu arada yer yer ahlâka uymayan hareketler yapmaktaydılar. İlk önce medrese öğrencileri arasında başlayan kavgalar ve cinayetler, daha sonra halka ve hükümet kuvvetlerine karşı irili-ufaklı gruplar halinde şekil almaya başlamıştır.
Önce Rumeli’de başlayan medrese öğrencilerinin isyanları, kısa zamanda Anadolu’ya da yayılmıştır.
Anadolu’da Celâlî ayaklanmalarının en kızışkın zamanında ortaya çıkan bu olaylarda halk ve leventlerden bazıları da medrese öğrencisi kılığında bu ayaklanmalara katılıyordu. Bazı yerlerde medrese öğrencileri sarp dağ eteklerinde “medrese” denilen binalar yapıyorlar; kışın burada kalıyorlar, bahar ve yaz aylarında bu üslerden eşkiyalığa çıkıyorlardı. Rumeli’de yalnız kentlerin içinde ve birbirinden kopuk olan medrese öğrencilerinin isyanı, Gümüşhane’den İzmit’e, tüm Batı Anadolu, Akdeniz ve Orta Anadolu bölgesine -şehir-köy demeden- yayılmıştır.
Kanuni zamanında, 1550’de başlayan medreseli isyanlarına karşı, devlet politikası yalnız ceza vermek ve cezayı şiddetlendirmek mevkiinde kalmıştır. Ancak bu politika II. Selim zamanında da devam ettiğinden, 30-40 kişilik öğrenci isyan grupları daha da örgütlenmiş; 100’lü, 200’lü gruplar ve bölge isyanları ortaya çıkmıştır. Medrese öğrencilerinin isyan hareketlerine bir takım zengin ve nüfuzlu kimseler, hükümet adamları ve hattâ müderrisler yataklık ve önderlik ediyordu. Bu arada ordu ve donanmanın Kıbrıs, Tunus gibi uzak yerlere sefere gönderilerek Anadolu’dan uzaklaştırılması, halkın ve devlet adamlarının sahipsiz kalmalarına, "Suhte" adlı medrese öğrencilerinin isyan gruplarının daha da büyümesine, soygun ve ahlâksızlıklarının daha da âdileşmesine yol açmıştır.
Anadolu ve Rumeli’den gelen binlerce sızlama ve yardım yazımına karşı, merkez hükümeti sadece isyanı önlemekle görevli kişileri teşvik, isyancılara "korku belâsına" yardım ve yataklık eden kişileri ve halkı tehdit etmekle yetinmiştir. Medrese öğrencilerinin isyanlarının yanı sıra 16. Yüzyıl ortalarından itibaren Kanuni’nin, oğulları Şehzade Mustafa ve Bayezıt’a karşı savaşları ve onların etrafına toplanmış Anadolu halkının ve sipahilerin devlet sistemi dışına çıkarılması, mansıp ve tımarların para ile satılması, Amerika’dan gelen altınların Osmanlı devletine kadar gelerek Osmanlı parasının değerini düşürmesi gibi faktörler, Devletin "adalet ve ahlâk" örneği olması gereken en önemli kurumlarını bile bozmuştur. Bütün bu bozukluklar karşısında İmparatorluğun birçok yerlerinde "Celâlî isyanları" denilen ayaklanmalar çıkmış, medreseli isyanları da bunlar içinde, bunlarla bütünleşmiştir.
Osmanlı medreseleri program açısından başlangıçtan gelen geleneği sürdürmüşlerdir. Bu şekilde medreselerde matematik, coğrafya ve tıp gibi bilimler okutuluyordu. Bazı medreselerde heyet (astronomi) de okutuluyordu.
XV ve XVI. yüzyıllarda Batı, bilimde yeni dallar ve yöntemlerle büyük gelişmeler gösterirken; XVII. Yüzyıl başlarından itibaren Türkiye’de müspet ve deneysel bilimlerin öğretim programlarından çıkarıldığı görülmektedir. Kâtip Çelebi’nin “Keşfü’z-zünun" adlı eseri, Osmanlılar döneminde yazılan eserlerin açıklamalı bir dökümünü vermektedir. XVII. Yüzyılda yazılan bu esere göre, eserlerin %95’i tasavvuf, din, tarih ve edebiyata; ancak %5’i müspet bilimlere aittir. XVI. Yüzyıl sonlarına kadar astronomide Kadızâde Rumî’lerle ve Takiyeddin Efendilerle az çok Batı düzeyinde bir bilgi varolmuştur. Ancak XVII. yüzyılda böle bir şey yoktur. Coğrafya alanında da XV ve XVII. Yüzyıllarda denizciler dolayısıyla çağdaş bir bilgi görülür. Ancak XVII. yüzyıllarda bu bilimin de yüzüstü bırakıldığı ortaya çıkar. Bu gerileme bütün alanlarda görülür. Öyle ki, XVII. yüzyılda mimarî bile yabancıların eline geçer.
XVII. yüzyıldaki din yorumlaması da medrese programları üzerinde etkileyici olmuştur. XVI. yüzyıl sonlarında Birgivî Mehmet Efendi, toplumdaki din ve mezhep sürtüşmelerini kaldırmak için "Tarikat-ı Muhammediye" adlı bir eser yazmıştır. Bu eser, geniş düşüncenin yerine şüphe ve tereddütün geçmesinde etkili olmuştur. Bu kitap dinen yasak olan bir sürü hareket belirlemiştir. Bu eserde bilimler de “mubah” ve “merdûd” (redd) ilimler diye ikiye ayrılmış; kelam, astroloji ve birçok tabiat bilimleri ikinci sınıfa sokulmuştur.
Birgivî’nin bu görüşü, daha sonraki yıllarda "Kadızâdeler" tarafından savunulmuştur. Dini konularda yorumlara açık görüşü savunanlara da "Sivasizâdeler" denmiştir. Daha sonra Ayasofya Camiinde vaazlar veren Üstüvanî Mehmet Efendi de bir Risale yazarak, dinen yasak hareketler çerçevesini daha da genişletmiştir. Bunların açtıkları çığırda medrese programları giderek kısırlaşmıştır.
Osmanlı eğitim sistemindeki değişme
Değişimin zorunluluğu
Osmanlı Devletinin kuruluşundan XIX. yüzyıla kadar savaş zamanı toplanan eyalet askerlerinin dışında, merkezde sürekli askerlik yapan yalnız "Yeniçeri" ordusu vardı. Osmanlı Devletinin kaderi üzerinde 515 yıl olumlu veya olumsuz egemen olan, 277 yıl bir düzen içinde yürüyen bu askerî örgüt, geri kalan 257 yılını hep isyanlar, kazan kaldırmalar, Devlet işlerine karışmalar ve şunu bunu “istemezük” gibi bağırıp çağırmalarla geçirmiştir.
Bu durum karşısında, padişahlar bu askerî örgütü dağıtarak yeni bir askerî örgüt kurmak için -bazıları başarısızlıkla da sonuçlanan- bazı girişimlerde bulunmuşlardır. Osmanlı askerî eğitiminin Batılılaşmasında tek etken, Yeniçeri düzeninin bozulması, onların çıkardıkları huzursuzluklar değildir. Bunun yanı sıra başka nedenler de vardır ki, bunlar şöyle sıralanabilir:
· Savaştaki yenilgiler: Osmanlı Devleti askerî yönden, cephede Avrupa ülkeleri ile sürekli yüz yüze idi. XVIII. Yüzyıl Avrupasında artık savaş teknik ve sanatına uygun subaylar yetişiyor ve savaş alanlarında da bunlar egemen oluyordu. Osmanlı orduları artık yalnız Avrupa orduları karşısında değil, Avrupalı uzmanlardan yararlanan Rus ve Mısır kuvvetleri karşısında bile yeniliyorlardı. Bu da Batı tekniğine göre askerî okullar kurulmasını zorunlu kılıyordu.
· Yabancı uzmanların etkisi: Orduların yenilgileri karşısında Devlet ileri gelenleri yabancı askerî uzmanlara müracaat ettiler. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda çeşitli Avrupa ülkelerinden gelen uzmanlar, askerî eğitimin Batılılaşması için önerilerde bulunmuşlar ve bilfiil de çalışmışlardır.
· Sivil hayatta medrese düzeninin ve fikirlerinin çok egemen olması, Batılılaşmanın ancak askerî alanda ve askerî kurumlar aracılığıyla olabileceği fikrini yaymıştır.
Askeri alanda Batı tipi eğitim kurumları
Humbarahane
I. Mahmut döneminde Rusya ve Avusturyalılarla Osmanlıların ilişkilerinin çok gergin olduğu bir dönemde, Bosna'da olan Kont de Bonnuval çağrıldı. Bu zat, Fransa’nın ileri gelen asilzâdelerinden ve Fransız ordusunun değerli subaylarından biri idi. XIV. Louis ile anlaşamadığından dolayı Avusturya’ya iltica etmiş ve bu ülkenin ordularıyla Fransa ve Osmanlıya karşı savaşmış; sonra da Bosna'ya yerleşmişti. Kont de Bonnuval, İstanbul’da humbaracı sınıfının komutanlığına getirildi. Kont de Bonnuval, din değiştirerek "Ahmet Paşa” adını almıştı. Humbaracı Ahmet Paşa’nın çalışmaları biraz ilerleyince, 1734 yılında Üsküdar Toptaşı’nda "Humbarahane ve Hendesehane” adlı bir askerî okul açıldı. Haseki ve Bostancılardan zeki kişileri buraya öğrenci yazıldılar, ancak yeniçeriler bunu haber alıp kuşkulandıklarından 1736’da okul tatil edildi.
1828-29 ve 1830-31 yıllarında Türkiye’ye yaptığı gezilerden sonra 1849 yılında resmen Osmanlı hizmetine girmiş olan Sir Adolphus Slade, Tersane ve donanma işlerinin düzene konulmasında iyi çalışmalar yapmış ve “Müşavir Paşa” diye tanınmıştır.
1759’da Sadrazam Ragıp Paşa tarafından eski öğrenciler ve onların çocuklarının yeniden toplanmasıyla tekrar açılan okul, III. Selim zamanına kadar sönük bir biçimde devam etti. III. Selim 1790 yılında İsveç ve Fransa’dan uzman ve subaylar getirerek bu Okulu genişletti. 1795’te Okul lağvedilerek, öğrencileri Mühendishane’ye aktarıldı.
Tophane
Osmanlı Ordusunun ilk dönemlerinde topçuluk gayet iyi durumdaydı. Bu dönemde top döküm tekniği, zamanına göre çok yüksek bir düzeydeydi. Ancak Avrupa ordularındaki gelişmeler karşısında Osmanlı topçuluğu, kale yıkma topçuluğu idi. Oysa Avrupa orduları sahra topçuluğu ve küçük çaplı sür’at topçuluğunu geliştirmişti.
O sırada İstanbul’da Fransız elçiliğinde görevli olan Baron de Tott, topçuları yetiştirmek ve yeni topları dökmekle görevlendirildi. Burada askere hem top dökümünü hem de nişancılık eğitimlerini yaptırdı ve gösteriler düzenledi. 1795 tarihinde Mühendishane adıyla bir topçu okulu açıldı. O sırada topçu okulları subaylarına "Mühendis" deniliyordu. Bu okulda Avrupa’dan birçok kitaplar getirildi. Avrupaî talimler yapıldı.
Bu arada çeşitli Osmanlı padişahları yavaş yavaş Avrupai tarzda yeni askeri birlikler oluşturarak Yeniçeri Ocağını tamamen ortadan kaldırdılar.
Osmanlı kara ordusunun kuruluşunda özellikle Prusya Ordu düzeninin büyük etkisi olmuştur. Prusyalı subaylar Türk topçuluğunu Humbaracılık halinden çıkarmak için çok uğraştılar ve başarılı da oldular.
Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyûn
Osmanlı donanmasının XVIII. yüzyılda seri yenilgiler alması üzerine ve özellikle Çeşme’de Osmanlı donanmasının Rus donanması tarafından yakılması üzerine, Cezayirli Hasan Paşa'nın önerisi üzerine, Tersane-i Amire'de bir askerî okul açıldı. Okulun açılmasında Baron de Tott'un tavsiyelerinin de önemli payı olmuştur.
Deniz okulu III. Selim ve II. Mahmut döneminde dalgalı ve karışık gelişimine devam etti. 1838 yılından itibaren okulda mecburî yabancı dil Fransızca yerine İngilizce oldu. Okulda, İngilizler öğretmenlik yapamaya başladılar. Güverte, makine ve inşaiye zabitleri yetiştiren Deniz Harp Okulu (Bahriye Mektebi) 1910 yılında İngiliz Deniz Okulu sistemine göre yeni bir düzenlemeye sokuldu.
Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn
Ancak okur-yazar matematikçi topçu subaylarını tam yetiştirmek için 1791’de “Mühendishane-i Sultanî”, 1795'te de “Mühendishane-i Berrî-i Hümayûn” kuruldu. Buraya Humbarahane ve Mühendishane mensuplarının çocuklarıyla Enderun'dan bazı gençler alındı.
Okul, Fransız askerî okullarının programını esas olarak kabul etti. Tüm askerî öğrencilere kara ve denizle ilgili geometri, hesap ve coğrafya alanlarında gerekli savaş bilgi ve eğitimi vermek isteniyordu. Mühendishane-i Berrî, genellikle topçu subayları yetiştirirdi.
Daha sonra Kara ordusunun kurmayları da bu okuldan çıkmıştı. 1834 yılında Harbiye Mektebi açıldıktan sonra, Mühendishane-i Berrî, topçu ve istihkamat okulu haline geldi.
Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye
Ancak XIX. Yüzyıl -her alanda olduğu gibi- tıp alanında da çok önemli değişmelerin olduğu bir yüzyıl idi. Avrupa tıbbı zaten Rönesanstan itibaren çok önemli gelişmeler yaparak Doğu tıbbını geri bırakmıştır.
Türkiye’de Batı örneğine göre bir Tıbbiye kurma girişimi 1826 yılanda hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin girişimleri ile başladı. Yeni kurulan ordunun hasta ve yaralı erlerine bakılmak için açılan Okulun orijinal adı, “Tıbhane-i Amire ve Cerrahane-i Mamure" idi. İlk kuruluşunda tamamen Doğu gelenekleri egemen olan Okulda, 1831’den itibaren Topkapı Sarayı içinde Sade de Calère’in yönetiminden Fransızca öğretim yapılmaya başlandı. Daha sonra 1838 de Viyana’dan Doktor Bernard getirildi, Galatasaray binasına taşınarak önemli ıslahat yapıldı. 1845’ten itibaren Tıbbiye’ye bir de lise sınıfları açıldı.
Daha sonra Türkçe tıp öğretimi yapmak üzere, sivil Tıbbiye kuruldu (1866). Ama ancak 1870 yılından itibaren Tıbbıye’deki öğretim dili Türkçe olabildi.
Tıbbiye Mektebi de 1909 yılında sivil tıbbiye ile birleştirildi. Üniversite’nin Tıp Fakültesi içinde askerî öğrenci olarak okumaya başladılar.
Harp Okulu (Mekteb-i Harbiye)
Napolyon Ordusu Mısır’a gelip gittikten sonra ve Süveyş Kanalı’nın Fransızlar tarafından açılmasından sonra, bazı Fransızların Mısır’da kalmaları ve Mehmet Ali Paşa’nın da gerek bunlardan çok iyi yararlanarak, gerekse bunların da tavsiyeleriyle Fransa’ya çok sayıda öğrenci göndererek, Mısır’da sivil ve asker çok sayıda okul kurarak sağladığı başarı, II. Mahmut’un çok dikkatini çekmişti. Özellikle Mısır ordusunun Kütahya’ya kadar ilerleyerek Osmanlı hükümdarının Rusya’dan somut yardım getirmesi, artık Mısır gerçeğini çok iyi değerlendirmek gereğini ortaya koyuyordu. Bu durum karşısında 1834 yılında Maçka Kışlasında bir “Mekteb-i Harbiye” kuruldu. Okula ilk alınan öğrenciler okuma-yazma bilmez ama yetenekli erler idi. Bunlar çeşitli aşamalardan geçirilerek subay yetiştirilirdi. Esasen, o zaman var olan diğer askerî okullar da aynı yolu izliyorlardı.
Harbiye’deki ilk önemli ıslahat 1837’de Mehmet Ali Paşa’nın yanından gelen bir subay tarafından yapıldı. Bu ıslahatla, kuruluş biraz okul biçimine girdi. 1834’te ilkokul düzeyinde bir eğitim ile işe başlayan Okul, 14 yıl sonra ilk subaylarını çıkardı. 1848 yılında bir yıl öğretim süreli Erkân-ı Harbiye Mektebi açıldı. Daha sonra askerî okulların rüşdiye kısımları da açıldı (1875). Harbiye’deki esas yenilikler 1878 Osmanlı-Rus Savaşından sonra olmuştur. O zamana kadar Fransa Harp Okulu örneğine göre öğretim yapan okul, Alman subayı Von der Goltz tarafından Alman sistemine göre kurulmuştur (1884).
Burada sayılan ana askerî okullar dışında çeşitli adlarla kurulmuş ve çeşitli hizmetler için eğitilmiş kişiler yetiştiren pek çok askerî okullar vardı. Askerî Baytar Mektebi, Piyade ve Topçu Endaht Okulları, Küçük Zabit (Astsubay) Okulları, Piyade İhtiyat Zabitanı Okulu, Jandarma Okulları, Nalbant, Levazım, Nakliye, Süvari Tatbikat, Tayyare Talimgah Okulları vs.
SİVİL EĞİTİMİN BATILILAŞMASI
5.2. İlköğretim
Türk ilköğretim sistemi XIX. yüzyılda büyük değişmelere uğradı. 1824’te II. Mahmut’un “ilköğretim mecburiyeti” diye yorumlanan fermanı İstanbul sınırları dışına çıkmadı ve İstanbul’da da pek önemli bir başarı kazanamadı. 1850’lerden itibaren devlet ilköğretim kademesini denetim altına almak için pek çok girişimlerde bulundu. Reform yanlılarını tuttu. Buna rağmen ilköğretim kademesinin tam denetim altına alınması ancak Cumhuriyet döneminde mümkün olabildi.
Sıbyan mekteplerinde reform yapmak çok zor oluyordu. Malî yönden bu okullar genellikle vakıflara ait olduğu için, kendiliğinden bir özerklik içinde bulunuyordu. Muallimler ve çevresindeki bağnazlar da devletin buralarda yapacağı değişikliklere karşı çıkıyorlardı.
Sıbyan okullarında yazı öğretimi çok başarısız oluyordu. 1862 yılından itibaren İstanbul’daki 36 sıbyan okulunda yeni bir harf öğretme biçimi denenmeye başlandı. Devlet bu okullara parasız taş tahtalar, taş kalemler ve divitler dağıttı. Daha sonra aynı amaca yönelik numune iptidaileri kuruldu. Selânikli öğretmenlerden bir ekol ortaya çıkıp yeni bir yazı öğretme ve alfabe biçimi ortaya çıkardı. Çok sert tepkiler gören bu akım, ilköğretim ıslahatını bir "Elifba" ıslahatı haline dönüştürdü. "Hakiki”siyle, "Tecrübî"siyle binlerce Kolay Elifba yazıldı. Daha sonra çok geniş boyutlarda tartışılmaya başlanılan harf ve yazı meselesi ancak 1928'de çözümlenebildi.
Devlet, 1869'dan itibaren ilkokul programlarını bir resmî düzen içine almaya çalıştı. 1876, 1882, 1891, 1904, 1911, 1914 yıllarında ilkokul programları üzerinde yeni düzenlemelere gidildi.
XIX. yüzyılın son çeyreğinde ilköğretim kurumları çeşitlenmeye başlandı. "Sıbyan mektebi" terimi yenilikleri reddeden vakıf ilkokulları tarafından kullanılmaya başlandı. Bunun yanında "iptidai mektep"ler ortaya çıkmıştır. Bunlar, Eğitim Bakanlığı veya özel dernek ve kişiler tarafından kurulmuş ilkokullardı. Ayrıca gene bu dönemde köy ve kent iptidaileri de öğretim süresi bakımından ayrılmaya, dershane ve öğretmen sayısı bakımından çeşitlenmeye başlamıştır.
II. Abdülhamit döneminden itibaren Osmanlı ilkokullarında bir "Usul-ü Cedide" tartışması başladı. Eski ve yeni usul ve öğretim metodu karşısında ilkokul öğretmenleri arasında fiilî tecavüzlere varan sert çekişmeler oldu. Yönetim yeni usul taraftarlarını tuttu. Eski usul taraftarları da vakıflara sığındılar. O zaman Rusya yönetimindeki Türk topraklarında yankılanan hattâ esas gelişimini, mücâdelesini orada sürdüren ilköğretimdeki bu usul-ü cedîd, o zaman bize göre yeni, ama Avrupa’nın çoktan terk ettiği bir eski metot idi. Bu hareketin ana esasları şunlar idi:
· İlkokul medreseden ayrılacaktı.
· İlkokulların kendine özgü öğretmenleri olacak, mahalle imamı ve karısının öğretiminden kurtarılacaktır.
· Öğretmen sadece “hediye” değil “aylık” (maaş) alacaktı.
· Okuma-yazma öğretiminde "heceleme" usulü terk edilecek ve "usul-ü saftiye" veya "meddiye" denilen yeni usul okuma getirilecekti. Bu usul, her harfi ayrı ayrı değerlendirerek harf üzerinden okuma öğretmek demekti.
· Eskiden yalnız okuma öğretimine önem veriliyor, yazma hünerine pek önem verilmiyordu. Özellikle kızlara okuma yazma öğretilmiyordu. Yeni usul, yazıya ve kızlara da yazı öğretilmesine önem verilmesini istiyordu. Ayrıca kız çocukları için ayrı ilkokullar açılması isteniyordu.
· Öğretim bu programa göre yapılacak ve her yaşa göre ders kitapları yazılacaktı. Bu konu da, eski ve yeni usul taraftarları arasında çok sert tartışmalara neden oldu.
İlköğretimin zorunluluğu hususunda XIX. yüzyıl ortalarından beri bazı çalışmalar ve girişimler vardı, ancak ilköğretim paralı olmakta devam ediyordu.
II. Meşrutiyet döneminde politik zorlamalar dolayısıyla da devletin ilköğretim politikası etkinleşmeye başladı. Malî yardımlar, öğretmen meselesi, okul yapımlarına ve öğretim araç ve gereçlerine katılmalar şeklinde Devlet ülkedeki ilköğretimi kontrol altına almaya çalıştı. Genel bir ilköğretim yasası çıkarma çalışmalarına girişildi. İlköğretim müfettişleri getirildi. İlköğretimin zorunlu ve parasız olma ilkeleri herkesçe kabul edilmeye başlanıldı.
Ortaöğretim
Rüşdiyeler
"Rüşdiye" diye adlandırılan eğitim kurumu, Türk eğitim tarihinde önce ortaöğretim kademesinde ortaya çıkmış, lise ve ortaokul fonksiyonlarını gördükten sonra, öğretim seviyesi düşerek ilköğretim kademesine geçmiştir. Bir süre de “yüksek ilkokul" denilebilecek bir düzeyde kaldıktan sonra, 1913 yılında ilkokulların içinde erimiştir.
Ülkede çok uzun zamandan beri açılmış bulunan askerî okullar, kendisine iki şekilde öğrenci hazırladığından başarılı bir çalışma yapamıyorlardı. 1838 yılında Mühendishane, Harbiye, Tıbbiye gibi askerî okullara öğrenci hazırlamak için sıbyan okullarının üstünde bir ara öğretim kademesi kurulmak istenmiştir. Hazırlanan tasarıya göre, sıbyan okullarına "sınıf-ı evvel" denilmiş, bu yeni kurulacak okullara da "sınıf-ı sânî" denilmesi düşünülmüştü. Ancak II. Mahmut bu adı beğenmemiş, bu okullara "rüşdiye" denilmesini istemişti. Çocuklar "rüşt çağı" olan 14-15 yaşına kadar bu okullarında kalacaklar, ondan sonra yüksek askerî okullara ve memuriyetlere girebileceklerdi. Gene tasarıya göre bu okullarındaki öğrenciler sıralara oturacaklar, evkafdan aylık alacaklardı. Hattâ bunun için 1838’de “Mekâtib-i Rüşdiye Nezareti" adlı bir de idarî birim kurulamamıştır.
Ancak çeşitli nedenlerle "Rüşdiye" adlı okulların açılmaları 1847 yılına kadar gerçekleşememiştir.
Burada bir noktaya dokunmak gerekiyor. Türk eğitim tarihi alanında araştırma yapanlardan çoğu, 1838 yılında açılan Mekteb-i Maarif-i Adliye ve Mektebi Ulûm-u Edebiyye adlı iki sivil memur yetiştirme okulunu da “rüşdiye” sayarlar.
İşte, lise ayarındaki idadi ve sultaniler kuruluncaya kadar rüşdiyeler, tüm ortaöğretim kademesini temsil eden bir okul olarak kalmışlardır. Rüştiyelerin öğretim süresi ilk açıldıklarında iki yıl idi, daha sonra dört yıla, 1859 yılından itibaren de altı yıla çıkarılmıştır. Sonra tekrar beş, dört ve üç yıla indirilmiştir. Ders programı da öğretim süresinin artıp eksilmesine göre sürekli değişmiştir.
Kız rüşdiyeleri ilk defa 1859 yılında aşılmış, 1869 yılında ülke çapında açılması kararlaştırılmıştır. Ayrıca 1870 yılında da kız rüştiyelerine öğretmen yetiştirmek amacıyla ilk kız öğretmen okulu olan "Dârülmualimat" açılmıştır.
Rüştiye okulları II. Abdülhamit döneminde yalnız yerel hükümet dairelerine kâtip yetiştirmek amacına yönelmiş; ders programlarının esasını da yazı öğretimi teşkil etmişti. II. Meşrutiyet dönemi ise, rüşdiyelerin yıkılış dönemi olmuştur.

İdadiler
“İdadi” adlı ilk okullar, yüksek askerî okullara öğrenci hazırlayan ön-sınıflar olarak, ilk defa 1845 yılında ordu merkezleriyle Bosna'da açıldı. “İdadi” adı gerçek hüviyetini 1969 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nde buldu. Bu Yönetmeliğe göre, müslüman olan ve olmayan Osmanlı vatandaşlarını birbirlerine kaynaştırmak ve ortak bir kültür içinde yetiştirmek düşüncesiyle Sancak merkezlerinde rüşdiye çıkışlı öğrencileri Sultanilere hazırlamak için üç yıllık idadiler kurulacaktı.
Bu, kağıt üzerindeki maddelerin tamamen gerçekleştirilmesi hemen mümkün olmadı. İdadilerin ülke çapında yaygınlaşmaları II. Abdülhamit döneminde olmuştur. 1881 yılından itibaren il merkezlerinden yedi yıllık, ilçe merkezlerinde de beş yıllık idadiler açılmaya başlanılmıştır. Böylece 19. yüzyıl sonlarında ülke, ortaöğretim bakımından oldukça sıkı örgülü bir örgün yapıya sahip olmuştur.
Beş yıllık idadilerin amacı, üniversite ve yüksek okullara öğrenci hazırlamak değildi. Bunlar, bulundukları yörenin işlerini idare edecek, imarını sağlayacak adamlar yetiştirmeye yönelmişlerdi. Rüşdiyelerin ortadan kaldırılması ile beş yıllık idadiler ortaöğretimin ilk basamağını oluşturdular ve Cumhuriyet döneminde "Ortaokul"a dönüştüler. Yüksek okullara öğrenci hazırlayan ortaöğretim kurumları olarak tüm ülkeye yayılmış olan yedi yıllık idadiler de 1910-1913 arasında önce “sultani”ye, daha sonda da “lise”ye çevrilerek tarihe karıştılar.
Sultaniler
XIX. yüzyılın ikinci yarısı, Osmanlı Devletinin ilk öğretim ile yüksek öğretim arasında bir eğitim kademesi kurma çalışmaları ile doludur. Eğitim Bakanlığı ile bir yandan ilk ve yüksek öğretim kademeleri arasında bir köprü kurmaya çalışırken; müslüman ve Hıristiyan bütün Osmanlı yurttaşlarına ortaöğretim düzeyinde ortak bir kültür ve eğitim vermek istiyordu. Bu amaçla öğretim dili Fransızca olan bir ortaöğretim kurumu 1868 yılında açıldı ve "Sultani” diye adlandırıldı.
Galatasarayı’nda açılan bu sultani okulu, ilk ve ortaöğretim kademelerini içeriyordu. Galatasaray Sultanisin bir ortaöğrenim kurumu olmasına rağmen hem dil hem de program ve öğretim sistemi bakımından diğer ortaöğretim kurumlarından ayrı ve üstün idi. Galatasaray lisesinin açılışından bir yıl sonra yayınlanan “Maarif-i Umumiye Nizamnamesi”nde de vilayet merkezlerinde "Mekteb-i sultani” adlı altı yıllık eğitim kurumlarının açılması öngörülüyordu. Ancak Girit'in dışında II. Meşrutiyet dönemine kadar hiçbir sultani açılmadı.
Sayıları yetmişi geçmemesine rağmen önemli bir işe yaramayan taşra idadileri Emrullah Efendi’nin Bakanlığı zamanında ıslâh edilmek istenildi. Bakan, 23 yatılı idadiden 10 tanesini sultani haline çevirdi. Ama bu lise veya sultaniye hareketi kör topal yürüdü. 1914 yılında Şükrü Bey'in Bakanlığı sırasında da bütün yedi yıllık idadiler sultaniyeye çevrildi. ,
Öğretmen yetiştirme
Türkiye’de öğretmen yetiştirme sorununun okullar aracılığıyla çözümlenmeye çalışılması 19. Yüzyıl ortalarında olmuştur. Batı örneğine göre kurulan ve kurulması planlanan okullar, öğretmen yetiştirmenin öyle bir çerçeve içinde ele alınmasını zorunlu kılmıştır.
Orta Öğretmen Okulları
Türkiye’deki ilk öğretmen okulu kuruluşu, 16 Mart 1848'de kurulan "Dârülmualimin-i Rüşdi"dir. O zaman yeni yeni kurulmaya başlayan "Rüşdiye" adlı orta okullara öğretmen yetiştirmek amacını güdüyordu.
1870 yılında açılan Dârülmuallimat, üç yıl öğretim süreli hem sıbyan okullarına, hem de kız rüşdiyelerine öğretmen yetiştiren bir kurum olarak devam etti.
Erkek öğretmen yetiştiren orta seviyedeki öğretmen okulları ise çok karmaşık bir yapıda XX. yüzyıla kadar sürmüşlerdir. Savaş yıllarında İstanbul’daki kız ve erkek Yüksek Öğretmen Okulları içindeki izharî kısımlar da orta seviyedeki okullara öğretmen yetiştiriyordu.
İlk Öğretmen Okulları
Ülkemizde Batı zihniyetine göre ilköğretim sorunu ortaöğretimden sonra ele alındığı için, bu alandaki öğretmen okulu da -Dârülmuallimin-i Rüşdî’den yirmi yıl sonra -1868 yılında “Dârülmuallimin-i Sıbyan” adı ile kurulmuştur.
1875 yılından itibaren vilayet ve sancak merkezlerinde de bir ve iki yıllık "Dârülmuallimin-i Sıbyan"lar açılmıştı. Bunların sayıları XX. yüzyıl başlarında 16'ya, I. Dünya Savaşı yıllarında da 30'a kadar çıkmıştı.
Yüksek Öğretmen Okulları
Yüksek Öğretmen Okullarının amacı, lise ve dengi okullara öğretmen yetiştirmektir. Bunun için de üniversite düzeyinde bir eğitim vermiştir. Ülkemizde yüksek öğretmen okulu sayılabilecek ilk tasarı, 1869 Yönetmeliğinin Büyük Dârülmuallimin tasarısı idi. Bu okul 1877'de açıldı. 1880'de kapandı. Esas "Dârülmuallimin-i Aliye” ise 1891'de kuruldu. Öğretim süresi 2 yıl olan bu okulda rüşdiye üstündeki okulların öğretmenini yetiştiriyordu. II. Meşrutiyetten sonra bazı derslerini üniversite ile beraber yapan bu Okul, daha sonra lağvedilerek Sâtı Bey yönetimindeki İstanbul Dârülmuallimini’ne bir kısm-ı âli eklendi ve daha sonra da "Dârülmuallimin-i Aliye” adını aldı. Öğretimi kâh Üniversite ile beraber kâh ondan bağımsız olarak Cumhuriyet dönemine kadar sürdü.
Meslekî ve teknik öğretim alanında çalışacak öğretmenler ise, Cumhuriyet dönemine kadar ya kendi okullarında ya da yurtdışında yetişmişlerdir.
Darülfünun
Bazı eğitim tarihçileri, Türkiye’nin Batılı anlamda ilk Üniversitesi olan "İstanbul Dârülfünun”u Fatih külliyesine bağlamak isterler. İşe medrese açısından bakılırsa 19. yüzyıla gelinceye kadar Türkiye'de üniversite dediğimiz İstanbul Darülfünunu, medreseden ayrı, Avrupa’nın üniversitelerini taklit etmek amacıyla kurulmuştur. Bu nedenle başlangıcını Fatih dönemine kadar götürmek yanlış olacaktır.
1845'te kurulan Meclis-i Maarif-i Muvakkat, Fransız eğitim sistemine göre Türk eğitim sistemini üç kademeli olarak kurulması çalışmalarına başladı. Meclis-i Valayı Ahkam-ı Adliye'ye sunulan tasarıda, sıbyan okullarına ilköğretim kademesi denilerek, onun üzerine medreselerden ayrı bir orta ve yüksek öğretim kademesi kurulacaktı. Ortaöğretim "rüşdiye" mektepleri kurulup yayılarak meydana getirilecek, yüksek öğretim düzeyinde ise yatılı bir "Dârülfünun" kurulacaktı.
Gerçekten de İtalya’dan Fasoti adında bir mimar ayda 100 altın maaşla getirilmiş ve Sultanahmet’le Ayasofya arasında üç katlı bir bina ancak 19 yılda yaptırılabilmiştir (1845-1864). Bu bina bir ara Kırım Savaşı dolayısıyla askerî hastahane olmuş, Maliye, Adliye ve Evkaf Nezaretleri, Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan, İstanbul Vilayet binası ve mahkeme olarak kullanılmış ve sonra da yanmıştır (1933).
Ancak bu binanın yapımı daha tamamlanmadan 1863'te binanın tamamlanmış kısımlarında Dârülfünun derslerine başlanılmıştır. Dersler herkese açık konferanslar biçimindeydi. Derviş Paşa Fizik, Hekimbaşı Salih Efendi nebatat, Ahmet Vefik Efendi Tarih, Ahmet Cevdet Efendi Tabii Coğrafya, Müneccimbaşı Osman Saip Efendi de heyet üzerine konferanslar veriyordu. Konferansları sürekli izleyen bir öğrenci zümresi de vardı. Ancak bu olumsuz bir tecrübe oldu. Dinleyicilerin bilgi düzeyleri dersleri anlamaya yeterli değildi. Konferanslar pek ciddiye alınmıyordu. Dinleyicilerin ve ders verenlerin büyük çoğunluğu devlet memuru idiler.
1865 yılında bu konferanslar esas Dârülfünun binasında çıkarılarak (Maliye Nezareti olmuş) Divan yolunda Nuri Efendi Konağı’na taşındı ve oranın da içinde kütüphanesiyle beraber yanması üzerine, yeni bir binada konferanslara devam edilmedi.
Dârülfünun’un ikinci kez gündeme gelmesi, Saffet Paşa’nın hazırlayıp yayınladığı 1869 "Maarif-i Umumiyye Nizamnamesi" ile olmuştur. Bu yönetmeliğin 79-129. maddeleri İstanbul'da bir Dârülfünun-u Osmanî kurulmasını öngörülüyordu. Bu üniversite “hikmet ve edebiyat”, “hukuk”, “ulûm-u tabiiye ve riyaziye” diye üç kürsüden oluşacaktı. Öğretim süresi üç yıl olacak şekilde ders programı da hazırlanmıştı. Türkçe ders yapacak "müderrisler" yetişinceye kadar Fransızca da ders yapılabilecekti. Üniversitenin diğer hususlarına dair ayrıntılar da tespit edilmişti.
Bu Dârülfünun ders yapabilmesi için Çemberlitaş'ta bir yeni bina yatırıldı (Uzun süre Maarif Nezareti olarak ve Belediye Fen Heyeti Binası olarak kullanılmıştır). Gazete ilânlarıyla kayıtlar yapıldı. Başvuran 1000 civarında öğrenciden 450’si sınavla seçildi. Ancak seçilenlerin büyük çoğunluğu medrese öğrencisi oldukları ve onlar da 3 aylar cerrine çıktıkları için, açılış Ramazan Bayramı ertesine bırakılmış ve Ramazan süresince Üniversite resmen atanmış öğretmenlerce, halka açık gece dersleri düzenleniyor. Ancak bu dersler (Takvim-i Vekayi'de yayınlanmıştır) seviye olarak ilk öğretim düzeyinde diye nitelenmektedir. Ama bu karar daha sonraki duruma bakarak verilmiştir!
Bu ikinci Dârülfünun da 1870'te büyük törenlerle açılmıştır; ancak Yönetmelikte belirlenen bütün dersleri verecek öğretmen ve ders kitabı bulunmadığından haftada 5 gün ve ikişer saat ders yapılabilmiştir.
Ancak bu dersler sırasında bilgisizlik, bu kurum hakkında devamlı sorunlar çıkarmıştır. Burada açılan Arapça dersleri öğrencilerin ilgisizliği yüzünden kapatılmış, Cemalleddin Afgani’nin konferanslarından birinde güya “Nübüvvet, sanatlardan bir sanattır" demesi büyük tepkilere yol açtı. Bu sözü reddeden kitaplar yazılmıştır. Oysa konuşmadan yukarıdaki gibi bir hüküm çıkarmak mümkün değildir. Ama medrese öğrencilerinin tepkisi üzerine Cemalettin Afganî yurt dışına sürülmüş, Darülfünun’un Müdürü Hoca Tahsin Efendi görevden alınmış, bu kurumu koruyan Sadrazam Ali Paşa’nın da ölmesiyle 1871 yılında kapanmıştır.
Bu Dârülfünun’un softalar baskısıyla dağılması üzerine, Maarif Nazırı Saffet Paşa, Galatasaray Lisesinde bir Üniversite kurulması için Müdür Sava Efendi (Paşa)'yi görevlendirdi. O da bu sırada Gülhane Kışlasında olan Liseyi Beyoğlu’na getirerek orada Edebiyat, Hukuk ve Turuk-u Maabir (yollar - köprüler, Fen) dallarında bir Üniversite kurdu. "Dârülfünun-u Sultanî” veya "Mekteb-i Aliye-i Sultaniye" adıyla anılan bu üniversiteye de ilânla öğrenci kaydedildi. Öğretmenlerinin çoğu Fransız ve bazıları da Rum idi. Dersler de Türkçe ve Fransızca olarak okutuluyordu. 1874 yılında açılan bu Üniversite daha devamlı olmuş, üç defa mezun vermiş, hattâ doktora tezleri bile yaptırılmıştı. Ancak 1880-81 yıllarından sonra bu okulun bir çok problemleri ortaya çıktığından, fen kısmına öğrenci bulunamadığından Maarif Nezaretince lağv edilmiştir.
Bundan sonra, Sadrazam Sait Paşa'nın II. Abdülhamid’e yaptığı -kabul edilmeyen- birkaç önerinin dışında, 20 yıl kadar yeni bir açma girişiminde bulunulmadığı görülüyor.
Ancak 1900 yalında, Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. Yıldönümünde, Mülkiye Mektebi binasında "Dârülfünun-u Şâhâne" adıyla bir Üniversite kurulmuştur. Bu Üniversitenin bir gösteriş olarak açıldığı, ayrıca gençlerin Üniversite öğretimi görmek için Avrupa'ya gitmelerini engellemek ve Abdülhamid’in maarif düşmanı olmadığını göstermek için açıldığı da iddia edilmektedir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Şubat 2007       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı eğitim sisteminde Hukuk ve Tıp okulları daha önce açılmış olduğundan ve hâlâ öğretim yapmakta olduklarından, yeni açılan Dârülfünunda bunları tamamlayacak şu üç şube açılmıştı.
Edebiyat
Ulûm-u Riyaziye ve Tabiiye (Fen)
Ulum-u Aliye-i Diniye (İlâhiyat).
Bu şubelere alınacak öğrenci sayısı 25-30 civarında sınırlandırılmış, ayrı bir bina ve yönetime gereksinme duyulmadan, Mülkiye Mektebi binasında ve onun müdürünün hizmetine verilmişti. Öğretim süreleri -birer yılı doktora sınıfları olmak üzere- Fen ve Edebiyat şubelerinde 3, ilâhiyat şubelerinde 4 yıl idi. Ancak öğrenci sayısı çok sınırlı tutulduğundan, siyasî, sosyal, felsefî ve tarihî derslere programda yer verilmediğinden ve fen dersleri dahil bütün dersler maarif müfettişleri tarafından kontrol edildiğinden, üniversitedeki dersler pek yavaş geçiyordu.
II. Abdülhamid’in bu Dârülfünun’u 1908 inkılâbına kadar devam etti. 1908’den sonra ise Mülkiye Mektebi’nden çıkarılarak Zeynep Hanım Konağı’na yerleşti. Başına bağımsız bir müdür getirildi. Programlar baştan aşağı değiştirildi. Öğrenci almadaki sınırlama, öğrencilerden ücret alma kaldırıldı.
Bu dönemde Darülfünunda esas değişikliği Emrullah Efendi gerçekleştirmiştir. Emrullah Efendi Maarif Nazırlığı zamanında yeni bir yönetmelik hazırlayarak yayınladı. Bununla Üniversiteye az çok malî ve idarî bir özerklik veriliyor, ayrı bir üniversite polisi kurulması bile öneriliyordu. "İstanbul Dârülfünunu" adını alan bu kurum, Tıp Fakültesini ve Hukuk mektebini de bünyesine alarak beş şubeden oluşan bir üniversite oldu. Ayrıca Bağdat ve Konya Hukuk Mektepleriyle, İstanbul’daki Dişçilik ve Eczacılık Yüksek okulları da Darülfünuna bağlandılar.
1914-1919 yılları arasında ise Almanya’dan 20 kadar profesör, doçent, asistan getirildi. Bunlar bazı enstitüler (Dârülmesai) ve laboratuvarlar kurarak âletler getirmişler, programları kendi bilgilerine göre genişleterek Mütarekeye kadar İstanbul'da öğretim faaliyetinde bulunmuşlardır. Mütarekeden sonra anlaşmaları feshedilerek Türkiye'den çıkartılmışlardır.
1919'da yeni bir yönetmelik çıkartılarak üniversiteye ilmî muhtariyet verildi. Sınıf usulü yerine sömestir usulü kondu ve fakültelerin adı “medrese” oldu. Bu arada savaş dolayısıyla erkek nüfusun büyük ölçüde silâh altına alındığı dönemlerde Dârülfünun öğrencilerinin yaş ortalaması küçüldü ve Şubat 1914’te başlayan hanımlara Üniversite dersleri verilmesi, 1916 yılında bir bir İnas Dârülfünunu kurulmasıyla sonuçlanmıştı. 1917 yılında da Tıbbiye’ye de kız öğrenci alınmaya başlanmış, kızlar çarşafı atamamakla beraber peçeyi kaldırmışlar, 1918 yılında da üniversitede karma konferanslar verilmeye başlanmıştır. Cumhuriyetten sonra kadınlara mutlak serbesti verilip karma eğitime tam anlamıyla izin verildikten sonra İnas Darülfünunu kapatılarak dağıtılmıştır.
5.6. Mesleki ve Teknik Öğretim
Türk eğitim tarihinde meslekî eğitimi iki aşamada incelemek lâzımdır. Birinci aşamada, sanayi devrimine kadar -bütün dünyada olduğu gibi- Türk toplumunda da geçerli olan, el sanatlarına ve toplumun genel ihtiyaçlarına ilişkin meslekî eğitim; ikinci aşamada ise sanayi devriminin getirdiği şartlara uygun olarak yapılan teknik eğitim.
İlk aşamadaki meslekî ve teknik eğitimin, Türk eğitim tarihinde iki büyük kurumu vardır: Ahi ocakları ve Enderun mektebi.
Selçuklular ve Beylikler döneminde etkili olan Ahi-esnaf örgütü toplumdaki etkisini zamanla yitirdikten sonra, ülkede meslekî yönden bir karışıklık olmasını önlemek için, 1727’den itibaren "Gedik” usulü uygulanmaya başlanmıştır. Buna göre bir kişi çıraklık- kalfalık kademelerini geçip usta olmadıkça dükkan açamazdı.
Ama Büyük Fransız Devrimi ile, Avrupa’nın lonca örgütü ve meslekî-ticarî gelenekleri özellikle 1840’lardan sonra hızla yıkılmaya başladı. Tekniğin üretime uygulanması bir sanayi devrimi yarattı. Tüm dünyanın sosyal ve ekonomik hayatını değiştiren bu devrim, yerli mallar ve el sanatlarını hızla öldürmeye başladı.
Önceleri bazı el mahareti olan askerleri pratik bir biçimde yetiştirerek yürütülmeye çalışılan askerî fabrikalar için eleman yetiştirmek amacıyla, -daha sonra oldukça örgün bir meslekî eğitim veren- "idadi-i sanayi alayları" kuruldu.
Bu arada Osmanlı Devleti’nin Niş Valisi olan Mithat Paşa'nın 1861 yılında Niş’teki müslüman ve Hıristiyan kimsesiz çocukları toplayarak "Islâhhane" adıyla sanat öğreten bir hayır kurumunu meydana getirdiğini görüyoruz. Mithat Paşa daha sonra aynı tip kurumları başka yerlerde de açtı. Bunun sonucunda özellikle çuha dokuması çok gelişti. Bu örnek girişimler, başka valilerin de dikkatini çekti. Vilayetlerde "Islahhane komisyonları" kuruldu. Halep, Trablusgarp, Diyarbakır, Kastamonu, İzmir, Konya vs. vilayetlerde, valilerin ve hayırsever yurttaşların girişimleriyle Islâhhaneler kuruldu.
Mithat Paşa daha sonra Şûrayı Devlet üyeliğine atanması dolayısıyla İstanbul’a geldiğinde, gene Islahhane tipi okullar kurulması konusunda çalıştı, yönetmelik hazırladı. Gerçekten de, 1868 yılında İstanbul Sanayi Mektebi’ni kurdurdu. Bu okullarda çocuklara terzilik, kunduracılık, debbağlık, mürettiplik, arabacılık, külâhçılık, dokumacılık vs. gibi sanatlarla alfabe, yazı, Kurân, İlmihal, basit hesap ve defter tutma gibi bilgiler de veriliyordu.
Taşradaki Islâhhaneler 1885'ten itibaren "Mekteb-i Sanayi" adını almaya başladılar. İstanbul Sanayi Mektebi ise Orman, Maden, Ziraat Nezaretine bağlı olduğundan biraz daha derli toplu idi. Sanayi okullarının Birinci Dünya Savaşı sırasında çoğu kapandı. Cumhuriyet dönemine kadar ancak Edirne, İstanbul, Adana, Ankara, Bursa, Sivas, Kastamonu, Konya ve Bolu sanayi okulları güçbelâ yaşayabildi. Cumhuriyetten sonra sanayi okulları sanat okulları haline getirildi.
Maarif Nezareti'nin kadınların meslekî eğitimlerine ancak 1879 yılında, İstanbul içinde bazı okullar kurarak başladığı görülüyor. Daha sonra “kız sanayi mektebi” adını alacak bu kurumların öğretim süreleri beş yıl idi. İptidai ve rüşdî öğretim kademelerini içeren okul bir yandan normal okul programlarını uyguluyor; diğer yandan da atölyelere dikiş, örgü, dokuma, işleme, resim, çiçek vs. gibi uygulamalar yapıyorlardı. II. Meşrutiyet sırasında bazı düzeltme çalışmaları dolayısıyla kapatıldı. Daha sonra yeniden kuruldu ve 9 yıl üzerinden öğretim programı düzenlendi. Ama savaş yıllarında verimli bir çalışma yapılamadı.
Ticaret okulları
Osmanlı yönetiminin, dış borçlar sonucu iyice bunaldığı sıralarda bir ticaret okulu kurulması için çeşitli çalışmalar yapıldı. 1860, 1880, 1881 yıllarında okulun kuruluşunu gerçekleştiremeyen bazı girişimlerde bulunuldu; ancak 1881 yılında yapılan girişimde Ticaret Bakanlığına bağlı bir Ticaret Okulu kurulmak istenildi. Fakat gene başarılamadı. En sonunda, 1883 yılında "Hamidiye Ticaret Mekteb-i Alisi” adıyla bir ticaret okulu kuruldu. İki yıl öğretim süreli bu okula, aklî bir program yapılamadığından öğretim yürümedi ve okul kapandı. 1894 yılında üç yıllık bir yüksek okul olarak tekrar açıldı. II. Meşrûtiyetten sonra da kadrolu öğretmenleri olan ve tam gün öğretim yapılan bir kurum haline getirildi. Okul, o zamanki Rum, Ermeni ve İngiltere, İtalya, Rusya ve Avusturya devletlerinin ticaret okullarından çok aşağıda bir öğretim yapıyordu.
Bunların dışında Osmanlı devletinde tarım eğitimi alanında 1886-1889 yılları arasında kurulduğu tahmin edilen İstanbul Halkalı Ziraat Mektebi, XX. yüzyıl başlarında çok şeyler beklenilerek ülkenin 12 yerinde kurulan Ziraat Ameliyat mektepleri, 1910 yılından sonra Siroz, Hama, Antalya, Halep vs. yerlerde açılan Çiftlik okulları, Amele mektepleri, bahçıvanlık mektepleri, ipekçiliği fenni bir şekilde öğretmek amacıyla 1887 yılında Bursa’da kurulan ve daha sonra ülkenin 5-6 yerinde açılan Darülharirler, 1868 yılında kurulan Ormancılık Okulu, kuruluşu 1848'e giden Veteriner (Baytar) okulu, Şimendifer Okulu, Mühendis Mektebi, Posta ve Telgraf Mektebi, Kadastro Mektebi, Kondüktör Mektebi gibi birçok Batı tipi meslek okulları kurulmuş ve bunlar Devletin ve toplumun modernleşmesinde önemli roller oynamışlardır.
Sonuç
Osmanlı eğitimi uzun yıllar mektep-medrese ikili sistemi üzerine kurulmuştu. Medreseler –bugünkü anlamda- orta, yüksek ve hatta yüksek lisans ve doktora kademelerini kapsayan bir eğitim veriyordu. Bu ikili sistemin dışında hafız yetiştiren Darülhuffazlar, tıp eğitimi yapılan Darüşşifalar ve Osmanlı saray görevlilerini ve dolayısıyla devlet adamlarını yetiştiren Enderun mektebi da vardı.
Bu sistem uzun yüzyıllar Osmanlı Devletinin genel ihtiyaçlarını karşıladı.
Batıda 12. yüzyılda başlayan gelişmelerin baskısını Osmanlı Devleti 18. yüzyıl içinde açık olarak hissetmeye başladı. Bu değişikliklere kendi eğitim ve bilgi üretme sistemi ile karşılık vermesi mümkün değildi. Kritik karar verme süreçlerinden sonra, Batı eğitim sistemini önce askeri bilimler ve tıp alanında; devlet organizasyonunu Fransa örneğine göre kurmaya başladıktan sonra da sivil eğitim alanında taklit etmeye başladı. Batı tipi eğitim kurumlarını devlet kendi bütçesinden kurmaya başladı. Klasik mektep-medrese sisteminde ise eğitim kurumları devletin müdahale etmekten çekindiği vakıf sistemi içinde yönetiliyordu. Devlet eskiden de medrese sistemine müdahale etmiyordu, Batı tipi eğitim kurumlarını kurmaya başladıktan sonra da bu klasik eğitim kurumlarına bir yardım yapmadığı gibi, açık müdahalelerden de kaçındı. Dolayısıyla iki sistem bir arada yaşamaya başladı.
Batı tipi eğitim kurumları sadece Osmanlı devlet görevlilerinin kurduklarından ibaret değildi. Yabancı devletler ve Osmanlı uyruğundaki Hıristiyan toplumlar da kendi çıkarları için Batı tipi eğitim kurumları kuruyorlardı. Öyle ki, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı ülkesinde mektep-medrese sistemi, Batı örneğine göre oluşturulan Osmanlı eğitim sistemi, yabancı devletlerin ve azınlıkların okul sistemleri olmak üzere, amaç olarak birbirlerinden oldukça farklı dört sistem hüküm sürüyordu.
Bunlar arasındaki mücadeleyi Batı tipi Osmanlı devlet okulları kazandı. Çünkü klasik Osmanlı eğitimini oluşturan mektep ve medreselere yeni yatırım yapılmadığı gibi, zaman içinde vakıfların hemeh hepsinin düzeni bozuluyordu. Fatih ve Kanuni’den başka, klasik sistemi destekleyecek külliyeler kuran padişahlar çıkmamıştı. II. Abdülhamit başta olmak üzere, son dönem Osmanlı padişahları tercihlerini hep Batı tipi eğitim kurumlarından yana kullanmışlar, devlet yatırımlarını oraya yöneltmişlerdi.
Osmanlı Devletini ortadan kaldıran savaş yılları içinde, ilerde Türkiye Cumhuriyeti’ni rahatlatacak şekilde birtakım gelişmeler oldu. Ermeniler uzun süre devam eden isyan ve ayaklanmaların sonunda büyük ölçüde ülkeyi terkettiler. Rum azınlık daha I.Dünya Savaşı yıllarından itibaren Yunanistan’a göçe başlamıştı, Kurtuluş Savaşından sonraki “mübadele” içinde büyük ölçüde Yunanistan’a geçtiler. Dolayısıyla Osmanlının çöküş döneminde Türkiye örgütlü ve dini farklı azınlıklardan böylece kurtulmuş oldu. I. Dünya Savaşı’na Almanya safında giren Türkiye, Alman ve Avusturya dışındaki yabancı devlet okullarını Savaş başlarında kapatmıştı. Almanya Savaşı kaybedip İngilizler Türk politikasına hakim olunca da kendi okullarını açtırmaya çalışıp Alman ve Avusturya okullarını kapattırdı. Daha sonra başlayan savaş yılları içinde hiçbir yabancı devletin okul sistemi tekrar etkin hale gelemedi. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti, laik eğitim politikasını uygularken çok büyük engellerle karşılaşmadı.
Türkiye Cumhuriyeti 1924 yılında “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” çerçevesinde aşağı yukarı bin yıllık geçmişi olan medreseleri kapatıp öğrenci ve öğretmenlerini ortaöğretim kurumlarına aktardığında, medreselerden de önemli bir direniş görmedi. Zaten medreseler doğal ömürlerini bitirmişler, devlet bütçesi desteğinde örgütlenen, öğretmenleri yetişen, mezunları devlet çarkını çeviren yeni sistemle mücadele edemezdi. II. Abdülhamit döneminde uygulanan medrese öğrencilerine askerden muafiyet uygulaması da bu kurumların disiplinini alabildiğine bozmuş, ciddi din eğitimini ilk başlardaki gibi Fatih ve Bayezıt Camilerine kaçırtmıştı. Dolayısıyla medreselerin klasik sistemde devam etmesi zaten mümkün değildi. Medreselerin ıslahı için hazırlanan program taslaklarına bakıldığında, bu kurumların büyük ölçüde Batı tipi eğitim kurumlarının programlarını taklit etmeye başladığı, bugünkü İmam-Hatip Liselerinin programlarına benzer programlar uygulamak istedikleri görülüyordu.
Türk eğitim sistemi Osmanlılar döneminde adeta medreseden mektebe geçiş işlemini tamamlamıştı. Cumhuriyet’in laik eğitimi, dini eğitime devletin hiç karışmaması ve toplumların yapmasını da engellemesi şeklinde uygulanınca, belli bir dönem sonra din eğitimi talebi politikacıların bile kullandığı bir güç haline geldi. Bunun sonucu olarak açılan Kuran Kursları ve İmam-Hatip Okulları çağdaş eğitime Türkiye’nin yeni politik sistemine uyum gösteremediği için adeta medreselerin yeniden kurulması gibi algılandı ve Devlet bu gelişmelere karşı bir takım tedbirler almak zorunda kaldı. Eğer Türkiye’de devlet din eğitimini ciddi boyutlarda alır ve demokratik yapıyı bozmayacak şekilde devlet okullarında bu bilgilendirme ihtiyacını karşılarsa, mektep-medrese düzenini andıran Kurs ve İmam-Hatip lisesi modeline pek ihtiyacı kalmayacağı söylenebilir.
Kaynaklar Akgündüz, Hasan. Klasik dönem Osmanlı medrese sistemi. İstanbul 1997
Akgündüz, Hasan. Medreseler ve üniversiteler (Türk ve İngiliz örnekleri üzerinde mukayeseli bir inceleme). Diyarbakır 1998
Aksel, Malik. Eski mahalle mektepleri. Eğitim Hareketleri. 18-19,1956. 14-15
Akyüz, Yahya. Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1999'a). İstanbul: Alfa yay. 1999 7.baskı
Atay, Hüseyin. Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi. İstanbul, Dergâh Yayınları,1983
Ayasbeyoğlu, Nevzat. Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitimi - Kuruluşlar ve Tarihçeler. Ankara: Milli Eğitim Basımevi, 1948.
Aytaç, Kemal. Avrupa Eğitim Tarihi. DTCF Yay, Ankara,1980
Baltacı, Cahit. XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri. İstanbul: İrfan Matbaası, 1976.
Birinci, Ali. Mahalle mektebine başlama merasimi ve mektep ilahileri. II.Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri. Ankara 1982. 37-57.
Bozdemir, İbrahim. Osmanlı Sıbyan Mekteplerinde Eğitim ve Öğretim. Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. Master Tezi 1991.
Brehier,L. “L'Enseignement Supérieur à Constantinople dans la dernière moitié du XIe siecle” Revue Internationale de l'Enseignement Superieure. 1899. s.110-112
Brehier,L. “Notes sur l'Enseignement supérieur à Constantiople”. Byzantion. Bruxelles 1926 s.73-94.
Çelebi, Ahmet. İslamda Eğitim Tarihi (Çev. Ali Yardım). İstanbul: Dergah Yay. 1976.
Ergin, Osman. İstanbul Mektepleri ve İlim, Terbiye ve Sanat Müesseseleri -dolayısıyla- Türkiye Maarif Tarihi V cilt. . İstanbul 1977 (2. baskı).
Ergün, Mustafa; T.Duman. 19. Yüzyılda Osmanlı Askeri Okullarının Ders Programları ve Ders Kitapları. Yeni Türkiye.7,1996. 494-511
Ergün, Mustafa. İkinci Meşrûtiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908-1914). Ankara: Ocak yay. 1996
Ergün, Mustafa. Türk Eğitim Sisteminin Batılılaşmasını Belirleyen Dinamikler. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 17, 1990. S.453-457
Esin, E. “Muyanlık” Uygur “Buyan” yapısından (Vihara) Hakanlı Muyanlığına (ribat) ve Selçuklu Han ile medreselerine geçiş” Malazgirt Armağanı. Ankara 1972 s.82.
Godard, A. “L'origine de la madrasa, de la mosquée et du Caravanserail à quatre-Ivans” Ars Islamica XV-XVI s.1-9
Gül, Ahmet. Osmanlı medreselerinde eğitim-öğretim ve Darülhadislerin yeri. Ankara 1997
İhsanoğlu, Ekmeleddin. Darülfünun tarihçesine giriş I (ilk iki teşebbüs). Belleten. 210,1990. 699-738
İhsanoğlu, Ekmeleddin. Darülfünun tarihçesine giriş II (üçüncü teşebbüs Darülfünun-u Sultani). Belleten. 218,1993. 201-239.
İhsanoğlu, Ekmeleddin. Darülfünun. Mefhum ve müessese olarak Sultan II.Abdülhamit dönemine kadar gelişmesi. Sultan II.Abdülhamit ve Devri Semineri 27-29 Mayıs 1992. İstanbul: Edebiyat Fak. Yay. 1994. 173-190
İhsanoğlu, Ekmeleddin. Mühendishane-i Berr-i Hümayun başhocası İshak Efendi. Hayatı ve çalışmaları hakkında arşiv belgelerine dayalı bir değerlendirme. Belleten 207-208,1989. 735-765
İhsanoğlu, Ekmeleddin. Osmanlı İmparatorluğunda bilim, teknoloji ve sanayide modernleşme gayretleri. Osmanlı Bilimi Araştırmaları II. İstanbul: İ.Ü. E.F.yay. 1998. 1-22
İhsanoğlu, Ekmeleddin. Tanzimat Öncesi ve Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim ve Eğitim Anlayışı. 150. Yılında Tanzimat. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1992
İlkin, Selim. Osmanlı İmparatorluğu'nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sistemlerinin Oluşumu ve Dönüşümü. Ankara 1993
Kaçar, Mustafa. Osmanlı İmparatorluğu’nda askeri teknik eğitimde modernleşme çalışmaları ve Mühendishanelerin kuruluşu (1808’e kadar). Osmanlı Bilimi Araştırmaları II. İstanbul: İ.Ü. E.F.yay. 1998. 69-137
Kara, İ.; A.Birinci. Mahalle Mektebi Hatıraları. İstanbul 1997
Koçer, Hasan Ali. Türkiye'de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi (1773-1923). Ankara: Uzman Yayınları, 1987.
Koçer, Hasan Ali. Türkiye'de Öğretmen Yetiştirme Problemi (1848-1967). Ankara: 1967.
Koçu, R.Ekrem. Sıbyan mektepleri. Hayat Tarih Mecmuası. 2,1966. 24-28
Mahmut Cevat. Maarif-i Umumiye Nezareti Tarihçe-i Teşkilat ve İcraatı. İstanbul: Matbaa-i Amire 1338/1922.
Pederson. “Mescid” mad. İslâm Ansiklopedisi c.VIII.
Sayılı,A. “Higher Education in Medieval Islam” Ankara Üniversitesi Yıllığı. c.II (1948)'den ayrıbasım.
Talas, A. La Madrasa Nizâmiya, Paris 1939.
Tekeli, İlhan; S.İlkin. Osmanlı İmparatorluğu’nda eğitim ve bilgi üretim sistemlerinin oluşumu ve dönüşümü. Ankara: TTK yay. 1993
Uzunçarşılı, İ.H.. Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı. Ankara TTK yay. 1965
Ülkütaşır, M.Şakir. Eğitim Tarihimizde Sıbyan Mektepleri. Türk Kültürü. 33, 1965
Bia - avatarı
Bia
Ziyaretçi
17 Haziran 2008       Mesaj #4
Bia - avatarı
Ziyaretçi
Türklerde Sivil Eğitim

5. SİVİL EĞİTİM VE SİVİL EĞİTİMİN BATILILAŞMASI

5.1. Okul Öncesi Eğitimi


Türk eğitim tarihinde XX. Yüzyıla gelinceye değin okul öncesi eğitim kurumlarına rastlanılmamaktadır. Çünkü okul öncesi eğitim, geleneksel aile düzeninin yıkılıp, ekonomik ve sosyal zorunluluklarla aile düzeninin değişmesi, ekonomik ve sosyal zorunluluklarla annenin aile dışına çıkmasından ve çekirdek ailede küçük çocuklarla meşgul olacak kimsenin kalmamasından kaynaklanan bir eğitim kademesidir. XX. yüzyıl öncesi Türk-İslâm toplumlarında ise, henüz aile yapısını bozacak sosyal ve ekonomik gelişmeler ortaya çıkmamıştı. Büyük aile içinde küçük çocuklara bakacak yaşlı aile üyeleri vardı. Herkes dışarda çalışmak zorunda değildi. Ayrıca işe yarayacak ve henüz okul çağına gelmemiş çocuklara bakacak yaşlı aile üyeleri vardı. Henüz okul çağına gelmemiş çacuklar da ailenin çeşitli işlerinde kullanılıyordu. Bütün bunların da en önemlisi, zorunlu bir ilköğretim yoktu. Eğitim ana-babaların isteğine bırakılmıştı. Var olan ilköğretim de bir okul öncesi eğitimini gerektirmiyordu.

Bugün okul öncesi eğitim kurumlarında ve sınıflarındaki eğitim konuları da, XX. yüzzyıl öncesi Türk toplumunda eğitim dışı ve hattâ engellenilmeye çalışılan konulardı.

XX. yüzyıl başlarında, okul öncesi eğitim kurumlarının Türkiye'ye girişi de bir takım ekonomik ve sosyal zorunluluklardan çok, Avrupa'ya özenti biçiminde olmuştur. İlk önce Avrupa'dan gelmiş bazı kadınlar Selânik, İzmir, Beyrut gibi ülkenin büyük ve kozmopolit kentlerinde ana okulları açmışlar ve bu okullar başlangıçta hıristiyan toplumlar arasında yayılmıştır.

Türkiye'de okul öncesi eğitim kurumlarının müslüman toplumlar arasında yayılmaya başlaması, 1910 yıllarından sonra olmuştur. Bunlar, genellikle özel kurum ve okullar bünyelerinde açılmış "Çocuk Bahçesi", "Kindergarten", "Valide Mektebi" gibi adlar almış kurumlardı. Öğretim malzemeleri Avrupa'dan getiriliyordu. 4-6 yaş arasındaki çocukların devam ettiği bu okulların öğretim süresi iki yıl idi.

Okul öncesi eğitim konusundaki resmî girişimler de bu zamanlarda başladı. 1911 yılında Bakanlık Avrupaya altı gayrimüslim kadın gönderdi. 1913 yılında ise okul öncesi eğitim kurumlarını açma hazırlıklarıyla İsmail Mahir Efendi görevlendirildi. Avrupanın her tarafından yünetmelik ve programlar getirildi, çevirileri yapıldı, öğretim araç ve gereçleri getirildi. Sonunda 1914 yılı başlarında Türkiy'de ilk resmî okul öncesi eğitim kurumları açıldı ve kısa zamanda çok hızlı bir şekilde gelişti. Gene aynı yıl, ana okulu öğretmenlerini yetiştirmek için "Ana Muallime Mektebi" adlı bir okul açıldı. Avrupa'daki ana okulu kitapları bile Türkçeye çevrildi.

Türkiye'deki okul öncesi eğitim kurumları, genellikle İsviçre ekolünün etkisinde gelişmiştir. Ama uygulanan öğretim metodları Avrupa'nın çoktan terkettiği "zararlı" öğretim metodları idi. Üstelik tüm ana okulu öğretmenlikleri Ermeni ve Yahudilerin ellerindeydi. Allience İsraelite Ana Okulu yahudi öğretmenler, Darülmuallimat'taki ana okulu da Ermeni öğretmenler yetiştiriyordu.

Bütün bu olumsuz yönlerine rağmen, 1910-14 arasında Türkiye ana okulları hususunda çok önemli bir temel atmıştır.

5.2. İlköğretim

Türk toplumunda ilköğretim kuruluşlarının ortaya çıkması, İslâm dini içindeki gelişim sırasında olmuştur. Bu nedenle, konuyu bu çerçeve içinde ele almak gerekir.
İslâmdaki ilköğretim kurumlarına "Küttab" veya "Mekteb" deniliyordu. Bu da "yazı öğretilen yer" anlamına geliyordu. Gerçekten de, başlangıçta bu kurumlarda "rabbanî" adlı gayrimüslim öğretmenler okuma-yazma öğretiyorlardı. Ancak daha sonra öğretim; Kur'ân, dinî bilgiler, basit matematik ve şiir vs. ile genişletildi. "Küttab" genellikle yazı öğretilen yer, "mektep" de diğer dinî bilgilerin verildiği ilköğretim kurumları olarak belirdiler. Bu kurumların ayrı bir binaları yoktu. Genellikle mescid ve camilerin boş zamanlarında o binalar kullanılıyordu.

İlkokul öğretmenleri askerlikten muaf tutulduğu için, bu okullar İslâm dünyasının her tarafına yayıldı. "Muallim" adı verilen bu öğretmenler İslâm dünyasının hemen her yerinde önemli bir saygınlık kazanamadılar. Çünkü devlet tarafından maaş verilen kişiler değildi. Bunlar, öğretimin çeşitli kademesinde öğrencilerden ve ebeveynlerinden hediyelar alıyorlardı.

Çeşitli İslâm devletlerinin çok ilgilenmelerine rağmen bir türlü denetim altına almadılar. Bu ilköğretim kurumlarına başlama yaşı 7 idi. Bitirme ise 13-15 yaşları arasında büluğ veya rüşt çağında olurdu. Yoksul ve öksüz çocuklar için yönetimin üst kademelerindeki kişiler ve zenginler "küttâb-ı sebîl" adlı, bu çocukların parasız okuduğu, yiyip, giyindidiği, yattığı ilköğretim kurumları vardı. İslâm dünyasında özel ilköğretim kurumlara vardı.

İslâm dünyasında özel ilköğretim kurumları yoktu. Ancak gücü yeten kişiler, çocuklar için "müeddib" adlı özel öğretmenler tutuyorlandı. Maddî durumları gayet iyi olan bu öğretmenler, bazen efendilerinin isteklerine göre bazen de kendi uzmanlıklarına göre bir öğretim programı uyguluyorlardı.

Osmanlı yönetiminden önce, doğu Akdeniz bölgesindeki ilköğretim olgusuna bir göz atıldığında, hemen hemen bir çok ortak özellikler görülür.

Eğitimin amacı, yaşı, yeri, kadınların eğitimi, öğretim araç ve gereçleri, öğretmenler, öğretim programları, metot, değerlendirme vs. yönlerden Bizans ve İslam dünyasındaki ilköğretim olgusu karşılaştırıldığında "aynılığa" varan bir benzerlik görülür. Hatta Türk eğitim tarihinde cezalandırmanın sombolü haline gelen "falaka"'nın bile Yunanlılardan gelme ihtimali çok fazladır.

Osmanlılar döneminde ilköğretim kuruluşlarının adı, giderek "Sıbyan Mektebi" olmuştur. Sıbyan, küçük erkek çocuk anlamına gelen "sabi"nin çoğuldur. Ama sıbyan mekteplerinde kız çocuklar da bulunurdu.

Osmanlı döneminde genel olarak "sıbyan mektebi" adını alan ilköğretim kurumlarına "Darü't-Talim", "Muallimhane", "Mahalle mektebi" veya "Taş mektep" de deniliyordu. "Medrese" adlı eğitim kurumları genellikle dinî yapılara bağlı kuruluşlar olmalarına rağmen, ilköğretim kuruluşları, İslâm dünyasının hemen her yerinde dinî yapılardan genellikle ayrı idi. Gerçi ilköğretim kuruluşlarında Kur'ân ve ibadet biçimleri de öğretiliyor ama çocuklar rüşd çağına gelmeden dinî sorumlulukları yüklenmeyebiliyorlardı. Bunun yanında, ta baştan beri küçük çocukların ibadet yerlerine sokulmaması hakkında bir eğilim vardı. Bu nedenle sıbyan mekteplerini dini yapı bütününden ayrılarak şehrin çeşitli yerlerine, özellikle sokak üzerlerine ve köşe başlarına taş yapılar halinde dağıtmışlardı. Hemen yanlarında bir de çeşmesi olan bu yapılar iki katlı oluyordu ve alt katları dükkan olarak kullanılıyordu.

Sıbyan okulları tek dersaneli ve tek öğretmenleri idiler. Öğretmenlerin yardımcısı bir de "kalfa" ("halife")lar vardı. Bu, öğretmenin çeşitli konularındaki yardımcısı idi.

Tek derslik ve tek öğretmen sisteminin bazı kötü yönlerine rağmen, olumlu yönleri de vardı. Bir aile yaşantısını, bir samimiyet havasını veriyordu.

Derslikler aşağı yukarı 30 kişilikti. Bu, küçük çocukların kavrayabilecekleri ölçüler içinde olması ve öğretim faaliyetinin verimli bir şekilde geçmesi için ideal bir salon va sayı idi.

Sıbyan okullarının harcamaları vakıflar tarafından karşılanıyordu. Öğretmen ve diğer görevlilerin maaşlarının yanı sıra öğrencilere de bazı yardımlar yapılıyordu. Bunun yanında öğretmenler de vakıf gelirlerinden başka öğrenci ebeveynlerinden "hediyeler" alıyordu.

Sıbyan okullarına törenle başlanırdı. Bu merasimin belli bir zamanı yoktu. Aile istediği zaman çocuğunu okula başlatabilirdi. Yoksul çocukların okula başlayışı, öğretmenin elini öpmesiyle olurdu, Orta halli kişiler çocuklarını giydirir, başını süsler, boynunda cüz kesesi, akrabalarıyla beraber okula giderler, hocaya ve oradaki çocuklara az miktarda bahşişler verirlerdi. Zengin ve kibar çocuklar ise, çok büyük olaylarla ilkokula başlarlardı.

Osmanlı sıbyan okullarında özellikle Kurân'ı okutmak eğitimin esas amaıcı olmakta devam ediyordu. Bu amaca oldukça iyi bir şekilde ulaşılıyor; hattâ kutsal kitabın belli bir bölümü de ezberletiliyordu. Bunun yanında namaz biçimlerini ve namazda okunacak âyet ve duaları okumak ve öğretmek de eğitimde önemli bir yer tutuyordu. Bir de yazı yazmayı öğretmek, "mürekkeb yalatmak" esas amaçlarındandı. Bunun dışındaki hesap, tarih, coğrafya, Türkçe gibi dersler öğretmenlerin isteğine bırakılmıştı.

I. Abdülhamit döneminde, 1781 yılında bazı sıbyan okulu programlarına Arapça ve Farsça'nın da girdiği görüldü. Ama bu, başarısız olacağı daha başlangıçta belirli bir girişimdi.

Türk ilköğretim sistemi XIX. yüzyılda büyük değişmelere uğradı. 1824'te II. Mahmut'un "ilköğretim mecburiyeti" diye yorumlanan fermanı İstanbul sınırları dışına çıkmadı ve İstanbul'da da pek önemli bir başarı kazansmadı. 1850'lerden itibaren devlet ilköğretim kademesini denetim altına almak için pek çok girişimlerde bulundu. Reform yanlılarını tuttu. Buna rağmen ilköğretim kademesinin tam denetim altına alınması ancak Cumhuriyet döneminde mümkün olabildi.

Sıbyan mekteplerinde reform yapmak çok zor oluyordu. Malî yönden bu okullar genellikle vakıflara ait olduğu için, kendiliğinden bir özerklik içinde bulunuyordu. Mualimler ve çevresindeki bağnazlar da devletin buralarda yapacağı değişikliklere karşı çıkıyorlardı.

Sıbyan okullarında yazı öğretimi çok başarısız oluyordu. 1862 yılından itibaren İstanbul'daki 36 sıbyan okulunda yeni bir harf öğretme biçimi denenmeye başlandı. Devlet bu okullara parasız taş tahtalar, taş kalemler ve divitler dağıttı. Daha sonra aynı amaca yönelik numune iptidaileri kuruldu. Selânikli öğretmenlerden bir ekol ortaya çıkıp yeni bir yazı öğretme ve alfabe biçimi ortaya çıkardı. Çok sert tepkiler gören bu akım, ilköğretim ıslahatını bir "Elifba" ıslahatı haline dönüştürdü. "Hakiki"siyle, "Tecrübî"siyle binlerce Kolay Elifba yazıldı. Daha sonra çok geniş boyutlarda tartışılmaya başlanılan harf ve yazı meselesi ancak 1928'de çözümlenebildi.

Devlet, 1869'dan itibaren ilkokul programlarını bir resmî düzen içine almaya çalıştı. 1876, 1882, 1891, 1904, 1911, 1914 yıllarında ilkokul programları üzerinde yeni düzenlemelere gidildi.

XIX. yüzyılın son çeyreğinde ilköğretim kurumları çeşitlenmeye başlandı. "Sıbyan mektebi" terimi yenilikleri reddeden vakıf ilkokulları tarafından kullanılmaya başlandı. Bunun yanında "iptidai mektep"ler ortaya çıkmıştır. Bunlar, Eğitim Bakanlığı veya özel dernek ve kişiler tarafından kurulmuş ilkokulardı. Ayrıca gene bu dönemde köy ve kent iptidaileri de öğretim süresi bakımından ayrılmaya, dersane ve öğretmen sayısı bakımından çeşitlenmeye başlamıştır.

II. Abdülhamit döneminden itibaren Oamanlı ilkokullarında bir "Usul-ü Cedide" tartışması başladı. Eski ve yeni usul ve öğretim medodu karşısında ilkokul öğretmenleri arasında fiilî tecavüzlere varan sert çekişmeler oldu. Yönetim yeni usul taraftarlarını tuttu. Eski usul taraftarları da vakıflara sığındılar. O zaman Rusya yönetimindeki Türk topraklarında yankılanan hattâ esas gelişimini, mücâdelesini orada sürdüren ilköğretimdeki bu usul-ü cedîd, o zaman bize göre yeni, ama Avrupa'nın çoktan terkettiği bir eski metot idi. Bu hareketin ana esaları şunlar idi:

İlkokul medreseden ayrılacaktı.

İlkokulların kendine özgü öğretmenleri olacak, mahalle imamı ve karısının öğretiminden kurtarılacaktır.
Öğretmen sadece "hediye" değil "aylık" (maaş) alacaktı.
Okuma-yazma öğretiminde "heceleme" usulü terk edilecek ve "usul-ü saftiye" veya "meddiye" denilen yeni usul okuma getirilecekti. Bu usul, her harfi ayrı ayrı değerlendirerek harf üzerinden okuma öğretmek demekti.
Eskiden yalnız okuma öğretimine önem veriliyor, yazma hünerine pek önem verilmiyordu. Özellikle kızlara okuma yazma öğretilmiyordu. Yeni usul, yazıya ve kızlara da yazı öğretilmesine önem verilmesini istiyordu. Ayrıca kız çocukları için ayrı ilkokullar açılması isteniyordu.
Öğretim bu programa göre yapılacak ve her yaşa göre ders kitapları yazılacaktı. Bu konu da, eski ve yeni usul taraftarları arasında çok sert tartışmalara neden oldu.

İlköğretimin zorunluluğu hususunda XIX. yüzyıl ortalarından beri bazı çalışmalar ve girişimler vardı, ancak ilköğretim paralı olmakta devam ediyordu.

II. Meşrutiyet döneminde politik zorlamalar dolayısıyla da devletin ilköğretim politikası etkinleşmeye başladı. Malî yardımlar, öğretmen meselesi, okul yapımlarına ve öğretim araç ve gereçlerine katılmalar şeklinde Devlet ülkedeki ilköğretimi kontrol altına almaya çalıştı. Genel bir ilköğretim yasası çıkarma çalışmalarına girişildi. İköğretim müfettişleri getirildi. İlköğretimin zorunlu ve parasız olma ilkeleri herkesçe kabul edilmeye başlanıldı.

Osmanlı ilköğretim sistemi son şeklini Birinci Dünya Savaşının patlayacağı yıllarda oluşturdu. Öğretim süresi altı yıl olarak belirlenmişti. 1913-14 öğretim yılında Osmanlı yönemiminin 4.194 ilkokul, 15.110 ilkokul öğretmeni ve 568.777 de ilkokul öğrencisi vardı. Bu oranlara vurulduğunda ise Avrupa ülkelerine göre gülünç denilebilecek bir durum ortaya çıkıyordu.

Cumhuriyet döneminde ise ilköğretim süresi 5 yıla indirilerek devam etmiş, 1935-50 araında öğretmen meselesi çözümlenmeye çalışılmıştı. Son yıllarda ise ilköğretimin 8 yıla çıkarılması konusunda çalışmalar yapılmaktadır.

5.3. Ortaöğretim

5.3.1. Rüşdiyeler


"Rüşdiye" diye adlandırılan eğitim kurumu, Türk eğitim tarihinde önce ortaöğretim kademesinde ortaya çıkmış, lise ve ortaokul fonksiyonlarını gördükten sonra, öğretim seviyesi düşerek ilköğretim kademesine geçmiştir. Bir süre de "yüksek ilkokul" denilebilecek bir düzeyde kaldıktan sonra, 1913 yılında ilkokulların içinde erimiştir.
Ülkede çok uzun zamandan beri açılmış bulunan askerî okullar, kendisine iki şekilde öğrenci hazırladığından başarılı bir çalışma yapamıyorlardı. 1838 yılında Mühendishane, Harbiye, Tıbbiye gibi askerî okullara öğrenci hazırlamak için sıbyan okullarının üstünde bir ara öğretim kademesi kurulmak istenmiştir. Hazırlanan tasarıya göre, sıbyan okullarına "sınıf-ı evvel" denilmiş, bu yeni kurulacak okullara da "sınıf-ı sânî" denilmesi düşünülmüştü. Ancak II. Mahmut bu adı beğenmemiş, bu okullara "rüşdiye" denilmesini istemişti. Çocuklar "rüşt çağı" olan 14-15 yaşına kadar bu okullarında kalacaklar, ondan sonra yüksek askerî okullara ve memuriyetlere girebileceklerdi. Gene tasarıya göre bu okullarındaki öğrenciler sıralara oturacaklar, evkafdan aylık alacaklardı. Hattâ bunun için 1838'de "Mekâtib-i Rüşdiye Nezareti" adlı bir de idarî birim kurulamuştur.

Ancak çeşitli nedenlerle "Rüşdiye" adlı okulların açılmaları 1847 yılına kadar gerçekleşememiştir.

Burada bir noktaya dokunmak gerekiyor. Türk eğitim tarihi alanında araştırma yapanlardan çoğu, 1838 yılında açılan iki sivil memur yetiştirme okulunu da "rüşdiye" sayarlar. Onun için bunlar üzerinde kısaca durulmalıdır.

Mekteb-i Maarif-i Adliye

1838'de hükûmet dairelerine girmiş olan genç memurları ve memuriyete girmek için başvuranları okutmak ve yetiştirmek amacıyla Sultan Ahmet Külliyesinde açılmıştır. Buradaki "adliye" kelimesinin adelet ile ilgisi yoktur. Padişahın mahlası "adlî" olduğundan dolayı bu adı almıştır.
Yatılı ve gündüzlü öğrenciler alacak olan okul, askerî bir düzen içide olacaktı. Öğrencilerin resmî kıyafeti olacaktı. Masraflar devlete ait olacaktı. İç yönetmelik bakımından askerî okullardan etkilenmiş olan bu okul, sınıf düzeni bakımından Enderun okullarından yararlanmıştır. Dersaneler "yeşil oda", "sarı oda" ve "mavi oda" olarak adlandırılıyordu.

Gariptir ki, okulun öğretim programı da medreselerden etkilenmiştir. Medrese dersleri programın esasını oluşturuyordu. Okulun imtihanları Batı düzenine göre ilk bürokrasinin kurulma heyecanlarıyla büyük törenler düzenlenerek yapılıyordu. Zaten öğrenciler de paşazade ve beyzade çocukları idi. Okul çeşitli binalar ve programlar değiştirerek 1862 yılına kadar sürdü. 10 yıl sonra "Mahrec-i Aklam" adlı okul açılınca fonksiyonunun ona bırakarak, kapandı.

Mektebi Ulûm-u Edebiyye

Bu ismin, "Mekteb-i Maarif-i Adliye" adlı okulla Sülaymaniye'de açılan benzeri okulun ortak adı mı olduğu, yoksa yalnızca ikincisine mi ad olarak verildiği tartışmalıdır. Bu okul Süleymaniye Külliyesindeki mektepte açılmıştır. Amaç olarak devlet dairelerine güzel, anlaşılır, doğru yazı yazmayı bilen kâtipler yetiştirmeyi almıştır. Kalıp olarak yeni bir görünüm getirmesine rağmen, medrese zihniyetiyle öğretim ve imtihan biçimlerinin egemen olduğu bu okulda 1838'deki Rüştiye Nezareti görevlerini yerine getirmediği için, 1847'de yeni bir örgütlenmeye gidilir.
"Mekâtib-i Umumiye Nezareti" kurulunca, ilk olarak açılacak rüştiyelere öğretmen yetiştirmek üzere 1848'de bir "Dârülmualimin-i Rüşdiye"yi kurulmuştur. Aynı yıl İstanbul'un çeşitli yerlerinde 5 tane rüşdiye okulu aşılmıştır. Daha sonra 1853 yılında öğretmen okulu mezun verince, ülkenin 25 büyük yerleşim merkezine de rüşdiyelerin kurulmasına girişilmiştir.

Rüştiye okulları bu ilk çıktığı dönemde orta öğretim düzeyinin tek okulu idi. Çünkü ülkede eğitim planlamasını yapmakla görevlendirilmiş bulunan Geçici Eğitim Kurulu (Meclis-i Maarif-i Muvakkat), Batıdan esinlenerek bu ülke eğitimini üç kademede kurmayı düşünüyordu: İlk kademede vakıflara bağlı sıbyan okulları vardı. Bunun için kurul orta ve yüksek öğretimi kurmayı düşünüyordu. Ortaöğretim kuruluşu olarak "rüşdiye"lerin yaygınlaştırılması ve daha sonra da üniversite olarak "Dârülfünun"un kurulması planlanıyordu.

İşte, lise ayarındaki idadi ve sultaniler kuruluncaya kadar rüşdiyeler, tüm ortaöğretim kademesini temsil eden bir okul olarak kalmışlardır. Hattâ Bezm-i Alem Valide Sultan'ın 1850'de büyük törenlerle kurduğu "Dârülmaarif" adlı okul, Batıdaki liseler düzeyinde bulunmasına rağmen, eğitim tarihçileri tarafından gene de rüşdiyeler arasında sayılır.

Rüştiyelerin öğretim süresi ilk açıldıklarında iki yıl idi, daha sonra dört yıla, 1859 yılından itibaren de altı yıla çıkarılmıştır. Sonra tekrar beş, dört ve üç yıla indirilmiştir. Ders programı da öğretim süresinin artıp eksilmesine göre sürekli değişmiştir. Öğretim süresindeki düşüşte en büyük etken şüphesiz idadilerin açılmasıdıki sivil erkek rüşdiyeleri 19. yüzyılın ikinci yarısında normal gelişimlerini sürdürürken, aynı öğretim düzeyinde iki rüşdiye tipi daha ortaya çıktı.

Bunlardan birisi kız rüşdiyeleri idi. İlk defa 1859 yılında aşılmış, 1869 yılında ülke çapında açılması kararlaştırılmıştır. Ayrıca 1870 yılında da kız rüştiyelerine öğretmen yetiştirmek amacıyla ilk kız öğretmen okulu olan "Dârülmualimat" açılmıştır. 19. Yüzyıldaki eğitim gelişmemizde askerî eğitim, tâ orta dereceli öğretimin başlarından itibaren sivil okullardan ayrı olan gelişimini sürdürmüştür. 1875 tarihinden itibaren İstanbul il merkezinde ve askerî garnizon merkezlerinde askerî rüşdiyeler açılmaya başlandı.

Rüştiye okulları II. Abdülhamit döneminde yalnız yerel hükümet dairelarine kâtip yetiştirmek amacına yönelmiş; ders programlarının esasını da yazı öğretimi teşkil etmişti. Öğretmenlerinin maaşlarının düşürülmesi karşısında da öğretim düzeyi tamamen düşmüştür.

II. Meşrutiyet dönemi ise, rüşdiyelerin yıkılış dönemi olmuştur. Bu dönemde rüşdiye, ilkokul çıkışlıların bilgilerini tamamlayan ve onları orta öğretime hazırlayan bir yüksek ilkokul durumuna getirildi. Bu öğretim kurumu önce ıslah edilmek istendi. "Numune Rüşdiyeleri" adı altında örnek kurumlar kuruldu. Fransızca, Türkçe ve pratik derslere ağırlık vermeyi amaçlayan bu kurum, tüm Osmanlı unsurlarını bünyesinde toplamayı amaçlıyordu. Hattâ 1908'de kapatılan "Darülmuallimîn-i Rüşdiye"ler bile yeniden açıldı. Ama bu arada rüşdiyelerin ilkokullarla birleştirme çalışmalarına da devam ediliyordu. Bir taraftan da Boşo Efendi'nin başlattığı bir kampanya ile askerî rüşdiyelerin Maarif Nezaretine bağlanması hususunda çalışmalar yoğunlaşıyordu. 1913 yılı "rüşdiye" adlı öğretim kurumlarının sonu oldu. Önce 29 Askerî rüşdiye Maarife devredildi. Ancak bu çok karışık oldu. Askerler, devir sırasında öğretim ve araç gereçleri ile askerî öğretmenlerin çoğunu kendi bünyesinden ayırmadı. Bu okullar bir keşmekeş içinde kaldılar. Ancak tam bu sırada "Tedrisat-ı İbtidaiye Kanun-u Muvakatı" yayınlandı ve rüşdiyeler, ibtidailer içinde eritildi. 1910 yılında 458 erkek, 80 de kız rüşdiyesi vardı.

5.3.2. İdadiler

"İdad" hazırlamak demektir. "İdadi" de genel olarak kendisinden üstün bulunan bir okula öğrenci hazırlayan okul demektir. Öğrencileri bir yere hazırlayan öğretim kurumlarına ad olarak daha sonra "Mahrec", "İzharî" "İhtiyat" gibi adlar kullanılmıştır. Hazırlama okulları olduklları için idadilerin eğitim tarihindeki rolleri sürekli olarak değişmiştir. Sıbyan mektebilerine bile bir zaman "idadi" denmiştir. Sıbyan okulları, rüşdiyelere "idadi" olarak verilmişti.
"İdadi" adlı ilk okullar, yüksek askerî okullara öğrenci hazırlayan ön-sınıflar olarak, ilk defa 1845 yılında ordu merkezleriyle Bosna'da açıldı. Harp okullarına ve Askerî Tıbbiye'ye girmek isteyen 11-14 yaş arasındaki gençlerin eksikliklerini tamamlayan ve onları yüksek okul derslerini izleyebilir bir düzeye getirmek isteyen kuruluşlar olarak ortaya çıktı. Yaş bakımından olduğu gibi, program bakımından da orta öğretimin birinci basamağı düzeyinde idiler.

"İdadi" adı gerçek hüviyetini 1969 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi'nde buldu. Bu Yönetmeliğe göre, müslüman olan ve olmayan Osmanlı vatandaşlarını birbirlerine kaynaştırmak ve ortak bir kültür içinde yetiştirmek düşüncesiyle Sancak merkezlerinde rüşdiye çıkışlı öğrencileri Sultanilere hazırlamak için üç yıllık idadiler kurulacaktı.

Bu, kağıt üzerindeki maddelerin tamamen gerçekleştirilmesi hemen mümkün olmadı. Ancak 1873'de "Darülmaarif" adlı okul mülkî idadi şekline dönüştürüldü. İki yıl sonra da Mora-Yenişehir'de bir idadi okul daha açıldı. İdadilerin ülke çapında yaygınlaşmaları II. Abdülhamit döneminde olmuştur. 1881 yılından itibaren il merkezlerinden yedi yıllık, ilçe merkezlerinde de beş yıllık idadiler açılmaya başlanılmıştır. Böylece 19. yüzyıl sonlarında ülke, ortaöğretim bakımından oldukça sıkı örgülü bir örgün yapıya sahip olmuştur.

Aslında bu yedi yıllık ve beş yıllık idadilerin ilk üç sınıfları rüşdiye sınıfları idi. Bu nedenle bunlar aslında iki ve dörder yıllık idadilerdi. Bu okullar arasındaki bir diğer farklılık, ilçe idadilerinin gündüzlü (neharî), illerdeki yedi yıllık idadilerin de yatılı (leylî) olmaları idi.

İdadilerin ilk uyguladıkları program ele geçememiş, ancak 20 yıldan fazla uygulanan 1892 programı elimizdedir. Ancak bu program ülke ihtiyaçlarına yetmediğinden, 1902-1906 arasında yeni bir porgram girişiminde bulunuldu. Yedi yıllık idadiler, ziraat, ticaret ve sanayi ile çeşitli amaçlı üç dala ayrıldı. Ziraat şubesi altı, diğer şubeler sekiz yıl oldu. Ancak bu şubelerdeki dersleri okutacak yetenekte öğretmenler bulunamadığından, tamamen vazgeçildi. Beş yıllık idadilerin amacı, üniversite ve yüksek okullara öğrenci hazırlamak değildi. Bunlar, bulundukları yörenin işlerini idare edecek, imarını sağlayacak adamlar yetiştirmeye yönelmişlerdi.

Bu okullara başlangıçta yalnız ilkokul mezunları alınırken, 1913'de girişilen bir düzenleme ile rüşdiye mezunları da alınmaya başlandı ve program bakımından da 1902 girişimi gibi yeni bir denemeye geçildi. Bu okullar yüksek öğretimı devam etmeyecek olan öğrencileri genel, ziraat, ticaret ve sanayi dallarında eğitmeye yöneldi. Programları bu amaca göre düzenlendi. Sürekli savaşlar dolayısıyla pek uygulanmayan bu programlarla, rüşdiyelerin ortadan kaldırılması ile beş yıllık idadiler ortaöğretimin ilk basamağını oluşturdular ve Cumhuriyet döneminde "Ortaokul"a dönüştüler.

Yüksek okullara öğrenci hazırlayan ortaöğretim kurumları olarak tüm ülkeye yayılmış olan yedi yıllık idadiler de 1910-1913 arasında önce "sultani"ye, daha sonda da "lise"ye çevrilerek tarihe karıştılar. Bu çevirmelerden amaç, bütün Osmanlı vatandaşlarına hiç olmazsa bu düzeyde ortak bir eğitim vermek ve iyi bir yabacı dil öğretmek idi. Bu isim değişiklileri sırasında yönetmelik, proğram, öğretmen maaşları, öğrenci diplomaları vs. yönünden pek çok karışıklıklar ve polemikler oldu. Ama Meşrutiyet döneminden sonra eski idadiler tartışmasız liseye dönüştürüldü.

1914 yılı başlarında ülkede 59 idadi 6970 öğrenci ve 629 öğretmen vardı.

5.3.3. Sultaniler

XIX. yüzyılın ikinci yarısı, Osmanlı Devletinin ilk öğretim ile yüksek öğretim arasında bir eğitim kademesi kurma çalışmaları ile doludur. Eğitim Bakanlığı ile bir yandan ilk ve yüksek öğretim kademeleri arasında bir köprü kurmaya çalışırken; müslüman ve hıristiyan bütün Osmanlı yurttaşlarına örtaöğretim düzeyinde ortak bir kültür ve eğitim vermek istiyordu.
Rusya'ya karşı Osmanlı Devletinin bütünlüğünü korumak isteyen bazı Avrupa Devletleri, Osmanlı Devletine ıslahat notaları veriyorlardı. Bunlardan biri de 1867 tarihinde Fransa tarafından verildi. Fransız elçisinin Osmanlı yöneticileriyle yaptıkları görüşmeler ve Abduaziz'in Avrupa seyahatindeki izlenimleri sonucu öğretim dili Fransızca olan bir ortaöğretim kurumu açılması kararlaştırıldı. 1868 yılında çok görkemli törenlerle açılan bu kurum kısaca "Sultani" diye adlandırıldı.

Galatasarayı'nda açılan bu sultani okulu, ilk ve ortaöğretim kademelerini içeriyordu. Hattâ bir ara "Dârülfünun-u Sultani" adıyla yüksek kurumlar da açılarak tam bir külliye haline getirilmişse de, bu uygulamadan çabuk vazgeçilmiştir. Galatasaray Sultanisin bir ortaöğrenim kurumu olmasına rağmen hem dil hem de proğram ve öğretim sistemi bakımından diğer ortaöğretim kurumlarından ayrı ve üstün idi. Daha sonraları "Galatasaray Lisesi" adını alacak olan bu öğretim kurumu, günümüzde de aynı sistemde devam etmektedir.

Galatasaray lisesinin açılışından bir yıl sonra yayınlanan "Maarif-i Umumiye Nizamnamesi"nde de vilayet merkezlerinde "Mekteb-i sultani" adlı altı yıllık eğitim kurumlarının açılması öngörülüyordu. Bütün Osmanlı yurttaşlarına açık olacak bu okullar, rüşdiye çıkışlıları alacaktı ve son üç yıllık dönemi "Edebiyat" ve "Ulum" kollarına ayrılacaktı. Yönetmelikte bu okullarda uygulanacak programlar bile belirlenmişti. Ancak bunlar gerçekleşemedi, yanlız bir yerde, o dönemdeki siyasî olaylar nedeniyle büyük önem kazanan Girit'in merkezinde "Mekteb-i Kebir" adlı bir sultani okul kurulmuştu. Bunun dışında II. Meşrutiyet dönemine kadar hiçbir sultani açılmadı.

1908-1914 arasında ise "Sultani meselesi" çeşitli alanlarda birden kendini gösterdi. Her zeman her birisi de geniş yankılanmalara ve önemli olaylara neden olan bu hareketler şu şekilde özetlenebilir.

Mekteb-i Sultani meselesi

1910 yılında Tevfik Fikret Bey'in bu Ookuldaki müdürlük görevinden istifasından sonra ortaya çıkmıştır. Gerek Bakanlığın tutumu gerek öğretmen ve öğrencilerin boykot hareketleri, meseleyi çok önemli bir ülke meselesi haline getirdi. Buarada Okulun proramındaki edebiyat ve fen deslerinin ağırlıkları Bakanlık tarafından belirlenmeye kalkılınca, Okulun imtiyazlarının kaldırılıp öteki idadiler düzeyine indirileceği gibi tartışmalar oldu. Ama hiçbir şey olmadı, zaman öfkeleri yatıştırdı.
Mekâtib-i Sultaniyeler
Bunların sayıları yetmişi geçmemesine rağmen önemli bir işo yaramayan taşra idadileriydi. Emrullah Efendi'nin Bakanlığı zamanında ıslâh edilmek istenildi. Bakan, Maarif-i Umumiye Nizamnamesi'deki(1869) maddeleri uygulemaya koymak istedi. İlk önce 23 yatılı idadiden 10 tanesini sultani haline çevirdi, ama öğretmenlerin seçimi ve maaşlarında, öğrencilerin intibaklarında, ders programlarında vs. o kadar çok karışıklıklar oldu ki, bu hususta Bakan hakkında gensoru önergesi bile verildi.
Buna rağmen bazı çevrelerce "kahkaha ve ıslığa lâyık" görülen bu lise veya sultaniye hareketi kör topal yürüdü. 1914 yılında Şükrü Bey'in Bakanlığı sırasında da bütün yedi yıllık idadiler sultaniyeye çevrildi. Daha sonra sultanilerden liseye geçişte de aynı şekilde birçok tartışmalar oldu. 1913-14 öğretim yılında ülkede 721 öğretmen, 9573 öğrencisiyle 36 tane sultani vardı.

İnas Sultanisi (Kız Lisesi)

II. Meşrutiyet dönemine gelinceye kadar Osmanlı devletinde kızlara orta ve yüksek öğretim veren hiçbir kurum yoktu. Meşrutiyet ilân edilince Meclis başkanı Ahmet Rıza Bey'in önderliğini yaptığı bir kız sultanisi kurma kapmanyası başladı. Çok büyük gürültülerle yürütülen bu kampanya, Balkan Savaşanın başlamasıyla hiçbir sonuca ulaşmadan sona erdi.
Özel girişimler bir sonuç vermeyince mesele ile devlet ilgilenmeye başladı. Darülmuallimat binasının yanması üzerine, onun öğretmen ve öğrenci kadrosuyla bir "kız idadisi" açıldı. Bu, daha sonra "inas sultanisi" haline çevrildi ve günümüzde kız lisesi olarak devam etmektedir.

5.3.4. Özel ortaöğretim kurumları

Türk eğitim tarihinde "özel okul" denilince yalnız müslümanların kurduğu özel okullar anlaşılmalıdır. Resmî okulların dışında, yabancı devletlerin, Osmanlı uyruğunda olmayan kişilerin, müslüman olmayan dinî toplumların ve hıristiyan Osmanlıların açtıkları okullar da vardı. Ama bunlar, kendi okullarının "özel okul" statüsüne konulmasına kesinlikle izin vermiyorlardı. Çünkü başka devletlere bağlı çeşitli kişi ve kurumlar tasafından açılan bu okullar, çok geniş ve üstün bazı ayrıcalıklara sahip sahip idilir.
Yabancı devletler Osmanlı yönetimi üzerine kurdukları çeşitli baskılarla bu okulları gayet "iyi" koruyorlar; hattâ bu hususta istedikleri her ayrıcalığı alıyorlardı. Osmanlı yönetimi, ülkedeki yabancı ve ezınlık okullarını özel okul statüsüne alabilmek için çok yoğun çabalar harcamış, fakat başaramamıştır. Hıristiyan dinî toplumlar daha önceden aldıkları ayrıcalıkları canla başla savunmuşlar, Osmanlı yönetiminin denetim ve müdahele hakkını bile tam olarak kullandırmamışlardır. Hıristiyan kişilerin açtıkları özel okullar da, kendi dinî toplumlarının sahip olduğu tüm haklardan yararlanmışlardır.

Azınlık ve yabancı okullarının özel okul statüsüne alınmaları ancak Cumhuriyetten hemen sonra mümkün olmuştur.

Cumhuriyet dönemine kadar Maarif Nezaretinin özel okul olarak işlem yaptığı okullar, yalnızca müslüman kişi ve kurumların açtıkları üzel okullar olmuştur.

Türkiye'de özel okulların ortaya çıkışı, XIX. yüzyılın ikinci yarısındadır. O zamanın Osmanlı hükûmetleri çeşitli malî eksiklikler sonucu, ülkenin ihtiyacına yetecek kadar Batılı eğitim-öğretim kurumları kuramıyorlardı. Yönetimin malî kriz içinde bulunduğu, halkın da okula şiddetle ihtiyaç gösterdiği sıralarda özel girişim ve sermayelerle ülkenin büyük şehirlerinde özel okullar açılmaya başlanılmıştır.

Ülkede kurulan ilk özel okulun hangisi olduğu tartışmalıdır. Ama özel okulların 1860'lardan sonra kurulmaya başladıkları bir gerçektir.

Özel okullar genelikle büyük konaklar kiralanarak kuruluyordu. Kendine has binaları olan özel okullar çok azdı. Kiralık konaklardaki eğitim de, gerek okulun sürekliliği gerekse sağlık koşulları bakımından pek verimli olamıyordu. Kişilerin kurdukları özel okullar ticarî amaca yönelik oldağu için, süreklilikleri garanti edilemiyordu. Kişilerin ölmesi, konağın kirasını verememesi, öğretmenlerin başka yerlerde iş bulmaları, özel okulların kısa ömürlü olmalarının önemli faktörlerindendir.

Derneklerin kurdukları özel okullar, şahısların kurduklarından daha uzun süreli ve güvenilir oluyordu. Ama bunların sayısı çok azdı. Özel okulların olumlu ve olumsuz yanları vardı.

Olumlu yanları:

1. Her ne kadar ücretli eğitim yapmakta ise de, bir kısım yoksul öğrencileri parasız okutmuşlardır.
2. Öğrenci çekmede birbirleriyle ve devlet okullarıyla rekabete girdikleri için eğitim ve öğretim alanındeki yenilikleri uygulamada önderlik etmişlerdir.
3. Reklam ve gösteriye ihtiyaçları olduğundan
Devrin tanınmış bilgin ve uzmanlarından öğretmen olnrak yararlanmışlardır.
Çeşitli dil ve bilim dallarına özellikle ağırlık vermişlerdir.
Sınavlar sırasında devrin ileri gelenlerinin de katılmasıyla büyük törenler yaparak halkın ilgisini eğitim olayına çekiyorlardı. Ödül dağıtma, diploma verme törenlerinde özel okul günlerinde gene öyle.
Okul gezileri düzenlemişler, çeçitli oyunlar ve marşlarla hem eğitim hem de halk üzerinde olumlu etkilerde bulunmuşlardır.
Temizlik ve düzeni göstermek için özel öğrenci formaları hazırlamışlar ve giydirmişlerdir.
Devlet okullarındaki gibi "atıl ve batıl" durmayıp sürekli çalışarak verimli bir eğitimi gerçekleştirmişlerdir.

Türkiye'deki özel okulların olumsuz yanları da şunlardır:

1. Pek çok özel okulun esas amacı kâr ve vergiden kaçmak idi. Eski konaklar biraz temizlenerek ve bazı malzemeler bulunarak okul haline getiriliyor, okul oldugıı için binanın vergisini vermekten kurtuluyorlardı.
2. Okul görünümü altında esas amacı ticaret olan bazı okulların öğretmenleri de iyi olmuyordu. Bu yüzden öğretmenler sık sık değiştiriliyor, öğretimde bir süreklilik sağlanamıyordu.
3. Öğretmenler gibi yöneticileri, ders programları, amaçları, öğretim metotları vs. de sık sık değişiyor, çocuklar neye uğradıklarını şaşırıyorlardı.
4. Düzenledikleri piyango, müsamere ve ücretli konferanslarla hanedan ve diğer zenginlerin verdikleri ihsanlarla haksız kazançlar sağlıyorlardı.

Başlangıçta gayet hoşgörülü davranılan, hattâ kurulması teşvik edilen özel okullara karşı, Bakanlık 1912 yılından itibaren sert bir tutum izlemeye başlamııştı. Bazı özel okullar çeşitli yolsuzluklarla adlî koğuşturmaya konu olmuş, şahıslara ait özel okul binalarından vergi alınmaya başlanılmış, aldıkları ücretler ve diğer gelir ve giderlerin defterleri Bakanlık müfettişlerince incelenilmeye başlanılmış, program ve sınavlar üzerinde resmî denetimler kurulmaya çalışılmıştır. Önceleri Bakanlık bünyesinde gündelik emirlere göre yön verilmeye çalışılan özel okullar için, 1915 yılında bir de genel yönetmelik çıkarılmıştır.

Osmanlı Anayasası, öğretim hürriyeti bahsinde özel okullara geniş yer veriyordu. Bu okullar ilk ve ortaöğretim sahasında kurulabiliyorlardı. Yüksek özel okul açılmasına yasalar izin vermiyorlardı. Özel okulların, Bakanlığın ruhsatı ve padişahın "irade-i seniyye"si ile kurulması gerekti. Bu da uzun bürokratik işlemleri gerektiriyordu. Bu nedenle özel okulların çoğu ruhsatsız çalışıyorlardı.

Bakanlık bu okulları genellikle okul binalarının sağlığa, genel ahlâka uygun olması ve askerlik bakımından bir ongel oluşturmaması, okul yönetici ve öğretmenleri icin gerekli ehliyetnameleri bulundurması, okulda yapılan öğretimin din, ahlâk ve adab ile Devlet yasa ve yönetmeliklerine uygun olması yönlerinden denetliyordu. Yoksa programlarına, ders kitaplarına, öğretmenlerin seçilmelerine karışmıyordu.

Özel okulları şahıslar kurabildikleri gibi, dernekler de kurabiliyordu. Cemiyet-i Tedrisiye-i İslâmiye, İttihat ve Terakki gibi derneklerin çeşitli kentlere dağılmış okulları vardı.

Türkiye'de müslümanlar tarafından kurulan özel okulların en eskisi ve en süreklisi "Darüşşafaka"dır. Yetimler için 1888 yılında kurulan bu okul, ilk ve orta öğretim kurumlarından oluşuyordu. Okulun kendisi, Türkiye'deki diğer özel okullara iyi bir örnek olduğu gibi, mezunları da Türkiye'nin posta işlerinde büyük hizmetler görmüşlerdir. Bu özel okul, 1903 yılında öğrencilerinin açlık ve idaresizlik yüzünden Bâb-ı Ali'ye hücum etmelerinden dolayı, Bakanlığa bağlanarak cezalandırılmış, II. Meşrutiyetin ilânından sonra tekrar bağımsız hale getirilmiştir. Türkiye'de jimnastik ve askerlik derslerini programına ilk alan, ilk defa ders kitapları yazdırtan bu öğretim kurumu, başarılı çalışmalarına hâlâ devam ediyor.

Türk eğitim tarihinde özel okulların kesin istatistikleri tutulmamıştır. Bu bakımdan okullar hakkındaki bilgiler ve sayılar bölük pörçüktür.

5.4. Öğretmen yetiştirme

Türk eğitim tarihinde öğretmen yetiştirme sorunu XIX. yüzyıl ortalarına gelinceye kadar okullaşmamıştır. Bu dönemde medreseler hem adalet mekanizmasını hem din adamlarının ve "sıbyan mektepleri muallimleri"nin ve medrese öğretim elemanlarının yetişmesinde hemen hemen tek kaynak olmuşlardı.
Alt düzeydeki medrese çıkışlılardan imam-hatiplik mesleğini seçenler, aynı zamanda bulundukları köy ve mahallenin ilköğretim düzeyindeki öğretmeni de oluyorlardı. Yüksek medrese çıkışlılardan medrese de öğretim üyesi (müdderis) olmak isteyenler ise önce alt seviyedeki küçük medreselerden başlayarak, giderek yüksek düzeydeki büyük medreselerin müdderisliklerine kadar çıkarlardı. Ayrıca -özellikle Selçuklular döneminde- müderrisliğin bir alt kademesi olarak "muidlik" özgün adıyla, yardımcılık fonksiyonunu gören ayrı bir öğretmenlik kademesi vardı. Osmanlılar dbneminde ise bu fonksiyon üst düzeydeki medrese öğrencilerine bırakılmıştır. Medreselerde öğretmenlikle ilgili meslek dersleri yoktu. Sadece dinî bilimler alanında salt bilgiye dayanan bir öğretim uygulanıyordu. Zaten bu dönemdeki öğretim metotları da ezbere, not tutturmaya (imlâ) ve şerhe dayandığından, öğretmenin üzerinde didaktiğe dayalı fazla bir yük yoktu. Tartışmaya dayalı bir öğretim, çok seyrek olarak, kendine güvenen öğretmenler tarafından uygulanırdı.

Türkiye'de öğretmen yetiştirme sorununun okullar aracılığıyla çözümlenmeye çalışılması 19. Yüzyıl ortalarında olmuştur. Batı örneğine göre kurulan ve kurulması palanlanan okullar, öğretmen yetiştirmenin öyle bir çerçeve içinde ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Kuruluş tarihine göre, Türkiye'de öğretmen yetiştiren okullar şöyle gruplandırılabilir.

Orta öğretmen okulları
İlk Öğretmen okulları
Yüksek Öğretmen okulları
Özel ve meslekî öğretmen okulları

Bu okul gruplarından bazılarının bazen tek bir yönetim ve okul altında birleştikleri de görülmüştür.

Orta Öğretmen Okulları

Türkiye'deki ilk öğretmen okulu kuruluşu, 16 Mart 1848'de kurulan "Dârülmualimin-i Rüşdi"dir. O zaman yeni yeni kurulmaya başlayan "Rüşdiye" adlı orta okullara öğretmen yetiştirmek amacını güdüyordu. Öğretim süresi ve ders programı hakkında net bilgilere sahip olmadığımız bu okul mukakkak ki, alt pedagojik bir öğretmen yetiştirme kurumu değildi. Gösterilen dersler, rüşdiye derslerinin biraz daha ayrıntılı şekilleriydi. Hattâ meslekî hiç bir ders olmadığı da söylenmektedir. Bu okul, Cevdet Paşa ve özellikle Ahmet Hilmi Efendi'nin yönetimleri altında, eğitim sorunlarının topluca ele alındığı 1868 yılına kadar devam etti.
1868 yılında ilkokul öğretmenleri yetiştirmek için bir "Dârülmuallimin-i Sıbyan" kurulmuştur. 1869 Genel Eğitim Yönetmeliğ'inde de ("Maarif-i Umumiyye Nizamnamesi") bir büyük Dârülmuallimin kurulması öngörülüyordu (madde 52). Buna göre bu Okul üç şubeden oluşacaktı: Rüşdiye, İdadiye ve Sultaniye. Bu üç cins okula öğretmen yetiştirecek büyük Dârülmuallimin'in yöneticine Dârülmualimin-i Sıbyan'ın yönetimi de verilmişti (madde 66). Aynı yönetmelik Sıbyan ve Rüşdiye okullarına öğretmen yetiştirecek bir Kız Öğretmen Okulu (Dârülmualimmat) kurulmasını da öngörüyordu (madde 68-78).

Yönetmelik maddelerine göre 1870 yılında açılan Dârüllmuallimat, üç yıl öğretim süreli hem sıbyan okullarına, hem de kız rüşdiyelerine öğretmen yetiştiren bir kurum olarak devam etti.

Erkek öğretmen yetiştiren orta seviyedeki öğretmen okulları ise çok karmaşık bir yapıda XX. yüzyıla kadar sürmüşlerdir. 1910-1912 srasında rüşdiyelere öğretmen yetiştirmek için açılan okullar, taşrada da birkaç yerde açılmış, fakat 1913 yılında rüşdiyelerin ilkokullar içinde eritilmesinden sonra ortadan kalkmıştır.

Savaş yıllarında İstanbul'daki kız ve erkek Yüksek Öğretmen Okulları içindeki izharî kısımlar da orta seviyedeki okullara öğretmen yetiştiriyordu.

Cumhuriyet döneminde ise, karmaşık yıllardan sonra 1926 yılında Konya'da açılan, 1930 yılında da Ankara'ya nakledilen Gazi Pedagoji Enstitüsü, 1943 yılında Balıkesir'de açılan Necati Eğitim Enstitisü, 1946'da İstanbul Eğitim ve İzmir Karşıyaka Kız Eğitim Enstitüleri orta seviyedeki okullara öğretmen yetiştirmişlerdir. 1948'de ortaokul öğretmeni yetiştirme işlevi yalnız Gazi Eğitim Enstitüsü'ne bırakılmış, 1950'den sonra diğer eğitim enstitüleri yeniden açılmıştır. 1975'den sonra ise -temel eğitimin 8 yıla çıkartılmasından sonra- ilköğretmen liselerinden çıkanları ortaokul öğretmeni seviyesinden çıkarmak için çok sayıda Eğitim Enstitüsü açılmıştır.

İlk Öğretmen Okulları

Ülkemizde Batı zihniyetine göre ilköğretim sorunu ortaöğretimden sonra ele alındığı için, bu alandaki öğretmen okulu da -Dârülmuallimin-i Rüşdî'den yirmi yıl sonra -1868 yılında "Dârülmuallimin-i Sıbyan" adı ile kurulmuştur. Öğretim süresi iki yıl olan bu okulun progrımı elimizde yoktur.
1871'de kapanmak zorunda kalan bu okul, bir yıl sonra yeniden açılıyor ve buna, taşradaki öğretmen okullarına da öğretmen yetiştirme fonksiyonu verilmiştir.

1883 yılında da "Dârülameliyat" adı altında bir uygulama ilkokulu hüviyetini kazanmıştır. İki yıl sonra da tekrar eski adı ve hüviyetine kavuşuyor.

İstanbul'daki İlköğretmen okulu 1909 yılındaki Sâtı Bey'in müdürlük dönemine kadar küçük değişikliklerle, önemli bir yenilik olmadan sürdü geldi. Sâtı Bey, Okulun 900 öğrencisini 150'ye indirerek, öğretim heyetinin de %90'ını değiştirdi. Okul öğrencilerinin uygulama yapacakları bir "Tatbikat Mektebi" açtı. Sâtı Bey'in yönetiminde bu Okulun seviyesi hızla yükseldi. Öyle ki 1912 yılında "Dârülmuallimin-i Aliye" adıyla bir yüksek okul düzeyine çıkarıldı.

Ayrıca 1875 yılından itibaren vilayet ve sancak merkezlerinde de bir ve iki yıllık "Dârülmuallimin-i Sıbyan"lar açılmıştı. Bunların sayıları XX. yüzyıl başlarında 16'ya, I. Dünya Savaşı yıllarında da 30'a kadar çıkmıştı. Savaş yıllarında okullar gerek öğretmen gerek öğrenci kadroları açısından kapanma derecesine kadar zayıfladı. Kurtuluş Savaışı sırasında özel idareler tarafından yönetilen bu okulların sayısı 33, Cumhuriyetten sonra da 46 idi. 1924'de bunların sayısı 20'ye indirildi. Öğretim süreleri beş yıla çıkartıldı.

1926-28 yılları arasında köylerdeki ilköğretim sorunu çözümlenmeye çalışıldı. Kayseri ve Denizli'de Köy Öğretmen Okulları kuruldu ve 1933'de kapatıldı. 1927-1932 yılları arasında aynı amaca yönelik ve dört il merkezinde açılan "Pedagoji Sınıfları"nı görmekteyiz. Köy öğretmeni yetiştirme sorunu 1936 yılında Köy eğitmeni yetiştiren kurslar biçiminde, 1937'den itibaren de Köy Öğretmen Okulları biçiminde çözümlenmeye çalışılmıştır.

1940 yılında ilköğretim düzeyindeki okullara öğretmen yetiştiren bütün kurumlar "Köy Enstitüsü" adı altında yeniden kurulmaya başlanmıştır. 1950'ye kadar sayıları 21'e çıkan Köy Enstitülerinin 1947 ve 1952'de programları önemli ölçüde değiştirilmiş,1954 yılından itibaren de adları "İlköğretmen Okulu" biçimine getirilmiştir. Daha sonra sayıları 84'e kadar çıkan öğretmen okulları bugün "Öğretmen Lisesi" haline getirilmiş ve asıl fonksiyonunu Eğitim Fakültelerine devretmiş bir şekle gelmiştir.

Yüksek Öğretmen Okulları

Yüksek Öğretmen Okullarının amacı, lise ve dengi okullara öğretmen yetiştirmektir. Bunun için de üniversite düzeyinde bir eğitim vermiştir. Ülkemizde yüksek öğretmen okulu sayılabilecek ilk tasarı, 1869 Yönetmeliğinin Büyük Dârülmuallimin tasarısı idi. İki yıllık idadi ve 3 yıllık sultani şubeleri, lise ve dengi okullara öğretmen yetiştirecekti. İdadiye Şubesi 1877'de açıldı. 1880'de kapandı.
Esas "Dârümuallimin-i Aliye" ise 1891'de kuruldu. Öğretim süresi 2 yıl olan bu okulda rüşdiye üstündeki okulların öğretmenini yetiştiriyordu.

II. Meşrutiyetten sonra bazı derslerini üniversite ile beraber yapan bu Okul, daha sonra lağvedilerek Sâtı Bey yönetimindeki İstanbul Dârülmuallimini'ne bir kısm-ı âli eklendi ve daha sonra da "Dârülmuallimin-i Aliye" adını aldı. Öğretimi kâh Üniversite ile beraber kâh ondan bağımsız olarak Cumhuriyet dönemine kadar sürdü.

Cumhuriyetten sonra 1924'de Yüksek Öğretmen Okulunun yönetimi bağımsız, öğretimi ise tamamen üniversiteye bağlandı. Bu durum 1948 yılına kadar sürdü. 1950'den sonra ise İstanbul, Ankara ve İzmir'de büyük, yatılı, öğretimi üniversitelere dayalı üç Yüksek Öğretmen Okulu açıldı. İlköğretmen okulunun 5. yılından seçtiği öğrencileri Üniversitede okutarak, lise öğretmeni yetiştiren bu kurumlar da 1975'den sonra oldukça büyük değişikliğe uğrayarak ortadan kalktı.

Özel ve meslekî Öğretmen Okulları

Türkiye'de özel öğretmen okulu kurulması için Osmanlılar döneminde bazı girişimlerde bulunulmuş, ancak başarılı hiçbir uygulamaya geçilememiştir.
Meslekî ve teknik öğretim alanında çalışacak öğretmenler ise, Cumhuriyet dönemine kadar ya kendi okullarında ya da yurtdışında yetişmişlerdir. Cumhuriyet döneminde de bu sorun ilk yıllar yurt dışına öğrenci gönderilerek ve yabancı uzman getirilerek çözümlenmeye çalışılmıştır. Daha sonra ise -okulların sayının hızla artması üzerine- 1934-35 öğretim yılında Kız Enstitülerine ve Akşam Kız Sanat okullarına öğretmen yetiştiren "Kız Teknik Öğretmen Okulu", 1937-38 öğretim yılında Erkek Sanat, Akşam Erkek Sanat, Yapı Enstitüsi vs. öğretmenlerini yetiştirmek için "Ticaret Yüksek Öğretmen Okulu" açılmıştır. Ayrıca Kız ve Erkek Sanat okulları çıkışlılardan da öğretmen olarak yararlanılmaktadır.

Öğretmen Okulları ve Eğitim Bilimi

Türkiye'de Batı örneğine göre kurulmuş okullar için açılan öğretmen okullarında maalesef eğitim bilimiyle ilgili dersler uzun süre sonra ve ilkel bir biçimde yer almıştır.
Öğretmen okullarında eğitimle ilgili ilk dersler didaktik konusunda olmuş, Cevdet Efendi "Elifba" dersini verirken bunun didaktiğine daha çok önem verir bir tarzda anlatmıştır. 1877-78 yıllarında Usul-ü Tedris (Didaktik) dersinin öğretmen okulları programına konulup konulmaması konusunda bazı çalışmalar oluyor ve sonunda bu ders kesin olarak okul programlarına giriyor. Aynı sıralarda "Dârülameliyat" adıyla daha ziyade uygulamaya yönelik okullar açılıyor. XX. yüzyıla kadar öğretmen okullarındaki eğitim dersleri hemen tamamen "Usul-ü Tedris" ve "Fenn-i Terbiye" adlarıyla genellikle metodik derslerdir.

"İlm-i Ruh" adıyla psikolojinin de programlara girdiği görülmektedir. Giderek bu okullardaki pedagoji ders saatleri artırılmış ve çeşitlendirilmiştir. 1970'lerden sonra ise Türkiye'de öğretmen yetiştirme sorunu gene bir bunalım içine girmiştir.

5.5. Darülfünun

Bazı eğitim tarihçileri, Türkiye'nin Batılı anlamda ilk Üniversitesi olan "İstanbul Dârülfünu"nu Fatih külliyesine bağlamak isterler. İşe medrese açısından bakılırsa 19. yüzyıla gelinceye kadar Türkiye'de üniversite dediğimiz İstanbul Darülfünunu, medreseden ayrı, Avrupa'nın üniversitelerini taklit etmek amacıyla kurulmuştur. Bu nedenle başlangıcını Fatih dönemine kadar götürmek yanlış olacaktır.
1845'de kurulan Meclis-i Maarif-i Muvakkat, Fransız eğitim sistemine göre Türk eğitim sistemini üç kademeli olarak kurulması çalışmalarına başladı. Meclis-i Valayı Ahkam-ı Adliye'ye sunulan tasarıda, sıbyan okullarına ilköğretim kademesi denilerek, onun üzerine medreselerden ayrı bir orta ve yüksek öğretim kademesi kurulacaktı. Ortaöğretim "rüşdiye" mektepleri kurulup yayılarak meydana getirilecek, yüksek öğretim düzeyinde ise yatılı bir "Dârülfünun" kurulacaktı.

Gerçekten de İtalya'dan Fasoti adında bir mimar ayda 100 altın maaşla getirilmiş ve Sultanahmet'le Ayasofya arasında üç katlı bir bina ancak 19 yılda yaptırılabilmiştir (1845-1864). Bu bina bir ara Kırım Savaşı dolayısıyla askerî hastahane olmuş, Maliye, Adliye ve Evkaf Nezaretleri, Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan, İstanbul Vilayet binası ve mahkeme olarak kulanılmış ve sonra da yanmıştır (1933).

Ancak bu binanın yapımı daha tamanlanmadan 1863'de binanın tamanlanmış kısımlarında Dârülfünun derslerine başlanılmıştır. Dersler herkese açık konferanslar biçimindeydi. Derviş Paşa Fizik, Hekimbaşı Salih Efendi nebatat, Ahmet Vefik Efendi Tarih, Ahmet Cevdet Efendi Tabii Coğrafya, Müneccimbaşı Osman Saip Efendi de heyet üzerine konferanslar veriyordu. Konferansları sürekli izleyen bir öğrenci zümresi de vardı. Ancak bu olumsuz bir tecrübe oldu. Dinleyicilerin bilgi düzeyleri dersleri anlamaya yeterli değildi. Konferanslar pek ciddiye alınmıyordu. Dinleyicilerin ve ders verenlerin büyük çoğunluğu devlet memuru idiler.

1865 yılında bu konferanslar esas Dârülfünün binasında çıkarılarak (Maliye Nezareti olmuş) Divan yolunda Nuri Efendi Konağı'na taşındı ve oranın da içinde kütüphanesiyle beraber yanması üzerine, yeni bir binada konferanslara devam edilmedi.

Dârülfünun'un ikinci kez gündeme gelmesi, Saffet Paşa'nın hazırlayıp yayınladığı 1869 "Maarif-i Umumiyye Nizamnamesi" ile olmuştur. Bu yönetmeliğin 79-129. maddeleri İstanbul'da bir Dârülfünun-u Osmanî kurulmasını öngörülüyordu. Bu üniversite "hikmet ve edebiyat", "hukuk", "ulûm-u tabiiye ve riyaziye" diye üç kürsüden oluşacaktı. Öğretim süresi üç yıl olacak şekilde ders programı da hazırlanmıştı. Türkçe ders yapacak "müderrisler" yetişinceye kadar Fransızca da ders yapılabilecekti. Üniversitenin diğer hususlarına dair ayrıntılar da tespit edilmişti.

Bu Dârülfünun ders yapabilmesi için Çemberlitaş'ta bir yeni bina yatırıldı (Uzun süre Maarif Nezareti olararak ve Belediye Fen Heyeti Binası olarak kullanılmıştır). Gazete ilânlarıyle kayıtlar yapıldı. Başvuran 1000 civarında öğrenciden 450'si sınavla seçildi. Ancak seçilenlerin büyük çoğunluğu medrese öğrencisi oldukları ve onlar da 3 aylar cerrine çıktıkları için, açılış Ramazan Bayramı ertesine bırakılmış ve Ramazan süresince Üniversite resmen atanmış öğretmenlerce, halka açık gece dersleri düzenleniyor. Ancak bu dersler (Takvim-i Vekayi'de yayınlanmıştır) seviye olarak ilk öğretim düzeyinde diye nitelenmektedir. Ama bu karar daha sonraki duruma bakarak verilmiştir!

Bu ikinci Dârülfünun da 1870'de büyük törenlerle açılmıştır; ancak Yönetmelikte belirlenen bütün dersleri verecak öğretmen ve ders kitabı bulunmadığından haftada 5 gün ve ikişer saat ders yapılabilmiştir.

Ancak bu dersler sırasında bilgisizlik, bu kurum hakkında devamlı sorunlar çıkarmıştır. Burada açılan Arapça dersleri öğrencilerin ilgisizliği yüzünden kapatılmış, Cemalleddin Afgani'nin konferanslarından birinde güya "Nübüvvet, sanatlardan bir sanattır" demesi büyük tepkilere yol açtı. Bu sözü reddeden kitaplar yazılmıştır. Oysa konuşmadan yukarıdaki gibi bir hüküm çıkarmak mümkün değildir. Ama medrese öğrencilerinin tepkisi üzerine Cemalettin Afganî yurt dışına sürülmüş, Darülfünun'un Müdürü Hoca Tahsin Efendi görevden alınmış, bu kurumu koruyan Sadrazam Ali Paşa'nın da ölmesiyle 1871 yılında kapanmıştır.

Bu Dârülfünun'un softalar baskısıyla dağılması üzerine, Maarif Nazırı Saffet Paşa, Galatasaray Lisesinde bir Üniversite kurulması için Müdür Sava Efendi (Paşa)'yi görevlendirdi. O da bu sırada Gülhane Kışlasında olan Liseyi Beyoğlu'na getirerek orada Edebiyat, Hukuk ve Turuk-u Maabir (yollar - köprüler, Fen) dallarında bir Ünivereite kurdu. "Dârülfünun-u Sultanî" veya "Mekteb-i Aliye-i Sultaniye" adıyla anılan bu üniversiteye de ilânla öğrenci kaydedildi. Öğretmenlerinin çoğu Fransız ve bazıları da Rum idi. Dersler de Türkçe ve Fransızca olarak okutuluyordu. 1874 yılında açılan bu Üniversite daha devamlı olmuş, üç defa mezun vermiş, hattâ doktora tezleri bile yaptırılmıştı. Ancak 1880-81 yıllarından sonra bu okulun bir çok problemleri ortaya çıktığından, fen kısmına öğrenci bulunamadığından Maarif Nezaretince lağv edilmiştir.

Bundan sonra, Sadrazam Sait Paşa'nın II. Abdülhamid'e yaptığı -kabul edilmeyen- birkaç önerinin dışında, 20 yıl kadar yeni bir açma girişiminde bulunulmadığı görülüyor.

Ancak 1900 yalında, Abdülhamid'in tahta çıkışının 25. Yıldönümünde, Mülkiye Mektebi binasında "Dârülfünun-u Şâhâne" adıyla bir Üniversite kurulmuştur. Bu Üniversitenin bir gösteriş olarak açıldığı, ayrıca gençlerin Üniversite öğretimi görmek için Avrupaya gitmelerini engellemek ve Abdülhamid'in maarif düşmanı olmadığını göstermek için açıldığı da iddia edilmektedir.

Osmanlı eğitim sisteminde Hukuk ve Tıp okulları daha önce açılmış olduğundan ve hâlâ öğretim yapmakta olduklarından, yeni açılan Dârülfünunda bunları tamamlayacak şu üç şube açılmıştı.

Edebiyat
Ulûm-u Riyaziye ve Tabiiye (Fen)
Ulum-u Aliye-i Diniye (İlâhiyat).

Bu şubelere alınacak öğrenci sayısı 25-30 civarında sınırlandırılmış, ayrı bir bina ve yönetime gereksinme duyulmadan, Mülkiye Mektebi binasında ve onun müdürünün hizmetine verilmişti. Öğretim süreleri -birer yılı doktora sınıfları olmak üzere- Fen ve Edebiyat şubelerinde 3, ilâhiyat şubelerinde 4 yıl idi. Ancak öğrenci sayısı çok sınırlı tutuldığından, siyasî, sosyal, felsefî ve tarihî derslere programda yer verilmediğinden ve fen dersleri dahil bütün dersler maarif müfettişleri tarafından kontrol edildiğinden, üniversitedeki dersler pek yavaş geçiyordu.

II. Abdülhamid'in bu Dârülfünun'u 1908 inkılâbına kadar devam etti. 1908'den sonra ise Mülkiye Mektebi'nden çıkarılarak Zeynep Hanım Konağı'na yerleşti. Başına bağıösız bir müdür getirildi. Programlar baştan aşağı değiştirildi. Öğrenci almadaki sınırlama, öğrencilerden ücret alma kaldırıldı.

Bu dönemde Darülfünunda esas değişikliği Emrullah Efendi gerçekleştirmiştir. Emrullah Efendi Maarif Nazırlığı zamanında yeni bir yönetmelik hazırlayarak yayınladı. Bununla Üniversiteye azçok malî ve idarî bir özerklik veriliyor, ayrı bir üniversite polisi kurulması bile öneriliyordu. "İstanbul Dârülfünunu" adını alan bu kurum, Tıp Fakültesini ve Hukuk mektebini de bünyesine alarak beş şubeden oluşan bir üniversite oldu. Ayrıca Bağdat ve Konya Hukuk Mektepleriyle, İstanbul'daki Dişçilik ve Eczacılık Yüksek okulları da Darülfünuna bağlandılar.

1914-1919 yılları arasında ise Almanya'dan 20 kadar profesör, doçent, asistan getirildi. Bunlar bazı enstitüler (Dârülmesai) ve laboratuvarlar kurarak âletler getirmişler, programları kendi bilgilerine göre genişleterek Mütarekeye kadar İstanbul'da öğretim faaliyetinde bnlunmuşlardır. Mütarekeden sonra anlaşmaları feshedilerek Türkiye'den çıkartılmışlardır.

1919'da yeni bir yönetmelik çıkartılarak üniversiteye ilmî muhtariyet verildi. Sınıf usulü yerine sömestir usulü kondu ve fakültelerin adı "medrese" oldu. Bu arada savaş dolayısıyla erkek nüfusun büyük ölçüde silâh altına alındığı dönemlerde Dârülfünun öğrencilerinin yaş ortalaması küçüldü ve Şubat 1914'de başlayan hanımlara Üniversite dersleri verilmesi, 1916 yılında bir bir İnas Dârülfünunu kurulmasyla sonuçlanmıştı. 1917 yılında da Tıbbiye'ye de kız öğrenci alınmaya başlanmış, kızlar çarşafı atamamakla beraber peçeyi kaldırmışlar, 1918 yılında da üniversitede karma konferanslar verilmeye başlanmıştır.

Cumhuriyetten sonra kadınlara mutlak serbesti verilip karma eğitime tam anlamıyla izin verildikten sonra İnas Darülfununu kapatılarak dağıtılmıştır. Üniversite 1923 yılında eski Harbiye Nezareti binasına geçti. 1925 yılında çıkarılan bir yasa ile de tamamen bağımsız oldu. Edebiyat ve İlâhiyat Fakülteleri programlarında önemli değişiklikler yapıldı. Ama Dârülfünun ile Cumhuriyet yönetimleri tam olarak hiç uyuşamadılar. Aralarında her zaman soğuk bir savaş sürdü gitti. Dârülfünün bir türlü kendisinen beklenen hızlı değişme ve yenileşmeleri yapamıyordu. Oradaki "müderris" adlı bir çok öğretmenin ilmî seviyeleri bir üniversite için yeterli değildi. Yayın ve araştırma çalışmaları yoktu. Bu durum karşısında İsviçre'den Prof. Albert Malche getirilerek bu Dârülfünunun durumunu inceletildi. Malche, bir rapor verdi. Cumhuriyet hükümeti bu rapora da dayanarak 1933 tarihinde İstanbul Dârülfünunu'nu ilga ederek yerine İstanbul Üniversitesi'ni kurdu. Dârülfünun'dan 157 kişi kadro dışı bırakıldı. Her şeyi ile ünivereite yeniden kuruldu. Kadro eksikleri o zaman Almanya'dan kaçan Yahudi ve antinazist öğretim üyeleri ile dolduruldu.

Daha sonra Ankara'da ve diğer Anadolu kentlerinde de birçok üniversiteler açıldı. Bunların adları kuruluş yerleri ve yılları şöyledir.

Üniversite Şehir Kuruluş yılı İ.T.Ü. İstanbul 1944 Ankara Üniversitesi Ankara 1946* Ege Üniversitesi İzmir 1955 O.D.T.Ü. Ankara 1957 Atatürk Üniversitesi Erzurum 1958 Karadeniz Teknik Üniv. Trabzon 1963 Hacettepe Üniversitesi Ankara 1963 Çukurova Üniversitesi Adana 1967 Fırat Üniversitesi Elazığ 1967 Diyarbakır Üniversitesi Diyarbakır 1967 Kayseri Üniversitesi Kayseri 1968 Anadolu Üniversitesi Eskişehir 1970 Boğaziçi Üniversitesi İstanbul 1971 * Hukuk Fakültesi 1925, D.T.C. Fakültesi 1935, Fen Fakültesi 1943, Tıp Fakültesi 1945.

Türkiye'de üniversitelerin kuruluşu 1980'li yılardan sonra büyük bir ivme kazandı ve daha da önemlisi, özel üniversitelerin kurulmasına da izin verildi.


Bia - avatarı
Bia
Ziyaretçi
17 Haziran 2008       Mesaj #5
Bia - avatarı
Ziyaretçi
5.6. Mesleki ve Teknik Öğretim

Türk eğitim tarihinde meslekî eğtimi iki aşamada incelemkek lâzımdır. Birinci aşamada, sanayi devrimine kadar -bütün dünyada olduğu gibi- Türk toplumunda da geçerli olan, el sanatlarına ve toplumun genel ihtiyaçlarına ilişkin meslekî eğitim; ikinci aşamada ise sanayi devriminin getirdiği şartlara uygun olarak yapılan teknik eğitim.
İlk aşamadaki meslekî ve teknik eğitimin, Türk eğitim tarihinde iki büyük kurumu vardır: Ahi ocakları ve Enderun mektebi.

5.6.1. Ahi Ocakları

Ahiler, "kardeşler" demektir. Avrupa'nın "frere"lerine ve silâhlı bir kuvvetleri olmaları dolayısıyla şövalyelerine de benzerler.
Ahiler, "frere"ler gibi, örgün eğitim kurumları kurmuşlardır. O zaman bu fonksiyonu görecek medrese, küttap, dârülhadis, dârülkurra v.s. gibi kurumlar çok yaygın olduğundan, bunlar mesleki eğitim ve yardımlaşma kurumları kumaya yönelmişlerdir. Kurdukları kurumlarda avcılık, kasaplık gibi birkaç sanat hariç, diğer tüm sanatkâr gençleri toplamaya çalışmışlardır.

Ahilik, aslında Sasani ve Arap kaynaklı bir kurumdur. Ama tarihteki yaygın şekliyle Anadolu Türk toplumlalrı içinde yaygın olarak hüküm sürmüştür. Bu ocaklar Anadolu'nun hemen hemen bütün kentlerindeki sanayi erbabını bir birlik ve kardeşlik içinde yönetmiştir. Onları "Gençler", "Ahiler" "ustalar", "Nakibler" ve "Şeyhler" olarak bir düzen içinde yönetmeyi başarmıştır. Hattâ Anadolu Selçuklu yönetiminin yıkıldığı dönemlerde ve Ankara gibi bazı önemli kentlerde, halkın yönetimini de üzerlerine almışlardır. Tanınmış Arap gezgini İbn Batuta'nın Anadolu'yu gezdiği zamanlarda, Anadolu toplumu üzerindeki Ahi yönetimi etkileri, onun Seyahatnamesinde açık olarak görülür.

Ahiler, zaviyeler biçiminde örgütlenmişlerdir. Her zaviyede, seçimle işbaşına gelmiş bir şeyh, çeşitli işleri gören imam, müdderris, hatip, silâh tamircisi, hatat, sakkaş gibi görevliler vardı. Zaviyelerdeki (Ahi Ocağındaki) herkesin bir hiyerarşik yeri vardı. Bunlar 9 kademe halinde dizilirlerdi. İlk kademe, "yiğit"lerdi. Ondan sonra gelen 6 kademe ahilerdi (ilk üçü "ashab-ı tarik", kalan üçü de "nakip"ler). 7. mertebede seccade sahibi olmayan "Halife" bulunurdu. 8. "Şeyh", 9. ise "Şeyhü'l-meşayih" idi. Bu kademeler hep sıra ile geçilirdi.

Esas eğitim ilk yiğitlik kademesindeki çırak gençler arasında oluyordu. Her çırak yiğidin 2 yol arkadaşı, bir yol atası, bir üstadı (Sanat Hocası) ve bir de Pîri (ahlâk mürebisi) var idi.

Ahi ocaklarındaki zihniyet, tasavvuf zihniyetinden oldukça farklı idi. Ahiler tam anlamıyla "bu dünya"da yaşıyorlardı. Sofiler gibi halktan uzaklaşmıyorlar, halk içinde yaşıyorlardı. Sofiler gibi "hırka" değil "şalvar" giyiyorlardı. Sırtlarında arkadan bir elbise ve başlarında beyaz yün külâhlar vardı. İpekten elbise giymeleri yasak idi. Altın, yüzük gibi süs eşyaları; kızıl ve sarı renkler yasaktı. Yeşil, gök, ak ve sarı renkler makbuldü. Kara renk, ahilik payesine ermeyenlere, beyaz renk erbab-ı kalem ve hafızlara yeşil renk de müdderris, kadı ve şeyhlere has idi. Ahi zaviyelerine girebilmek için, temiz ve doğru olduğuna dair bir üstadın (Usta) çırağı hakkında şahitlik etmesi ve hattâ onu önermesi gerekiyordu; ustanın önermediği ve ustası belli olmayanlar Ahi ocağına alınmazdı.

Gençlerin sanat eğitimleri üstadların iş atelyelerinde yapılırdı. Ocaklarında ise daha ziyade duygusal, edebî ve sosyal bir eğitim yapılırdı.

Her ahi ocağında "muallim-i ahi" veya "Pîr" denilen eğiticiler vardı. Orada yapılan eğitim de iki kısma ayrılırdı.

1. Şifahi (sözlü) eğitim: Fütüvvetname, Tilâvet-i Kur'ân, tabahat, raks, teganni ve musiki, tarih ve terâcim-i ahval, tasavuf, Türkçe, Arapça, Farsça, Edebiyat gibi dersler verilirdi.
2. Seyfî Eğitim: Kılıç ve silah eğitimi.

Birinci kısım eğitim, bütün ahiler tarafından, okuyarak, dinleyerek ve muallim ve ahi kardeşlerle yaşayarak yapılmaktaydı. Seyfî eğitimin yapılabilmesi için de üç şart var idi: "Ahi görmek", "Şeyh görmek", "Genç bir adamı talim ve terbiye etmiş olmak".

Ahi mualliminin görevleri şunlardır: Namazı tüm şartları ve ayrıntıları ile öğretmek, insanlık adabını öğretmek.

Ocak eğitimi yalnız kitabî değildi. Medreseden önemli farklarından biri bu idi. Medreseler genellikle aklî ilimlerle uğraştıkları halde, ocaklardaki eğitim inaanlık ve toplum ülkülerine dayanıyordu. Genellikle ahlâkî ilkeler üzerinde duruluyor; rakslarla şarkı ve ilâhilerle bu kuvvetler diriliyordu. Öğretim dışı saatlerde, medreselerdeki gibi müderris ve talebe ilişkileri kesik değildi, sürekli beraber ve ilişki içinde idiler. Bu ilişkiler genellikle sohbet biçiminde sürdürülürdü. Burada ahlâkî ve tasavvufî hikâyeler, lâtifeler, sergüzeştler, hadîsler v.s. anlatılırdı.

Öğrencilerin görevleri:
Fütüvvetnamede okunan maddelerin 124'üne uymak,
Ahisinin tüm sözlerini kabul etmek,
Mal ve canını ahisinin hizmetine vermek,
Hüner ve sanatı olmak,
Her hafta elbisesini yıkamak, temiz çamaşır giymek,
Ahiden çırak almak, ahiye saçını kestirmek, alın yoldurmak,
Ocak namına belini bağlamak,
Güzel ahlâkıyla kendini kent halkına tanıtmak,
Kadı katında er aşkına çırağ yakmak ve ekmek yedirmek.

Ahi gelenekleri arasında "kuşak bağlama" (daha sonra önlük bağlama) çok önemli idi. Bu kuşağın yedi adı, yedi bağlaması, yedi açması, yedi dolaması vs. vardır. Her ocağın, her mesleğin ayrı ayrı kuşak gelenek ve biçimleri vardı. Ayrıca bunun arkasında da bazı ahlâkî ve tasavvufî ilkeler vardı.

Ahilik ilkelerini içeren 740 maddelik Fütüvvetnamenin bir ahi Şeyhi tarafından tam olarak bilinmesi gerekti. Ocağa yeni giren gençlerden, bunların 124 tanesini bilmesi isteniyordu. Kademeler yükseldikçe bu ilkelerin sayısını yükseltmeleri gerekti. Bu ilkeler günlük hayat ve davranışlar konusunda oluyordu. Meselâ sofra adabı konusunda 24 madde vardı, su içmenin 2, söz söylemenin 4, evden sokağa çıkmanın 4, yolda yürümenin 8 vs. Ahi ocaklarında dans ve müzik eğitiminin de önemli bir yeri vardı

"Ahi baba" adlı bir şeyhin yönettiği Ahi zaviyesi, genellikle Fütüvvet erbabının bir klübü, bir toplantı yeri mahiyetindeydi. Ama aynı zamanda garipler için bir misafirhane, iktisadî yönden bir Lonca merkezi, seyfî eğitim de düşünülürse bir spor klübü idi.

Ahi ocaklarına alınmamaları gereken kişi ve gruplar şunlardır: müşrik, kâfir, mümeccim, şarap içen, halkın ayıbını gören tellâk, yalan söyleyen tellâl, kasap, cerrah, avcı, vefarız, zâlim, hırsız, madrabaz vs. Ayrıca şarap içen, zina yapan, yalan söyleyen, kovuculuk ve hile yapan vs. de fütüvvetten düşerdi.

Füttüvvetnamelerde 9 derece olarak geçen ahi ocaklarındaki eğitim, şu şekilde sıralanmaktadır.

1. Nâzil: Ocağa ustalarıyla yeni gelmiş kişi. Henüz erkana girmemiş.
2. Nîm-tarik: Üstadı, pîri (yol atası) ve ikiyol (tarikat)kardeşi olan kişiler.
3. Müfredi veya meyan-beste: Nasibi verilmiş, şedd (kuşak) bağlanmış, helvası pişirilmiş kişiler.
4. Beşariş: Fütüvvet ehlini terbiye edenler.
5. Nakib: Tarikatın ve ocağın iç yöntemini ayarlayan, törenlerde sağa sola koşuşturan.
6. Nakibü'n-Nikâb: Ocağın erkânını iyice bilen, törenleri düzenleyen kişi.
7. Halife: Şeyhin yardımcısı; onun yerine geçecek kişi.
8. Şeyh: Sanat erbabı içinde seccade sahibi. Kendisine has bir tayfası bulunan.
9. Şeyhü'ş-Şüyûh: Bir sanat alanındaki şeyhlerin şeyhi.

Ekonomi tarihimizde rastlanılan esnaf zümrelerinden her biri, kendi mesleklerinde İslâm tarihinin tanınmış ulularından veya uydurma bir kişiyi pîr olarak tanırlardı. Fütüvvetname, onun adına yazılır, ahi ocağındaki törenler, çırak yetiştirme ve dükkan açıp kapamadaki törenler onun adıyla yapılırdı. Evliya Çelebi bu esnaf zümrelerinin sayısını 480'e kadar çıkarmakdadır.

Ahi ocaklarında yapılan törenler de, hemen hemen her yörede ve her meslekte aynı idi. Aradaki farklar çok küçük ve şeklî idi. Bu törenlerin ana durumları şöyle özetlenebilir: Bir sanata giren genç usta ve kalfaların yanında çıraklık ve kalfalık kademelerini başarı ile bitirince ustalığa yükselir ve dükkanı açma hakkı kazanırdı. Ancak bu, büyük törenlerle olurdu. Bu çırak çıkarma törenlerinde, o esnaf zümresinin şeyhi yeni ustaya peştemal kuşatır, kuşak bağlardı. Törene o esnaf zümresinin şeyhi, nakibi, duacısı, yiğit başı vs. ve halkdan büyük bir topluluk katılırdı.

Her esnaf grubunun bir yardımlaşma sandığı olur, olağanüstü zamanlarda bu sandıktan esnafa faizsiz kredi verilirdi.

Gerek bu çırak çıkarma törenlerinde gerekse ahi ocağındaki yükselme törenlerinde şu erkâna uyulurdu:

Şalvar giydirmek, şedd (kuşak) bağlamak. Fütüvvet yoluna girmiş kişi başarı gösterirse önce beline kuşak kuşatılır. Sonraki gelişmeler sonucunda da şalvar giydirilir: Diğer tasavvufî mezheplerde tac, tıraş, hırka gibi alâmetler vardır. Ahiliğin esası iffettir. Ahi törenlerinde şerbet değil, tuzlu su içilirdi. Su temizlik, tuz olgunluk gösterir. Daha sonra sofra kurulur, helva pişirilir. Bu törenler sırasında o kişinin yol atası, yol kardeşleri de belirlenirdi. Ahi ocağına girmiş kişinin giydiği şalvar, yol atasının şalvarıdır ve uçkurunu da atası bağlar. Her meslek grubunun ayrı kuşak bağlama biçimi vardır.

Ahilik örgütü şiî kökenli, alevilik ve bektaşilik esaslarıyla ve inançlarıyla karışmıştır. Ancak Osmanlı-Safavî çatışmalarından sonra çoğu yerlerde inanç yönleri kaybolmuş, yalnız bir esnaf örgütü biçimine gelmiş, bazı yerlerde de sünnî özellikler kazanmıştır.

5.6.2. Meslekî ve Teknik Öğretimde Batılılaşma

Ahi-esnaf örgütü toplumdaki etkisini zamanla yitirdikten sonra, ülkede meslekî yönden bir karışıklık olmasını önlemek için, 1727'den itibaren "Gedik" usulü uygulanmaya başlanmıştır. Buna göre bir kişi çıraklık- kalfalık kademelerini geçip usta olmadıkça dükkan açamazdı. Ayırca bir yerde ihtiyaçtan fazla dükkan açılmasına, usta olsa bile- izin verilmezdi. Gedik, araç ve gereçleriyle bir dükkan açma hakkı oluyordu. Bir usta öldüğü zaman, dükkanıyla beraber onun "gediği" de satılıyordu.
Uzun süre devam eden bu gedik usulünde de meslekî öğretim dereceleri olan çıraklık, kalfalık ve ustalık arasında saygı ve sevgiye dayanan kuvvetli bir disiplin vardı. Kalfalığa ve özellikle ustalığa yükselme sınavları, Ahi örgütünde olduğu gibi, büyük ve görkemli törenlerle yapılırdı. Uzun süre bu şekilde bir örgütle Osmanlı meslekî eğitimi ve düzeni, bir kargaşa içine düşürülmeden sürdürülmeye çalışıldı.

Ama Büyük Fransız Devrimi ile, Avrupa'nın lonca örgütü ve meslekî-ticarî gelenekleri özellikle 1840'lardan sonra hızla yıkılmaya başladı. Tekniğin üretime uygulanması bir sanayi devrimi yarattı. Tüm dünyanın sosyal ve ekonomik hayatını değiştiren bu devrim, Osmanlı Devletini çok kötü bir biçimde etkiledi. Daha önceki dönemlerde ticaret, gümrük vs. alanlarda Avrupalılara verilen kapitulasyonlar, esas etkisini bu dönemde göstermeye başladı. Fabrika ürünü Avrupa malları gümrüksüz olarak Osmanlı pazarlarını doldurunca, ülkede yerli mallar ve el sanatları hızla ölmeye başladı. Devlet gedik ve tekel usulünü kaldırmasına rağmen, yabancı mallara karşı yerli üretim yenik düştü. Ticaretin ana kaynağı Avrupa'ya dayandığından, bu işin Türkiye'deki yöneticileri Avrupalılar ve müslüman olmayan Osmanlı vatandaşları oldu.

Avrupa'daki gelişmelere uyarak, Türkiye'de de bazı sanayileşme çalışmalarına girişilmek istenildi: Dokuma ve gıda alanlarında üretim yapacak bazı fabrikalar kuruldu. Gerek devletin gerekse özel sektörün kurduğu fabrikalar, yabancıların rekabetlerine dayanamayarak iflas ettiler. Ancak ordunun ihtiyaçlarını karşılayan askerî malzeme fabrikaları alanın öneminden ve dış rekabetten uzak olduğu için, iflas etmeden yaşayabildi.

Önceleri bazı el mahareti olan askerleri pratik bir biçimde yetiştirerek yürütülmeye çalışılan askerî fabrikalar için eleman yetiştirmek amacıyla, -daha sonra oldukça örgün bir meslekî eğitim veren- "idadi-i sanayi alayları" kuruldu. İhtiyat sınıfı, idadi sınıfları ve sanayi sınıfları biçimindeki örgütüyle 3+5+5=13 yıllık bir eğitim veren bu kurum, 1907 yılında "İmalat-ı Harbiye Nazari Mektebi", 1921 yılında da "Askerî Fabrikalar Müdür-i Umumiyesi Usta Mektebi" olarak çalışmalarına devam etti.

Bu arada, özellikle Tanzimattan sonra, esnaf örgütünü düzeltmek ve yabancı mallarla rekabet etmek için çeşitli önlemler alındı. 1839-1864 yılları arasında yerli sanayii korumak ve meslekî eğitimi kurmak için "Islâh-ı Sanayi Komisyonu" kuruldu. Çeşitli sergiler açıldı. Ama tehlikeli durumdan kurtaracak somut gelişmeler olmadı.

Bu arada Osmanlı Devleti'nin Niş Valisi olan Mithat Paşa'nın 1861 yılında Niş'teki müslüman ve hıristiyan kimsesiz çocukları toplayarak "Islâhhane" adıyla sanat öğreten bir hayır kurumunu meydana getirdiğini görüyoruz. Mithat Paşa daha sonra aynı tip kurumları başka yerlerde de açtı. Bunun sonucunda özellikle çuha dokuması çok gelişti. Bu örnek girişimler, başka valilerin de dikkatini çekti. Vilayetlerde "Islahhane komisyonları" kuruldu. Halep, Trablusgarp, Diyarbakır, Kastamonu, İzmir, Konya vs. vilayetlerde, valilerin ve hayırsever yurttaşların girişimleriyle Islâhhaneler kuruldu.

Mithat Paşa daha sonra Şûrayı Devlet üyeliğine atanması dolayısıyla İstanbul'a geldiğinde, gene Islahhane tipi okullar kurulması konusunda çalıştı, yönetmelik hazırladı. Gerçekten de, l868 yılında İstanbul Sanayi Mektebi'ni kurdurdu. Islahhanelerin harcamaları vakıfvari çeşitli kaynaklardan karşılanıyordu. Sanayi mektebinin de öyle oldu. Bu okullarda çocuklara terzilik, kunduracılık, debbağlık, mürettiplik, arabacılık, külâhçılık, dokumacılık vs. gibi sanatlarla alfabe, yazı, Kurân, İlmihal, basit hesap ve defter tutma gibi bilgiler de veriliyordu.

Taşradaki Islâhhaneler 1885'ten itibaren "Mekteb-i Sanayi" adını almaya başladılar. Yönetmeliği, öğretim süresi vs. belirlendi. Taşra sanayi okulları bütün vilâyet merkezlerine ve hattâ sancak merkezlerine kadar yayıldı. Yerel yönetimlere bağlı olan bu okullar, verimli bir çalışma yapamadılar. II. Meşrutitten sonra hepten gözden düşüp dağılmaya başladılar. 1911 yılında ticaret ve Nafia Nezareti'ne bağlanarak merkezi bir yönetime kavuşmuşsa da, daha sonraki gelen savaş yılları, bu okulun gelişmesini hepten köstekledi.

İstanbul Sanayi Mektebi ise Orman, Maden, Ziraat Nezaretine bağlı olduğundan biraz daha derli toplu idi. Ancak öğrenciler gerek öğretim sırasında gerekse öğretimiden sonra bu alandan uzaklaşıyorlardı. Bu okulun düzeltilmesi için üst yönetim sırasında birçok çalışmalar yapıldı. Yabancı uzmanlar getirildi, yabancı ülkelerdeki sanat okulları inceletildi. Bu okul, taşra sanayi okullarının bir yüksek kurumu olmaya çalışıyordu. Bu okullardaki öğrencilerin başka okullara geçmelerini önlemek için bazı çekicilikler getirildi. Tesfiye, demir, oyma, torna, marangoz ve döküm bölümleri ile öğretim yapan bu okul, savaş yıllarında da çalışmalarını sürdürdü.

Sanayi okullarının Birinci Dünya Savaşı sırasında çoğu kapandı. Cumhuriyet dönemine kadar ancak Edirne, İstanbul, Adana, Ankara, Bursa, Sivas, Kastamonu, Konya ve Bolu sanayi okulları güçbelâ yaşayabildi. Cumhurietten sonra sanayi okulları sanat okulları haline getirildi.

Eğitim tarihimişde ilk kız sanayi mektebini (Islahhane) kurma şerefi de Mithat Paşa'ya aittir. 1865 yılında Ordunun Rusçuk'ta kurduğu kumaş fabrikasında çalışmaya hazırlamak için öksüz ve yoksul kız çocuklarının toplayarak bir eğitim merkezi kurdu. Daha sonra gene orduya sargı bezi hazırlamak ve çamaşır diktirmek amacıyla İstanbul Yedikule'de ikinci bir kız sanayi mektebi kuruldu (1869). Bu okulların esas gayesinin meslekî eğitim olmadığı açıktı. Bu bakımdan programlı, örgütlü bir okul olup olmadığını da bilmiyoruz. Esasen bunlar ordunun girişimleriyle kurulmuş kurumlardı.

Maarif Nezareti'nin kadınların meslekî eğitimlerine ancak 1879 yılında, İstanbul içinde bazı okullar kurarak başladığı görülüyor. Daha sonra "kız sanayi mektebi" adını alacak bu kurumların öğretim süreleri beş yıl idi. İptidai ve rüşdî öğretim kademelerini içeren okul bir yandan normal okul programlarını uyguluyor; diğer yandan da atelyelere dikiş, örgü, dokuma, işleme, resim, çiçek vs. gibi uygulamalar yapıyorlardı. II. Meşrutiyet sırasında bazı düzeltme çalışmaları dolayısıyla kapatıldı. Daha sonra yeniden kuruldu ve 9 yıl üzerinden öğretim pargramı düzenlendi. Ama savaş yıllarında verimli bir çalışma yapılamadı.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Kız Hayat Mektepleri, Çiçekçilik, Sepetçilik Mektebi vs. gibi bazı denemelerde bulunuldu. 1927 yılından itibaren de kız sanat okulları, kız enstitüleri, kız olgunlaşma enstitüleri ve kız teknik öğretmen okulları gibi kurumlarla çok örgün bir kız eğitimi uygulanmaya başlandı.

Eğitim tarihimizde yabancı ülkeler ve bazı Türk özel dernekleri tarafınden bazı özel kız sanayi okulları da kurulmuştur.

5.6.3. Ticaret okulları

Anadolu toprakları tarihin ilk dönemlerinen beri dünyanın en hareketli ticaret merkezlerinden biri olmuştur. Ancak Osmanlılar Anadoluya egemen olduğunda yapılan çeşitli anlaşmalarla (kapitülasyon), ticarî çalışmaları tamamen yabancı tüccarların elinde verdiler. Kapitalizmin sömürücülük aşamasına gelinceye kadar yavaş yavaş işleyen bu ticari faaliyetlerin pek etkisi görülmedi. Ancak XIX. yüzyılda tarihin akışına tamamen ekonomi ve ticaret egemen olunca, Devlet kendi yuttaşlarından da tüccar olanak faydalanmak istedi. Fakat Türklerin Avrupa dillerini bilmemesi ve ulusların ticarete çok yabancı kalmaları Anadolu'daki Rum ve Ermeni unsurların iç ticareti tamamen ele geçirmelerine neden oldu.
Osmanlı yönetiminin, dış borçlar sonucu iyice bunaldığı sıralarda bir ticaret okulu kurulması için çeşitli çalışmalar yapıldı. 1860, 1880, 1881 yıllarında okulun kuruluşunu gerçekleştiremeyen bazı girişilerde bulunuldu; ancak 1881 yılında yapılan girişimde Ticaret Bakanlığına bağlı bir Ticaret Okulu kurulmak istenildi. Fakat gene başarılamadı. En sonunda, 1883 yılında "Hamidiye Ticaret Mekteb-i Alisi" adıyla bir ticaret okulu kuruldu. İki yıl öğretim süreli bu okula, aklî bir program yapılamadığından öğretim yürümedi ve okul kapandı. 1894 yılında üç yıllık bir yüksek okul olarak tekrar açıldı. II. Meşrûtiyetten sonra da kadrolu öğretmenleri olan ve tam gün öğretim yapılan bir kurum haline getirildi.

Okul, o zamanki Rum, Ermeni ve İngiltere, İtalya, Rusya ve Avusturya devletlerinin ticaret okullarından çok aşağıda bir öğretim yapıyordu. Yabancı devletler, kendi ticaret okullarından da diploma sağladıkları için, bu çok büyük bir çekicilik kazandırıyordu.

Osmanlılar döneminde başka bir örgüt olan Osmanlı Deniz Ticaretini Genişletme Derneği (Tevsi-i Ticaret-i Bahriye-i Osmaniye Cemiyeti), özel olarak kaptan ve çarkçılar yetiştiren dört yıl öğretim süreli bir "Millî Kaputan ve Çarkçı Mektebi" açmıştı. (1910)

Cumhuriyet döneminin başlarında ise, ticaret öğretimine hemen hemen sıfırdan başlanılmıştır. İlk önce Ankara, Trabzon, Samsun, Adana gibi merkezlerde Ticaret Ortaokulları kurulmuş, daha sonra bu ticaret okullarına lise sınıfları eklenerek "Ticaret Lisesi" oluşturulmuştur. Sayıları 40 civarında olan bu liselerde ticaret bankacılık, sigortacılık, ulaşım vs. gibi alanlarda uzman yetiştirilmektedir. Gene Cumhuriyet döneminde ticari alanda faaliyet gösteren öğretim kurumları olarak Ticaret ve Turizm Yüksek Öğretmen okulları ile İktisadi ve Ticari ilimler Akademileri gösterilebilinir.

5.6.3. Tarım okulları

Türkiye bir tarım ülkesi olmasına rağmen bu alandaki okulların kuruluşları oldukça geç olmuştur. 1886-1889 yılları arasında kurulduğu tahmin edilen İstanbul Halkalı Ziraat Mektebi, genellikle bakanlık mensuplarının ders verdiği bir okuldu ve mezunları da Ziraat Nezaretinin merkez ve taşra örgütündeki çeşitli aşamalarda memurluk yapıyorlardı. Tarım eğitiminin yanı sıra ormancılık ve veteriner sınıfları da olan bu okul, bir ara yüksek okul durumuna getirilmesine rağmen pek verimli bir hizmeti olmadı

5.6.3.1. Ziraat Ameliyat mektepleri

Çiftlik yönetimini bilen çiftçi ve kâhyalar yetiştirmek amacıyla, Ziraat Bakanlığı tarafından kuruluyordu. 15-20 yaşları arasındaki rüşdiye çıkışlı öğrencilere 3 yıllık bir eğitim veriliyordu. XX. yüzyıl başlarında çok şeyler beklenilerek ülkenin 12 yerinde kurulan bu okullar, beklenilen sonucu veremedi. Okullar verimli bir çalışma yapamadığı gibi, beklenilenin dışında buradan mevzun olanlar da memur olmaktan kurtulamadılar.
Ziraat Ameliyat mektepleri çıkışlıların girebileceği ve her zirai bölgede bir tane açılması düşünülen Bölge Yüksek Ziraat okullarından (Mıntıka Ticaret Mekteb-i Alisi) yelnızca Selânik'te açılabildi (1911).

Büyük çiftlikleri yönetebilecek tarım ilmini iyi bilen kişiler ve tarım okulları öğretmeni yetiştirmeyi amaçlayan bir yıl öğretim süreli bu Okul, Balkan Savaşı sırasında Selânik'in Yunanlılar eline geçmesi ile kapandı ve Anadoluda da yenisi kurulmadı.

5.6.3.2. Çiftlik mektepleri

Türkçe okuma yazma bilen, yeni tarım usullerini öğrenmiş, kendi tarlasına ekip biçmeye muktedir, çiftçi yazıcı ve subaşı yetiştirmek amacıyla yatılı olarak açılıyordu. Öğretim süresi, yörelere göre iki-üç yıl olarak değişiyordu. Okullardan çıkışta, çıkış belgesinin yanısıra uygulama çiftliklerinde çalışma karşılığı bir miktar sermaye de veriliyordu. 1910 yılından sonra Siroz, Hama, Antalya, Halep vs. yerlerde bazı Çiftlik okulları açılmışıtır.

5.6.2.3. Amele mektepleri

Tarımsal alanda araçların bakımı, bitki ve hayvan hastalıkları ve çareleri konusunda yetişmiş işçi yetiştirmek amacıyla, iki yıl öğretim süreli okullar olarak kuruluyordu. II. Meşrutiyet döneminde bazı yerlerdeki "Numune tarlaları" da amele okulu haline getirilmişti. Çiftlikler içinde genellikle uygulamaya dayalı bir eğitim yapılıyordu.

5.6.2.4. Bahçıvanlık mektepleri

Bahçıvanlığın yanısıra bağılık, meyve ağaçları, şarapçılık, konservecilik alanlarını da içine alan ve değişik adlarla kurulmuş bazı okullar olmuştur. Ancak bunlar verimli bir çalışma yapamamışlardır.

5.6.2.5. Dârülharirler (İpekçilik Okulları)

İpekçiliği fenni bir şekilde öğretmek amacıyla kurulan bu okulların en eskisi, 1887 yılında Bursa'da kurulmuştur. Daha sonra ülkenin 5-6 yerinde açılan bu okullar oldukça başarılı çalışmalar da yapmışlardır.
Bunlardan başka Ziraat Nezaretinin kurmayı tasarladığı Tavukçuluk, Aşçılık, Balıkçılık vs. gibi okullar dizisinden ancak sütçülük okulları gerçekleştirilmiştir. Beş merkezde Sütçülük okulları kurulmuş, ayrıca "Seyyar Sütçültik okullları" kurmak için Avusturya'ya öğrenci yollanmış ve âlet ısmarlanmıştır.

5.6.2.6. Ormancılık Okulları

Batılı Devletlerin Osamanlı ormanlarını sömürmeye başlamasından hemen sonra bu durumun önemi anlaşılmış ve ormancılıkla ile ilgili eğitim çalışmaları başlamııştır. İlk önce iki Fransız orman memurunun emrine Bâb-ı Ali Tercüme Odasından bazı kimseleri vererek orman memuru yetiştirilmeye çalışılmıştır. 1868 yılında Ali Paşa'nın Sadraıamlığı sırasında da Osmanlı Devleti, Orman Bakanlığını ve ayrıca bir orman okulunu kurmak için Fransadan uzmanlar istemiştir. Bu isteğe karşı III. Napolyon'un yolladığı altı kişilik bir uzmanlar topluluğu, hem Bakanlığı hem de okulu kurdular. Ancak yetişmiş Türk eleman bulunamadığından okulun öğretmenleri Fransızlar oldu, öğretim dili de Fransızca!
Mahmut Nedim Paşa'nın Sadrazamlığı sırasında okuldaki Fransızca öğretim yasaklandı. Fransız uzmanların işlerine de son verildi. Ama bundan sonra okulda normal bir eğitimin yürümesi zor oldu. Ormancılık Okulu 1879'da Maden okulu ile, 1891'de de Halkalı Ziraat Okulu ile birleştirildi. Öyle ki, zamanla Halkalı Ziraat Okulu programı içinde haftada iki saat ormancılık dersi biçimine düştü.

1909 yılında yeni bir Orman okulu kurmak çalışmalara başlanıldı ve bir "Orman Mekteb-i Alisi" kuruldu. İdadi ve dengi okul çıkışlıları yarışma sınavlarıyla alan bu yüksek okul, iki yıl öğretim süreli idi. Okulun öğrenci alınımında ve yönetimindeki çeşitli bozukluklara rağmen az bir öğrenci ile Savaş yıllarına kadar devam ettiği biliniyor.

Ayrıca 1911 yılında orman kurucu ve bekçileri yetiştirmek on ay süreli kurslar biçiminde "Orman Ameliyat Mektepleri" de kuruldu. Buraya 19 yaşını bitirmiş, köylülerin ve orman mülkü olanların çocukları alınıyordu, Eğitim gellikle ormanların korunması ve bakımı üzerine idi. Bunların dışında 1914 ortalarında askeri düzende bir Orman Jandarma Mektebi de açılmıştır. Altı ay süreli bu okul, tamamen orman korucusu yetiştirmeye yönelikti.

5.6.2.7. Veteriner mektepleri

Türkiye'de Askeri Baytar Okulu tâ 1848 de kurulmuş ve normal bir gelişim göstermiştir. Bu okuldan çıkanlar Osmanlı ordusunun süvari birliklerinde uzman kişiler olarak çalışmışlardır. 1895 yılında ise sivil bir Baytar Okulu açılmıştır. O zamana kadar bu alanda ilgili bilgiler Tıbbiyede ve Halkalı Ziraat okulunda dersler bişiminde verilmiştir. 1895 yılında açılan sivil baytar okulu; dört yıl öğretim süreli yatılı bir okuldu. 1910 yılında bir yüksek okul haline getirilmiş ve savaş çıkınca da kapatılmıştır. Ayrıca baytar yardımcısı yetiştirmek amacıyla da 1910 yılında iki yıl öğretim süreli bir okul açılmıştı. Diğer baytarlar tarafından tepkiyle karşılanan bu Okul savaş yıllarına kadar güç te olsa, biraz öğretim yapabilmiştir.

5.6.2.8. Diğer meslek okulları

Şimendifercilik okulları


Osmanlılar döneminde, Hicaz demir yolu hariç, ülkedeki tüm demiryolu işletmeleri yabancıların elinde idi. Burada çalışan personel de yabancı veya gayrimüslim olduğu için onlar eğitimlerini Devletin müdahalesi dışında yapıyorlardı. Devletin denetimindeki ilk demiryolu okulu açma tasarıları Hicaz demiryolunun daha iyi işletilmesini sağlamak üzere 1914 başlarında ortaya çıktı. Uşak'ta açılması plânlanan bu okulun projesi epeyce geliştirilmesine rağmen gerçekleştirilemedi. Ama Birinci Dünya Savaşı çıktıktan sonra Devlet ülkedeki İngiliz ve Fransız demiryollarına el koydu, orada çalışan yabancıları kovdu ve İzmir ve Yeşilköy'de iki "Şimendifer Memurları Mektebi" açtı.

Mühendis Mektebi

Türkiye'de ilk askeri okullar "Mühendishane" adıyla açılmıştı. Ancak bunlar "mühendis" değil subay yetiştirmeye yönelik okullardı.
Gerçek anlamda kurulan ilk mühendis yetiştirme kurumu ise, 1884'de açılan "Hendese-i Mülkiye Mektebi"dir. Genellikle inşaat mühendisliği üzerinde duran bu okul da askeri bir görünüm arzediyordu. Yönetim bakımından Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn'a bağlı idi. Öğretmenlerin çoğu subaylardan oluşuyordu. Öğrencilerin okula alınması, sınavları askeri okullarla beraber yapılıyordu ve yatılılığı askeri bir düzen içinde idi. 1909 yılına kadar askeri okul statüsünde kalan bu okul daha sonra "Mühendis Mektebi" adını alarak sivil bir yönetime kavuştu. "Turuk ve Maabir Şubesi"nin yanına mimari ve makina mühendisliği şubeleri açılmak istendi; birincisi başarıldı, ikincisi başarılamadı.

Öğretim süresi başlangıçta lise sınıflarıyla beraber yedi yıl olarak düşünülen ve uygulanan bu Okulun, daha sonra lise sınıfları kaldırıldı. Bu Okuldan çıkanlar, Hicaz Demiryolunda çalışıyorlardı. Ayrıca Nafia Bakanlığı Fen memurluklarında ve vilayet mühendisliklerinde de istihdam edilmişlerdir. Merkez binasının yeri ve bağlı olacağı Bakanlık yüzünden sürekli tartışmalara neden olan bu Okul, Balkan Savaşı sırasında büyük tartışmalar ve sarsıntılar geçirdi; Birinci Dünya Savaşı içinde de ortadan kayboldu.

Cumhuriyetten sonra mühendis yetiştirme alanında Yüksek Teknik Okulları, Mühendislik-Mimarlık Akademileri, Fen Ziraat Fakülteleri ve Teknik Üniversiteler çalışma yapmaktadırlar.


Eğitim tarihimizde posta ve telgraf işlerinde genellikle Dârüşşafaka çıkışlılar çalışıyordu. O Okulun programlarında da bu istihdam alanına göre bazı ders değişiklikleri de yapılmıştı.
Ama bunun dışında da salt bu amaca yönelik bazı okulların açıldığı görülmektedir. 1867 yılında açılan 3 yıl öğretim süreli Telgraf Mektebi, 93 Savaşı sırasında öğrencilerin cepheye gitmesi yüzünden kapanmıştı. Savaştan sonra da yeni bir okul açılmamaış, Darüşşafaka öğrencileri ve Paris Yüksek Telgraf Okuluna gönderilen öğrencilerle durum idare edilmeye çalışılmıştır. 1909 yılından sonra Posta ve Telgraf Nezareti tarafından "Posta ve Telgraf Mektebi Alisi" adıyla bir yüksek okulaçılmış, bu okul Cumhuriyet döneminde de yaşamıştır.

Kadastro Yüksek Okulu

Ülkedeki taşınamaz malların ve özellikle de toprakların yazımı ve haritalarının çıkarılmasında, sahiplerinin belirlenmesinde çalışacak memurları yetiştirmek amacıyla 1911 yılında bir yüksek okul olarak kurulmuştur. Ama aslında ilkokul ve 5 yılık idadi çıkışlıları alan orta dereceli bir okuldu. Hukuk ve Fen şubelerinden oluşuyor, 1 ve 2 yılık bir öğretim yapıyordu. I. Dünya Savaşı çıkınca kapandı.

Kondüktör Mektebi

Mühendislere yardımcı elemanlar yetiştirmek amacıyla 1911 yılında kuruldu. Orta dereceli bir okuldu, daha sonra yüksek okul seviyesine çıkarıldı. Öğretim süresi 2 yıldı. Savaş yıllarında dahi kapanmamıştı.
Bunların dışında değişik adlarda kurulmuş ve mesleki ve teknik öğretim kısmına dahil edilebilecek pek çok okul vardır. Belediye Çavuşanı Mektebi, Aşçı ve Garson Mektebi, Polis Okulları, Maliye Yüksek Okulu vs. gibi.

Alintidir..
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
20 Mart 2009       Mesaj #6
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
MÜSLÜMAN TÜRKLERİN KLASİK EĞİTİM SİSTEMİ


Orta Asya Türk toplumları arasında 500'lerden itibaren değişik yönlerden gelen dinî akımların yoğun bir propagandaya başladıkları görülüyor. Bu propagandalar bir ölçüde de etkili oluyor hemen her dinî inanç büyük-küçük temsilci grupları oluşturuyor. Orta Asya'da yayılmak isteyen bu dinî akımların en sonuncusu olan İslâmiyet, 8-10. yüzyıllar arasında Doğu Türkistan'a kadar yayılarak hem o topraklardaki pek çok çalkantıları önleyerek insanları huzura kavuşturmuş hem de İslâma tarih boyunca en dinamik unsurlarını teşkil eden yeni bir millet kazandırmıştır.
İslâm orduları ilk önce Hazar Denizi'nin batısını yurt tutmuş bulunan Hazar Türklerine yönelmiştir. Ancak Hazar Hanlığı, Hıristiyan Bizans ordularına karşı olduğu gibi, müslüman arap ordularına karşı da bağımsızlığını korumak için Yahudiliği kabul etmiştir. Yabancı devletlerin, dini, kendi yayılmalarının bir aracı olarak kullanmak istemelerine karşı, Orta Asya Türklerinin de Budizmi ve diğer dinleri seçtikleri görülüyordu.
Kafkaslarda bu şekilde başarılı olamayan İslâm orduları, daha sonra Hazar Denizinin doğusuna ve Orta Asya'ya yöneldiler.
İlkönce Çayardında (Mâveraü'n-nehir) sağlam bir köşe başı tutan İslâm, daha sonra bazen silâh zoruyla bazen gönüllü kazanarak Orta Asya içlerine doğru yayılmaya başladı. Bu yayılmaya karşı başlıca iki engel vardı: bunlardan biri, Emevilerin dinden ziyade Arap milliyetçiliğine dayalı politikaları, Orta Asya'dan daha fazla cizye ve köle istemeleri; diğeri de Orta Asya'ya Budizmin iyice yerleşmiş, yüksek bir kültür geliştirmiş olması idi. Öyle ki, Budist olan Gazne ve Kâbul hükümdarları, müslümanlara yılda 2.000 Oğuz köle teslim ederdi. Bu Oğuz köle grupları, daha sonra Mısır'da Tolonoğulları (868-896) ve İhşitoğulları (937-969) devletlerini kurmuşlardı.
Emevilerin Orta Asya toplumlarına muamelelerinini kötü olması hem dinin yayılmasını engellemiş hem de dini kabul eden gruplar arasında merkeze sürekli isyanlar çıkmasına, değişik tarikat ve mezheplerin doğmasına neden olmuştur.
Bu ara dönemde Taocu "hakîm"ler, Budist "toyun"lar ve müslüman "abdal"lar, oradaki insanların kültür geleneğine ve hayat şartlarıına göre değişik din yorumlamalarına gitmişlerdir. Ebu Müslim Horasanî ve İshak et-Türk, Orta Asya inançları ve İslâmı birbirine karıştıran "düalist" mezhepler ortaya koymuşlardır. Bu arada şiilik, alevilik, kalenderilik, abdâllık gibi birçok değişik yollar, İslâma yeni girmekte olan grupları kendine çekmiştir. İslâmın dinamizmi geçici bir süre Orta Doğu'dan Orta Asya'ya kaymış, Ebu Müslim Horasanî kuvvetlerinin baskısıyla halefilik Emevilerden Abbasilere geçmiştir.
Orta Asya Türk toplumları arasında genelde sünnî mezhepler yayıldı. İlkönce Şiilik şeklinde olan bu yayılma, Orta Asyalı Ebu Hanife'nin ortaya çıkması, ayrı bir kültür ve tabiatta doğan değişik problemleri tartışma "halka"larına getirerek değerlendirmesi ve "kıyas" yolunu açık tutmasıyla "Türklerin imamı" sayıldı ve Türklerin genelde bu inanç yorumunun içinde toplanmalarını sağladı.
İslâm, Orta Asya Türk toplumları içinde önce Oğuzlar arasında "gâzi"ler ve din hocaları (murabit) tarafından yayıldı. Özellikle 751'deki Talas Savaşından sonra, Çin'in yayılmacılığına karşı Türkleri birleştiren, onlara yüksek bir moral gücü sağlayan bir din olarak Türklerin ana dini İslâm oldu. Budizmin kültür merkezlerinden biri olan Kaşgar'da kurulan Hakanî Türk Devleti (Karahanlılar) (926-1220), Batı Türkistan'ın tamamı ile Doğu Türkistan'ın batı kısmının tamamen müslüman olmasını sağladı.
Müslümanlığın bu şekilde Orta Asya'ya yerleşmesinden sonra, ezici ve acımasız Kara-Hıtay ve Moğol saldırıları ile yüksek Uygur medeniyeti bile İslâm karşısında tutunamadı ve İslâmın manevi gücü karşısında yavaş yavaş müslüman oldular.
İslâmın Türk toplumları arasında yayılması bir yandan bazı grupları bir mescit etrafında toprağa yerleşmeye teşvik ederken, bir yandan da güçlü İran ve Bizans imparatorlukları dolayısıyla Batıya akınlarında hep Hazar Denizinin kuzeyini kullanan Türklere, Hazar'ın güneyi yolunu da açıyordu. Hazar'ın kuzeyinden gidip Karadeniz'in kuzeyindeki ve Doğu Avrupa'daki uçsuz bucaksız alanlarda eriyen Türk grupları yerine, güneyden gelen Türkler bir torba gibi ağzını açmış bekleyen Anadolu'ya doluyorlardı.
Orta Asya'da, İslâmdan önceki kültürlerin temelleri üzerine yeni bir Müslüman-Türk hayat felsefesi kuruldu. Çünkü, İslâmdan önce Orta Asya Türk toplumları arasında birkaç yüzyıllık bir gelişim tarihine sahip Mani ve Buda dinleri etrafında gelişen bir Türk kültürü vardı. Özellikle edebiyat ve sanat alanında olan bu gelişme, aslında halkı, İslâmı kabule hazır hale getirmişti. Öyle ki, Orta Asya Budizmi birçok yönlerden çabucak İslâma dönüşmüştür. Budist "toyın"larına çok benzer bir "sûfi" grubu ortaya çıkmış, Budist "vihara"ları müslüman "ribat"larına dönüşmüş, tapınaklardaki ince kuleler İslâm tapınaklarında minare olmuş, birçok süsleme unsurları Budizmden İslâma aynen geçmiş ve hattâ Uygur yazısı, Arapça harflerle yazılan "Kûfî" yazıyı geliştirmiştir.
Budizm, Maniheizm, Taoculuk ve başka dinlerle yoğrulmuş Orta Asya Türk kültüründen İslâm kültürüne geçişi gösteren birçok eser vardır. 9. Yüzyılda Sirderya kıyılarında gelişen Dede Korkut hikâyelerinin birçok yerinde İslâm ile eski inançların çarpıştığı görülür. Bilhassa Tepegöz hikâyesi, Budizmde de sık sık işlenen bir konu idi. Kaşgarlı Mahmud'un "Divân-ı Lûgati't-Türk"ünde ve Yusuf Has Hâcib'in "Kutadgu Bilig"inde Budist ve eski Türk dinine ait motifler sık sık geçmektedir. Uygur dinî-edebî metinlerinden ilham alan bu eserlerdeki kozmoloji de tamamen Türk-Budist tasavvurlara dayanmaktadır.
Bu geçiş döneminin ve kültür değişiminin en iyi örneklerinden bir başkası da, Türk sufilerinin mürşidi Ahmet Yesevî'dir. Arslan Baba'nın yetiştirdiği ve Türkleri İslâma çağıran bu büyük sufinin "hikmet"lerinin üslubu, başının tıraşlı olması Budizmi hatırlatmaktadır. Taoculuğun iksiri burada da var; davul ile sema âyinleri ve kam törenlerinini etkisi hâlâ devam etmekte gibidir. Ama bunlar sadece şekildir. Özde ise tam bir müslüman olan yeni bir Orta Asya Türk kültürü doğmaktadır.
Buhara, sünnî-Hanefi ulemânın merkezi olmaktadır. Orta Asya'nın çeşitli kentlerinde açılan medreseler, hiç beklenmedik yerlerde insanların karşısına çıkan ribatlar Orta Asya'da yeni yetişen gençlere ve henüz İslâmı bilmeyenlere İslâmı öğretmeye başlıyorlar. Artık yoğun bir örgün eğitim çalışmasına doğru sağlam adımlar atılmaktadır.
2.1.2. İslâma geçiş ve giriş dönemi eserleri

Türklerin, çok dinli Orta Asya kültür hayatından İslâma geçiş döneminde ortaya çıkmış üç eser üzerinde durulacaktır: Kutadgu Bilig, Atabetü'l-Hakâyık ve Dîvân-ı Lûgati't-Türk. Bu arada, daha sonra yazıya geçirilmiş olmakla beraber, 9. Yüzyılda oluşmuş olan Dede Korkut Kitabı üzerinde de durulacaktır. 2.1.2.1. Kutadgu Bilig

Kutadgu Bilig, 1069-1070 yıllarında Balasagunlu Yûsuf Hâs Hâcib tarafından, aşağı yukarı 18 ayda yazılmış ve Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Karahan'a sunulmuştur. Eser, hükümdar tarafından çok beğenildiği için, yazarına sarayda "hâciblik" görevi verilmiştir. Eser, Uygur harfleriyle, Türkçe ve şiir halinde yazılmıştır. Eserde Budizm inançlarıyla yoğrulmuş bir Türk kültürünün, Orta Asya Türk ahlâk ve geleneklerinini genel özelliklerinin ve Türklerin yeni girmeye başladıkları İslâm kültür ve inanç sisteminin etkisi vardır.
Kutadgu Bilig'de adaleti, aklı, devleti ve kanaati temsil eden (sırasıyla Kün-Togdı, Ay-Toldı, Öğüdülmüş ve Oğdurmuş) kişiler arasında konuşmalar olmakta; Vezir Ay_toldı, daha sonra da oğlu Öğüdülmüş, hükümdara yönetim konusunda öğütler vermektedir. Bu, tarihimizde daha snra da bazı örneklerine rastlayacağımız bir "siyasetnâme" örneğidir.
Burada, Kutadgu Bilig'de eğitim-öğretim, akıl ve bilgi, dil ve konuşma konularının nasıl ele alındığı konusunda kısa bir tahlil yapılmaya çalışılacaktır.
Eserde, eğitimin kalıtsal temellerine tam olarak inanılmaktadır. Yere ekilen tohumun kendi aslına uygun olarak bittiği gibi, oğulun tabiatı da babasına çeker.
Doğuştan iyi olandan dâima iyilik gelir, doğuştan kötü olanın ıslâhına ise çare yoktur. Anne karnında teşekkül eden tabiat ve terbiye, insanı ancak kara toprak altında terk eder, Akıl çalışmakla elde edilmez; Tanrı onu insanın hamuruna atar. Bilgi için insanda bulunması gereken sermaye akıl ve gönüldür ki onu, Tanrı ihsan eder. Her şeyi sonradan elde edebilen insan, aklı elde edemez; akıl, Tanrının bir lütfu olarak insanla beraber doğar.
Ancak buna rağmen insan doğuştan âlim olarak doğmaz, sonradan öğrenir. Bunu açık şekilde dilde görmekteyiz: Dil, doğuştan konuşmaz, zamanla konuşmaya başlar. Akıl, doğuştan getirilmekle beraber küçük çocuk onu hemen kullanmaya başlayamaz, "yaşı gelmedikçe kalem yürümez". İnsan bilgisiz olarak doğar ve yaşadıkça öğrenir; hem de bütün faziletleri ve hareketleri...
Çocukların iyi veya kötü olmalarına anne-babaları neden olur; çocuğun terbiyesinden özellikle baba sorumludur. Çocuğu çok sıkı terbiye etmelidir, ancak bunun da usulleri vardır: eğitime erken başlamalı, bilgiyi küçükken öğrenmelidir; küçük yaşta öğretilen bilgi hayat boyu unutulmaz. Bu arada çocuklar başı boş bırakılmamalı, naz içinde yetiştirilmemeli, gerekirse dayak atılmalıdır.
İki tür insan vardır: öğreten ve öğrenen; bunların dışındakiler hayvandır. Metod olarak da Sokratvari bir soru-cevap yöntemi önerilmekte ve eserde de en iyi örneklerinden biri verilmektedir. Sormak erkektir, cevap vermek dişi; dişi, ancak erkek sayesinde doğurur, iyi fikirler de ancak iyi sorulara cevap olarak çıkar. Kutadgu Bilig'te bilginin işe yarar olması çok önemlidir, bilgi insanı işe yarar kılmalı, işleri yoluna koymalı, doğru yolda yürütmelidir. Çünkü insanı hayvandan ayıran aklı, bilgisi ve bunları kullanabilmesidir.
Tanrı, insanı seçerek yaratmıştır; erdem, akıl, bilgi ve anlayış vermiştir. İnsanın değeri, bilgiden ve akıldan gelir; "anlayışlı olan anlar, bilgili olan bilir." Bilgisizlik körlüktür, hastalıktır; bunun tedavisi de şüphesiz eğitim yolu ile bilgi kazanmadır. "Bütün iyilikler bilginin faydasıdır; bilgi ile göğe dahi yol bulunur". Anlayışla elde tutulan dünya, bilgi ile idare edilir, İnsan her şeye bilgi ile nüfuz eder. "İnsan bilgi ile büyür, akıl ile yükselir". Bilgi, aklın sarayıdır ve akla hürmet bilgiden gelir. Akıl, insan için kâfi bir eştir. Eğer insan öfkelenir, hiddetlenirse; akılsızca, bilgisizce hareket eder, Bu nedenle yavaş, yumuşak hareket etmelidir. Esasen akıl gençtir ama hareketi ihtiyardır. Akıl, hem dilin hem de insan hareketlerinin kösteğidir.
Kutadgu Bilig'de eğitim açısından en yoğun işlenen konulardan bir başkası da dil ve sözdür. Bilerek söylenilen söz, bilgidir, Bilgi, dil ile meydana çıkar ve çevreyi aydınlatır, İnsanın dilini ayarlayan bilgi onun anlayış ve bilgisine tercüman olan da dildir. Söz, akıl ile söylenmeli, bilgi ile süslenmelidir. Alimlerin sözleri bilgisizler için gözdür. İnsanlar doğarlar, yaşarlar ve ölürler; ondan geriye miras olarak söz kalır. Dil ve söz bir insan için çok değerlidir.
"Aklın süsü dil, dilin süsü söz;
İnsanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür" (Türkçe Atasözü)
Dilin faydası çok olduğu gibi, zararı da çoktur. İnsan söz ile yükselmekte, ancak gene sözle düşmektedir. Dil, insanı değerlendirir de, değerden de düşürür. Yusuf Has Hacib, "söylemediğin söz, sana kuldur; eğer söylersen sen ona kul olursun", demektedir. Sözün yeri sırdır; söz ondu, fakat biri söylenmeli, dokuzu söylenmemelidir. Bilgili diline hakim olmalı, bilgisiz ise hiç konuşmamalıdır, Çünkü dil her gün başı tehdit etmektedir, Gereksiz söz yanan ateş gibidir, çevresine hayat verir.
Yazı, sözün zaptedicisidir, o zamanki toplumlarda gerek dinlerin bozulmadan yayılmasında gerek devlet yönetiminde yazıya büyük bir kutsiyet atfedilmektedir. Ülkeler kılıç ile fethedilir ve elde tutulur, ama ülkeyi ve halkı kılıç idare etmez, kalem idare eder.
Burada incelenen birkaç konuda da görüldüğü gibi, Kutadgu Bilig döneminde Orta Asya Türk toplumları eğitim-öğretim açsından gayet yüksek bir düzeye çıkmışlar; işledikleri konuları gayet felsefî ve erdemli bir tarzda işleyebiliyorlardı.
2.1.2.2. Atabetü'l-Hakayık

Kutadgu Bilig'e göre çok daha kısa, basit ve hattâ bir dereceye kadar kaba, cansız bir başka Türk eseri, Edip Ahmed'in Atabetü'l-Hakayık adlı eseridir. Kimliği hakkında fazla bilgi bulunamayan Edip Ahmed'in Yüknek'li Mahmud'un oğlu olduğu, ama olduğu ve manzum olarak Türkçe vaaz ve öğütler verdiği bilinmektedir. Eser, Kutadgu Bilig'den çok daha İslâmidir; önce Allaha, Peygambere ve dört halifeye övgü ile başlaması, onun İslâm geleneğine daha çok girdiğini gösterir. "Gerçeklerin Eşiği" anlamındaki bu eser gene tarihi kişiliği fazla bilinmeyen Muhammed Dad İspehsalar Bey'e takdim edilmiştir. Fazla orijinalitesi olmayan, o devirdeki inanç ve kültür ortamına uygun bilgileri manzum olarak söyleyen, bunları âyet ve hadislerle destekleyen bir kitaptır. Ancak eserin daha sonra çeşitli yerlerde ve çeşitli zamanlarda çoğaltılması ve düzenlenmesi, eğitim alanında önemli bir ihtiyacı karşıladığını göstermektedir.
Atabetü'l-Hakayık, halka verilen öğütlerdir. Ancak buna rağmen içindeki Arapca ve Farsça kelimelerin bir hayli arttığı görülmektedir. Cömertliği, tevazuyu, keremi övmesi; kibir ve harisliği yermesi o zamanki kültür ortamında bir gelenek olmuştu. Bu eser, eğitim tarihimiz bakımından şu noktalarda ilginçtir. Emir övülürken
"O akıl, anlayış, şu'ur ve zekâ mekanı, bilgi ocağı ve fazilet kaynağıdır"
denmesi, o zaman beğenilen, takdir edilen ideal bir şahsiyet tipinden neler anlaşılması gerektiğini çok iyi göstermektedir. Aynı Kutadgu Bilig'de olduğu gibi, burada da bilgi ve dil konuları üzerinde en başta ve hassasiyetle durulmaktadır. Edip Ahmed'e göre de bilginin faydası veya bilgisizliğin zararı açıkça görülmektedir. Bilgi, mutluluk yoludur. Kemik için ilik ne ise, insan için de bilgi odur. Bilgisiz insan hiç bir şeydir, bir ölüdür. Bilgisize doğru söz ve öğüt tatsız, faydasız gelir. Yaradan Tanrı ancak bilgili olmakla bilinir; insanın kendisi de bilgi ile yükselir. Bilginin temeli olan akıl, insanın gerçek ziynetidir.
Atabetü'l-Hakayık'ta üzerinde durulan bir başka konu da, insanın diline sahip olmasıdır. Edeblerin başı, dili gözetmektir. Düşünerek konuşmalıdır, yoksa dil ve söz insanın başına bela olur. İnsana ne gelirse dili yüzünden gelir. Zaten Hz. Muhammed de "İnsanı ateşe atan dilidir" diyordu. Edip Ahmed de ok yarasının bir gün kapanabileceğini ama dil yarasının kapanamayacağına işaret ediyordu. O halde yalan söylememek, gevezelik etmemek ve doğru söylemek gerekir; çünkü doğru söz şifadır. İnsanın diline hakim olması, doğru ve güzel söz söyleyebilmesi için de, sadece maddî hayatı sürdürebilmek için gerekli bazı bilgilerin değil, son derece soyut bilgilerin de yaygın eğitim vasıtasıyla verilmesi gerekiyordu. Ancak manevî kültür gililerinin bu kadar çoğalması yaygın eğitimin gücünü zorluyor; örgün eğitimi zorunlu kılıyordu.
2.1.2.3. Dîvanü Lûgati't-Türk

Orta Asya Türk toplumları arasında aşağı yukarı 5. yüzyıldan itibaren yoğun bir din propagandası ve çatışması başlamış; üstünlük kazanan dinler kendi kültürlerini de yaymaya başlamışlardı. Orta Asyadaki din çatışmaları aşağı yukarı l0. yüzyılda belirgin bir sonuca ulaşmış ve Karahanlı Devleti dolayısıyla da oldukça istikrarlı bir toplum ve devlet içinde Türklerin esas dini haline gelmeye başlamıştır. Türkistan'daki halkların büyük bir çoğunluğu Müslüman olunca din çatışmasının yerini dil ve kültür çatışması almıştır. Gerçi bu çatışma Arap ordularının Orta Asya topraklarına girmesiyle başlamış, Kuteybe İbn Müslim 712-716 arasında Harezm bilim ve edebiyatına ait bütün eserleri ve bu yazıyı yazmayı bilenleri yok etmişti, ama gene de Türkçe, daha 5. yüzyıldan itibaren birçok yönlerden işlenmiş bir dil idi. Daha sonra ise Soğdakça, Farsça ve Arapçaya karşı güçlü bir şekilde direniyor; kaybolmuyor. Hatta Karahanlılar döneminde Soğdak dili tamamen yok ediliyor, Farsça alabildiğine etki altına alınıyor. Ama Arapça'nın hem ayrı bir dil yapısında olması, hem de Kuran-ı Kerim'in, Peygamberin bile değil, doğrudan Allahın sözü olması, Müslümanlarda Arapça diline ve yazısına karşı, diğer dinlerde olduğundan daha fazla bir bağlılık ve dokunulmazlık yaratıyor.
Ancak şu da var ki, Türkler 6. yüzyıldan itibaren Arapların arasına sızmaya başlıyordu. 9. yüzyılda Türk askerlerinin Arap ülkelerindeki namları o kadar yayılıyor ki, Halife Türklerden meydana gelen bir ordu kuruyor. 10. yüzyıl başlarında Türkler halife veya daha doğrusu İslâm ordularının komutanlığını ele alıyorlar. 11. yüzyıldan itibaren de İran, Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Anadolu'da yüzyıllarca sürecek Türk hakimiyeti başlıyor.
Kâşgarlı Mahmud'un Divanü Lûgati't-Türk adlı eseri, işe böyle bir gelişme ve patlamanın eseridir.
Kendisine "Kâşgarlı" diyen Mahmût, aslen Isıkgöl civarındaki Barsganlıdır. Kendisi Türklerin "en uz dillisi, en açık anlatanı akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi kargı kullananı" idi. Buhara'da, Nişabur'da ve Bağdad'da öğrenim gördüğü tahmin ediliyor. Eserini Kaşgar'da mı, yoksa Bağdad veya Şam'da mı yazdığı şüphelidir; ancak eser 1072-1074 yıllarında yazılmış ve Bağdad'ta Abbasi Halifesi Ebu'l-Kasım Abdullah'a takdim edilmiştir.
Bu eser, birkaç yönden önemlidir: Önce yüce bir amaç uğrunda güçlü bir direnişi simgeliyorsa da, genel gelişime bakıldığında, Kutadgu Bilig'in Türkçe adlı, Türkçe bir kitap olduğu; Atabetü'l-Hakayık'ın Arapça adlı, Türkçe bir kitap olduğu, Divan-ı Lûgati't-Türk'ün ise Arapça adlı Arap harfleriyle yazılmış bir kitap olduğu görülür. Bu, Türk kültüründeki o zamanki değişimin kalın ana hattını vermektedir.
Ancak buna rağmen Kâşgarlı Mahmud'un Dîvan'ı Türkler ve Türkçe için birçok yönlerden çok önemli ve diğer eserlerden çok çok değerlidir.
Divan, Türkçe'nin en eski ve birleştirici kaynağıdır. Artık o çağlarda çeşitli Türk toplulukları kendi boy adlarının peşine düşmeyi bırakmışlar; boylar üstü genel bir Türk topluluğu, kültürü ve bilinci oluşmaya başlamıştı. Kaşgarlı Mahmud da "bütün" Türk illerini, obalarını ve bozkırlarını dolaşarak Türk diline ve kültürüne ait verileri toplamış; hadis araştırmaları dolayısıyla Arabistan'da bir hayli ilerlemiş olan kültür temelli sözlük bilim geleneğine uygun olarak bunları bir Divan içinde işlemişti.
Orta Asya Türk dil ve kültür hayatının en güçlü ve güvenilir kaynağı olan bu eser, Orta Asya Türk kültüründeki gelişmeyi, kültürel hayatın hemen bütün yönlerini dikkatli bir gözlem ve derin bir bilgi sonucu olarak ortaya koyuyordu. Yabancı dil ve kültürlere karşı Türk dil ve kültürünü savunurken, Türkçenin bir millet, devlet ve kültür dili olarak ne kadar yetkin düzeyde olduğunu da ispat ediyordu.
Kendisi köklü bir filolog, etnolog, folklorcu ve sözlükçü olan Kâşgarlı Mahmut, diğerlerinin yaptığı gibi daha önce yazılan kaynaklardan derlemeler yapmada; Türk halkının o zamanki sözlü kültür eserlerine dayandı. Güçlü bir din, kültür ve edebiyat dili olan Arapçaya karşı yazılımış olan bu eser, kendisinden 426 yıl sonra yazılmış olan Ali Şîr Nevaî'nin Muhakemetü'l-Lûgateyn'inin Türkçe ile Farsça'yı karşılaştırdığı gibi, Arapça ve Türkçe yi de karşılatırmaktadır.
Kâşgarlı Mahmut, sahih olmayan hadisler de kullanarak Türk adının Tanrı tarafından verildiği, onların güçlü kılındığı ve uzun sürecek bir egemenlikleri olduğunu; bu nedenle Türk dilini öğrenmenin bir din borcu, manevî bir kültür borcu olduğu ve aynı zamanda akıllı olmanın da bunu gerektirdiğini söyleyerek Araplara Türkçe öğretmeyi amaçlamaktadır. Bizim eğitim tarihimiz açısından meselenin esas can alıcı noktası buradadır. Divanü Lûgati't-Türk, Türkçede yazılmış ilk kitaplardan biridir., Divan, bilinmeyen kelimelere bakılmak için yazılmış bir sözlük değil, bir öğretim sözlüğüdür. Bu sözlükte, dil öğretmek için izlediği belli başlı metodlar da şunlar olmuştur:
Kaşgarlı, Türk dilinin öğretiminde kullanılacak temel araçları hazırlamıştır: Önce -bugün elimize geçmeyen "Kitâbü Cevahirü'n-Nahv" adlı sentaks temelli bir Türkçe gramer yazmıştı; daha sonra kelimeleri bir araya getirip Divan'ı düzenlemiş; pek çok örneğin yanı sıra fonetik ve morfoloji konularını da bu eser içinde işlemişti.
Kelimeleri ve kuralları açıklarken günlük Türkçe'de kullanılan en güzel cümle, deyim, atasözü ve manzum parçaları örnek olarak vermiştir. Bu örnekler, bugün bile Türk kültürünün en değerli parçaları sayılmaktadır.
Eserin didaktik ve kullanışlı olmasını sağlamak amacıyla Türkçede artık kullanılmayan ve az kullanılan kelime ve deyimler ayıklanmış, çok canlı ve pratik bir "sözlükten öğretme" kitabı yazmıştır.
Kelimelerin Arapça gramer kurallarına göre kümelendirilmesi, okuyuculara Arapça yardımıyla daha kolay öğretmeyi amaçlamaktan dolayı olabilir. Çünkü günümüzde de yabancı dil kitaplarında, öğreneceklerin ana dillerine göre bazı farklılıklar yapılabiliyor.
Kurallar ve örnekler arasındaki dengeyi çok iyi kurmuş ve genelde örneklerden kurala giderek, öğretimde daha kolay olanın yolunu tutmuştur.
Kâşgarlı Mahmud, dünya dilbilimcilerinin Türkçe için 20. yüzyıl başlarında fark etmeye başladıkları ve bugün iyice sistemleştirdikleri dil yapısını 900 yıl önceden keşf edip belgelemiş bir dil dâhisi; yürekli, bilgili bir Türkçe öğretmeni olmuştur.
Türkçeyi Araplara ve başka milletlerden olanlara öğretme için Kaşgarlının Divan'ından başka eserler de yazılmıştır. Meselâ, bunlar arasından üç tanesini saymak yeterli olacaktır kanaatindeyim.
1) 13. Yüzyılın sonları ile 14. yüzyılın başlarında yazıldığı tahmin edilen "İbnü-Mühennâ Lûgatı", Cemalüddin İbnü Mühenna adlı bir arap filolog tarafından yazılmıştır. Eser Kaşgarlı Mahmut tekniği ile yazılmış ve genelde Doğu Uygur ve Kaşgar Türkçesinin lûgatıdır.
2) 712 hicride Kahire'de Ebu Hayyan tarafından yazılan "El İdrak li lisani'1-Etrak" adlı eser de sözlük esası üzerinden Araplara Türkçe öğretmek isteyen bir eserdir.
3) Mısır ve Suriye'deki Türk kölemen devletleri zamanında Araplar arasında güçlü bir Türkçe öğrenme ve konuşma cereyanı başlamış, Arapça ve Farsçadan birçok kitaplar Türkçeye çevrilmişti. Bu dönem Türkçesi Kıpçakça idi. Osmanlıların Mısır ve Suriye'de egemenliğin den sonra buralarda Batı Türkçesi görülmeye başlanmıştır. Hicri 1000 yıllar civarında Mısır'da bir kadı'nın oğluna Türkçe öğretmek için "Eş-Şüzurü'z-Zehebiyye Ve'l-Kıtai'l-Ahmediye Fi'l-Lûgati't-Türkiyye" adlı bir Türkçe öğretme kitabı yazılmıştır.


2.1.2.4. Dede Korkut Kitabı

Dede Korkut destanı veya hikâyeleri Orta Asya'da şekillenmeye başlamış; Türklerin Müslüman olmalarından ve Anadolu'ya gelmelerinden sonra din ve çevre motiflerine göre bazı değişikliklere uğramıştır. Dede Korkut'un hikâyeleri, parça parça ve değişik versiyonlarda Anadolu'nun çeşitli yerlerinde yaşamaktadır. Bugün Türkiye'de en yaygın olarak bilinen ve en geniş Dede Korkut hikâyeleri, 15-16, yüzyıllarda meçhul biri tarafından kağıda geçirilmiştir. "Kitab-ı Dede Korkut" adlı bu eser, Azerbaycan ve doğu Anadolu'daki Oğuz Türklerinin arasında yaşayan Dede Korkut hikâyelerini kaydetmiştir. Dede Korkut Simgesi, hikâyelerin değişmeyen motifidir. Oğuz boylarının başı derde girdiğinde veya sevinçli bir durumu olduğunda "Oğuz bilicisi" Dede Korkut'a danışır; o ne derse o yapılırdı. Çocuklara ad konulacağı zaman Dede Korkut çağrılırdı.
Eğitim bilimi ve eğitim tarihimiz açısından bu hikâyeleri incelediğimizde, şu karakteristikleri tespit etmek mümkündür:
İnsanların ve canlıların doğuştan getirdikleri, onların daha sonra ne olacaklarını belirler. Belli bir şekilde kalıplanmış olan kişileri de daha sonra değiştirmek çok zordur.
"Kara eşek başına gem vursan katır olmaz,
Hizmetçiye elbise giydirsen hanım olmaz. "
Bu nedenle eğitime ve insanları şekillendirmeye küçük yaşta, aile içinde başlamalıdır. Dede Korkut hikâyelerinde, örgün eğitimin henüz olmadığı dönemlerde Türk gençlerinin boy gelenekleri içinde ve büyükleri taklit yoluyla nasıl şekillendiğinin mükemmel örnekleri verilmektedir.
"Kız anadan görmeyince öğüt almaz,
Oğul babadan görmeyince sofra çekmez.
Oğul; babanın yerine yetişemedin. "
Oğlan doğduğunda kurban kesilir. Deli Dumrulun babası ona "Doğduğunda dokuz erkek deve kestiğim aslan oğul" diye hitap etmektedir. Aynı geleneğin Dirse Han oğlu Boğaç'ın doğumundan önce de uygulandığını görüyoruz.
Oğlanın dadılara verilerek baktırıldığı gene Boğaç hikâyesinde yer alan bir motiftir.
"Her kemikli gelişir, kaburgalı büyür". Çocuklar oyun oyun oynayarak büyürler. Oğuz töresinde çocuklar belli bir şekilde yetenlerini gösterinceye kadar ona ad konulmaz. Herhangi bir vesile ile oğlan bir yetenek, bir yiğitlik gösterdiğinde de Dede Korkut gelerek çocuğa bir isim kor. Bu isim koyma olay ve törenlerine Dede Korkut Kitabı'nın çeşitli yerlerinde rastlamaktayız.
Dirse Han'ın oğlu 15 yaşına geldiği halde bir adı yoktu. Bayındır Han'ın da "sert taşa boynuz vursa un gibi öğüten, erkek develerle güreşen" bir boğası vardı. Altı kişinin sağından ve solundan zincirlerle zaptedebildiği boğayı bir gün, çocukların aşık oynadığı bir meydana bırakırlar. Bütün çocuklar kaçar, Dirse Han'ın oğlancağı kaçmaz. Yumruğunu boğanın alnına dayar, bir ileri bir geri defalarca gider gelirler ve her ikisi de alabildiğine yorulurlar. Bunun üzerine oğlan boğanın alnından yumruğunu çeker; boğa o hızla gider düşer ve oğlan bıçakla boğayı keser.
"Oğuz beyleri gelip oğlanın başına toplandılar, "aferin" dediler. Dedem Korkut gelsin, bu oğlana ad koysun, beraberine alıp babasına varsın, babasından oğlana beylik istesin, taht alı versin dediler.
Çağırdılar, Dedem Korkut gelir oldu. 0ğlanı alıp babasına vardı. Dede Korkut oğlanın babasına söylemiş, görelim hânım ne söylemiş. Der:
Hey Dirse Han beylik ver bu oğlana, Taht ver, edemlidir.
Boynu uzun büyük cins at ver bu oğlana, Biner olsun, hünerlidir.
Ağıllardan on bin koyun ver bu oğlana, Etlik olsun, hünerlidir.
Develerden kızıl deve ver bu oğlana, Yük taşıyıcı olsun, hünerlidir.
Altın başlı otağ ver bu oğlana, Gölge olsun, erdemlidir.
Omuzu kuşlu cübbe elbise ver bu oğlana, Giyer olsun, hünerlidir.
Bayındır Hanın ak meydanında bu oğlan cenk etmiştir, bir boğa öldürmüştür senin oğlun. Adı "Boğaç" olsun; adını ben verdim, yaşını Allah versin" dedi. Dirse Han oğlana beylik verdi, taht verdi."
Bay püre hikâyesinde de gene bir ad koyma sahnesine rastlıyoruz.
"Bay Pürenin oğlu beş yaşına girdi, beş yaşından on yaşına girdi, on yaşından on beş yaşına girdi. Dönüp baksa çalımlı, kartal hünerli bir güzel, iyi yiğit oldu.
O zamanda bir oğlan baş kesmese kan dökmese ad koymazlardı."
Bir gün Pay Pürenin oğlu ava çıkar ve bir ara babasının tavlasında tavlacı başı tarafından misafir edilir. O sırada kara Derbent ağzında konmuş olan bezirganları Evnük kalesi kâfirleri basar, yağmalarlar. Bu baskından kurtulan bir bezirgan, Oğuz hududunda bulduğu, Oğuzun bu güzel yiğidinden yardım ister. O zaman şarap içen oğlan, altın kadehi yere çalar, giyinir, koç atına biner ve yiğitleriyle beraber, yağmaladıkları akçeleri bölüşen kâfirlere baskın yapar. Baş kaldıran kâfirleri öldürür, gâzâ eyler, bezirganların malını kurtarır. Meğer bunlar kâfir ülkesinden Oğuzeline mal getiriyorlardı ve Pay Fürenin "Bamsı" lakaplı oğluna da üç hediye getiriyorlardı. Hediyeleri Hana sunmak isterken, onun yanında kendilerini kurtaran yiğidi görüp ona hürmek etmişler, babasına da durumu açıklayınca
"Bay Püre Bey der: Bre, benim oğlum baş mı kesti, kan mı döktü?
Evet baş kesti, kan döktü, adam devirdi dediler.
Bre, bu oğlana ad koyacak kadar var mıdır dedi.
Evet sultanım fazladır, dediler.

Pay Püre Bey kudretli Oğuz beylerini çağırdı misafir etti. Dedem Korkut geldi, oğlana ad koydu. Der: "Ünümü anla, sözümü dinle Pay Püre Bey
Allah Taala sana bir oğul vermiş, tutu versin
Ak sancak kaldırınca Müslümanlar arkası olsun
Karşı yaan kara karlı dağlardan aşar olsa
Allah Taala senin oğluna aşıt versin
Kanlı kanlı sulardan geçer olsa geçit versin
Kalabalık kâfire girince, Allah Taala senin oğluna fırsat versin
Sen, oğlunu "Bamsam" diye okşarsın
Bunun adı boz aygırlı "Bamsı Beyrek" olsun
Adını ben verdim yaşını, Allah versin"
dedi. Kudretli Oğuz beyleri el kaldırdılar, dua kıldılar, bu ad bu yiğide kutlu olsun dediler."
Ad koymanın veya almanın, Oğuz geleneklerinde nasıl önemli bir yeri olduğunu, Kazan Bey Oğlu Uruz hikâyesinde de görmekteyiz, Bu hikâyenin başlarında Kazan Bey oğluna şöyle hitap etmektedir:
"Beri gel tayım oğul
Sağıma doğru baktığımda kardeşim Kara Göneyi gördüm.
Baş kesmiştir, kan dökmüştür, ganimet almıştır.
Soluma doğru baktığımda dayım Aruzu gördüm
Baş kesmitir, kan dökmüştür, ganimet almıştır.
Karşıma doğru baktığımda seni gördüm.
On altı yaşına geldin
Bir gün ola düşeyim öleyim sen kalasın
Yay çekmedin, ok atmadın, baş kesmedin, kan dökmedin.
Kanlı Oğuz içinde ganimet almadın."
Kazan Bey, eğer kan döküp baş kesip ad almazsa, kendisinin ölümünden sonra da tacı tahtı oğlana vermeyeceği söylemektedir.
Ad koymanın Oğuz toplumlarında âdeta oğlanın yetişkin olmasının, topluma katılmasının, kabul edilmesinin bir simgesi olduğunu görüyoruz. Çocuğun gerçek adi konuluncaya kadar ailesi onu belli bir isimle çağırmaktadır, ama bu geçici bir isimdir. Gerçek isim, çocuk kendini ispatladıktan sonra büyük törenlerle verilmektedir.
Oğlanları babalar yetiştiriyordu, onlara hüner öğretiyorlardı. Genelde eli kılıç tutacak, ok atacak yaşa geldiklerinde kâfir hudut boylarına götürüyorlar, kılıç çalıp baş kesmeyi öğretiyorlar; yedi günlük azık ile ava çıkarıyorlar, av yerlerini, ok attıkları yerleri gösteriyorlardı. Burada gene Kazan Bey oğlu Uruz hikâyesine dönersek; Kazan, düşmanları oğluna göstererek "Azgın dinli düşman kâfirdir oğul" demektedir. Hikâye şöyle devam ediyor,
"Oğlan der: "Düşman diye neye derler?
Kazan der: Oğul onun için düşman derler ki biz onlara yetişsek öldürürüz, onlar bize yetişse öldürür dedi.
Uruz der: Baba içinde bey yiğitleri öldürseler kan sorarlar mı, davalarlar mı?
Kazan der: Oğul bin kâfir ödürsen kimse senden kan davalaşmaz, amma azgın dinli kâfirdir, güzel yerde rast geldi, fakat bana sen kötü yerde ayak bağı oldun, oğul dedi."
Bundan sonra oğlan kâfir ile karşılaşmaya hazır olduğunu söylemekte, ancak babası gene de oğlunu sakınmakta
"Kılıç çalıp baş kestiğimi gör de öğren
Kara başına düşünce lazım olur"
demektedir. Oğlan savaşa hazır olduğunu yinelemesine rağmen Kazan Han hâlâ

"Göğsü güzel koca dağlar başına çık
Benim savaştığımı, benim döğüştügümü
Benim çekiştiğimi, benim kılıçlaştığımı gör de öğren ve hem bizim için pusuya yat oğul"
diye âdeta emretmektedir. "O zamanda oğul baba sözünü iki eylemezdi, iki eylese o oğlanı kabul eylemezlerdi." O günkü savaşta Uruz, babasının ve diğer yiğitlerin düşmanla nasıl savaştıklarını seyreder, "baka baka aşka gelir", savaşa katılır; ancak Uruz'un atı oklanır, çevresindeki kırk yiğidi şehid ve Uruz da esir edilir. Böylece baba nasihatının ne kadar anlamlı ve değerli olduğu anlaşılır.
Çocukların yetişmesinde esas olan yetenek ve hüner kazanmaktır. Oğlanlardan beklenen yetenekler ata binmek, dağ aşıp kan terletinceye kadar koşturmak, kara çelik öz kılıçla baı kesmek, demir giysiler giyip bunlarla savaşabilmek, mızrak kullanmak, ok atmaktır. Yiğitlerin okluğunda 90 ok bulunurdu ve bunları mahir olarak atmaları istenirdi.
Oğuz Beyleri hanın sohbetindeki yerlerini kılıçları ve emeği ile alıyorlardı; baş kesmeleri, kan dökmeleri, aç doyurmaları, çıplak giydirmeleri ile kazanıyorlardı. Baş kesip kan dökmek en çok aranan hünerlerdendi. Bu nedenle Oğuz delikanlıları çevredeki kâfir ülkelerini yağmalar, ganimet almaya çalışırlardı. İyilik, cesaret, alplik, deli yiğitlik gençlerin kazanmayı amaçladıkları hünerler idi.
Kan Turalı, babasını kız istemeye gönderip babası döndüğünde kızı almak için hüner istediklerini bildirir. Kan Turalı "kanlı kâfir eline akın edeyim, baş keseyim, kan dökeyim, kâfire kan kusturayım, kul hizmetçi getireyim" dediğinde, babası "Hay canım oğul hüner dediğin o değil" diyerek üç canavarın başını kesmesi gerektiğini belirtmekte; Kan Turalı da kızı alabilmek için bir boğayı, bir aslanı ve deveyi yenmektedir.
Oğuz beyleri ve beylerin çocukları yanlarında kırk yiğit ie dolaşırlar, otururlar, ava ve savaşa giderlerdi. Bunlar, eğitimde her zaman oluşuveren gençlik gruplarını (veya çeteleri) oluşturuyorlardı. Bunların toplum geleneklerine, toplumun yaşlılarına ve kadınlarına çok saygılı ve Oğuz beylerinin kontrolünde çalışan gruplar olduğu görülmektedir. Bu gruplar ak çadırlarını Oğuz elinin çeşitli yerlerine kurmakta nişan talimi yapmakta, sohbetler edip şiirler okumaktadırlar. Genelde kâfirin hudut boylarında dolaşan yiğitler grubu havaya gürz atıp yere düşmeden tutmaktadır.
Oğlanların ilk avında attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç kestirip oğuz beylerine ziyafet verilirdi.
Oğuz Hanı, savaşlarda başarı gösteren koç yiğitlere ülke verirdi, şalvar, cübbe, cuha verirdi. Herhangi bir yer işgal edildiğinde önce orada câmi kurulur, dua edilir, "kuşun alaca kanı, kumaşın arısı, kızın güzeli, dokuz katlı işlenmiş süslü elbise; cübbe" Oğuz Hanı için ayrılır, geri kalanlar gâzilere bağışlanırdı. Yetişmiş insanlarda ve genelde gazi tipinde gördüğümüz bu gelenek Osmanlı gazilerinde de aynen devam etmiştir.
Dede Korkut hikâyelerinde erkeklerin övünmeleri genelde psikolojik bir motivasyon, bir şevklendirme aracı olarak görülür. Oğuz beyleri ve gençleri kendilerine güvenen, çeşitli hüner ve güçleriyle övünen ve övünç duydukları şeyleri gerçekleştiren, ruhsal sağlığı son derece yerinde insanlardır. Savaş ve av öncesinde kimi atını övmekte, kimi kılıç kullanmasını, kimi ok atmasını. Ancak gerçeğe uymayan abartmalı övmeler de hoş karşılanmazdı.
Dede Korkut hikâyelerinde gerek Oğuz kadınlarının gerek kâfir kadınlarının oldukça yüksek bir yerleri vardır. Bayındır Hanın beylerinden Begil kendi hatununun akıllı, iyi sözünü dinlemektedir. Kadınlardan da bazı yetenek ve hünerler istenmektedir. Oğlan evleneceği kızın özelliklerini sayarken "ben yerimden kalmadan o kalkmış olmalı, ben kara koç atıma binmeden o binmiş olmalı, ben kanlı kâfir eline varmadan o varmış bana baş getirmiş olmalı" demektedir, Buna karşılık Trabzon Tekfurunun kızı da "sağına soluna iki çift yay çeken, attığı ok yere düşmeyen" bir kız olarak tasvir edilir.
Dede Korkut hikâyeleri, Türkler'in müslümanlığa geçiş dönemlerinde Oğuz beylerinin ve çocuklarının yiğitlik ve Müslümanlık özelliklerini kaynaştırarak nasıl bir gâzi tipinde yetiştiklerini, Orta Asya geleneklerinin başka toprak parçalarında, başka topluluklar arasında nasıl sürdürülmeke olduğunu ve bu arada İslamiyetin Türk milletine getirdiği dinamizmi de gösteren en güzel örneklerdir. Bu bakımdan eğitim tarihimizin ana kaynak eserlerindendir.



kaynak
Quo vadis?
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
22 Mart 2010       Mesaj #7
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Hadis ilminin ögretildigi medreselere verilen isim. İlk darü'l-hadis medresesi, Selçuklu Atabegi Nureddin tarafindan Sam'da açilmistir. Böylelikle hadis ögrenimi camilerden medreselere geçmeye basladi. Sonradan darü'l-hadis medreselerinde Kur'an-i Kerim'e ait ilimler de okutulmaga baslandigindan, bu medreselere Darü'l-Kur'ân ve'l-hadis ismi verilmistir.
Anadolu'da ilk darü'l-hadis, İlhanli veziri Semseddin Cüneynî'nin Sivas'ta kurdugu medresedir. Osmanli Devletinde ilk Darü'l-hadis Bursa'da, 1447'de ise Sultan İkinci Murad tarafindan Edirne Üçserefeli Camii Külliyesi içinde ögretime açilmistir. İstanbul'da ilk darü'l-hadis Süleymaniye Camii Külliyesi dahilinde açilmistir. Daha sonra mevcutlari artan darü'l-hadislerin sayisi Onyedinci asirda 135'e kadar çikmistir.
Diger medreselere göre daha yüksek seviyeli olan darü'l-hadislerin müderrisleri de rütbe olarak daha yüksek idi. Meselâ, Darü'l-hadis müderrislerinin yüz akçe yevmiyeli olduklari devirde diger müderrisler altmis akçe yevmiye alirlardi. "Kibâr-i müderrisin" olarak isimlendirilen bu müderrisler, merasimlerde digerlerine baskanlik ederlerdi.

MsXLabs.org & OT

Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....

Benzer Konular

6 Ekim 2010 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
22 Aralık 2014 / Misafir Edebiyat
1 Nisan 2010 / Ziyaretçi Soru-Cevap
24 Kasım 2011 / Ziyaretçi Soru-Cevap
22 Ağustos 2009 / KnocKout Eğitim Bilimleri