Ziyaretçi
Türk Eğitim Sistemi Tarihi
Tarihe baktığımızda Türklerin üç ayrı uygarlık devresi içinde yaşadıkları görülmektedir. Bunlar Selçuklular dan önceki dönem, Selçuklular ve Osmanlılar dönemi Osmanlı yükselme dönemi olmak üzere üç başlıkta ele alınabilir. Hunlar’ın Göktürklerin ve Uygurların hüküm sürdüğü Selçuklular dan önceki dönemde güçlü bir savaşçı olma, ata binme, kılıç kullanma gibi niteliklerin kazandırılması üzerinde durulmaktaydı. Bu uygarlıklardan Hunlar göçebe tarzı bir toplum yapısına sahiptiler. Göktürkler ve Uygurlar ise gelişmiş bir alfabe ve yazı diline sahip olmuşlardır. Bu her üç uygarlık döneminde de oturmuş bir eğitim kurumundan, bahsetmek zordur. Bu dönemin iki önemli özelliği göze çarpmaktadır:
Eğitimle ilgili belgelerin en az bulunduğu bir dönemdir.
Bulunan belgelere göre de çıraklık eğitimi (halk eğitimi, teşkilatsız eğitim) hakimdir.
Selçuklular ve Osmanlı Dönemi
Sıbyan Mektebi
Osmanlıların ilköğretim seviyesindeki okullarına genel olarak “sıbyan mektebi” veya “mahalle mektebi” denilmektedir. Sıbyan okullarına “mektep” veya “küttab”, yoksul çocuklar için açılanlara da “küttab-ı sebil” veya “mekteb-i sebil” de deniyordu. Küttab veya mekteb, “yazı öğretilen yer” anlamına gelir. Önceleri burada sadece yazı öğretiliyordu. Ancak sonra temel İslami bilgiler de bu okullarda verilmeye başlanmıştır. Önceleri bu öğretim için özel olarak yetiştirilmiş öğretmenler olmadığı gibi, “okul” denebilecek binalar da yoktu. İmam Malik de, mescidleri kirletebilecekleri düşüncesi ile, onlara mescidler de yer vermeyince bu okullar özel evlerde, mescit ve cami kenarlarında vs. yer bulmuşlardır. Sıbyan okulları her mahallede, oranın zengin ve hayır sever kişileri tarafından kurulur, zengin bulunmayan yerlerde ise halk el birliği ile okul yaptırırdı. Devletin ileri gelenlerinin okul yaptırması ise bir gelenekti. Sıbyan okulları özel kişiler tarafından kurulmuşsa, okula han, hamam, dükkan, zeytinlik gibi gelir kaynakları bağlanır ve öğretmen harçlığı, okulun bakımı gibi giderler bu gelirlerle karşılanırdı.
Küttab veya Mekteb öğretmenlerine “muallim” deniliyordu. Muallimler genellikle o mahalle veya camiin imamı da olurlar; imamların eşleri de kız öğrencilere öğretmenlik yapabilirdi. Muallimler genellikle fazla itibar görmezlerdi. Küttab öğretmenleri çeşitli zamanlarda ve Kuran’ın bitiminde, öğrencilerden ve ana babalarından hediyeler alırlardı.
Çocukların küttaba başlama yaşı, 7 civarında idi. Bitirme ise 13-15 yaşları arasında, buluğ çağında olurdu. Başlama, özellikle Osmanlılarda “amin alayı” denilen, çocukların ve öğretmenlerin katıldığı, ilahiler okuyarak o yerleşim yerinde yürüyüş yapılan bir törenle olurdu. Genellikle, bir odalı küçük yapılar olan bu okullarda sıra yazı tahtası ve masa gibi araçlar yoktu. Çocuklar okula ait hasır, kilim ya da evlerinden getirdikleri yastık üzerine diz çökerek oturur, önlerindeki rahleler üzerindeki Kuran ve dua kitaplarını okurlardı. Burada farklı seviye ve yaşlarda çocuklar bulunabilirdi. Dolayısıyla bu tür ortamlarda dayak olayları da fazlaca oluyordu.
Öğretimin esası Kuran idi. Öğrenciden üç yılda Kuran’ın ezberlemesi istenirdi. Ama bu, çoğu zaman ezber olmaz, Kuran’ın hatmi (baştan sona bir kez yüzünden okunması ve bazı sayfaların ezberlenmesi) olurdu. Programın içinde yazı da vardı. Yazı, şiir ve atasözleri üzerinde olurdu, Küttablar da, bu derslere ek olarak hikayeler ve aritmetik de vardı, ibadet şekilleri de öğretiliyordu. On yaşına kadar Kur’an’ı hatmeden çocuk, daha sonra kelime bilgisi, hitabet, dilbilgisi, edebiyat, tarih gibi ek konular üzerinde üç yıl daha çalışabilirdi. Perşembe öğleden sonra ve Cuma günleri tatil idi.
Bizans’da ve İslam aleminde temel öğretim, genel şartlar ve prensipler bakımından birbirlerine çok yakındı.
Her iki taraf da, eğitilmiş iyi bir dindar kişi yetiştirmeyi amaç edinmişti. Her iki taraf da, eğitimin ailede verilmesi taraftarıdır. Eğitim yaşı olarak 6 yaşın sonlarını alıyorlar. İslam aleminde okullar camilerle ne kadar içli-dışlı ise, Bizanslılarda da manastırlarda, narthexlerde veya büyük kiliselerde idi. Öğrencilerin oturdukları yerlerde aynı idi: sıralar, toprak, koyun postları,vs.. Öğrencilerin kullandıkları malzemelerde birbirine yakındı: tabletler, taş tahta, yazı takımı, mürekkep şişesi, kamış kalemler, her iki tarafta da cevizden ezilerek yapılan mürekkepler kullanılıyordu. İlkokul öğretmenleri, her iki tarafta da sefil ve müşkül bir halde idiler ve alay konusu oluyorlardı. Öğrencilerin çeşitli zamanlarda ve çeşitli vesilelerle getirdikleri hediyelerle yaşıyorlardı. İslamiyet de Kur’an’ı bitirtince hocaya verilen “hitma” Bizans da “nomisms” adını alıyordu.
Müfredat programları da mukayese edilebilir şekilde: okuma-yazma, gramer, hesap vs.. iki tarafta da atasözleri ve vecizeleri, öğretim malzemesi olarak kullanılıyordu.
Öğretim metotları da aynıydı. Ezber öğretime hakimdi. Derslere “besmele” ve “hamdallah” ile başlanıyor, her hafta sonunda kontrol ediliyordu. Hafta sonu tatilleri, ikisinde de vardı. Her iki tarafta da disiplin ve düzen, büyük öğrenciler tarafından korunmaya çalışılıyordu.
Bu okulların öğretim programları alfabe, Kur’an, Türkçe, çeşitli dinsel bilgiler ve güzel yazı gibi sınırlı sayıdaki dersten oluşuyordu bu okullar, halkın temel okuma yazma gereksinimine bir ölçüde de olsa cevap veren kurumlar olduklarından, daha çağdaş okulların açıldığı Tanzimat döneminde bile varlıklarını korumuşlardır.
Öğretimdeki ceza metotları da aynı idi. Arapların falakası,Bizanslılarda “phallagas” şeklinde vardı. Falaka çok eskiden beri doğuda da batıda da kullanılan bir aletti.
Buradan çıkaracağımız sonuç, Anadolu ve Doğu Akdeniz çevresinde ilköğretim alanında ayrı dinlerin, kültürlerin ve ulusların birbirine oldukça yakın, birbirinden etkilenmiş bir ilköğretim sistemleri olduğudur. Osmanlılar da uzun yüzyıllar boyunca bu sistemi yaygın olarak kullanmışlardı.
Medreseler
Selçuklu Medreseleri
İlk Selçuklu medreseleri 1040 yıllarında Nişabur da Tuğrul Bey tarafından kurulmuştur. Alpaslan döneminde de 1067 de Bağdat da Nizamiye medreseleri adıyla önemli kurumlar açılmıştır.
Medrese sistemi, çok eski zamanlardan beri varolan cami okullarının bir devamıdır. Bir camide belli bir hücre derslere ayrılınca veya bir sütun dibinde öğretim halkası oluşturulunca, buraya “medrese” denirdi. Daha sonra medrese ve cami binaları da birbirinin fonksiyonlarını görmeye başlamıştır. Bazı binalar her iki isimle de anılıyordu.
Camilerdeki öğretim yeri ile medreselerdeki öğretim yeri arasında önemli farklar vardır. Camilerdeki ayrı ayrı halkalar, medreselerde ahenkli bir çalışma şekli haline dönüşüyordu. Mimarlık açısından da camiler medreselere değil, medreseler camilere yeni şekiller vermişlerdir. Medreselerin asıl memleketi, Horosan ve Maveraünnehir bölgesidir. Nizamül-Mülk den önce yöredeki okullar Gazneliler Karahanlılar ve Selçuklular tarafından destekleniyorlardı.
Nizamül-Mülk, Selçukluların İranlı bir Sünni veziri idi. Pek çok meşhur alim için medreseler yapmıştır, ayrıca hemen her medreseye zengin vakıflar bağlanmış müderrislerin ve özellikle öğrencilerin devlete ve Sünni görüşlere bağlanması için para, yiyecek ve giyecek yardımı sağlanmıştır. Medreseler devlet girişimi ve devlet parası ile yaptırılmıştır. Bu durum Nizamül-Mülk’ün hem bir başbakan hem de eğitim bakanı gibi çalıştığını göstermiştir.
Nizamiye medreseleri, tarihte “eğitimde şans ve fırsat eşitliği” sağlamanın mükemmel örneklerinden biridir. O zamanlar yüksek öğretim maddi problemi olmayan, kolayca kitap satın alabilen ve çeşitli yerlerde araştırma yapabilenlerin hakkıydı. Devlet, medreseleri “yatılı ve burslu” bir eğitim kuruluşu haline getirmekle öğretimde imkan ve fırsat eşitliğini sağlama çalışmalarına girişmiş oluyordu. Bu medreselere bağlanan zengin vakıflar, onların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak sürekli bir gelir kaynağı oluyordu. Müderris ve öğrencilerin bütün ihtiyaçları karşılanınca, onlarda kendilerini kayıtsızca bilime ve öğrenmeye verebiliyorlardı. Bu denli nizamiye medreseleri kurmanın bir başka amacı devlet memuru yetiştirmekti.
Selçuklu medreseleri müderris-öğrenci ilişkilerinde bir yenilik getirmemişti ama öğrenci statüsünde bazı yenilikler olmuştu: Bu, medrese öğrencilerinin büyük bir kısmının yatılı olması ve bu arada medrese vakfından burs alabilmeleriydi. Gerek Selçuklular gerekse bunun arkasından gelen beylikler zamanında Anadolu da Selçuklu geleneğinde pek çok medrese kurulmuştur.
Osmanlı Medrese Sistemi
Bu döneme Cumhuriyet öncesi eğitim sistemi de denilebilir. Medreseler, ilköğretimden yükseköğretime kadarki eğitim kademelerini içine alırdı. Yetenekli bir öğrenci devre usulüne göre yüksek tahsilini de buralarda bitirebilirdi.
Medreselerde diploma usulü uygulanırdı. Yani müderris, öğrencinin tam yetiştiğine kanaat getirdikten sonra diplomasını verirdi. Medrese hocası, bu konuda tam yetkiliydi. Öğrencisini her yönüyle iyi bir şekilde tanırdı. Günümüz ifadesiyle bireysel eğitim yapılırdı, denilebilir.
Medreseler genellikle vakıflar tarafından kurulur ve yönetilirdi. Her türlü masrafları vakıflar tarafından karşılanırdı. “Öğretmen maaşları mahalli idareler tarafından ödenirdi.” 1947’den itibaren ise devlet tarafından yani genel bütçeden ödenmeye başlanmıştır.
Yüksek kademede belirli bilim dallarına göre ihtisaslaşma söz konusuydu. Ülkenin bürokrat, doktor, yargıç gibi aydın gurubunu yetiştiren bu kurumlarda ileri din bilgisinin yanı sıra mantık, metafizik, geometri, matematik dersleri de verilmekteydi.
Medreselere sıbyan okullarını bitirmiş ya da kendi kendini özel olarak yetiştirmiş Müslüman ve Sünni mezhebinden olan erkek çocukları alınırdı. Bu nedenle kız çocuklarının sıbyan mekteplerinden sonra örgün eğitime devam etme hakları yoktu.
İstanbul’da Fatih medreseleri yapıldıktan sonra, Osmanlı Devleti sınırları içindeki medreseler de bir derecelenmeye, yeni bir teşkilata tabi tutuldu. Buna göre, medreseler aşağıdan yukarıya doğru şöyle sıralandı:
Haşiye-i Tecrid
Buralarda çalışan müderrislerin yevmiyesi 20-25 akçe idi. Burada okutulan ana kitap “Haşiye-i Tecrit” olduğundan medrese de bu adı almıştı. Bu kademede ayrıca Emsile, Bina, Maksüt, Avamil, Izhar, K Şerh-i Tevail, Şerh-i Ferak, Mutavvel gibi kitaplar okutulurdu.
Miftah medreseleri
Haşiye-i Tecrid medreselerinin üstünde, müderrislerinin 30-35 akçe aldıktan ve okutulan ana kitabın “Şerh-i Miftah” olması nedeniyle bu ismi almış medreselerdi. Ayrıca burada da H Tecrid, Tenkih ve Tavzih, Mesabih gibi kitaplar okutuluyordu.
Kırklı medreseler ve Hariç elli medreseleri: Osmanlılardan önceki sultan ve emirlerin yaptırmış oldukları medreseler bu adı alıyorlardı. Müderrisleri 40 akçe alıyordu. Bu medreselerin ilk sınıflarında Şerh-i Miftah, orta sınıflarında Şerh-i Mevakıf (Kelam) ve yüksek sınıflarında da Hidaye (Fıkıh) okutuluyordu.
Dahil Elli Medreseleri
Osmanlı padişahları, şehzade anneleri, padişah kızları ve şehzadelerin yaptırdıkları medreseler bu ad veriliyordu. Müderrisleri 50 akçe alıyordu. Aşağı sınıftakiler Hidaye, ortadakiler Telvih (Usul-ü Fıkıh) ve ilerdeki öğrenciler Keşşaf veya Kadı Beydavi tefsirlerinden birini okuyorlardı.
Musıla-ı Sahn
Derece olarak Dahil elli medreseleri derecesinde idi. Ancak burası Sahn-ı Seman medreselerine öğrenci yetiştiren Tetimme medreseleri olduğu için, “Sahn medreselerine götüren” anlamında bu ismi almışlardı. Okutulan dersler de Dahil elli medreselerinde okutulan dersler idi.
Sahn-ı Seman Medreseleri
Fatih Külliyesi içindeki en yüksek medreselerdi. Müderrisleri 60 akçe alan Musıla-ı Sahn müderrisleri daha çok ücret alırlardı.
Gerek müderrislerin yükselirken gerekse öğrencilerin bir yukarı kademedeki medreseler derslerine devam ederken, yukarıdaki medreseleri bitirmeleri, buradaki dersleri okuduklarına ve anladıklarına dair müderrislerden belge almaları gerekiyordu. Öğrenci geçişlerinde bu medreseler sıralamasına dikkat edilmesi üzerine bir çok fermanlar yayınlanmış, ama gene de sık sık bu sıralamanın bozulduğu görülmüştür.
Süleymaniye Külliyesi yaptırıldıktan sonra medrese sıralamasına “Ibtida-i Altmışlı” ve “Hareket-i , Altmışlı” kademeleri ile Müsıla-ı Süleymaniye, Hamise-i Süleymaniye, Süleymaniye ve Darü’l-hadis medrese kademeleri eklenmişti. Ayna zamanda maaşı az olan medreseler arasında da bazı yeni sınıflamalarda yapılmıştı. Süleymaniye külliyesi 16.yüzyılın ortalarına doğru Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Mimarı, Mimar Sinan’dır. Süleymaniye külliyesin de 6 tane medrese vardı ve buralarda tıp, tabiiye, riyaziye dini hukuki ve edebi bilimleri öğretimi yapılıyordu.
Fatih’in büyük külliyesi yaptırılınca, İstanbul’un ilk Türk yükseköğretim kurumları olan bu medreseler bütün öğrencileri, araç-gereçleri ve müderrisleriyle oraya taşınmışlardı. Fatih külliyesi, Ayasofya kadar muhteşem olan bir kilisenin yıkıntıları temizletilerek yaptırılmıştır.
Külliyenin yapımı 1462’den 1470 yılına kadar sürdü. Külliye de bir cami, tetimme ve Semaniye medreseleri, türbe, Darüşşifa, hamam, imaret (aşhane, misafirhane), Tabhane (takat, kuvvet verilen yer), misafir odaları, 4 tane zaman ölçme yerleri ve bir de ilkokul vardı. Medresenin müderrisleri de bu civardaki evlerde oturduğundan, daha sonraki yüzyıllar içinde İstanbul’un Fatih semti tam bir yükseköğretim semti olmuştur.
Semaniye medreseleri Külliyenin Akdeniz ve Karadeniz taraflarında idi. Bunların hizasında 8 medrese daha vardı ve bunlar, Semaniye Medreselerine öğrenci hazırlayan Tetimme Medreseleri idiler.
Tetimme medreselerine “Musıla-ı sahn” da denilirdi. Burada okuyan öğrencilerin adlarıda “suhte” (daha sonra “softa” olmuştur) idi. Tetimmeler sınıf sınıf ayrılmakta idi ve bu ayrım “baş” ve “ayak” tabirleriyle yapılıyordu.
Suhteler “mukaddimat-ı ulüm”u okuduktan sonra “mülazım” olur ve ihtisas yaparlardı. Bunların da bir kısmı Sahn medreselerine geçerek “danişmend” olurlardı. Her Tetimmede 8 hücre, her hücrede de önceleri üç öğrenci olurdu. Daha sonraları nüfus artınca, buralarda kalan öğrenci sayısı da artmıştır. Suhteler, derslerini “muid”lerden ve “müsteiddin” öğrencilerden alırlardı.
Semaniye medreselerine “Kurşunlu medreseler” de denir. Bunlar öğrencilerini “Hariç”ten ve Tetimme medreselerinden alırlardı. Bunlar, Külliyenin ve devrinin ihtisas medreseleri idiler ve burada her danişmende bir oda veriliyordu. Sekiz medreseden her birinin bir büyük dershaneleri ve ayrıca 20 tane de odası vardı.
Fatih medreseleri nakli ve akli bilimlerde öğrenci yetiştirmek için kurulmuş medreselerdi. “Sahn” sözü, önceleri yalnız bu medreseler için kullanılırken sonra başka medreselere de ad olarak verilmiştir. Fatih Külliyesinin bir kütüphanesi olduğu gibi, ayrıca medreselerin de kütüphaneleri vardı. Külliyenin tatil günleri Salı idi. Bayram ve Kandil günlerinin dışında Ramazan ayı da tatil olurdu. Medresede dersler sabah ve akşam dersleri olarak belirleniyordu. Öğle ile ikindi arası dinlenme zamanıydı.
Medreselerin Bozulması
Medreselerin bozulmalarının sebepleri
Osmanlı medreselerinin bozulması ilk defa bazı müderrislerin terfilerinin normal yolların dışında yapılması yoluyla, Kanuni zamanında başlamıştır.
Kanuni döneminde, padişahın bazı kişileri alt kademelerde müderrislik yapmadan üst kademelere ataması ilmiye mensupları arasındaki bozulmanın başlangıç noktaları olmuştur.
1455 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından kurulan bu okulların amacı, yönetici ve devlet adamı yetiştirmekti. Sıbyan okulları ve medreselere sadece Müslüman çocuklar kabul edilirken, Enderun okullarına devşirme kanunu gereğince Hıristiyan tebaanın çocukları alınmaktaydı.
Bu okullarda din, edebiyat, tarih, matematik, müzik ve beden eğitimi alanlarında eğitim verilmekteydi, ayrıca bu okullarda öğretim Türkçe olarak yapılmaktaydı. Enderun okullarından Osmanlı dönemi boyunca 79 sadrazam, 3 şeyhülislam, 36 kaptan-ı derya olmak üzere çok sayıda mimar, şair, ressam ve tarihçi yetiştiği kaydedilmektedir. Amerikalı eğitimci kazamias’ın Platon’un idealindeki okul olarak nitelediği Enderun aynı zamanda üstün zekalılara yönelik olarak açılan bir okul olarak görülmektedir.
Kişinin yeteneklerine değer verip onları en iyi biçimde geliştiren Enderun, Türklerin düzenli, kendine özgü bir eğitim sistemini kurup başarılı sonuçlar aldıklarını göstermekte ve dünya eğitim tarihinde de önemli bir yer tutmaktadır.
Sadrazamlığa varıncaya kadar en yüksek devlet görevleri özellikle bu okul mezunlarına verilirdi. Mesela ünlü sadrazam Sokulu Mehmet Paşa da bir Enderun mezunu idi. Yine, unutulmaz mimarımız Mimar Sinan da bir devşirme idi. Devşirme olayında baskı yoktu zeki ve istikbal vadeden çocuklar, anne babalarının rızaları alınarak toplanır ve özel bir eğitime tabi tutulurlardı.
Osmanlının temel amacı toplumda adaleti gerçekleştirmekti. Adaleti gölgeleyen faktörlerin başında da arkadaşlık ve akrabalık faktörlerinin geldiği bilinen bir gerçektir. İnsan; arkadaş ve kan bağının bulunmadığı bir bölgede adaleti rahat, daha kolay tatbik edebilmektedir. İşte Osmanlılarda en yüksek devlet görevlerinin devşirmelere verilmesinin temel sebebinin bu husus olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Yani onlar, toplumda kan akrabalığı gibi kişiyi etkileyen faktörlerden uzak olduklarından adaleti daha rahat gerçekleştiriyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu'nda Eğitimde Reform Dönemi
18. yüzyılda, Avrupa ülkelerinde meydana gelen ekonomik ve politik değişim Osmanlı İmparatorluğu’nu büyük ölçüde etkilemiştir. Bu dönemde batıda endüstri ve teknoloji hızla gelişmiş, kapitalist düzen kurulmuştur. Bu gelişmeye ayak uyduramayan Osmanlı İmparatorluğu ise giderek ekonomik ve askeri gücünü yitirmeye başlamış, batı ile rekabet edemez duruma gelmiştir. Bu gerçeği fark eden Osmanlı yöneticileri, İmparatorluğu eski gücüne kavuşturmak amacıyla birçok reform hareketine girişmiştir.
Modernleşme olarak nitelendirilebilecek bu hareketler ilk kez orduda başlatılmıştır. Sonra dış ve iç güçlerin etkisiyle Tanzimat ve Meşrutiyet ilan edilerek siyasal yapıda da değişikliğe gidilmiştir.
Tanzimat dönemi devlet adamları, yarım yamalak ve tereddütlü olmakla beraber gözlerini batıya çevirdiler. Bilimlerin ve eğitim sistemlerinin gelişmesine uygun olarak medreselerde köklü düzenlemeler yapacak yerde batıdaki modelleri örnek alan bazı yeni okullar açtılar. Bunlar; ordunun güçlendirilmesi için açılan Mühendishane (1975), Bahriye (1825), Tıbbiye (1826), Harbiye (1834) adlarındaki askeri teknik okullardı.
Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen Osmanlı eğitim ve öğretim sisteminde köklü bir düzenleme yapılamadı. Bir taraftan yeni okullar açılırken diğer taraftan da medreseler gittikçe gerileyerek yaşamlarını devam ettiriyorlardı. Eski ile yeninin bir arada yaşatılmaya çalışıldığı bu uygulamalar, öğretimde bir ikiliğe neden oldu. Öğretimdeki amaç ve içerik ayrılığı, bu kurumlardan yetişenleri “mektepli-medreseli” diye karşı karşıya getiriyor, dünya görüşleri birbirinden çok farklı insanlar ortaya çıkarıyordu.
Öğretimdeki bu ikili bölünmüşlüğe çok geçmeden bir üçüncüsü daha eklendi. Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman olmayan tebaaya inanç ve ibadet özgürlüğü dışında kendi dilleriyle eğitim yapma olanağı sağlanmıştı. Bu hoşgörüden yararlanan gayrimüslim tebaa imparatorluk topraklarında azınlık okulları denilen okullar açmışlardı. Diğer taraftan bazı yabancı devletler de kapitülasyonların ayrıcalıklarını genişleterek imparatorluğun çeşitli yerlerinde kendilerine bağlı okullar açmak hakkını kazandılar. Yabancı okullar adı verilen bu öğretim kurumlarının sayısı Tanzimat Dönemi’nde giderek arttı. Batı tarzı eğitim uygulayan bu okullar, devlet okullarına oranla çok üstün bir eğitim yapmaktaydılar. Geleneksel öğretim kurumları olan medreselerin yanında modern okulların açılması, öğretimde bir ikiliğe neden olurken yabancı okulların çoğalması, Osmanlı eğitim kurumlarını kozmopolit bir hale soktu.
Orduda Yenileşme Hareketleri ve Eğitim
1700’lü yıllardan sonra Batılı ülkeler karşısında üst üste yenilgiler alan Osmanlı Devletinde doğal olarak bir takım arayışlar başladı. Arayışların en fazla olduğu alanlardan biride eğitim konusunda oldu. Bu anlamda 1773’de Askeri Deniz Okulu , 1784’deAskeri Kara Okulu , 1827’de Tıphane-i Amire gibi okullar açılmaya başlandı. Dolayısıyla batıdan esinlenerek oluşturulan ilk eğitim kurumları askeri okullar oldu.
Osmanlı ordusunda başlatılan yenileşme hareketleri sırasında Batı ülkeleri, özellikle Fransa model alınmış ve ordunun yeniden düzenlenmesi için batıdan uzmanlar davet edilmiştir. Ordunun batının teknolojisine kapılarını açması sonucu, kaçınılmaz olarak yeni teknolojik bilgilerle donanmış ordu personeline ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacın karşılanması amacıyla Batıdaki örneklerine uygun eğitim veren yeni askeri okullar açılmıştır. Bu okullarda yeni silah tekniği ve onun dayandığı bilgileri öğrenme zorunluluğu, Osmanlı eğitim sistemindeki “anlaşılamayan metinleri ezberle”geleneğini yıkmış işe ve uygulamaya dayalı eğitim geleneğini kurmuştur. Bu gelişmelerin yanı sıra ilk kez yazı tahtası , sıra, harita gibi öğretim araçları bu okullarda kullanılmaya başlanmıştır.
Yenileşme döneminin sonlarına doğru,askeri okullarda yapılan değişikliklerden yaklaşık 65 yıl sonra ilk sivil okullar açılmaya başlanmıştır. Bu okulların en önemlisi Rüşdiye mektepleridir. Rüşdiye mektepleri sıbyan mekteplerinden sonra, öğrencileri askeri okullara hazırlayan bir ara okul olarak kurulmuştur. Daha sonra bu okullar dönemin orta okullarına dönüşmüştür. Çocukların rüşt yaşına kadar bu yeni okullarda okumaları düşünüldüğü için bunlara Rüşdiye adı verilmiştir. Bu okullar yenileşme döneminde kurulmakla birlikte Tanzimat döneminde gelişmişlerdir.
Osmanlı döneminde eğitimde ilk köklü değişimi gerçekleştiren ordu, Cumhuriyet döneminde de her zaman yenilikleri izlemiştir.
Tanzimat ve Eğitim
1839 yılında Abdülmecit tarafından imzalanan Tanzimat Fermanı ile Osmanlı İmparatorluğunda yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönem Abdülmecit’ten sonra Abdülaziz’in padişah olmasıyla sona ermiştir.
Tanzimat döneminde (1839-1876) ; eğitimle ilgili olarak alınan önlemler Mahmud zamanında başlatılanların bir devamıydı. Tanzimatçıların eğitim yaklaşımı, dış faktörlerin etkisini, özellikle laiklik görüşünü taşıyordu. Böylece, eğitim yönteminde yeni yapı ve davranış gereksinmesi daha belirgin olarak ortaya çıkıyordu. Gerçekten de; eğitim sorunu, eğitimi ulemadan çok, devletin denetimi ve gözetimi altına getirebilecek yeni bir düzen yaratabilmekle ilgiliydi.
Bu dönemin yaratıcısı Mustafa Reşit Paşa; 1839 Gülhane Hatt-ı Şerif’inin getirdiği yeni kuralların, tasarlandığı gibi uygulanamamasının başlıca nedeni olarak, halkın eğitilmemiş olmasını görüyordu. Aslında; varolan eğitim sistemi, tasarlanan reformların yarattığı gereksinmeleri karşılayacak nitelikte değildi. Bu amaçla, Reşit Paşa 1845 Mart’ında, devlet için etkili öğretim ve eğitim yöntemlerini araştırma ile yetkili bir komisyon kurmuştu. 1847’de Mekatibi Umumiye Nezareti adını alarak bugünkü eğitim örgütünün çekirdeğini oluşturan bu eğitim komisyonunun önerilerine uygun olarak; Sultan Abdülmecit, yeni kurumları hizmete açıyordu. 1848 yılında açılan Darülfünun (üniversite) bu yeni açılan kurumlardandır. İlköğretim okulları (sübyan mektepleri) ve orta öğretim okullarında (Rüştiyelerde) reform yapmakla yükümlüydü. Darülmuallimin adıyla 1848’de yeni okulların öğretmen ve yönetici gereksinmesini karşılamak amacıyla kurulan ilk modern erkek öğretmen okulu öğretmenlik ve yöneticilik rollerini aynı kişide birleştiren ve günümüze ulaşan geleneğin doğmasına yol açtı.
Bu dönemdeki yeni düzenlemeleri şöyle özetleyebiliriz:
a) Fransa eğitim sistemi örnek alınarak bugünkü eğitim sisteminin temeli atıldı. Yani eğitim kademeleri ilk, orta ve yükseköğretim olarak düzenlendi. (1846)
b) Bugünkü Milli Eğitim Bakanlığının başlangıcı olan “Mekatibi Umumiye Nezareti” kuruldu. (1846)
c) İlköğretim programı ve yönetmeliği yayınlandı. (1847)
d) Öğretmen okulu açıldı. (1848)
e) Kız rüşdiyeleri kurulmaya başlandı.
f) Meslek eğitimine önem verilmeye başlandı.
Tanzimat döneminin temel özellikleri şunlardır:
Örgün eğitim alanında büyük çabalar gösterilmiş ve bir çok yeni okul kurulmuştur.
Örgün eğitimin kurulup geliştirilmesi çabaları mantıki bir sıra izlememiş, örneğin, ilköğretime hiç müdahale edilmeden orta öğretim alanında düzenlemelere gidilmiştir.
Mantıki sıra izlemeyen girişimler, esas olarak, medreselerin tepkisinden kaçmak ve onların etkisinde olan sıbyan okullarının dışında yeni okullar açmak amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Medrese zihniyeti yeni okullarda öğretmenler, öğrenciler, ders programları ve ders yöntemleri açısından etkisini sürdürmüştür.
Tanzimat döneminde azınlık ve yabancı okullarda çok büyük gelişmeler gözlenmiştir.
Öğrenci ve öğretmen kılık-kıyafetleri bu dönemde belirlenip düzenlenmeye başlamıştır.
Az zamanda çok iş yapmak düşüncesi vb. nedeniyle, açılan sivil okulların pek çoğu için özel binalar yapılmamış, bunlar eğreti binalarda öğretimlerini sürdürmüşlerdir.
Programlara hayata dönük yeni dersler konulmuştur.
Kızlar için ilköğretim sonrası örgün eğitim kurumları ilk kez bu dönemde açılmıştır.
Mutlakiyet Dönemi
II. Abdülhamit’in tahta çıkışından sonra, Osmanlı-Rus savaşının kaybedilmesi sonucu parlamento kapatılmış ve mutlakiyet dönemi başlamıştır.Bu dönemde eğitimde nicelik bakımından önemli gelişmeler kaydedilmiş ve meslek okulu açılmıştır. Ancak baskı ve sansürün yoğun olarak yaşandığı bu dönemde yeni düşünceler ve bilimsel gelişmeler engellenmeye çalışılmış ve okullarda niteliksel gelişme sağlanamamıştır.
Bu dönemde üç önemli özellik göze çarpmaktadır:
1) İlköğretim anayasal zorunluluk haline getirildi. Yani ilköğretimin zorunlu olması, ilan edilen Teşkilatı Esasiye Kanunu konuldu. O tarihten bu yana ilköğretim, anayasal bir zorunluluk olarak devletin sorumluluğunda devam etmektedir.
2) Eğitimin arzına önem verilmiştir. Dikkat edilirse mevcut eğitim kurumlarının çoğu bu dönemde açılmıştır. İstanbul da bunun örneklerine bolca rastlanır.
3) Toplumun bozulmasının temel nedeninin ahlaki bozulma olduğu kanısına varılarak Din ve Ahlak eğitimine yeniden önem verilmeye başlanmıştır.
Meşrutiyet Dönemi
İttihat ve Terakki dönemi de denilen bu sürede iki önemli özellik göze çarpmaktadır:
a) Eğitim Yönetimi: Bu dönemde eğitim yönetimi için bir kanun, iki kanun hükmünde kararname çıkarılmış ve eğitim sistemi bunlarla yönetilmiştir.Bunlar şunlardır:
Ortaöğretim Kararnamesi (1910)
İlköğretim Kararnamesi (1913)
İl İdare Yasası (1913)
b) Eğitim sorunlarını görüşmek, tartışmak ve karara bağlamak üzere ilk defa “Heyeti İlmiyye” (bugünkü anlamda Milli Eğitim Şurası) toplanmıştır. Genç Türkler döneminde (1908-1920) , Rıza Tevfik, Selim Sırrı Tarcan ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu gibi kitle eğitimcilerinin çabaları sonucu, ilköğretimi yeniden düzenlemek amacıyla yeni bir yasa Tedrisat-ı İptidai Kanunu Muvakkati adıyla, 1913 yılında kabul ediliyordu. Bu yasanın hedefi; ilköğretimde halk desteğini sağlayarak, daha iyi bir öğrenim programı ve örgütlenmesini gerçekleştirmekti. Aynı yasaya göre; altı yıllık ilköğretim devlet okullarında zorunlu ve parasız hale getiriliyor ve sınıftaki öğrenci sayısı en çok 50 olarak saptanıyordu. Ayrıca; yeni yasanın 23. maddesinde, öğretim programlarının elişi, resim, beden eğitimi, aile bilgisi ve dikiş-nakış gibi derslere de din, matematik, coğrafya, dil bilgisi gibi geleneksel derler yanında yer vereceği belirtiliyordu.
Bu arada yirminci yüzyılın başlarında imparatorluk sınırları içinde Rum, Ermeni ve Musevilere ait 2596 azınlık ilkokulu ve bunun dışında Almanya, Avusturya, Fransa, İngiltere, Amerika’ya ait 215 ilkokul bulunmaktaydı. İlkokulun dışında azınlık ve yabancı devletlere ait 80 orta dereceli okul vardı.
Osmanlı’nın son dönemlerini Türk Milli Eğitim sisteminin temellerinin atıldığı yıllar olarak görmek mümkündür. Ancak yine de Osmanlı döneminden Cumhuriyete kalan eğitim kurumu sayısı çok fazla değildir. Osmanlı döneminden Cumhuriyete 4194 ilkokul, 69 ortaokul, 13 lise, 20 öğretmen okulu, 17 sanat okulu, 1 Darülfunun, 6 yüksekokul ve birkaç meslek okulu kalmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ise 78 yıllık sürede Türkiye’nin nüfusu yaklaşık 5 kat artarken, okul sayısı 10 kat, öğrenci sayısı 44 kat ve öğretmen sayısı 46 kat artmıştır.
Özetlemek gerekirse İstiklal Savaşının başladığı 1919 yılına dek Türk eğitim sistemi, biçimsel olarak ileri uluslardaki sistemlerin temel niteliklerine kavuşturulmuştu. Devlet; bütün vatandaşlarına en azından ilköğretim verebilmek için sorumluluğunu resmen kabul etmişti. İlk, orta ve üniversite düzeyinde işleyen bir okul şebekesi yaratılmış, bir Eğitim Bakanlığı kurularak ulusal eğitim sistemi oluşturmakta deneyimli duruma getirilmişti.
Cumhuriyetin Kuruluş Yıllarında Eğitim
Kurtuluş Savaşı’nın sonunda Atatürk’ün önderliğinde, her alanda yeni bir yapılanma sürecine girilmiştir. Bu yapılanmada eğitim, Atatürk’ün gündeminde her zaman özel bir yer almıştır. Bağımsızlık savaşının en bunalımlı günlerinde “Maarif Kongresi”ni ve “Heyeti İlmiye adı altında da bilim kurullarını toplamıştır (1921, 1923, 1924 ve 1925). Bu danışma toplantılarında; ilköğretim programları, zorunlu eğitim, küçük yerleşim birimleri için yatılı bölge okullarının açılması, ilk, orta ve lise eğitim süreleri, öğretmenlik mesleği, Talim ve Terbiye dairesinin kurulması gibi tarihimiz açısından önemli kararlar alınarak yürürlüğe konulmuştur. Her biri ayrı ayrı önemli ve değerli olan ve birbirinin tamamlayıcısı durumunda bulunan bu işlerin arasında en önde geleni, ülkenin insan gücünü hazırlayacak olan eğitim sistemini birleştirerek devletin gözetim ve denetimi altına alan o günkü adıyla Tevhid-i Tedrisat Kanunu’dur (Öğretim Birliği Yasası).
3 Mart 1924’de çıkarılan bu kanun ile tüm okullar Maarif Nezareti’ne bağlanmış ve böylece o zamana kadar süre gelen çok başlılık sorunu ortadan kaldırılarak eğitim ve öğretimde ulusal anlamda bir bütünlük sağlanmaya çalışılmıştır.
Öğretim Birliği Yasası’nın hemen arkasından çıkarılan 1924 Anayasası ile de her türlü eğitim ve öğretimin hükümetin gözetim ve denetiminde olacağı, yasa çerçevesinde yapılacağı ve serbest olduğu (Madde 80), her kadın ve erkeğin ilköğretimlerini yapmaları zorunluluğu (Madde 87) getirilmiştir.
Öğretim Birliği Yasası ile;
1. Lâik Cumhuriyetin dışında yönetim arayışında olanların hesaplarına son veren yasal engel getirilmiştir.
2. Kadınlarımızın, geleneksel yapıdan da kaynaklanan nedenlerle dışlanmalarına son verilerek, toplum yaşamının her aşamasına aktif olarak katılabilecekleri eğitim ortamları açılmıştır.
3. Okul sistemleri ve eğitim programlarında birliğe gidilerek insanımızın çağdaş bilgi ve becerilerle donatılmaları sağlanmıştır.
4. Eğitim ortamlarında oluşturulan, kültürel çatışmaya son verilerek bilimi ve bilimsel yöntemleri esas alan demokratik, lâik eğitim programları geliştirilerek çağdaş insan gücünün yetiştirilmesine başlanmıştır.
Öğretim Birliği Yasası’nın gereği gibi uygulanabilmesi için de 1926 yılında Maarif Teşkilâtı Kanunu çıkarılmıştır.
Mustafa Kemal, 18 Eylül 1924'te Rize gezisinde, bir dilekçe ile gelerek kapatılan medreselerin yeniden açılmasını rica eden bir hoca heyetine, "...Bırakınız artık bu zavallı ulus, bu memleket çocukları yetişsin! Medreseler açılmayacaktır. Ulusa okul gerekir!" diyerek, medreselerin ve onun zihniyetinin, bir daha dirilmemek üzere kalktığını belirtiyordu.
Mustafa Kemal, 27 Ağustos 1925'te İnebolu'daki ünlü şapka nutkunda Öğretim Birliğine işaretle "Dünya uygarlık ailesinde saygılı bir yerin sahibi olmaya lâyık Türk ulusu, çocuklarına vereceği eğitimi, okul ve medrese adında birbirinden büsbütün başka iki çeşit kuruma bölmeye hâlâ katlanabilir miydi? Eğitim ve öğretimini birleştirmedikçe aynı düşüncede, aynı zihniyette fertlerden oluşmuş bir ulus yapmaya imkân aramak , boş şeylerle uğraşmak olmaz mıydı?" diyerek bu kararın ne kadar önemli bir ihtiyacın ifadesi olduğunu belirtti.
Mustafa Kemal, İzmir'de Öğretmenler Birliğinin 14 Ekim 1925 günü verdiği çay ziyafetinde de,
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yaygın eğitim ve yetişkinler eğitimine yönelik çalışmalar yapıldı. Bu anlamda 1928’de Millet Mektepleri, 1930’lu yıllardan itibaren köylerde Halk Okuma Odaları ve 1932’den itibaren de Halk Evleri açıldı. Bu kurumlarda yetişkinlere yönelik olarak okuma-yazma kursları, kültürel ve sanatsal alanlarda ve çeşitli mesleki konularda bilgilendirmeler yapılmaktaydı.
Bu arada yabancı uzmanlardan da yararlanılmaktaydı. Bu amaçla 1924-26 yılları arasında John Dewey genel olarak milli eğitim sistemi, 1927 yılında O. Buyse, mesleki-teknik eğitim ve tarım okulları, 1935 yılında Alman eğitimci Kuhne de öğretmen yetiştirme, eğitim harcamaları ve kadınların iş eğitimi konularında çalışmalar yapmıştır ve öneriler sunmuştur.Bu arada 1932 yılında Cenevre Üniversitesinden A.Malche, Darülfunun’un 1933 yılında yeniden yapılandırılmasına zemin hazırlayacak bir rapor hazırladı.
1933’de gerçekleştirilen üniversite reformu ile Darülfunun , İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülerek mevcut öğretim üyelerinin çoğunun işine son verildi ve bunların yerine Almanya'daki Nazi baskısından kaçan profesörler istihdam edildi. Bu reformla birlikte üniversite Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. 1946 yılında çıkarılan bir yasa ile üniversitelere özerklik ve tüzel kişilik tekrar verildi.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren milli eğitim ilgilileri altı yaş üzerindeki nüfusun %80’inin yaşadığı köylerin eğitim sorunlarına yöneldiler. Bu amaçla 1937 yılında köyde hem eğitim işlerini görecek, hem de tarımı tekniğine uygun bir şekilde köylüye öğretecek öğretmenlerin yetiştirilmesi için “Köy Eğitmenleri Yasası” çıkarıldı.1940 yılında “Köy Enstitüleri Yasası” çıkarıldı.1954 yılında Köy Enstitüleri geleneksel ilk öğretmen okullarıyla birleştirildi yani bir anlamda kapatılmış oldu. Köy Enstitülerinden toplam 15000 kadar öğretmen ve 2000 kadar sağlıkçının yetiştirildiği kaydedilmektedir.
1950’li yıllarda, eğitimde Amerikan modelinin etkileri görülmeye başlandı. Çok amaçlı okul deneyimleri, rehberlik ve araştırma merkezlerinin açılması ile ortaöğretimi tek kanallı hale getirmek çabaları bu etkiler arasında sayılabilir.
1960’lı yıllara birlikte planlı kalkınma dönemi başladı. Bu doğrultuda eğitimde de nitelikli işgücüne duyulan ihtiyaçlar doğrultusunda planlamalar yapılmaya başlandı.
1961 yılında çıkarılan yasayla ilköğretim yeniden düzenlendi. Düzenlemeyle daha önceden köy okullarında 3 yıl olan ilkokulun öğrenim süresi en az beş yıl olarak belirlendi. 1970’li yılların başında milli eğitimde model arayışları hızlandı. Bu arayışların bir sonucu olarak 1973 yılında bugünkü Türk Milli Eğitim Sisteminin de temellerini oluşturan 1739 sayılı “Milli Eğitim Temel Kanunu” çıkarıldı. Kanunla birlikte zorunlu temel eğitimin süresi 8 yıl olarak belirlendi. Bu modele göre beş yıllık ilkokullar ile daha önceden ortaöğretimin birinci devresini oluşturan üç yıllık ortaokullar “temel eğitim” adı altında birleştirildi.
1991 yılında Amerikan tarzı bir model olarak ders geçme ve kredili sistem uygulanmasına başlandı ancak kısa bir süre sonra uygulamadan vazgeçildi.
1981 yılında 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile tüm yüksek öğretim kurumları üniversite çatısı altında toplandı.
Eğitimin Genel Amaçları
Türk Milli Eğitimi’nin genel amaçları Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 2. maddesinde gösterilmiştir. Bu amaçlar, 1983’de yapılan değişikliği ile olduğu gibi aşağıya alınmıştır.
Türk Milli Eğitimi’nin genel amacı, Türk Milleti’nin bütün fertlerini;
Eğitim İlkeleri
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda (1982) birçok eğitim ilkesi vardır. Bunlardan kimileri doğrudan kimileri de dolaylı olarak eğitimi ilgilendirmektedir.Anayasa’dan sonra eğitim ilkelerini daha geniş olarak içeren yasa Milli Eğitim Temel Kanunu’dur. Türk Milli Eğitimi’nin genel ilkeleri başlığı altında bu yasada 14 ilke yer almaktadır. Bu ilkelerden bazıları 18 Haziran 1983’te değiştirilmiştir. Bu değişiklikleriyle birlikte eğitim ilkeleri aşağıya olduğu gibi alınmıştır.
Milli Eğitim Bakanlığının taşra teşkilatı, il, ilçe ve okul teşkilatlarından oluşur.
a. İl Teşkilatı: Milli Eğitim Bakanlığının illerde valiliğe bağlı “İl Milli Eğitim Müdürlükleri” vardır. İl Milli Eğitim Müdürlüklerine bağlı olarak ilköğretim müfettişleri kurulu başkanlığı, eğitim araçları merkezi başkanlığı, rehberlik ve araştırma merkezi başkanlığı bulunmaktadır. İl teşkilatı hem il merkezindeki hem de ilçelerdeki eğitim faaliyetlerinin yürütülmesini ve denetlenmesini sağlar. İl teşkilatları valiliğe bağlı olmakla birlikte Milli Eğitim Bakanlığı ile koordinasyon içinde çalışır.
b. İlçe Teşkilatı: İl teşkilatının yanı sıra ilçelerde kaymakamlığa bağlı “İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri” bulunmaktadır. Milli Eğitim ilçe müdürlükleri ilçelerdeki ve ilçelerine bağlı köylerdeki eğitim faaliyetlerinden sorumludur. İlçe milli eğitim müdürlükleri kaymakamın yanı sıra il milli eğitim müdürlüklerine de bağlıdır.
c.Okul Teşkilatı: Okul teşkilatı okulların büyüklüğüne ve türüne göre değişmekle birlikte, çoğunlukla okul müdürü ve yardımcıları ile öğretmenlerden oluşur. Büyük okullarda bunların yanı sıra rehberlik birimi de bulunmaktadır. Tek öğretmenli okullarda müdür yetkisi öğretmene devredilir. (Erden, 2001, s:168)
Taşra Teşkilatının Sorunları
Eğitim sisteminin taşra örgütlerinin en önemli sorunu, kendi il ve ilçelerinde eğitimi planlamak, örgütlemek, eşgüdümlemek,bütçesini hazırlamak, kısaca eğitimin sorunlarını çözmek için yeterince yetkilerinin olmayışıdır. Taşra örgütleri, hemen hemen her konuda Bakanlığın buyruğunu beklemek zorundadırlar.
Taşra örgütleri eğitim programlarının geliştirilmesinde ve uygulanmasında, eğitim iş görenlerinin sorunlarının çözümünde; öğrenci hizmetlerinin etkili yönetiminde, okulların binalarının yatırım, yapım, onarım ve bakım işlerinde gereksinmeyi karşılayabilecek etkililiği göstermede ve eğitime kaynak sağlamada yetersiz kalmaktadır.
Yapılan araştırmalar il ve ilçe milli eğitim müdürlüklerinin çoğunluğunun eğitim yönetimi için gerekli yeterlik düzeyinin gerisinde olduğunu göstermektedir. Bunların, yönetim kuram ve kavramlarında insan ilişkilerinde,demokratik yönetim biçimini uygulayacak yeterliğe kavuşturulmaları için etkili bir eğitimden geçirilmesi gerekmektedir. İl ve ilçenin yönetsel sınırları içinde, eğitim yönetiminde yerelciliğin getireceği işlev ve görevleri, sorumlulukları yüklenebilecek niteliğe ulaşamadıkça, il ve ilçe milli eğitim müdürlerine merkezden yetki göçermek olanaksız gibi görünmektedir.
Öğretmenlerin, il ve ilçe milli eğitim müdürlerinden başlıca yakınmaları, bunların yetkeci bir yönetim biçimi uygulamaları; bürokratik kurallara sıkı sıkıya sarılmaları; öğretmenlerle ilişkilerinin iyi olmaması; siyasal yanlarının ağır basması; öğretmenler arasında birliği sağlayamamaları; öğretmenlerin sorunlarını çözücü değil onlara sorun çıkarıcı tutum içinde olmaları ve öğretmenlerin örgütlenmesine karşı olmalıdır. Araştırmalar, ağırlığı yüksek olan yukarıdaki yakınmalardan başka, daha az ağırlıkta birçok yakınma sıralamaktadır. Bunlar, özet olarak eğitimin aracı üst sistemlerini yönetenlerle, asıl eğitimi üreten temel sistemlerde bulunan eğitim iş görenlerinin arasında ciddi ilişki sorunlarının olduğunu göstermektedir.
Yurtdışı Teşkilatı
Milli Eğitim Bakanlığının yurtdışı teşkilatı bazı ülkelerdeki eğitim müşavirlikleri ile eğitim ataşelikleri (eğitim müfettişlikleri)nden oluşmaktadır. Bakanlığın, 38 ülkede temsilcilikleri bulunmaktadır. Bunlar söz konusu ülkelerdeki Türk çocuklarının eğitimiyle ilgili konularda bazı görevleri yerine getirmektedirler. Türkiye’den yurtdışında eğitim görmek üzere öğrenci gönderilen bazı ülkelerde de eğitim ataşelikleri bulunmaktadır. Bunlar da söz konusu öğrencilerin eğitimiyle ilgili bazı hizmetleri yerine getirmektedir.
Sponsorlu Bağlantılar
Eğitimle ilgili belgelerin en az bulunduğu bir dönemdir.
Bulunan belgelere göre de çıraklık eğitimi (halk eğitimi, teşkilatsız eğitim) hakimdir.
Selçuklular ve Osmanlı Dönemi
Sıbyan Mektebi
Osmanlıların ilköğretim seviyesindeki okullarına genel olarak “sıbyan mektebi” veya “mahalle mektebi” denilmektedir. Sıbyan okullarına “mektep” veya “küttab”, yoksul çocuklar için açılanlara da “küttab-ı sebil” veya “mekteb-i sebil” de deniyordu. Küttab veya mekteb, “yazı öğretilen yer” anlamına gelir. Önceleri burada sadece yazı öğretiliyordu. Ancak sonra temel İslami bilgiler de bu okullarda verilmeye başlanmıştır. Önceleri bu öğretim için özel olarak yetiştirilmiş öğretmenler olmadığı gibi, “okul” denebilecek binalar da yoktu. İmam Malik de, mescidleri kirletebilecekleri düşüncesi ile, onlara mescidler de yer vermeyince bu okullar özel evlerde, mescit ve cami kenarlarında vs. yer bulmuşlardır. Sıbyan okulları her mahallede, oranın zengin ve hayır sever kişileri tarafından kurulur, zengin bulunmayan yerlerde ise halk el birliği ile okul yaptırırdı. Devletin ileri gelenlerinin okul yaptırması ise bir gelenekti. Sıbyan okulları özel kişiler tarafından kurulmuşsa, okula han, hamam, dükkan, zeytinlik gibi gelir kaynakları bağlanır ve öğretmen harçlığı, okulun bakımı gibi giderler bu gelirlerle karşılanırdı.
Küttab veya Mekteb öğretmenlerine “muallim” deniliyordu. Muallimler genellikle o mahalle veya camiin imamı da olurlar; imamların eşleri de kız öğrencilere öğretmenlik yapabilirdi. Muallimler genellikle fazla itibar görmezlerdi. Küttab öğretmenleri çeşitli zamanlarda ve Kuran’ın bitiminde, öğrencilerden ve ana babalarından hediyeler alırlardı.
Çocukların küttaba başlama yaşı, 7 civarında idi. Bitirme ise 13-15 yaşları arasında, buluğ çağında olurdu. Başlama, özellikle Osmanlılarda “amin alayı” denilen, çocukların ve öğretmenlerin katıldığı, ilahiler okuyarak o yerleşim yerinde yürüyüş yapılan bir törenle olurdu. Genellikle, bir odalı küçük yapılar olan bu okullarda sıra yazı tahtası ve masa gibi araçlar yoktu. Çocuklar okula ait hasır, kilim ya da evlerinden getirdikleri yastık üzerine diz çökerek oturur, önlerindeki rahleler üzerindeki Kuran ve dua kitaplarını okurlardı. Burada farklı seviye ve yaşlarda çocuklar bulunabilirdi. Dolayısıyla bu tür ortamlarda dayak olayları da fazlaca oluyordu.
Öğretimin esası Kuran idi. Öğrenciden üç yılda Kuran’ın ezberlemesi istenirdi. Ama bu, çoğu zaman ezber olmaz, Kuran’ın hatmi (baştan sona bir kez yüzünden okunması ve bazı sayfaların ezberlenmesi) olurdu. Programın içinde yazı da vardı. Yazı, şiir ve atasözleri üzerinde olurdu, Küttablar da, bu derslere ek olarak hikayeler ve aritmetik de vardı, ibadet şekilleri de öğretiliyordu. On yaşına kadar Kur’an’ı hatmeden çocuk, daha sonra kelime bilgisi, hitabet, dilbilgisi, edebiyat, tarih gibi ek konular üzerinde üç yıl daha çalışabilirdi. Perşembe öğleden sonra ve Cuma günleri tatil idi.
Bizans’da ve İslam aleminde temel öğretim, genel şartlar ve prensipler bakımından birbirlerine çok yakındı.
Her iki taraf da, eğitilmiş iyi bir dindar kişi yetiştirmeyi amaç edinmişti. Her iki taraf da, eğitimin ailede verilmesi taraftarıdır. Eğitim yaşı olarak 6 yaşın sonlarını alıyorlar. İslam aleminde okullar camilerle ne kadar içli-dışlı ise, Bizanslılarda da manastırlarda, narthexlerde veya büyük kiliselerde idi. Öğrencilerin oturdukları yerlerde aynı idi: sıralar, toprak, koyun postları,vs.. Öğrencilerin kullandıkları malzemelerde birbirine yakındı: tabletler, taş tahta, yazı takımı, mürekkep şişesi, kamış kalemler, her iki tarafta da cevizden ezilerek yapılan mürekkepler kullanılıyordu. İlkokul öğretmenleri, her iki tarafta da sefil ve müşkül bir halde idiler ve alay konusu oluyorlardı. Öğrencilerin çeşitli zamanlarda ve çeşitli vesilelerle getirdikleri hediyelerle yaşıyorlardı. İslamiyet de Kur’an’ı bitirtince hocaya verilen “hitma” Bizans da “nomisms” adını alıyordu.
Müfredat programları da mukayese edilebilir şekilde: okuma-yazma, gramer, hesap vs.. iki tarafta da atasözleri ve vecizeleri, öğretim malzemesi olarak kullanılıyordu.
Öğretim metotları da aynıydı. Ezber öğretime hakimdi. Derslere “besmele” ve “hamdallah” ile başlanıyor, her hafta sonunda kontrol ediliyordu. Hafta sonu tatilleri, ikisinde de vardı. Her iki tarafta da disiplin ve düzen, büyük öğrenciler tarafından korunmaya çalışılıyordu.
Bu okulların öğretim programları alfabe, Kur’an, Türkçe, çeşitli dinsel bilgiler ve güzel yazı gibi sınırlı sayıdaki dersten oluşuyordu bu okullar, halkın temel okuma yazma gereksinimine bir ölçüde de olsa cevap veren kurumlar olduklarından, daha çağdaş okulların açıldığı Tanzimat döneminde bile varlıklarını korumuşlardır.
Öğretimdeki ceza metotları da aynı idi. Arapların falakası,Bizanslılarda “phallagas” şeklinde vardı. Falaka çok eskiden beri doğuda da batıda da kullanılan bir aletti.
Buradan çıkaracağımız sonuç, Anadolu ve Doğu Akdeniz çevresinde ilköğretim alanında ayrı dinlerin, kültürlerin ve ulusların birbirine oldukça yakın, birbirinden etkilenmiş bir ilköğretim sistemleri olduğudur. Osmanlılar da uzun yüzyıllar boyunca bu sistemi yaygın olarak kullanmışlardı.
Medreseler
Selçuklu Medreseleri
İlk Selçuklu medreseleri 1040 yıllarında Nişabur da Tuğrul Bey tarafından kurulmuştur. Alpaslan döneminde de 1067 de Bağdat da Nizamiye medreseleri adıyla önemli kurumlar açılmıştır.
Medrese sistemi, çok eski zamanlardan beri varolan cami okullarının bir devamıdır. Bir camide belli bir hücre derslere ayrılınca veya bir sütun dibinde öğretim halkası oluşturulunca, buraya “medrese” denirdi. Daha sonra medrese ve cami binaları da birbirinin fonksiyonlarını görmeye başlamıştır. Bazı binalar her iki isimle de anılıyordu.
Camilerdeki öğretim yeri ile medreselerdeki öğretim yeri arasında önemli farklar vardır. Camilerdeki ayrı ayrı halkalar, medreselerde ahenkli bir çalışma şekli haline dönüşüyordu. Mimarlık açısından da camiler medreselere değil, medreseler camilere yeni şekiller vermişlerdir. Medreselerin asıl memleketi, Horosan ve Maveraünnehir bölgesidir. Nizamül-Mülk den önce yöredeki okullar Gazneliler Karahanlılar ve Selçuklular tarafından destekleniyorlardı.
Nizamül-Mülk, Selçukluların İranlı bir Sünni veziri idi. Pek çok meşhur alim için medreseler yapmıştır, ayrıca hemen her medreseye zengin vakıflar bağlanmış müderrislerin ve özellikle öğrencilerin devlete ve Sünni görüşlere bağlanması için para, yiyecek ve giyecek yardımı sağlanmıştır. Medreseler devlet girişimi ve devlet parası ile yaptırılmıştır. Bu durum Nizamül-Mülk’ün hem bir başbakan hem de eğitim bakanı gibi çalıştığını göstermiştir.
Nizamiye medreseleri, tarihte “eğitimde şans ve fırsat eşitliği” sağlamanın mükemmel örneklerinden biridir. O zamanlar yüksek öğretim maddi problemi olmayan, kolayca kitap satın alabilen ve çeşitli yerlerde araştırma yapabilenlerin hakkıydı. Devlet, medreseleri “yatılı ve burslu” bir eğitim kuruluşu haline getirmekle öğretimde imkan ve fırsat eşitliğini sağlama çalışmalarına girişmiş oluyordu. Bu medreselere bağlanan zengin vakıflar, onların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak sürekli bir gelir kaynağı oluyordu. Müderris ve öğrencilerin bütün ihtiyaçları karşılanınca, onlarda kendilerini kayıtsızca bilime ve öğrenmeye verebiliyorlardı. Bu denli nizamiye medreseleri kurmanın bir başka amacı devlet memuru yetiştirmekti.
Selçuklu medreseleri müderris-öğrenci ilişkilerinde bir yenilik getirmemişti ama öğrenci statüsünde bazı yenilikler olmuştu: Bu, medrese öğrencilerinin büyük bir kısmının yatılı olması ve bu arada medrese vakfından burs alabilmeleriydi. Gerek Selçuklular gerekse bunun arkasından gelen beylikler zamanında Anadolu da Selçuklu geleneğinde pek çok medrese kurulmuştur.
Osmanlı Medrese Sistemi
Bu döneme Cumhuriyet öncesi eğitim sistemi de denilebilir. Medreseler, ilköğretimden yükseköğretime kadarki eğitim kademelerini içine alırdı. Yetenekli bir öğrenci devre usulüne göre yüksek tahsilini de buralarda bitirebilirdi.
Medreselerde diploma usulü uygulanırdı. Yani müderris, öğrencinin tam yetiştiğine kanaat getirdikten sonra diplomasını verirdi. Medrese hocası, bu konuda tam yetkiliydi. Öğrencisini her yönüyle iyi bir şekilde tanırdı. Günümüz ifadesiyle bireysel eğitim yapılırdı, denilebilir.
Medreseler genellikle vakıflar tarafından kurulur ve yönetilirdi. Her türlü masrafları vakıflar tarafından karşılanırdı. “Öğretmen maaşları mahalli idareler tarafından ödenirdi.” 1947’den itibaren ise devlet tarafından yani genel bütçeden ödenmeye başlanmıştır.
Yüksek kademede belirli bilim dallarına göre ihtisaslaşma söz konusuydu. Ülkenin bürokrat, doktor, yargıç gibi aydın gurubunu yetiştiren bu kurumlarda ileri din bilgisinin yanı sıra mantık, metafizik, geometri, matematik dersleri de verilmekteydi.
Medreselere sıbyan okullarını bitirmiş ya da kendi kendini özel olarak yetiştirmiş Müslüman ve Sünni mezhebinden olan erkek çocukları alınırdı. Bu nedenle kız çocuklarının sıbyan mekteplerinden sonra örgün eğitime devam etme hakları yoktu.
İstanbul’da Fatih medreseleri yapıldıktan sonra, Osmanlı Devleti sınırları içindeki medreseler de bir derecelenmeye, yeni bir teşkilata tabi tutuldu. Buna göre, medreseler aşağıdan yukarıya doğru şöyle sıralandı:
Haşiye-i Tecrid
Buralarda çalışan müderrislerin yevmiyesi 20-25 akçe idi. Burada okutulan ana kitap “Haşiye-i Tecrit” olduğundan medrese de bu adı almıştı. Bu kademede ayrıca Emsile, Bina, Maksüt, Avamil, Izhar, K Şerh-i Tevail, Şerh-i Ferak, Mutavvel gibi kitaplar okutulurdu.
Miftah medreseleri
Haşiye-i Tecrid medreselerinin üstünde, müderrislerinin 30-35 akçe aldıktan ve okutulan ana kitabın “Şerh-i Miftah” olması nedeniyle bu ismi almış medreselerdi. Ayrıca burada da H Tecrid, Tenkih ve Tavzih, Mesabih gibi kitaplar okutuluyordu.
Kırklı medreseler ve Hariç elli medreseleri: Osmanlılardan önceki sultan ve emirlerin yaptırmış oldukları medreseler bu adı alıyorlardı. Müderrisleri 40 akçe alıyordu. Bu medreselerin ilk sınıflarında Şerh-i Miftah, orta sınıflarında Şerh-i Mevakıf (Kelam) ve yüksek sınıflarında da Hidaye (Fıkıh) okutuluyordu.
Dahil Elli Medreseleri
Osmanlı padişahları, şehzade anneleri, padişah kızları ve şehzadelerin yaptırdıkları medreseler bu ad veriliyordu. Müderrisleri 50 akçe alıyordu. Aşağı sınıftakiler Hidaye, ortadakiler Telvih (Usul-ü Fıkıh) ve ilerdeki öğrenciler Keşşaf veya Kadı Beydavi tefsirlerinden birini okuyorlardı.
Musıla-ı Sahn
Derece olarak Dahil elli medreseleri derecesinde idi. Ancak burası Sahn-ı Seman medreselerine öğrenci yetiştiren Tetimme medreseleri olduğu için, “Sahn medreselerine götüren” anlamında bu ismi almışlardı. Okutulan dersler de Dahil elli medreselerinde okutulan dersler idi.
Sahn-ı Seman Medreseleri
Fatih Külliyesi içindeki en yüksek medreselerdi. Müderrisleri 60 akçe alan Musıla-ı Sahn müderrisleri daha çok ücret alırlardı.
Gerek müderrislerin yükselirken gerekse öğrencilerin bir yukarı kademedeki medreseler derslerine devam ederken, yukarıdaki medreseleri bitirmeleri, buradaki dersleri okuduklarına ve anladıklarına dair müderrislerden belge almaları gerekiyordu. Öğrenci geçişlerinde bu medreseler sıralamasına dikkat edilmesi üzerine bir çok fermanlar yayınlanmış, ama gene de sık sık bu sıralamanın bozulduğu görülmüştür.
Süleymaniye Külliyesi yaptırıldıktan sonra medrese sıralamasına “Ibtida-i Altmışlı” ve “Hareket-i , Altmışlı” kademeleri ile Müsıla-ı Süleymaniye, Hamise-i Süleymaniye, Süleymaniye ve Darü’l-hadis medrese kademeleri eklenmişti. Ayna zamanda maaşı az olan medreseler arasında da bazı yeni sınıflamalarda yapılmıştı. Süleymaniye külliyesi 16.yüzyılın ortalarına doğru Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Mimarı, Mimar Sinan’dır. Süleymaniye külliyesin de 6 tane medrese vardı ve buralarda tıp, tabiiye, riyaziye dini hukuki ve edebi bilimleri öğretimi yapılıyordu.
Fatih’in büyük külliyesi yaptırılınca, İstanbul’un ilk Türk yükseköğretim kurumları olan bu medreseler bütün öğrencileri, araç-gereçleri ve müderrisleriyle oraya taşınmışlardı. Fatih külliyesi, Ayasofya kadar muhteşem olan bir kilisenin yıkıntıları temizletilerek yaptırılmıştır.
Külliyenin yapımı 1462’den 1470 yılına kadar sürdü. Külliye de bir cami, tetimme ve Semaniye medreseleri, türbe, Darüşşifa, hamam, imaret (aşhane, misafirhane), Tabhane (takat, kuvvet verilen yer), misafir odaları, 4 tane zaman ölçme yerleri ve bir de ilkokul vardı. Medresenin müderrisleri de bu civardaki evlerde oturduğundan, daha sonraki yüzyıllar içinde İstanbul’un Fatih semti tam bir yükseköğretim semti olmuştur.
Semaniye medreseleri Külliyenin Akdeniz ve Karadeniz taraflarında idi. Bunların hizasında 8 medrese daha vardı ve bunlar, Semaniye Medreselerine öğrenci hazırlayan Tetimme Medreseleri idiler.
Tetimme medreselerine “Musıla-ı sahn” da denilirdi. Burada okuyan öğrencilerin adlarıda “suhte” (daha sonra “softa” olmuştur) idi. Tetimmeler sınıf sınıf ayrılmakta idi ve bu ayrım “baş” ve “ayak” tabirleriyle yapılıyordu.
Suhteler “mukaddimat-ı ulüm”u okuduktan sonra “mülazım” olur ve ihtisas yaparlardı. Bunların da bir kısmı Sahn medreselerine geçerek “danişmend” olurlardı. Her Tetimmede 8 hücre, her hücrede de önceleri üç öğrenci olurdu. Daha sonraları nüfus artınca, buralarda kalan öğrenci sayısı da artmıştır. Suhteler, derslerini “muid”lerden ve “müsteiddin” öğrencilerden alırlardı.
Semaniye medreselerine “Kurşunlu medreseler” de denir. Bunlar öğrencilerini “Hariç”ten ve Tetimme medreselerinden alırlardı. Bunlar, Külliyenin ve devrinin ihtisas medreseleri idiler ve burada her danişmende bir oda veriliyordu. Sekiz medreseden her birinin bir büyük dershaneleri ve ayrıca 20 tane de odası vardı.
Fatih medreseleri nakli ve akli bilimlerde öğrenci yetiştirmek için kurulmuş medreselerdi. “Sahn” sözü, önceleri yalnız bu medreseler için kullanılırken sonra başka medreselere de ad olarak verilmiştir. Fatih Külliyesinin bir kütüphanesi olduğu gibi, ayrıca medreselerin de kütüphaneleri vardı. Külliyenin tatil günleri Salı idi. Bayram ve Kandil günlerinin dışında Ramazan ayı da tatil olurdu. Medresede dersler sabah ve akşam dersleri olarak belirleniyordu. Öğle ile ikindi arası dinlenme zamanıydı.
Medreselerin Bozulması
Medreselerin bozulmalarının sebepleri
Osmanlı medreselerinin bozulması ilk defa bazı müderrislerin terfilerinin normal yolların dışında yapılması yoluyla, Kanuni zamanında başlamıştır.
Kanuni döneminde, padişahın bazı kişileri alt kademelerde müderrislik yapmadan üst kademelere ataması ilmiye mensupları arasındaki bozulmanın başlangıç noktaları olmuştur.
- Bir çok “mevali gözdeler” soylarının adından faydalanarak kısa zamanda üst rütbelere yükselmesi
- İltimas ve rüşvetle pek çok kişinin kadılık ve müderrislik görevlerine atanarak medreselerde ders vermeye başlamaları, bütün mevkilerin akçesi olanların eline geçmesi
- Ayda bir kere bile olsa medreseye gitmeyen müderrislerin türemesi
- Ağaların, paşaların oğullarının okuyup yazmadan medrese mezunu sayılması
- Medreselerin öğretim programlarının karışarak, 16.yüzyılın ilk yarısında 2-3 yıl olarak belirlenen öğretim sürelerinin, aynı yüzyılın ikinci yarısında bir yıl, altı ay, üç ay gibi sürelere düşmesiyle birlikte öngörülen ders programlarının giderek küçülmesi
- Yersiz-yurtsuz insanlar topluluğunun medrese, imaret ve tekkelerde toplanması
- Önceleri Rumeli de başlayan medrese öğrencilerinin isyanlarının, kısa zamanda Anadolu’ya yayılması
1455 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından kurulan bu okulların amacı, yönetici ve devlet adamı yetiştirmekti. Sıbyan okulları ve medreselere sadece Müslüman çocuklar kabul edilirken, Enderun okullarına devşirme kanunu gereğince Hıristiyan tebaanın çocukları alınmaktaydı.
Bu okullarda din, edebiyat, tarih, matematik, müzik ve beden eğitimi alanlarında eğitim verilmekteydi, ayrıca bu okullarda öğretim Türkçe olarak yapılmaktaydı. Enderun okullarından Osmanlı dönemi boyunca 79 sadrazam, 3 şeyhülislam, 36 kaptan-ı derya olmak üzere çok sayıda mimar, şair, ressam ve tarihçi yetiştiği kaydedilmektedir. Amerikalı eğitimci kazamias’ın Platon’un idealindeki okul olarak nitelediği Enderun aynı zamanda üstün zekalılara yönelik olarak açılan bir okul olarak görülmektedir.
Kişinin yeteneklerine değer verip onları en iyi biçimde geliştiren Enderun, Türklerin düzenli, kendine özgü bir eğitim sistemini kurup başarılı sonuçlar aldıklarını göstermekte ve dünya eğitim tarihinde de önemli bir yer tutmaktadır.
Sadrazamlığa varıncaya kadar en yüksek devlet görevleri özellikle bu okul mezunlarına verilirdi. Mesela ünlü sadrazam Sokulu Mehmet Paşa da bir Enderun mezunu idi. Yine, unutulmaz mimarımız Mimar Sinan da bir devşirme idi. Devşirme olayında baskı yoktu zeki ve istikbal vadeden çocuklar, anne babalarının rızaları alınarak toplanır ve özel bir eğitime tabi tutulurlardı.
Osmanlının temel amacı toplumda adaleti gerçekleştirmekti. Adaleti gölgeleyen faktörlerin başında da arkadaşlık ve akrabalık faktörlerinin geldiği bilinen bir gerçektir. İnsan; arkadaş ve kan bağının bulunmadığı bir bölgede adaleti rahat, daha kolay tatbik edebilmektedir. İşte Osmanlılarda en yüksek devlet görevlerinin devşirmelere verilmesinin temel sebebinin bu husus olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Yani onlar, toplumda kan akrabalığı gibi kişiyi etkileyen faktörlerden uzak olduklarından adaleti daha rahat gerçekleştiriyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu'nda Eğitimde Reform Dönemi
18. yüzyılda, Avrupa ülkelerinde meydana gelen ekonomik ve politik değişim Osmanlı İmparatorluğu’nu büyük ölçüde etkilemiştir. Bu dönemde batıda endüstri ve teknoloji hızla gelişmiş, kapitalist düzen kurulmuştur. Bu gelişmeye ayak uyduramayan Osmanlı İmparatorluğu ise giderek ekonomik ve askeri gücünü yitirmeye başlamış, batı ile rekabet edemez duruma gelmiştir. Bu gerçeği fark eden Osmanlı yöneticileri, İmparatorluğu eski gücüne kavuşturmak amacıyla birçok reform hareketine girişmiştir.
Modernleşme olarak nitelendirilebilecek bu hareketler ilk kez orduda başlatılmıştır. Sonra dış ve iç güçlerin etkisiyle Tanzimat ve Meşrutiyet ilan edilerek siyasal yapıda da değişikliğe gidilmiştir.
Tanzimat dönemi devlet adamları, yarım yamalak ve tereddütlü olmakla beraber gözlerini batıya çevirdiler. Bilimlerin ve eğitim sistemlerinin gelişmesine uygun olarak medreselerde köklü düzenlemeler yapacak yerde batıdaki modelleri örnek alan bazı yeni okullar açtılar. Bunlar; ordunun güçlendirilmesi için açılan Mühendishane (1975), Bahriye (1825), Tıbbiye (1826), Harbiye (1834) adlarındaki askeri teknik okullardı.
Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen Osmanlı eğitim ve öğretim sisteminde köklü bir düzenleme yapılamadı. Bir taraftan yeni okullar açılırken diğer taraftan da medreseler gittikçe gerileyerek yaşamlarını devam ettiriyorlardı. Eski ile yeninin bir arada yaşatılmaya çalışıldığı bu uygulamalar, öğretimde bir ikiliğe neden oldu. Öğretimdeki amaç ve içerik ayrılığı, bu kurumlardan yetişenleri “mektepli-medreseli” diye karşı karşıya getiriyor, dünya görüşleri birbirinden çok farklı insanlar ortaya çıkarıyordu.
Öğretimdeki bu ikili bölünmüşlüğe çok geçmeden bir üçüncüsü daha eklendi. Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman olmayan tebaaya inanç ve ibadet özgürlüğü dışında kendi dilleriyle eğitim yapma olanağı sağlanmıştı. Bu hoşgörüden yararlanan gayrimüslim tebaa imparatorluk topraklarında azınlık okulları denilen okullar açmışlardı. Diğer taraftan bazı yabancı devletler de kapitülasyonların ayrıcalıklarını genişleterek imparatorluğun çeşitli yerlerinde kendilerine bağlı okullar açmak hakkını kazandılar. Yabancı okullar adı verilen bu öğretim kurumlarının sayısı Tanzimat Dönemi’nde giderek arttı. Batı tarzı eğitim uygulayan bu okullar, devlet okullarına oranla çok üstün bir eğitim yapmaktaydılar. Geleneksel öğretim kurumları olan medreselerin yanında modern okulların açılması, öğretimde bir ikiliğe neden olurken yabancı okulların çoğalması, Osmanlı eğitim kurumlarını kozmopolit bir hale soktu.
Orduda Yenileşme Hareketleri ve Eğitim
1700’lü yıllardan sonra Batılı ülkeler karşısında üst üste yenilgiler alan Osmanlı Devletinde doğal olarak bir takım arayışlar başladı. Arayışların en fazla olduğu alanlardan biride eğitim konusunda oldu. Bu anlamda 1773’de Askeri Deniz Okulu , 1784’deAskeri Kara Okulu , 1827’de Tıphane-i Amire gibi okullar açılmaya başlandı. Dolayısıyla batıdan esinlenerek oluşturulan ilk eğitim kurumları askeri okullar oldu.
Osmanlı ordusunda başlatılan yenileşme hareketleri sırasında Batı ülkeleri, özellikle Fransa model alınmış ve ordunun yeniden düzenlenmesi için batıdan uzmanlar davet edilmiştir. Ordunun batının teknolojisine kapılarını açması sonucu, kaçınılmaz olarak yeni teknolojik bilgilerle donanmış ordu personeline ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacın karşılanması amacıyla Batıdaki örneklerine uygun eğitim veren yeni askeri okullar açılmıştır. Bu okullarda yeni silah tekniği ve onun dayandığı bilgileri öğrenme zorunluluğu, Osmanlı eğitim sistemindeki “anlaşılamayan metinleri ezberle”geleneğini yıkmış işe ve uygulamaya dayalı eğitim geleneğini kurmuştur. Bu gelişmelerin yanı sıra ilk kez yazı tahtası , sıra, harita gibi öğretim araçları bu okullarda kullanılmaya başlanmıştır.
Yenileşme döneminin sonlarına doğru,askeri okullarda yapılan değişikliklerden yaklaşık 65 yıl sonra ilk sivil okullar açılmaya başlanmıştır. Bu okulların en önemlisi Rüşdiye mektepleridir. Rüşdiye mektepleri sıbyan mekteplerinden sonra, öğrencileri askeri okullara hazırlayan bir ara okul olarak kurulmuştur. Daha sonra bu okullar dönemin orta okullarına dönüşmüştür. Çocukların rüşt yaşına kadar bu yeni okullarda okumaları düşünüldüğü için bunlara Rüşdiye adı verilmiştir. Bu okullar yenileşme döneminde kurulmakla birlikte Tanzimat döneminde gelişmişlerdir.
Osmanlı döneminde eğitimde ilk köklü değişimi gerçekleştiren ordu, Cumhuriyet döneminde de her zaman yenilikleri izlemiştir.
Tanzimat ve Eğitim
1839 yılında Abdülmecit tarafından imzalanan Tanzimat Fermanı ile Osmanlı İmparatorluğunda yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönem Abdülmecit’ten sonra Abdülaziz’in padişah olmasıyla sona ermiştir.
Tanzimat döneminde (1839-1876) ; eğitimle ilgili olarak alınan önlemler Mahmud zamanında başlatılanların bir devamıydı. Tanzimatçıların eğitim yaklaşımı, dış faktörlerin etkisini, özellikle laiklik görüşünü taşıyordu. Böylece, eğitim yönteminde yeni yapı ve davranış gereksinmesi daha belirgin olarak ortaya çıkıyordu. Gerçekten de; eğitim sorunu, eğitimi ulemadan çok, devletin denetimi ve gözetimi altına getirebilecek yeni bir düzen yaratabilmekle ilgiliydi.
Bu dönemin yaratıcısı Mustafa Reşit Paşa; 1839 Gülhane Hatt-ı Şerif’inin getirdiği yeni kuralların, tasarlandığı gibi uygulanamamasının başlıca nedeni olarak, halkın eğitilmemiş olmasını görüyordu. Aslında; varolan eğitim sistemi, tasarlanan reformların yarattığı gereksinmeleri karşılayacak nitelikte değildi. Bu amaçla, Reşit Paşa 1845 Mart’ında, devlet için etkili öğretim ve eğitim yöntemlerini araştırma ile yetkili bir komisyon kurmuştu. 1847’de Mekatibi Umumiye Nezareti adını alarak bugünkü eğitim örgütünün çekirdeğini oluşturan bu eğitim komisyonunun önerilerine uygun olarak; Sultan Abdülmecit, yeni kurumları hizmete açıyordu. 1848 yılında açılan Darülfünun (üniversite) bu yeni açılan kurumlardandır. İlköğretim okulları (sübyan mektepleri) ve orta öğretim okullarında (Rüştiyelerde) reform yapmakla yükümlüydü. Darülmuallimin adıyla 1848’de yeni okulların öğretmen ve yönetici gereksinmesini karşılamak amacıyla kurulan ilk modern erkek öğretmen okulu öğretmenlik ve yöneticilik rollerini aynı kişide birleştiren ve günümüze ulaşan geleneğin doğmasına yol açtı.
Bu dönemdeki yeni düzenlemeleri şöyle özetleyebiliriz:
a) Fransa eğitim sistemi örnek alınarak bugünkü eğitim sisteminin temeli atıldı. Yani eğitim kademeleri ilk, orta ve yükseköğretim olarak düzenlendi. (1846)
b) Bugünkü Milli Eğitim Bakanlığının başlangıcı olan “Mekatibi Umumiye Nezareti” kuruldu. (1846)
c) İlköğretim programı ve yönetmeliği yayınlandı. (1847)
d) Öğretmen okulu açıldı. (1848)
e) Kız rüşdiyeleri kurulmaya başlandı.
f) Meslek eğitimine önem verilmeye başlandı.
Tanzimat döneminin temel özellikleri şunlardır:
Örgün eğitim alanında büyük çabalar gösterilmiş ve bir çok yeni okul kurulmuştur.
Örgün eğitimin kurulup geliştirilmesi çabaları mantıki bir sıra izlememiş, örneğin, ilköğretime hiç müdahale edilmeden orta öğretim alanında düzenlemelere gidilmiştir.
Mantıki sıra izlemeyen girişimler, esas olarak, medreselerin tepkisinden kaçmak ve onların etkisinde olan sıbyan okullarının dışında yeni okullar açmak amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Medrese zihniyeti yeni okullarda öğretmenler, öğrenciler, ders programları ve ders yöntemleri açısından etkisini sürdürmüştür.
Tanzimat döneminde azınlık ve yabancı okullarda çok büyük gelişmeler gözlenmiştir.
Öğrenci ve öğretmen kılık-kıyafetleri bu dönemde belirlenip düzenlenmeye başlamıştır.
Az zamanda çok iş yapmak düşüncesi vb. nedeniyle, açılan sivil okulların pek çoğu için özel binalar yapılmamış, bunlar eğreti binalarda öğretimlerini sürdürmüşlerdir.
Programlara hayata dönük yeni dersler konulmuştur.
Kızlar için ilköğretim sonrası örgün eğitim kurumları ilk kez bu dönemde açılmıştır.
Mutlakiyet Dönemi
II. Abdülhamit’in tahta çıkışından sonra, Osmanlı-Rus savaşının kaybedilmesi sonucu parlamento kapatılmış ve mutlakiyet dönemi başlamıştır.Bu dönemde eğitimde nicelik bakımından önemli gelişmeler kaydedilmiş ve meslek okulu açılmıştır. Ancak baskı ve sansürün yoğun olarak yaşandığı bu dönemde yeni düşünceler ve bilimsel gelişmeler engellenmeye çalışılmış ve okullarda niteliksel gelişme sağlanamamıştır.
Bu dönemde üç önemli özellik göze çarpmaktadır:
1) İlköğretim anayasal zorunluluk haline getirildi. Yani ilköğretimin zorunlu olması, ilan edilen Teşkilatı Esasiye Kanunu konuldu. O tarihten bu yana ilköğretim, anayasal bir zorunluluk olarak devletin sorumluluğunda devam etmektedir.
2) Eğitimin arzına önem verilmiştir. Dikkat edilirse mevcut eğitim kurumlarının çoğu bu dönemde açılmıştır. İstanbul da bunun örneklerine bolca rastlanır.
3) Toplumun bozulmasının temel nedeninin ahlaki bozulma olduğu kanısına varılarak Din ve Ahlak eğitimine yeniden önem verilmeye başlanmıştır.
Meşrutiyet Dönemi
İttihat ve Terakki dönemi de denilen bu sürede iki önemli özellik göze çarpmaktadır:
a) Eğitim Yönetimi: Bu dönemde eğitim yönetimi için bir kanun, iki kanun hükmünde kararname çıkarılmış ve eğitim sistemi bunlarla yönetilmiştir.Bunlar şunlardır:
Ortaöğretim Kararnamesi (1910)
İlköğretim Kararnamesi (1913)
İl İdare Yasası (1913)
b) Eğitim sorunlarını görüşmek, tartışmak ve karara bağlamak üzere ilk defa “Heyeti İlmiyye” (bugünkü anlamda Milli Eğitim Şurası) toplanmıştır. Genç Türkler döneminde (1908-1920) , Rıza Tevfik, Selim Sırrı Tarcan ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu gibi kitle eğitimcilerinin çabaları sonucu, ilköğretimi yeniden düzenlemek amacıyla yeni bir yasa Tedrisat-ı İptidai Kanunu Muvakkati adıyla, 1913 yılında kabul ediliyordu. Bu yasanın hedefi; ilköğretimde halk desteğini sağlayarak, daha iyi bir öğrenim programı ve örgütlenmesini gerçekleştirmekti. Aynı yasaya göre; altı yıllık ilköğretim devlet okullarında zorunlu ve parasız hale getiriliyor ve sınıftaki öğrenci sayısı en çok 50 olarak saptanıyordu. Ayrıca; yeni yasanın 23. maddesinde, öğretim programlarının elişi, resim, beden eğitimi, aile bilgisi ve dikiş-nakış gibi derslere de din, matematik, coğrafya, dil bilgisi gibi geleneksel derler yanında yer vereceği belirtiliyordu.
Bu arada yirminci yüzyılın başlarında imparatorluk sınırları içinde Rum, Ermeni ve Musevilere ait 2596 azınlık ilkokulu ve bunun dışında Almanya, Avusturya, Fransa, İngiltere, Amerika’ya ait 215 ilkokul bulunmaktaydı. İlkokulun dışında azınlık ve yabancı devletlere ait 80 orta dereceli okul vardı.
Osmanlı’nın son dönemlerini Türk Milli Eğitim sisteminin temellerinin atıldığı yıllar olarak görmek mümkündür. Ancak yine de Osmanlı döneminden Cumhuriyete kalan eğitim kurumu sayısı çok fazla değildir. Osmanlı döneminden Cumhuriyete 4194 ilkokul, 69 ortaokul, 13 lise, 20 öğretmen okulu, 17 sanat okulu, 1 Darülfunun, 6 yüksekokul ve birkaç meslek okulu kalmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ise 78 yıllık sürede Türkiye’nin nüfusu yaklaşık 5 kat artarken, okul sayısı 10 kat, öğrenci sayısı 44 kat ve öğretmen sayısı 46 kat artmıştır.
Özetlemek gerekirse İstiklal Savaşının başladığı 1919 yılına dek Türk eğitim sistemi, biçimsel olarak ileri uluslardaki sistemlerin temel niteliklerine kavuşturulmuştu. Devlet; bütün vatandaşlarına en azından ilköğretim verebilmek için sorumluluğunu resmen kabul etmişti. İlk, orta ve üniversite düzeyinde işleyen bir okul şebekesi yaratılmış, bir Eğitim Bakanlığı kurularak ulusal eğitim sistemi oluşturmakta deneyimli duruma getirilmişti.
Cumhuriyetin Kuruluş Yıllarında Eğitim
Kurtuluş Savaşı’nın sonunda Atatürk’ün önderliğinde, her alanda yeni bir yapılanma sürecine girilmiştir. Bu yapılanmada eğitim, Atatürk’ün gündeminde her zaman özel bir yer almıştır. Bağımsızlık savaşının en bunalımlı günlerinde “Maarif Kongresi”ni ve “Heyeti İlmiye adı altında da bilim kurullarını toplamıştır (1921, 1923, 1924 ve 1925). Bu danışma toplantılarında; ilköğretim programları, zorunlu eğitim, küçük yerleşim birimleri için yatılı bölge okullarının açılması, ilk, orta ve lise eğitim süreleri, öğretmenlik mesleği, Talim ve Terbiye dairesinin kurulması gibi tarihimiz açısından önemli kararlar alınarak yürürlüğe konulmuştur. Her biri ayrı ayrı önemli ve değerli olan ve birbirinin tamamlayıcısı durumunda bulunan bu işlerin arasında en önde geleni, ülkenin insan gücünü hazırlayacak olan eğitim sistemini birleştirerek devletin gözetim ve denetimi altına alan o günkü adıyla Tevhid-i Tedrisat Kanunu’dur (Öğretim Birliği Yasası).
3 Mart 1924’de çıkarılan bu kanun ile tüm okullar Maarif Nezareti’ne bağlanmış ve böylece o zamana kadar süre gelen çok başlılık sorunu ortadan kaldırılarak eğitim ve öğretimde ulusal anlamda bir bütünlük sağlanmaya çalışılmıştır.
Öğretim Birliği Yasası’nın hemen arkasından çıkarılan 1924 Anayasası ile de her türlü eğitim ve öğretimin hükümetin gözetim ve denetiminde olacağı, yasa çerçevesinde yapılacağı ve serbest olduğu (Madde 80), her kadın ve erkeğin ilköğretimlerini yapmaları zorunluluğu (Madde 87) getirilmiştir.
Öğretim Birliği Yasası ile;
1. Lâik Cumhuriyetin dışında yönetim arayışında olanların hesaplarına son veren yasal engel getirilmiştir.
2. Kadınlarımızın, geleneksel yapıdan da kaynaklanan nedenlerle dışlanmalarına son verilerek, toplum yaşamının her aşamasına aktif olarak katılabilecekleri eğitim ortamları açılmıştır.
3. Okul sistemleri ve eğitim programlarında birliğe gidilerek insanımızın çağdaş bilgi ve becerilerle donatılmaları sağlanmıştır.
4. Eğitim ortamlarında oluşturulan, kültürel çatışmaya son verilerek bilimi ve bilimsel yöntemleri esas alan demokratik, lâik eğitim programları geliştirilerek çağdaş insan gücünün yetiştirilmesine başlanmıştır.
Öğretim Birliği Yasası’nın gereği gibi uygulanabilmesi için de 1926 yılında Maarif Teşkilâtı Kanunu çıkarılmıştır.
Mustafa Kemal, 18 Eylül 1924'te Rize gezisinde, bir dilekçe ile gelerek kapatılan medreselerin yeniden açılmasını rica eden bir hoca heyetine, "...Bırakınız artık bu zavallı ulus, bu memleket çocukları yetişsin! Medreseler açılmayacaktır. Ulusa okul gerekir!" diyerek, medreselerin ve onun zihniyetinin, bir daha dirilmemek üzere kalktığını belirtiyordu.
Mustafa Kemal, 27 Ağustos 1925'te İnebolu'daki ünlü şapka nutkunda Öğretim Birliğine işaretle "Dünya uygarlık ailesinde saygılı bir yerin sahibi olmaya lâyık Türk ulusu, çocuklarına vereceği eğitimi, okul ve medrese adında birbirinden büsbütün başka iki çeşit kuruma bölmeye hâlâ katlanabilir miydi? Eğitim ve öğretimini birleştirmedikçe aynı düşüncede, aynı zihniyette fertlerden oluşmuş bir ulus yapmaya imkân aramak , boş şeylerle uğraşmak olmaz mıydı?" diyerek bu kararın ne kadar önemli bir ihtiyacın ifadesi olduğunu belirtti.
Mustafa Kemal, İzmir'de Öğretmenler Birliğinin 14 Ekim 1925 günü verdiği çay ziyafetinde de,
"...Geçmişte bu ulusu insanlıkta geri bırakan ... birtakım kurumlar ve engeller vardı. Fakat ulus bunların hepsini yıktığını ve ne kadar çürük ve anlamsız olduğunu da ispat gücünü gösterdi."diyerek ulusun saltanattan, halifelikten ve medreselerden, böylece taassup ve bilgisizlikten kurtulduğunu dile getiriyordu.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yaygın eğitim ve yetişkinler eğitimine yönelik çalışmalar yapıldı. Bu anlamda 1928’de Millet Mektepleri, 1930’lu yıllardan itibaren köylerde Halk Okuma Odaları ve 1932’den itibaren de Halk Evleri açıldı. Bu kurumlarda yetişkinlere yönelik olarak okuma-yazma kursları, kültürel ve sanatsal alanlarda ve çeşitli mesleki konularda bilgilendirmeler yapılmaktaydı.
Bu arada yabancı uzmanlardan da yararlanılmaktaydı. Bu amaçla 1924-26 yılları arasında John Dewey genel olarak milli eğitim sistemi, 1927 yılında O. Buyse, mesleki-teknik eğitim ve tarım okulları, 1935 yılında Alman eğitimci Kuhne de öğretmen yetiştirme, eğitim harcamaları ve kadınların iş eğitimi konularında çalışmalar yapmıştır ve öneriler sunmuştur.Bu arada 1932 yılında Cenevre Üniversitesinden A.Malche, Darülfunun’un 1933 yılında yeniden yapılandırılmasına zemin hazırlayacak bir rapor hazırladı.
1933’de gerçekleştirilen üniversite reformu ile Darülfunun , İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülerek mevcut öğretim üyelerinin çoğunun işine son verildi ve bunların yerine Almanya'daki Nazi baskısından kaçan profesörler istihdam edildi. Bu reformla birlikte üniversite Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. 1946 yılında çıkarılan bir yasa ile üniversitelere özerklik ve tüzel kişilik tekrar verildi.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren milli eğitim ilgilileri altı yaş üzerindeki nüfusun %80’inin yaşadığı köylerin eğitim sorunlarına yöneldiler. Bu amaçla 1937 yılında köyde hem eğitim işlerini görecek, hem de tarımı tekniğine uygun bir şekilde köylüye öğretecek öğretmenlerin yetiştirilmesi için “Köy Eğitmenleri Yasası” çıkarıldı.1940 yılında “Köy Enstitüleri Yasası” çıkarıldı.1954 yılında Köy Enstitüleri geleneksel ilk öğretmen okullarıyla birleştirildi yani bir anlamda kapatılmış oldu. Köy Enstitülerinden toplam 15000 kadar öğretmen ve 2000 kadar sağlıkçının yetiştirildiği kaydedilmektedir.
1950’li yıllarda, eğitimde Amerikan modelinin etkileri görülmeye başlandı. Çok amaçlı okul deneyimleri, rehberlik ve araştırma merkezlerinin açılması ile ortaöğretimi tek kanallı hale getirmek çabaları bu etkiler arasında sayılabilir.
1960’lı yıllara birlikte planlı kalkınma dönemi başladı. Bu doğrultuda eğitimde de nitelikli işgücüne duyulan ihtiyaçlar doğrultusunda planlamalar yapılmaya başlandı.
1961 yılında çıkarılan yasayla ilköğretim yeniden düzenlendi. Düzenlemeyle daha önceden köy okullarında 3 yıl olan ilkokulun öğrenim süresi en az beş yıl olarak belirlendi. 1970’li yılların başında milli eğitimde model arayışları hızlandı. Bu arayışların bir sonucu olarak 1973 yılında bugünkü Türk Milli Eğitim Sisteminin de temellerini oluşturan 1739 sayılı “Milli Eğitim Temel Kanunu” çıkarıldı. Kanunla birlikte zorunlu temel eğitimin süresi 8 yıl olarak belirlendi. Bu modele göre beş yıllık ilkokullar ile daha önceden ortaöğretimin birinci devresini oluşturan üç yıllık ortaokullar “temel eğitim” adı altında birleştirildi.
1991 yılında Amerikan tarzı bir model olarak ders geçme ve kredili sistem uygulanmasına başlandı ancak kısa bir süre sonra uygulamadan vazgeçildi.
1981 yılında 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile tüm yüksek öğretim kurumları üniversite çatısı altında toplandı.
Eğitimin Genel Amaçları
Türk Milli Eğitimi’nin genel amaçları Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 2. maddesinde gösterilmiştir. Bu amaçlar, 1983’de yapılan değişikliği ile olduğu gibi aşağıya alınmıştır.
Türk Milli Eğitimi’nin genel amacı, Türk Milleti’nin bütün fertlerini;
1. Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasa’da ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milleti’nin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışa; insan haklarına ve Anayasa’nın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek;Böylece bir yandan Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğunu artırmak; öte yandan milli birlik ve bütünlük içinde iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak ve nihayet Türk milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı seçkin bir ortağı tapmaktır.
2. Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip; insan haklarına saygılı; kişilik ve teşebbüse değer veren;topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek;
3. İlgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların kendilerini mutlu kılacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamak;
Eğitim İlkeleri
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda (1982) birçok eğitim ilkesi vardır. Bunlardan kimileri doğrudan kimileri de dolaylı olarak eğitimi ilgilendirmektedir.Anayasa’dan sonra eğitim ilkelerini daha geniş olarak içeren yasa Milli Eğitim Temel Kanunu’dur. Türk Milli Eğitimi’nin genel ilkeleri başlığı altında bu yasada 14 ilke yer almaktadır. Bu ilkelerden bazıları 18 Haziran 1983’te değiştirilmiştir. Bu değişiklikleriyle birlikte eğitim ilkeleri aşağıya olduğu gibi alınmıştır.
1. Genellik ve EşitlikTaşra Teşkilatı
2. Ferdin ve Toplumun İhtiyaçları
3. Yöneltme
4. Eğitim Hakkı
5. Fırsat ve İmkan Eşitliği
6. Süreklilik: Fertlerin genel ve mesleki eğitimlerinin hayat boyunca devam etmesi esastır.
7. Atatürk İnkılap ve İlkeleri ve Atatürk Milliyetçiliği
8. Demokrasi Eğitimi
9. Laiklik: Türk Milli Eğitimi’nde laiklik esastır.
10. Bilimsellik
11. Planlılık
12. Karma Eğitim
13. Okul ve Ailenin İşbirliği
14. Her Yerde Eğitim
Milli Eğitim Bakanlığının taşra teşkilatı, il, ilçe ve okul teşkilatlarından oluşur.
a. İl Teşkilatı: Milli Eğitim Bakanlığının illerde valiliğe bağlı “İl Milli Eğitim Müdürlükleri” vardır. İl Milli Eğitim Müdürlüklerine bağlı olarak ilköğretim müfettişleri kurulu başkanlığı, eğitim araçları merkezi başkanlığı, rehberlik ve araştırma merkezi başkanlığı bulunmaktadır. İl teşkilatı hem il merkezindeki hem de ilçelerdeki eğitim faaliyetlerinin yürütülmesini ve denetlenmesini sağlar. İl teşkilatları valiliğe bağlı olmakla birlikte Milli Eğitim Bakanlığı ile koordinasyon içinde çalışır.
b. İlçe Teşkilatı: İl teşkilatının yanı sıra ilçelerde kaymakamlığa bağlı “İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri” bulunmaktadır. Milli Eğitim ilçe müdürlükleri ilçelerdeki ve ilçelerine bağlı köylerdeki eğitim faaliyetlerinden sorumludur. İlçe milli eğitim müdürlükleri kaymakamın yanı sıra il milli eğitim müdürlüklerine de bağlıdır.
c.Okul Teşkilatı: Okul teşkilatı okulların büyüklüğüne ve türüne göre değişmekle birlikte, çoğunlukla okul müdürü ve yardımcıları ile öğretmenlerden oluşur. Büyük okullarda bunların yanı sıra rehberlik birimi de bulunmaktadır. Tek öğretmenli okullarda müdür yetkisi öğretmene devredilir. (Erden, 2001, s:168)
Taşra Teşkilatının Sorunları
Eğitim sisteminin taşra örgütlerinin en önemli sorunu, kendi il ve ilçelerinde eğitimi planlamak, örgütlemek, eşgüdümlemek,bütçesini hazırlamak, kısaca eğitimin sorunlarını çözmek için yeterince yetkilerinin olmayışıdır. Taşra örgütleri, hemen hemen her konuda Bakanlığın buyruğunu beklemek zorundadırlar.
Taşra örgütleri eğitim programlarının geliştirilmesinde ve uygulanmasında, eğitim iş görenlerinin sorunlarının çözümünde; öğrenci hizmetlerinin etkili yönetiminde, okulların binalarının yatırım, yapım, onarım ve bakım işlerinde gereksinmeyi karşılayabilecek etkililiği göstermede ve eğitime kaynak sağlamada yetersiz kalmaktadır.
Yapılan araştırmalar il ve ilçe milli eğitim müdürlüklerinin çoğunluğunun eğitim yönetimi için gerekli yeterlik düzeyinin gerisinde olduğunu göstermektedir. Bunların, yönetim kuram ve kavramlarında insan ilişkilerinde,demokratik yönetim biçimini uygulayacak yeterliğe kavuşturulmaları için etkili bir eğitimden geçirilmesi gerekmektedir. İl ve ilçenin yönetsel sınırları içinde, eğitim yönetiminde yerelciliğin getireceği işlev ve görevleri, sorumlulukları yüklenebilecek niteliğe ulaşamadıkça, il ve ilçe milli eğitim müdürlerine merkezden yetki göçermek olanaksız gibi görünmektedir.
Öğretmenlerin, il ve ilçe milli eğitim müdürlerinden başlıca yakınmaları, bunların yetkeci bir yönetim biçimi uygulamaları; bürokratik kurallara sıkı sıkıya sarılmaları; öğretmenlerle ilişkilerinin iyi olmaması; siyasal yanlarının ağır basması; öğretmenler arasında birliği sağlayamamaları; öğretmenlerin sorunlarını çözücü değil onlara sorun çıkarıcı tutum içinde olmaları ve öğretmenlerin örgütlenmesine karşı olmalıdır. Araştırmalar, ağırlığı yüksek olan yukarıdaki yakınmalardan başka, daha az ağırlıkta birçok yakınma sıralamaktadır. Bunlar, özet olarak eğitimin aracı üst sistemlerini yönetenlerle, asıl eğitimi üreten temel sistemlerde bulunan eğitim iş görenlerinin arasında ciddi ilişki sorunlarının olduğunu göstermektedir.
Yurtdışı Teşkilatı
Milli Eğitim Bakanlığının yurtdışı teşkilatı bazı ülkelerdeki eğitim müşavirlikleri ile eğitim ataşelikleri (eğitim müfettişlikleri)nden oluşmaktadır. Bakanlığın, 38 ülkede temsilcilikleri bulunmaktadır. Bunlar söz konusu ülkelerdeki Türk çocuklarının eğitimiyle ilgili konularda bazı görevleri yerine getirmektedirler. Türkiye’den yurtdışında eğitim görmek üzere öğrenci gönderilen bazı ülkelerde de eğitim ataşelikleri bulunmaktadır. Bunlar da söz konusu öğrencilerin eğitimiyle ilgili bazı hizmetleri yerine getirmektedir.
- Alıntıdır / genbilim.com -