Globalleşme, Bölgeselleşme ve Mega Rekabetin Getirdikleri
Çağımızda, dünyada yaşanan en önemli değişimlerden biri “globalleşme”dir. Globalleşme, “ülkeler arasındaki ekonomik, siyasi, sosyal ilişkilerin yaygınlaşması ve gelişmesi, ideolojik ayrımlara dayalı kutuplaşmaların çözülmesi, farklı toplumsal kültürlerin, inanç ve beklentilerin daha iyi tanınması, ülkeler arasındaki ilişkilerin yoğunlaşması gibi farklı görünen ancak birbirleriyle bağlantılı olguları içeren, bir anlamda maddi ve manevi değerlerin ve bu değerler çerçevesinde oluşmuş birikimlerin milli sınırları aşarak dünya çapında yayılması” anlamına gelmektedir. Globalleşme, siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel değişimleri kapsayan çok yönlü bir süreçtir. Siyasi açıdan globalleşme, devletin rolü ve görevlerinin yeniden tanımlanması şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Globalleşme sürecinde, ulus devletin hakimiyeti sarsılmış, devletin etkin ve sınırlı bir yapıya kavuşturulması gereği yoğun bir şekilde tartışılmaya başlanmıştır. Bununla birlikte, ulus-devlet halen ülke içinde gerçekleştirdiği uygulamalar, yaptığı düzenlemeler ve izlediği politikalarla ülke potansiyelini geliştirme veya israf etme konusunda belirleyici bir rol oynamakta ve bu da globalleşme süreci üzerinde etkili olmaktadır.
Sosyo-kültürel açıdan ise globalleşme; demokrasi, insan hakları, özgürlük, çevrenin korunması, uyuşturucu, terör, organize suçlarla mücadele gibi tüm insanları ilgilendiren konuların uluslar üstü düzeyde ortak bir platforma taşınmasını ifade etmektedir. Globalleşme, dünyadaki toplumları, ortak bir kültürü, Batı kültürünü benimsemeye yönlendirmektedir. Ancak farklı kültürlere sahip tüm toplumların bu kimliklerini terk ederek Batı kültürünü kabullenmelerini beklemek hayalcilik olacaktır. Her ne kadar tüm insanlığın ortak bir kültür etrafında birleşmesi, dünya genelinde tüm insanların yakınlaşmasını sağlayacak olsa da, bu konuda her toplumun kendi kültürel değerlerine sahip çıkmak ve korumak isteyeceği, kültürel globalleşmeye direnç göstereceği açıktır.
Ekonomik globalleşme ise, teknolojik devrimle birlikte, GATT, WTO ve IMF gibi uluslararası kuruluşların çabalarıyla dünya ekonomisinde sağlanan liberalleşme hareketleri, ülkelerin hızlı ve sürdürülebilir ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmede piyasa ekonomisinin önemini kavramaları, uluslar arası firmaların sınır-ötesi satış yapma ve maliyeti düşürmek amacıyla daha ucuz kaynak sağlama istekleri gibi faktörlere bağlı olarak ortaya çıkmıştır.
20. yüzyılın sonlarında gerçekleşen teknoloji devrimi, dünya ekonomisinde başta globalleşme olmak üzere hızlı ve köklü değişimlerin yaşanmasına yol açmıştır. Bu değişimleri değerlendirebilmek için öncelikle yaşadığımız teknoloji devriminin özelliklerini incelememiz gerekiyor. Çağımızın teknoloji devrimi öncekilerden iki açıdan ayrılmaktadır. Birincisi, dünyanın halen yaşadığı teknolojik devrimde, yeni teknolojinin hem girdisi hem de çıktısı bilgidir. Yeni teknolojiler, toplumsal hayatın her alanındaki bilgilerin işlenmesiyle ortaya çıkan yeni bilgi ve mikro elektronikteki buluşlardır. İkincisi ise bu yeni teknolojik devrim ortaya çok fazla yeni ürün çıkarmamakta, esas olarak yeni mal türlerinden ziyade üretim sürecini değiştirmektedir. Çağımızın bilişim ve iletişim devrimi, üretim, dağıtım, ulaşım ve yönetim sistemlerinin köklü bir değişimi sonucunu doğurmuştur. Bugün ekonomik globalleşme olgusunun arkasında üretim süreçlerini, çalışma koşullarını, iş organizasyonunu ve şirket yapılarını büyük ölçüde değiştiren bilgi teknolojisindeki bu büyük sıçramanın olduğu açıkça görülmektedir .
Ekonomik globalleşmenin iki boyutu vardır: Global üretim ve global finans. Ekonomik globalleşme süreci öncesinde, mal ve hizmetler ile üretim faktörleri ve teknolojinin ülkeler arasında değişimine dayanan ekonomik sistemde, ulus devletlerin iktisat politikaları, ulusal üretim ve finans sistemleri hakimdi. Ancak ekonomik globalleşme ile birlikte bir yandan üretim faaliyetinin aşamaları maliyet avantajlarına dayalı olarak çeşitli ülkelere dağılmış, diğer yandan da dünyadaki finans piyasaları Tokyo, Londra, New York gibi bir kaç finans merkezinin kararlarına bağlı hale gelmiştir.
Global pazara yönelik global üretim faaliyeti; hammadde, ara malı, emek maliyeti ve dışsal maliyetlerden oluşan üretim maliyetini minimize edecek şekilde, üretim sürecinin farklı aşamalarının farklı ülkelerde gerçekleştirilmesi esasına dayanmaktadır. Üretim alanı olarak tüm dünyayı hedefleyen çok uluslu firmaların üretim faaliyetlerini maliyetlerinde avantaj sağlayacak şekilde sınır-ötesi sabit sermaye yatırımı, sınır-ötesi iştirak, fason imalat anlaşmaları gibi değişik şekillerde uluslararası düzeye genişletmeleri üretimin globalleşmesi ile sonuçlanmıştır. Üretimin globalleşmesi ile özellikle mikro-elektronik ve motorlu taşıt üretimi gibi alanlarda global fabrikalar ortaya çıkmıştır. Böylece bir malın üretiminin değişik safhalarını oluşturan araştırma-geliştirme, parçaların hazırlanması, montajı, tamamlanması ve kalite kontrol gibi safhalar, karşılaştırmalı üstünlüğe bağlı olarak tek bir üretim hattı içinde birden çok ülkeye yayılmıştır. Diğer bir deyişle üretimin globalleşmesi ile üretim-içi ihtisaslaşma önem kazanmış; bu nedenle çok uluslu firmalar, etkinlik ve verimliliği ön plana çıkarmak ve global rekabet koşullarını kendi lehlerine çevirebilmek için sürekli yenilik yapmak ihtiyacını duymaya başlamışlardır.
Finansal faaliyetlerin globalleşmesi ise, 1950’li yıllarda başlamakla birlikte, özellikle 1980’lerde hız kazanmış, sermayenin daha düşük risk altında, daha yüksek kazanç sağlayabilme düşüncesiyle sınır-ötesi alanlara yayılması sonucu ulusal finans piyasaları hızla bütünleşmiş, aralarındaki sınırlar kalkmıştır. Global finansın temel niteliği, en güçlü ülkeler de dahil hükümetlerin siyasi kontrolleri ve uluslararasıkuruluşların etkisi dışında olması ve bu nedenle istikrarsız bir yapı göstermesidir. Bu durum ise finans sisteminin kredi yaratma fonksiyonuna bağlı olarak gelecekteki üretimi kontrol etmesi ve üretim artışının da finans kesimindeki istikrara bağlı olması nedeniyle reel kesimi de istikrarsızlıklar ve krizler karşısında zayıf bırakmaktadır. 1997’de yaşanan Global Krizde olduğu gibi finans piyasasının yönetimine ilişkin siyasi otorite yetersizliği, genel olarak global ekonominin yönetimine ilişkin siyasi otorite yetersizliği ile sonuçlanmaktadır.
Teknolojik devrim ve ekonomik globalleşme sürecinin belki de en önemli sonucu, dünya ekonomisinin tüketim yönündeki değişmeleri olmuştur. Gerçekten iletişim ve ulaşım konusundaki teknolojik buluşlar ve üreticiler arasındaki büyük rekabet, toplumlara daha çok, daha ucuz, daha kaliteli ve daha çeşitli mal ve hizmet imkanı sunmuş, dünyanın her köşesindeki alıcı ve satıcıların birbirlerine kolayca ulaşabildiği bir ortamda tasarruf, erdem olma niteliğini kaybetmiş, tüketim istek ve eğilimi artmıştır. Kişilerin artan tüketim eğilimi ile üreticilerin daha fazla mal satma, daha fazla kar elde etme hedefleri birbirini besleyerek, ekonomik globalleşme sürecini hızlandırmıştır.
Ekonomik globalleşmenin, ideolojik bir yaklaşımla bakıldığında, kapitalizmin 20. yüzyılının sonlarında düştüğü bunalımı aşma çabalarını yansıttığı görülmektedir. 1929 yılında kapitalist sistemin yaşadığı şiddetli buhran, sisteme olan güveni sarsmıştır. Piyasa güçlerinin zannedildiği gibi ekonomiyi her zaman tam istihdama götürmediğinin anlaşılması bir yana, sistemin gelir dağılımındaki adaleti sağlama konusundaki bilinen eksikliği sosyal gerginliklerin artmasıyla iyice kendini hissettirmeye başlamıştır. Bilinen bir gerçektir ki, günümüzün ABD, İngiltere gibi gelişmiş kapitalist toplumları sanayileşme sürecinde halkın büyük bir kısmının yoksulluk içinde yaşamasına göz yummuştur. Piyasa sisteminin gerçek hayatta ekonomik sorunları açıklama ve çözmede yetersiz kaldığına ilişkin yoğun eleştiriler yanında giderek yükselen ve liberal ekonomiye alternatif olan sosyalizme karşı, kapitalist sistemin çözüm arayışları hız kazanmıştır.
Sonuçta esas olarak üretimdeki düşme ve işsizlik şeklinde ortaya çıkan ve giderek derinleşen 1929’daki Büyük Buhran sonrasında, tasarruf yerine tüketimin, arz yerine talebin ön plana çıktığı; ekonominin işleyişinde piyasanın görünmez eli yerine devletin görünen eline güvenildiği bir dönem başlamıştır. Sanayi devrimi ile birlikte gelişen ve güçlenen sermaye kesimi, saltanatını işgücüne kaptırmıştır. Bir yandan demokrasinin yükselişi, diğer yandan giderek bozulan gelir dağılımı ve artan yoksullukla birlikte tırmanan sosyal gerginlikler sonucunda refah devleti uygulaması ile işgücünün üretim sürecindeki ve toplumsal yaşamdaki konumunun iyileştirilmesi çabaları, sermayenin geri planda kalmasına yol açmıştır. Ve kapitalist sistem arkasına devleti alarak içine düştüğü bunalımı böylece aşmıştır, ta ki başlayan yeni bir bunalıma kadar.
Bu sefer bunalım, sermaye birikimindeki yavaşlama, kar hadlerindeki düşüklük gibi nedenlere dayalı olarak sermaye cephesinden kaynaklanmıştır. Sonuçta kapitalist sistem üzerinde, bu kez ekonominin merkezine işgücü yerine yeniden sermayenin konması, piyasa mekanizmasının tam işlerliğe kavuşturularak, görünmez elin ekonominin tek hakimi olması ve devletin ekonomik alandaki görevlerinin kural koyma, izleme ve engelleri kaldırma ile sınırlandırılması şeklindeki baskılar yoğunlaşmıştır. Diğer bir deyişle kapitalist sistemin bu bunalımı aşması, 1930’lardan önceki yapısına dönmesini gerektirmiştir. Ve, dünya ekonomisindeki değişimler de bu yönde gerçekleşmiştir.
İleri refah toplumlarının kapitalist sistemi benimsemiş olmaları, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin de doğal olarak refah artışı ile kapitalizmi özdeşleştirmelerine yol açmaktadır. 1990’larda sosyalizmin yıkılışı ve kumanda ekonomisinin sonuçlarının görülmesi de bu eğilimi kuvvetlendirmiştir. 20 yıl öncesine kadar kapitalizm dünya nüfusunun yüzde 20’sini kapsamaktaydı. Oysa şimdi, dünya nüfusunun yüzde 90’ı birbirlerine açık ticaret, konvertibl para birimleri, doğrudan yabancı sermaye yatırımları ile bağlanan, özel girişimciliği temel alan liberal ekonomik sistemlere bağlıdır.
Kapitalist sistemin böylece dünya genelinde yaygınlaşması ve ülkelerin piyasalarda serbestleşme yönündeki düzenlemeleri arttırmaları, sistemin özünü oluşturan ve devamını sağlayacak olan daha fazla üretme ve daha fazla mal satarak daha çok kar elde etme amacına hizmet etmekte; dolayısıyla kapitalizm varlığını sürdürmektedir. Globalleşme olgusu da, bu anlamda, piyasa ekonomisinin dünya genelinde yaygınlaşması sürecinin bir bölümü niteliğini taşımaktadır.
Özetle; çağımızda dünya ekonomisinde yaşanan değişimin temel unsuru; evrensel düzeyde serbest piyasa ekonomisine geçişle birlikte; bütün ülkelerin dünya pazarı ile bütünleşmesi, mal-hizmet-sermaye hareketlerinin tam serbestleşmesi ile ekonomik globalleşmenin gerçekleştirilmesine yönelik eğilimlerin hız kazanmasıdır. Bu doğrultuda; dış ticaretin koruma politikalarından arındırılması, sübvansiyonlarının kaldırılması, ulusal paraların konvertibilitesinin sağlanması, devlet tekellerinin kaldırılması, kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirilmesi, mal-hizmet-sermayenin dolaşımındaki kamu müdahalelerinin kaldırılması; dolaysız yatırımlar, portföy yatırımları ve kısa vadeli sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması hedeflenmektedir. Böylece, dünya ekonomisi; katılımcıları özel girişimciler olan, piyasalarına rekabet koşullarının hakim olduğu ve dürtüsünün kar olduğu bir alana dönüşebilecektir. Kamu müdahaleleri ortadan kalkacağı için özel girişimciler, kendi rekabet güçleri nispetinde kazanacak veya kaybedecek ve sonuçta rekabet koşulları verimliliği ve karlılığı arttıracaktır.
Tablo 1’de, ekonomik globalleşmenin boyutlarını ortaya koyabilmek amacıyla, uluslar arası ticaret ve sermaye hareketlerinde 1987-1997 arasındaki dönemde meydana gelen değişimi gösteren veriler sunulmaktadır. Görüldüğü gibi, söz konusu dönemde uluslararası dış ticaret ve sermaye hareketlerinde artış gözlenmektedir. Ülkeler, özellikle dış ticaret ve sermaye açısından globalleşme sürecine uyum göstermektedirler. Bununla birlikte hem dış ticaret hem de sermaye akışlarının GSYİH içindeki payı, gelişmiş ülkelerde dönem başında diğerlerine göre çok daha yüksektir. Söz konusu dönemde de, dış ticaret ve sermaye hareketlerinin gelişmiş ülkelerde yine diğer ülkelere göre çok daha belirgin bir oransal artış gösterdiği izlenmektedir.