Ziyaretçi
1945-1980 Altın Çağ
Kısa vadeli spekülatif sermaye hareketlerinin doğmasına ya da güç kazanmasına neden olan gelişim süreci, 1970’lerin sonunda, “Altın Çağ” olarak adlandırılan dönemin kapanması ile başlamıştır.
Altın Çağ, ikinci dünya savaşından sonraki 30 yıllık zamanı kapsayan şimdikine nazaran daha eşitlikçi ve sosyal bir dönemdi. Eşitlikçi ve sosyal karakteri, dönemin altın olarak tanımlanmasına neden olmuştur. Dönemin siyasal atmosferine yöneldiğimizde, karşımıza iki kutuplu bir yapı çıkmaktadır Bu siyasal yapının ticari ilişkilere yansıması sonucunda, ülkelerin şimdikine göre dünya ekonomisi ile daha az entegre olduklarını söyleyebiliriz. Dış dünya ile yapılan ticaretin de kutup içerisindeki ülkelerle olduğunu belirtmeliyiz.
Ülkelerin gelişmişlik düzeyinden ziyade, hangi bloğa ait olduğunun önem taşıdığı bu dönemde az gelişmiş ülkeler gelişmiş ülkelerden birçok taviz koparmışlardır. Daha basit bir anlatımla, az gelişmiş ülkeler gelişmiş ülkeler üzerinde etkili olabilmişlerdir. Kalkınma iktisadının, bu dönemin ürünü olması, gelişmiş ülkelerin az gelişmiş ülkelere verdikleri önemin ayrı bir göstergesi olarak kabul edilmelidir.
“Dünyada her ülke az çok gelişiyor, açlık fakirlik azalıyordu. Finansal piyasaların denetimli olması, hükümetlere ekonomi politikalarında güçlü olma ve ekonomiyi geliştirmeye ilişkin politikalara rahatça uygulama olanağı verdi; döviz fiyatları ve faiz hadleri denetim altında tutuldu ve göreli istikrarı korudu. Enflasyon hızları hemen her yerde düşük düzeylerde kaldı. Fakir Güney’den zengin Kuzey’e doğru işçi hareketleri ve ters yöndeki dolaysız yatırımlar, her iki kesime de yarar sağladı. Çoğunluğu resmi kredilerden oluşan dış yardımlar çerçevesinde az gelişmiş ülkelerin gelişmesine önemli katkı oldu” (Kazgan, 2001: 91).
Ülkelerarası düzeyden ülke düzeyine inildiğinde, uluslararası ticaret düzeyindeki kapalılığın az gelişmiş ülkelerin ekonomi politikalarına “ithal ikameci” model olarak yansıdığı görülmektedir. Modelin özü, az gelişmiş ülkenin ithal ettiği yatırım mallarının ülke içerisinde üretilmesidir. Model içerisinde, bu malları ülke içerisinde üretecek sektörler desteklenmektedir. Ülke içerisindeki ücretli kesim, bu malları satın alacak talep olarak görüldüğünden, ücretli kesimin kazanımının yüksek olması sistemin devamını sağlayacaktır. Daha basit bir anlatımla, sınıflar arasında denge kurulacaktır.
1980’ler ve Finansal Serbestleşme
1970’li yılların ortalarından itibaren sistem, kar oranlarının düşmesi ile sıkıntı içerisine girmiştir. Uluslararası para sisteminin sona ermesi ve petrol şokları sorunların giderek artmasına neden olmuştur. Sonuçta, dünya stagflasyonist baskı ile karşı karşıya kalmıştır. Dünyanın önde gelen büyük batı ekonomileri çözümü, üretim sistemi olarak Post-Fordizm’e yönelmekte, ekonomik düzen olarak da tam serbestleşmeye geçişte bulmuşlardır. Burada tam serbestleşme terimi büyük batı ekonomilerinin 1960’ların ortalarında kısmi anlamda serbestleşme yaptıklarını belirtmek için kullanılmıştır.
Serbestleşme , devletin üretim araçları sahipliğinin ve ekonomiyi yönlendirme gücünün elinden alınması ya da özel sektöre devri anlamına gelmektedir. Bu görüşün savunucularına göre, devlet bu kaynakları ve gücü etkin olmayan bir biçimde kullanmakta ve yönetmektedir. Devletin bu varlığı ve gücü elinden alınırsa, ekonominin içinde bulunduğu kriz ortamından çıkış sağlanacaktır.
Özelleştirme, devletin kaynaklar üzerindeki yetkisinin özel sektöre devredilmesi anlamına gelmektedir. Serbestleşme sürecinin pratiğe uygulanmasının en önemli göstergesidir. ABD ve İngiltere de yoğun bir biçimde başlayan bu uygulamalar, SSCB’nin yıkılması ile büyük bir hız kazanarak tüm dünyaya yayılmıştır. Bu dönemde devletin sadece üretim araçları sahipliğinden değil aynı zamanda ekonomiye yön veren yetki ve düzenleme güçlerinden de çekilmesi istenmektedir.
Deregülasyon, düzenlemeden(kurallardan) arındırma anlamını taşıyıp, 1980’ lerle birlikte devletin yetki ve düzenleme gücünden arındırılması anlamına gelmiştir. Peki kurallardan arındırma sonrasında ne olması beklenmektedir ? Neden böyle bir ihtiyaç duyulmuştur?
Neo-Klasik Finansal Serbestleşme Teorisi
Bu sorunun cevabı, McKinnon(1973) ve Shaw(1973) öncülüğünde temeli atılan ve daha sonra Kapur, Galbis, Vogel, Buser, Mathieson, Roubini ve Martin gibi iktisatçılar tarafından geliştirilen finansal serbestleştirme teorisinde yatmaktadır. McKinnon ve Shaw ikilisi, 1973 yılında birbirlerinden bağımsız yayınladıkları kitaplarda ve daha sonra makalelerde finansal serbestleşme teorisinin: finansal baskı ve finansal derinlik kavramı üzerine oturduğunu belirtmişlerdir.
“Genelde, mali sektördeki her türlü kısıtlamayı ve müdahaleyi kapsayacak şekilde kullanılan ve özelde negatif reel faiz politikaları şeklinde uygulanan iktisat politikaları McKinnon ve Shaw tarafından “mali baskı” olarak adlandırılmaktadır” (İmer, 2003: 15).
Yazarlar sadece mali sektör üzerindeki baskının değil aynı zamanda mali sektörün dünya ile entegrasyonunu sağlayacak dış ticaret ve sermaye hareketleri üzerindeki baskıların da kaldırılmasını istemektedirler.
“McKinnon öncelikle sermaye hareketlerindeki kısıtların kaldırılması, daha sonra dış ticaret, mali piyasalar ve mal piyasasının önündeki engellerin kaldırılması biçiminde bir sıralama bulunduğunu ima eder” (İmer, 2003: 18). Bir bütün olarak düşündüğümüzde, finans sisteminin ilişkide olduğu bütün yapıların serbestleşmesi gerekmektedir.
İki yazar mali baskının en önemli unsurunun negatif reel faizler olduğunu belirtmektedirler. Negatif reel faizler, tasarrufları azaltacaktır. Faizler artırıldığı takdirde, tasarruflar artacak ve büyüme sağlanacaktır. İşte tam bu noktada karşımıza finansal derinlik kavramı çıkmaktadır. Shaw’ın bu konu hakkındaki görüşünü, aşağıda sunulan alıntı çok açık bir şekilde sunmaktadır.
“Reel faizlerin yüksek olduğu yerde, finans sistemi derinlik kazanır” (Arestis, 2003: 2). Bu noktada yüksek faizlerin finans sistemine girmemiş tasarrufları çekeceği ve yüksek kazanç sağlayacağından hareket edilerek bu sonuca ulaşılabilinir.
Sonuç olarak, ülkelerin büyümesi finansal serbestleşme ile gerçekleşecektir. Bu serbestleşmenin gerçekleşmesi için genelde finansal baskının özelde ise negatif reel faizlerin kaldırılması gerekmektedir.
Türkiye’de Finansal Serbestleşme
Dünya üzerindeki serbestleşme uygulamalarına bakıldığında, 1980 yıllarda Latin Amerika’da, 1990 yıllarda Asya’da sürecin hızlandığı görülmektedir. Temel olarak serbestleşme süreçlerinde aynı sıra, aynı zamanlama izlenmese de 1990’ların sonunda dünya üzerinde büyük ölçüde tamamlanmıştır.
Ülkemiz açısından bu sürecin tarihsel sıralamasını vermeden önce, uygulama öncesinde var olan durumu bir gözden geçirmemiz gerekmektedir. Bu noktada ithal ikameci süreç içerisinde, mal piyasasının fiyat denetimleri altında, dış ticaretin ise yoğun tarifeler altında olduğunu bilinmektedir.
1980 öncesi Türk finans piyasasının yapısı aşağıda belirtilmiştir.
a) Mevduat ve kredi faiz oranları kontrol altındaydı, yüksek ve dalgalı enflasyon ortamında kredi ve mevduat reel faiz oranları çoğunlukla negatifti. b) Bankaların ve mevduat sahiplerinin döviz işlemlerine önemli kısıtlamalar getirilmişti. c) Kişilerin portföylerinde döviz bulundurma olanakları yoktu. d) Tercihli kredi yolu ile birçok sektöre sübvansiyon sağlanmaktaydı. e) Mali piyasalarda gerçekleşen işlemler ve buradan elde edilen gelirler göreli olarak daha fazla vergilendirilmekteydi. f) Kurumsallaşmış bir mali sistem yoktu. g) Yabancı ve yerli bankaların mali sisteme katılmalarına önemli kısıtlamalar getirilmekteydi. h) Şirketlerin yegane finansman kaynağı banka kredileriydi. i) Zorunlu karşılıklar oranları yüksekti. j) Tl piyasası yok denecek kadar azdı. k) Şirket ve banka sahipliliği iç içe geçmişti (Kunter, 1998: 12).
İthal ikameci politikaların finans alanındaki etkileri faizler ve bankalar üzerinde çok net bir biçimde görülmektedir. Devlet kapalı bir ekonomide tek finansman kaynağı olarak gördüğü bankaları baskı altına alıp, dışarıdan banka girişini yasaklayıp, faizlerin sistemin işlemesi için düşük olmasını sağlamaktadır.
“Gelişmekte olan pek çok ülkede, özel sektöre ya da kamuya ait aktiflerin işlem gördüğü finans piyasaları ya yoktur ya da oldukça sınırlıdır. Bankacılık sektörü kaynakların toplanması sürecinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda, hükümetler bankacılık sektörünü genellikle stratejik bir sektör olarak hesaba katarlar. Dolayısıyla da dolaylı ve dolaysız bir şekilde bu sektörü denetim altına alma arayışındadırlar.Bu kontroller farklı şekillerde sağlanmaktadır: sektörün ulusallaştırılmasından, faiz oranlarının piyasa dengesinin altında bir düzeyde sabitlenmesine ya da devlete bütçe açığını düşük bir maliyetle finanse etme olanağını sunacak zorunlu rezervlerin oluşturulmasına kadar geniş bir yelpaze mevcuttur” (Venet, 2004: 60).
Türkiye için kronolojik sıralama aşağıda görülmektedir.
a) 1980: Mal piyasasında fiyat denetimlerinin kaldırılması b) 1980: Faiz hadleri üzerindeki sınırlamaların kaldırılması c) 1981-85: İthalatın serbestleştirilmesi d) 1982: SPK oluşturulması e) 1984: Döviz alım-satımın serbestleştirilmesi f) 1985: Bankalar kanununun yürürlüğe girmesi g) 1986: Bankalararası para piyasasının kurulması h) 1987: Açık piyasa işlemlerinin başlaması i) 1988: Döviz-Efektif piyasasının açılması j) 1989: Altın piyasasının kurulması k) 1989: Sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamaların tamamen kaldırılması
Kronolojik sıralama üzerinde finansal serbestleşme sürecine odaklaştığımız takdirde, üç önemli süreç göreceğiz. Bunlar aşağıdaki gibidir.
a) 1980: Faiz hadleri üzerindeki sınırlamaların kaldırılması b) 1984: Döviz alım-satımın serbestleştirilmesi c) 1989: Sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamaların tamamen kaldırılması
Literatürde finansal serbestleşme yerel ve dış finansal serbestleşme olarak ikiye ayrılmaktadır.Ülkemizin yerel serbestleşme süreci 1980 yılında faiz hadleri üzerindeki sınırlamaların kaldırılması ile başlamıştır. 1986 ve sonrasında ise merkez bankası bünyesinde kurulan piyasalarla yerel finansal yapının kurumsallaşması amacı güdülerek bu süreç tamamlanmıştır.
Dış finansal serbestleşme hakkında kronolojik bir yorum yapmadan önce, dış finansal serbestleşmenin ulaştığı düzeyi saptayabilmek için başvurulması gereken kriterleri ortaya koymalıyız. Bu kriterler aşağıda sunulmuştur.
Yerleşik olanlar açısından a) Uluslararası finansal piyasaya serbestçe borçlanabilme b) Yurtdışına serbestçe yatırım yapabilme, finansal varlıklar tutabilme c) Döviz cinsinden banka mevduatına sahip olabilme ve ödeme yapabilme
Yerleşik olmayanlar açısından a) Yurt içi finansal piyasalara serbestçe yatırım yapabilme b) Yurtiçinde borçlanma ve yükümlülük taşıma c) Yurtdışına transfer yapabilme (Sönmez, 2003: 325).
“Türkiye’de 1984 yılında alınan 30 sayılı karar kapsamında yapılan düzenlemeler bu kriterlere büyük ölçüde uyulduğunu göstermektedir. Eksiklikler 11 Ağustos 1989 da yürürlüğe konulan 32 sayılı karar ile giderilmiştir. 32 sayılı kararın özellikle 3, 4, 10, 11, 13, 14, 15, 17, 19 maddeleriyle tüm döviz işlemleri ve sermaye hareketleri serbestleştirilmiştir” (Sönmez, 2003: 325). Görüldüğü üzere ülkemizin dış finansal serbestleşme süreci 10 yıl gibi kısa bir sürede tamamlanmıştır.
Sponsorlu Bağlantılar
Altın Çağ, ikinci dünya savaşından sonraki 30 yıllık zamanı kapsayan şimdikine nazaran daha eşitlikçi ve sosyal bir dönemdi. Eşitlikçi ve sosyal karakteri, dönemin altın olarak tanımlanmasına neden olmuştur. Dönemin siyasal atmosferine yöneldiğimizde, karşımıza iki kutuplu bir yapı çıkmaktadır Bu siyasal yapının ticari ilişkilere yansıması sonucunda, ülkelerin şimdikine göre dünya ekonomisi ile daha az entegre olduklarını söyleyebiliriz. Dış dünya ile yapılan ticaretin de kutup içerisindeki ülkelerle olduğunu belirtmeliyiz.
Ülkelerin gelişmişlik düzeyinden ziyade, hangi bloğa ait olduğunun önem taşıdığı bu dönemde az gelişmiş ülkeler gelişmiş ülkelerden birçok taviz koparmışlardır. Daha basit bir anlatımla, az gelişmiş ülkeler gelişmiş ülkeler üzerinde etkili olabilmişlerdir. Kalkınma iktisadının, bu dönemin ürünü olması, gelişmiş ülkelerin az gelişmiş ülkelere verdikleri önemin ayrı bir göstergesi olarak kabul edilmelidir.
“Dünyada her ülke az çok gelişiyor, açlık fakirlik azalıyordu. Finansal piyasaların denetimli olması, hükümetlere ekonomi politikalarında güçlü olma ve ekonomiyi geliştirmeye ilişkin politikalara rahatça uygulama olanağı verdi; döviz fiyatları ve faiz hadleri denetim altında tutuldu ve göreli istikrarı korudu. Enflasyon hızları hemen her yerde düşük düzeylerde kaldı. Fakir Güney’den zengin Kuzey’e doğru işçi hareketleri ve ters yöndeki dolaysız yatırımlar, her iki kesime de yarar sağladı. Çoğunluğu resmi kredilerden oluşan dış yardımlar çerçevesinde az gelişmiş ülkelerin gelişmesine önemli katkı oldu” (Kazgan, 2001: 91).
Ülkelerarası düzeyden ülke düzeyine inildiğinde, uluslararası ticaret düzeyindeki kapalılığın az gelişmiş ülkelerin ekonomi politikalarına “ithal ikameci” model olarak yansıdığı görülmektedir. Modelin özü, az gelişmiş ülkenin ithal ettiği yatırım mallarının ülke içerisinde üretilmesidir. Model içerisinde, bu malları ülke içerisinde üretecek sektörler desteklenmektedir. Ülke içerisindeki ücretli kesim, bu malları satın alacak talep olarak görüldüğünden, ücretli kesimin kazanımının yüksek olması sistemin devamını sağlayacaktır. Daha basit bir anlatımla, sınıflar arasında denge kurulacaktır.
1980’ler ve Finansal Serbestleşme
1970’li yılların ortalarından itibaren sistem, kar oranlarının düşmesi ile sıkıntı içerisine girmiştir. Uluslararası para sisteminin sona ermesi ve petrol şokları sorunların giderek artmasına neden olmuştur. Sonuçta, dünya stagflasyonist baskı ile karşı karşıya kalmıştır. Dünyanın önde gelen büyük batı ekonomileri çözümü, üretim sistemi olarak Post-Fordizm’e yönelmekte, ekonomik düzen olarak da tam serbestleşmeye geçişte bulmuşlardır. Burada tam serbestleşme terimi büyük batı ekonomilerinin 1960’ların ortalarında kısmi anlamda serbestleşme yaptıklarını belirtmek için kullanılmıştır.
Serbestleşme , devletin üretim araçları sahipliğinin ve ekonomiyi yönlendirme gücünün elinden alınması ya da özel sektöre devri anlamına gelmektedir. Bu görüşün savunucularına göre, devlet bu kaynakları ve gücü etkin olmayan bir biçimde kullanmakta ve yönetmektedir. Devletin bu varlığı ve gücü elinden alınırsa, ekonominin içinde bulunduğu kriz ortamından çıkış sağlanacaktır.
Özelleştirme, devletin kaynaklar üzerindeki yetkisinin özel sektöre devredilmesi anlamına gelmektedir. Serbestleşme sürecinin pratiğe uygulanmasının en önemli göstergesidir. ABD ve İngiltere de yoğun bir biçimde başlayan bu uygulamalar, SSCB’nin yıkılması ile büyük bir hız kazanarak tüm dünyaya yayılmıştır. Bu dönemde devletin sadece üretim araçları sahipliğinden değil aynı zamanda ekonomiye yön veren yetki ve düzenleme güçlerinden de çekilmesi istenmektedir.
Deregülasyon, düzenlemeden(kurallardan) arındırma anlamını taşıyıp, 1980’ lerle birlikte devletin yetki ve düzenleme gücünden arındırılması anlamına gelmiştir. Peki kurallardan arındırma sonrasında ne olması beklenmektedir ? Neden böyle bir ihtiyaç duyulmuştur?
Neo-Klasik Finansal Serbestleşme Teorisi
Bu sorunun cevabı, McKinnon(1973) ve Shaw(1973) öncülüğünde temeli atılan ve daha sonra Kapur, Galbis, Vogel, Buser, Mathieson, Roubini ve Martin gibi iktisatçılar tarafından geliştirilen finansal serbestleştirme teorisinde yatmaktadır. McKinnon ve Shaw ikilisi, 1973 yılında birbirlerinden bağımsız yayınladıkları kitaplarda ve daha sonra makalelerde finansal serbestleşme teorisinin: finansal baskı ve finansal derinlik kavramı üzerine oturduğunu belirtmişlerdir.
“Genelde, mali sektördeki her türlü kısıtlamayı ve müdahaleyi kapsayacak şekilde kullanılan ve özelde negatif reel faiz politikaları şeklinde uygulanan iktisat politikaları McKinnon ve Shaw tarafından “mali baskı” olarak adlandırılmaktadır” (İmer, 2003: 15).
Yazarlar sadece mali sektör üzerindeki baskının değil aynı zamanda mali sektörün dünya ile entegrasyonunu sağlayacak dış ticaret ve sermaye hareketleri üzerindeki baskıların da kaldırılmasını istemektedirler.
“McKinnon öncelikle sermaye hareketlerindeki kısıtların kaldırılması, daha sonra dış ticaret, mali piyasalar ve mal piyasasının önündeki engellerin kaldırılması biçiminde bir sıralama bulunduğunu ima eder” (İmer, 2003: 18). Bir bütün olarak düşündüğümüzde, finans sisteminin ilişkide olduğu bütün yapıların serbestleşmesi gerekmektedir.
İki yazar mali baskının en önemli unsurunun negatif reel faizler olduğunu belirtmektedirler. Negatif reel faizler, tasarrufları azaltacaktır. Faizler artırıldığı takdirde, tasarruflar artacak ve büyüme sağlanacaktır. İşte tam bu noktada karşımıza finansal derinlik kavramı çıkmaktadır. Shaw’ın bu konu hakkındaki görüşünü, aşağıda sunulan alıntı çok açık bir şekilde sunmaktadır.
“Reel faizlerin yüksek olduğu yerde, finans sistemi derinlik kazanır” (Arestis, 2003: 2). Bu noktada yüksek faizlerin finans sistemine girmemiş tasarrufları çekeceği ve yüksek kazanç sağlayacağından hareket edilerek bu sonuca ulaşılabilinir.
Sonuç olarak, ülkelerin büyümesi finansal serbestleşme ile gerçekleşecektir. Bu serbestleşmenin gerçekleşmesi için genelde finansal baskının özelde ise negatif reel faizlerin kaldırılması gerekmektedir.
Türkiye’de Finansal Serbestleşme
Dünya üzerindeki serbestleşme uygulamalarına bakıldığında, 1980 yıllarda Latin Amerika’da, 1990 yıllarda Asya’da sürecin hızlandığı görülmektedir. Temel olarak serbestleşme süreçlerinde aynı sıra, aynı zamanlama izlenmese de 1990’ların sonunda dünya üzerinde büyük ölçüde tamamlanmıştır.
Ülkemiz açısından bu sürecin tarihsel sıralamasını vermeden önce, uygulama öncesinde var olan durumu bir gözden geçirmemiz gerekmektedir. Bu noktada ithal ikameci süreç içerisinde, mal piyasasının fiyat denetimleri altında, dış ticaretin ise yoğun tarifeler altında olduğunu bilinmektedir.
1980 öncesi Türk finans piyasasının yapısı aşağıda belirtilmiştir.
a) Mevduat ve kredi faiz oranları kontrol altındaydı, yüksek ve dalgalı enflasyon ortamında kredi ve mevduat reel faiz oranları çoğunlukla negatifti. b) Bankaların ve mevduat sahiplerinin döviz işlemlerine önemli kısıtlamalar getirilmişti. c) Kişilerin portföylerinde döviz bulundurma olanakları yoktu. d) Tercihli kredi yolu ile birçok sektöre sübvansiyon sağlanmaktaydı. e) Mali piyasalarda gerçekleşen işlemler ve buradan elde edilen gelirler göreli olarak daha fazla vergilendirilmekteydi. f) Kurumsallaşmış bir mali sistem yoktu. g) Yabancı ve yerli bankaların mali sisteme katılmalarına önemli kısıtlamalar getirilmekteydi. h) Şirketlerin yegane finansman kaynağı banka kredileriydi. i) Zorunlu karşılıklar oranları yüksekti. j) Tl piyasası yok denecek kadar azdı. k) Şirket ve banka sahipliliği iç içe geçmişti (Kunter, 1998: 12).
İthal ikameci politikaların finans alanındaki etkileri faizler ve bankalar üzerinde çok net bir biçimde görülmektedir. Devlet kapalı bir ekonomide tek finansman kaynağı olarak gördüğü bankaları baskı altına alıp, dışarıdan banka girişini yasaklayıp, faizlerin sistemin işlemesi için düşük olmasını sağlamaktadır.
“Gelişmekte olan pek çok ülkede, özel sektöre ya da kamuya ait aktiflerin işlem gördüğü finans piyasaları ya yoktur ya da oldukça sınırlıdır. Bankacılık sektörü kaynakların toplanması sürecinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda, hükümetler bankacılık sektörünü genellikle stratejik bir sektör olarak hesaba katarlar. Dolayısıyla da dolaylı ve dolaysız bir şekilde bu sektörü denetim altına alma arayışındadırlar.Bu kontroller farklı şekillerde sağlanmaktadır: sektörün ulusallaştırılmasından, faiz oranlarının piyasa dengesinin altında bir düzeyde sabitlenmesine ya da devlete bütçe açığını düşük bir maliyetle finanse etme olanağını sunacak zorunlu rezervlerin oluşturulmasına kadar geniş bir yelpaze mevcuttur” (Venet, 2004: 60).
Türkiye için kronolojik sıralama aşağıda görülmektedir.
a) 1980: Mal piyasasında fiyat denetimlerinin kaldırılması b) 1980: Faiz hadleri üzerindeki sınırlamaların kaldırılması c) 1981-85: İthalatın serbestleştirilmesi d) 1982: SPK oluşturulması e) 1984: Döviz alım-satımın serbestleştirilmesi f) 1985: Bankalar kanununun yürürlüğe girmesi g) 1986: Bankalararası para piyasasının kurulması h) 1987: Açık piyasa işlemlerinin başlaması i) 1988: Döviz-Efektif piyasasının açılması j) 1989: Altın piyasasının kurulması k) 1989: Sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamaların tamamen kaldırılması
Kronolojik sıralama üzerinde finansal serbestleşme sürecine odaklaştığımız takdirde, üç önemli süreç göreceğiz. Bunlar aşağıdaki gibidir.
a) 1980: Faiz hadleri üzerindeki sınırlamaların kaldırılması b) 1984: Döviz alım-satımın serbestleştirilmesi c) 1989: Sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamaların tamamen kaldırılması
Literatürde finansal serbestleşme yerel ve dış finansal serbestleşme olarak ikiye ayrılmaktadır.Ülkemizin yerel serbestleşme süreci 1980 yılında faiz hadleri üzerindeki sınırlamaların kaldırılması ile başlamıştır. 1986 ve sonrasında ise merkez bankası bünyesinde kurulan piyasalarla yerel finansal yapının kurumsallaşması amacı güdülerek bu süreç tamamlanmıştır.
Dış finansal serbestleşme hakkında kronolojik bir yorum yapmadan önce, dış finansal serbestleşmenin ulaştığı düzeyi saptayabilmek için başvurulması gereken kriterleri ortaya koymalıyız. Bu kriterler aşağıda sunulmuştur.
Yerleşik olanlar açısından a) Uluslararası finansal piyasaya serbestçe borçlanabilme b) Yurtdışına serbestçe yatırım yapabilme, finansal varlıklar tutabilme c) Döviz cinsinden banka mevduatına sahip olabilme ve ödeme yapabilme
Yerleşik olmayanlar açısından a) Yurt içi finansal piyasalara serbestçe yatırım yapabilme b) Yurtiçinde borçlanma ve yükümlülük taşıma c) Yurtdışına transfer yapabilme (Sönmez, 2003: 325).
“Türkiye’de 1984 yılında alınan 30 sayılı karar kapsamında yapılan düzenlemeler bu kriterlere büyük ölçüde uyulduğunu göstermektedir. Eksiklikler 11 Ağustos 1989 da yürürlüğe konulan 32 sayılı karar ile giderilmiştir. 32 sayılı kararın özellikle 3, 4, 10, 11, 13, 14, 15, 17, 19 maddeleriyle tüm döviz işlemleri ve sermaye hareketleri serbestleştirilmiştir” (Sönmez, 2003: 325). Görüldüğü üzere ülkemizin dış finansal serbestleşme süreci 10 yıl gibi kısa bir sürede tamamlanmıştır.