Arama

Anselmus (Aziz Anselmus)

Bu Konuya Puan Verin:
Güncelleme: 1 Mart 2016 Gösterim: 8.201 Cevap: 4
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
4 Ekim 2006       Mesaj #1
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi
(1033 -1109) Şimdi de biraz geriye giderek Ortaçağın ilk dönemlerine dönelim: İlkçağın son dönemlerine paralel olarak Kavimler Göçü sonunda, Antik dönemden süre gelen bir çok kültür değerlerinin Avrupa kıtasında yok olduklarını söylemiştik. Bu nedenle Batıda 500-1000 yılları arasında kültür yönünden bir huzur dönemine rastlıyoruz; oysa, gördüğümüz gibi, Doğu aynı dönemde canlı bir düşünce yaşamını algılamıştı.

Sponsorlu Bağlantılar
Batıda düşünce yaşamı 1000 yıllarında canlanmaya başlamıştır. Bu canlanma Kilisedeki bir hareketle ilişkilidir. X. yüzyılda kültür yönünden büyük bir çöküş yaşamış olan Katolik Kilisesi, bundan sonraki yüzyılda enerjik ve yenilikçi papazlar yardımıyla yeni bir hayata kavuşmuştur.

Katolik Kilisesine bu canlılığı getirenler arasında, özellikle Papa VII. Greguar ile öğrencisi Anselmus'u (1033-1109) sayabiliriz. Aslen İtalyan olan Anselmus, önce Kuzey Fransa'da bir kilisede rahiplik yaptıktan sonra İngiltere'de Canterbury Başpiskoposu olmuş ve 1109 yılında bu görevindeyken ölmüştür. Anselmus'un belli başlı eserleri bize kadar ulaşmıştır.

Ortaçağ'ı ilgilendiren başlıca konunun, insanın Allah ile olan ilişkileri olduğunu biliyoruz. Bu konuyu Ortaçağ felsefesi, dinin dogmaları yönünden yanıtlar. Çünkü bu çağa göre gerçek zaten din kitaplarında bulunmaktadır. Bu nedenle yapılacak tek şey, dogmayı savunmak ve temellendirmektir. İşte, her şeyden önce bir teoloji olan Ortaçağ felsefesi için, Anselmus tipik bir örnektir.

Anselmus doğa ile hiç ilgilenmez, ruhtan çok az söz eder, onun tüm görüşleri "Allah" düşüncesi etrafında toplanmıştır. Onun için Allah tüm varlığın ağırlık merkezidir. Anselmus'un tüm çabası kutsal vahiy olan dogmaları savunmak ve temellendirmektir. Oysa iki yüzyıl sonra, Skolastiğin parlak döneminde tümüyle başka bir görüntüyle karşılaşacağız.

Anselmus'un tipik temsilcisi olduğu Skolastiğin ilk döneminden parlak dönemine geçiş, "Aristo "nün eserlerinin tanınması ile mümkün olmuştur. Aristo'nun eserleri İslâm felsefesi aracılığı ile öğrenilmiştir. Yani bu eserler Arapça çevirilerinden Lâtinceye çevrilmiştir. Aristo'nun eserleri "doğa" konusundaki ilginin yeniden uyanmasına neden olmuştur.

Henüz Skolastiğin ilk döneminde yaşayan Anselmus, doğa konusuna hemen hemen hiç ilgi göstermemiştir. Oysa Skolastiğin parlak döneminde, söz gelişi Aquino'lu Thomas da, doğaya ait geniş bir ilgiye, Aristo'ya göre ayarlanmış bir doğa felsefesinin var olduğuna tanık oluyoruz.

Skolastiğin bu iki dönemi arasında başka bir farklılık daha oluşmuştur. İlk dönemin temsilcisi olan Anselmus, Kilisenin "tüm dogmaları"nı akla uygun duruma getirmek isteyen tam imanlı bir Hıristiyan'dır. Skolastiğin parlak dönemi, iman ile kabul edilmesi gereken dogmalarla, akıl ile aydınlanması mümkün olan dogmalar arasında bir ayırım yapar.

Bu ikinci dönem için iman ve felsefe birbirine uygun olan iki alan değildir. Aksine iman aklı tamamlar. İmanın birtakım sırları vardır ki, bunlara yalnızca inanmak gerekir. Ancak Allah'ın kendisi, varlığı gibi konulan akılla temellendirmek mümkündür.

İşte Skolastiğin "son dönemi", özellikle bu yönden daha ileri bir adım atarak, akıl ile kavranabilecek dini gerçeklerin sayısını büsbütün azaltmıştır. Bu son dönem Allah'ın varlığını bile akılla temellendirmenin mümkün olduğunu reddeder. Böylece Allah'ın varlığı konusunu da bir iman meselesi yapar. Böylelikle ilahiyat ile felsefe tümüyle birbirinden ayrılmış olurlar. Felsefe ancak bilinmesi mümkün olanı, özellikle doğayı; iman ise akıl tarafından kavranmalarına olanak bulunmayan dini gerçekleri konu alır.

Batıda Skolastiğin "üç" dönemi vardır: Anselmus'un tipik temsilcisi olduğu ilk dönemde felsefe, kurgusal ilahiyattır. Bu dönem, en yüksek dini gerçeklerin akıl ile aydınlatabileceğine inanır. Oysa ikinci dönemde, yani Aristo'ya dayandırılan parlak dönemde, felsefe ile ilahiyat artık biri ötekinden ayrılmaya başlar. Bu döneme göre dinin ancak bazı temelleri akıl ile çözümlenebilir, geriye kalanlara yalnızca iman etmek gerekir. Skolastiğin son döneminde felsefe ve ilahiyat biri ötekinden tam anlamı ile ayrılır.

Öncelikle "bilmek nedir?" sorusundan hareket eden Anselmus, "bilmek düşünmektir, gerçeği çıkarabilmektir" diyor. Gerçek ise, ancak kanıtlanarak bilinir. Gerçek dediğimiz şey nedir? Gerçek, bilgimizin realiteye "uygun" olmasıdır. Her düşünce kesinkes bir "var olana" geri döner. Her var olan ise "mutlak bir varlığı", yani Allah'ın bedenini şart koşar.

O halde biz, "var olan Allah" olmaksızın düşünemeyiz. Anselmus bu düşüncesini, Allah'ı kanıtlamak için bir delil olarak benimser. Yani ona göre mutlak varlığın, yani Allah'ın, varlığını gerektirmeyen hiçbir düşünce gerçek olamaz. Bu düşüncenin temelinde Eflâtun'un ve özellikle Yeni Eflâtunculuğun etkileri olduğunu kolayca fark edebiliriz. Çünkü Plotin'e göre de "var olan" ancak mutlak varlığa katılarak var olur. Nitekim Skolastiğin ilk dönemi "Yeni Eflâtunculuk"un etkisi altındadır. Bu ilk dönem için Aristo'nun etkisi henüz söz konusu değildir.

Anselmus'un öteki bir yapıtında, sonraları felsefe tarihinde çok ünlenen ve Yeniçağda Descartes tarafından yeniden ele alman ikinci bir Allah kanıtını; "ontolojik kanıt"ı bulur. Bu kanıt ile Allah'ın varlığı aşağı yukarı şöyle belgelenir: Biz Allah deyince genellikle "en büyük olan"ı anlarız.

Şimdi bir yandan Allah'ın var olduğunu öte yandan var olmadığını düşünelim. Var olan bir şey var olmayana oranla daha büyüktür. Allah'ı var varsayarak büyüklüğüne bir şey eklemiş, var olmadığını düşünürsek büyüklüğünden bir şey eksiltmiş oluruz. Oysa Allah'ın "en büyük" olduğunu düşünüyoruz.

Bunun için onun ancak var olabileceğini çıkarırız. Yani "en büyük" diye düşündüğümüz bir şeyin kesinkes var olduğunu kabul etmek gerektir. Aksi hâlde çelişkiye düşeriz. Dikkat edilirse, bu kanıtla, "Allah" kavramından, Allah'ın varlığı çıkarılıyor. Anselmus bu kanıtlamasında tam bir rasyonalisttir.

Bilmek, objeler konusunda kavramlar oluşturmaktır. Ancak öyle bir kavram vardır ki, Allah kavramı, bu kavramı yalnız "düşünmekle", dayandığı objeyi tanıyabiliriz. Zaten her akılcı bilgi bizi zorunlulukla, bu ontolojik kanıt cinsinden, hiçbir şekilde deneye dayanmayan bilgilere götürür. Her rasyonalist felsefede öyle bir kavram vardır ki yalnızca düşünmekle, kendisine karşılık olan objeyi anlamak mümkün olur.

Ontolojik Allah kanıtına daha Anselmus'un sağlığında karşı çıkılmıştır. "Bu metod ile her şeyin varlığını kanıtlamak mümkündür" diye eleştirilmiştir. Anselmus kendisine karşı çıkanlara şu yanıtı verebilirdi: Allah kavramından başka bütün öteki kavramlar objeleri ile "sınırlandırılmıştır".

Yalnızca Allah "mutlak varlık" olarak düşünülebilir. Kendilerini yalnızca hiçbir objenin karşılayamadığı kavramlar düşünülebilir. Roma kentini hem var hem de yok bir kent diye düşünebiliriz. Oysa Allah'ı hem var hem de yok diye düşünemeyiz, çünkü Allah mutlak varlıktır.

Anselmus'un kişiliğinde tipik temsilcisini bulan Skolastiğin ilk dönemi için karakteristik olan yan, bu dönem felsefesinin, dinin son sırlarını da akılla temellendirmeye kadar giden bir ilahiyattan oluştuğudur.

"İnandığımı sonradan aklın da aydınlattığını görmek için inanıyorum" diyen bu dönem için, iman öncelik taşır. Bu dönemin başka bir karakteristik yanı, bilgide kullandığı rasyonalist metottur. Gözlem ve deneyin bu dönemde hiçbir etkinliği yoktur. Çünkü ilahiyatın dogmalarını deney nasıl temellendirebilir? Bu dönem için bilmek, düşünmektir. Gerçek, yalnızca mantık çıkarımlarıyla kavranmaya çalışılır.

Söz gelişi Anselmus'un ünlü ontolojik kanıtı, Allah'ın varlığını yalnızca Allah kavramının analizinden çıkarmak için yapılmış olan tipik bir kanıttır. Allah'ı kanıtlamak için tam anlamıyla rasyonalist bir bilgi metoduna neden ısrarla başvurulduğunu anlamak güç değildir. Düşünmenin, insan ruhunun sınırlan içinde kalan düşünmenin, dıştaki bir olayı kavradığından nasıl emin olunabilir?

Tümüyle sübjektif olan düşünme ile dışardaki bir realite arasındaki köprü, bu ontolojik kanıt ile kurulmak isteniyor. Dıştaki bir varlığa da dayanmakta olduğunu mantıksal bir çıkarımla kendisinden elde edebileceğim tek bir kavram vardır: Allah kavramı.

Ontolojik kanıtın mümkün olması için bir koşul daha vardır: Allah'ın mutlak varlık ile aynı olması ve her var olanın bu mutlak varlığa katılması gereği. Dikkat edilecek olursa, Anselmus'un ontolojik kanıtının, Eflâtun ile sıkıdan sıkıya ilgisi olduğu görülür. Bundan önce de söylediğimiz gibi, Skolastiğin ilk döneminin Eflâtuncuğu, sonraları tüm Ortaçağ boyunca süren bir konuya, "tümeller tartışması"na yol açmıştır.

Tümel kavramlar nedir? Acaba tümel kavramlar reel bir varlığa sahip midir? Yoksa yalnızca aralarında ortak oranlan içeren şeyleri mi gösterir? Bu son düşüncenin, yani isimciliğin (nominalizmin), Skolastiğin daha ilk dönemlerinde var olduğunu söyleyebiliriz.
Son düzenleyen Safi; 26 Şubat 2016 20:19
Biyografi Konusu: Anselmus (Aziz Anselmus) nereli hayatı kimdir.
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
10 Aralık 2015       Mesaj #2
Safi - avatarı
SMD MiSiM
Anselmus

Sponsorlu Bağlantılar

Ad:  Anselmus.jpg
Gösterim: 1115
Boyut:  57.0 KB

_Yağmur_ - avatarı
_Yağmur_
VIP VIP Üye
1 Mart 2016       Mesaj #3
_Yağmur_ - avatarı
VIP VIP Üye
ANSELMUS (aziz) [Aosta 1033-Canterbury 1109].
MsXLabs.org & Büyük Larousse

Normandîya'da Bec katedrali’nin (Le Bec-Hellouin) benedikten başrahibi (1078); Lanfranc’tan sonra Canterbury başpiskoposu (1093). Piskoposluk seçimlerinde etkili olmalarını engellemek istediği Kızıl VVİlliam ve daha sonra da Henry L tarafından sürgüne gönderildi; bir uzlaşma sonucu geri döndü.

Başlıca yapıtları, Proslogium ve Monologium1 duh Roscelin ve Gaunilon ile yaptığı tartışmalar, skolastik felsefe tarihinin en önemli olaylarından biridir. Felsefi' düşünceyi, inanın açıklanışı (fides quse- rens intellectum) biçiminde tanımlar ve anlamak için inanmanın zorunluğunu belirtir (Proslogium). Ama, inanılan şeyin daha sonra anlaşılması için çaba harcanmasını ister. 'İnancı öne almamak kendini beğenmişliktir; ama daha sturıra akla başvurmamak da ihmalciliktir," diye yazar, ideaların kökeni sorusunda platonu-, ou çözümü savunur ve Tanrı'nın varlığı . konusundaki kanıtlaması, bütün değerini, “reşlizm" diye adlandırılan bu felsefi akıl yürütmeden alır. Gerçekten de o tarihten beri “varlıkbilimsel (ontolojik) kanıt” diye adlandırılan Tanrı'nın varlığı kanıtlaması, Anselmus'a aittir. Anselmus, Monologi- um‘da bu kanıtlamayı şu biçimde dile getirir: biz bir yetkin varlık fikrine sahibiz; imdi, mutlak yetkinlik, varolmayı da içerir, öyleyse yetkin varlık, vardır.
"İnşallah"derse Yakaran..."İnşa" eder YARADAN.
_Yağmur_ - avatarı
_Yağmur_
VIP VIP Üye
1 Mart 2016       Mesaj #4
_Yağmur_ - avatarı
VIP VIP Üye
Anselmus
MsXLabs.org & Vikipedi, özgür ansiklopedi

Anselmus, (Aziz Anselmus) 1033-1109 yılları arasında yaşamış olan ve Tanrı'nın varlığına ilişkin ontolojik kanıtıyla tanınan Hıristiyan filozof.

Felsefe ve ilahiyatın birlikteliğine öncülük eden, dinsel inancı akılla açıklamaya girişen düşünür, "İnanmak için, anlamaya çalışıyorum" değil de "Anlamak için inanıyorum" tavrının başlatıcısı olmuştur. İnanç - akıl ilişkisi söz konusu olduğunda, akıl karşısında inanç ya da imana, bilgi karşısında da otoriteye öncelik vermiştir.
"İnşallah"derse Yakaran..."İnşa" eder YARADAN.
_Yağmur_ - avatarı
_Yağmur_
VIP VIP Üye
1 Mart 2016       Mesaj #5
_Yağmur_ - avatarı
VIP VIP Üye
Aziz Anselmus kimdir? Hayatı, düşüncesi ve eserleri nelerdir?
MsXLabs.org

Aziz Anselmus (1033-1109), Ortaçağ düşüncesinin fakat özellikle de erken Skolastiğin, Patristik felsefenin büyük filozofu Aziz Augustinus’un adıyla, “ikinci Augustinus” diye anılan en önemli filozofudur. Bununla birlikte, Anselmus yalnızca Ortaçağ felsefesinin değil fakat bütün bir felsefe tarihinin, adı çok sıklıkla anılan, önemli filozoflarından başında gelir. Anselmus’a bu yaygın şöhreti kazandıran şey ise hiç kuşku yok ki onun Tanrının varoluşuyla ilgili ünlü “ontolojik argümanı” veya “delili” bulan kişi olmasıdır. Başka bir deyişle, Anselmus adı, onun söz konusu a priori kanıtına bu adı veren ünlü Alman filozofu Immanuel Kant’tan beri ontolojik kanıtla adeta özdeşleşmiştir. Felsefenin birçok karmaşık ve zorlu problemini kendi bünyesinde bir araya getiren argüman, Aquinalı Thomas, Hume ve Kant tarafından reddedilirken, Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi rasyonalist filozoflar tarafından benimsenip sıklıkla kullanılmıştır.

A priori bir kanıt olan ontolojik delilinden de kolaylıkla çıkartılacağı üzere, çağının antientelektüalizmine büyük bir güçle karşı çıkan Anselmus, şu halde ikinci olarak Hıristiyan imanına ilişkin rasyonel bir analizin kuşkuya ve dini kuşkuculuğa yol açmak bir yana, imanı anlamak bakımından yerine getirilmesi gereken zorunlu bir ödev olduğunu öne sürdüğü için önem taşır. İşte, onun bu iddiası 12. ve 13. yüzyılların Yüksek Skolastiğinin en ciddi harekete geçirici gücü olup çıkmıştır.

(a) İnanç-Akıl ilişkisine Dair Görüşleri
Aziz Anselmus, inançla akıl veya otoriteyle felsefe arasındaki ilişki söz konusu olduğunda, önce iman ile aklı birbirleriyle asla karıştırılmamaları ve her birinin fonksiyonları ayrı olduğu için birbirlerinin yerine hiçbir şekilde ikame edilmemeleri gereken iki ayrı alan olarak öne sürer. Bundan sonra da akıl karşısında inanç ya da imana, felsefe ya da bilgi karşısında da otoriteye öncelik verir. Çünkü Anselmus’a göre, insanın en yüksek hakikati bilebilmesi, bütün hakikatlerin kaynağı olan en üstün ve en yüce hakikatin varlığını anlayabilmesi için araştırmaya imanla başlaması gerekir. Başka bir deyişle, imanın öğrettiği şeyin nedenini sormadan önce, inanmak zorunluluğu bulunmaktadır. Yapılması gereken şey, o halde aklın argümanlarına veya tartışmalarına müracaat etmeden önce, otoritenin gizlerine iman etmek ve daha sonra da inanılanları anlamaya ve temellendirmeye çalışmaktır. Buna göre, o kendisine iman edilen şeyleri, onların doğruluğunu ya da inanılırlığını aklın sınaması yoluyla tespit etme anlamında, kanıtlamaya çalışıyor değildir. O varolan inançlarını bir veri kabul edip temele alarak, onları akıl aracılığıyla açımlamaya çalışmakta, vahyedilen hakikatın anlamını, içerimlerini, doğruluğu ve makuliyetini gözler önüne serme amacı gütmektedir. Nitekim o bu tavrını, “İnanmak için anlamaya çalışıyorum” deyişinin ve tavrının tam karşısında yer alan, ünlü credo ut intelligam [anlamak için inanıyorum] deyişiyle anlatmak istemiştir.

Ona göre, insanın elinde iki bilgi kaynağı vardır: Akıl ve iman. Aziz Anselmus, diyalektikçilere karşı, önce sağlam bir şekilde imana ulaşmak gerektiğini söyler ve dolayısıyla da Kutsal Metinlerin diyalektiğe tabi tutulmasına itiraz eder. İman, insan için başlangıç noktasıdır. Anlayabilme yeteneği ve aklının yorumlayabildiği hakikat, insana vahiy tarafından verilmiştir; inanmak için anlamaya gayret etmeyiz, anlayabilmek için inanırız. Kısacası, akıl veya idrak imanı gerektirir.

Demek ki Anselmus’a göre, insan önce inanmalı, iman etmeli, kendisini Tanrıya teslim etmeli; sonra da bilgi yolunda, Tanrının tuttuğu ışık altında, ilerlemeye çalışmalıdır. Başka bir deyişle, Anselmus, imanla akıl arasında öncelik ilişkisinin doğru kurulması gerektiğini öne sürmüştür. Buna göre, bir insanda önce akıl ve anlama çabası geldiğinde, bu, o kişinin imanı olmadığı anlamına gelir; insanın anlama çabası vermesi, anlamaya çalışması, onun inanmamasından kaynaklanır. Buna karşın, önce iman gelirse, akıl onu zorunlulukla tamamlar; yani, insan inandığı sürece, zorunlulukla anlamaya, öğrenmeye çalışır çünkü inanmayanlar hiçbir amaca ulaşamazken, yalnızca inananlar anlayabilirler. Şu halde, önce iman gelir, insan mensubu olduğu dinin temel inanç ve gizlerini otorite temeli üzerinde kabul eder. Ama insanda bir de bu dini hakikat ve gizler üzerinde durup onları anlamaya çalışma eğilimi vardır. Anselmus, imanın giz ve hakikatlerini, onlardan kuşku duyduğu için kanıtlamaya kalkışmamıştır. Başka bir deyişle onun amacı, kuşkunun darbeleri altında yıkılabilecek olan dini hakikatleri sağlam bir biçimde inşa etmekten çok, kendisinin önceden iman etmiş olduğu, doğruluklarından yana tümüyle ikna olmuş bulunduğu giz ve doğruları anlaşılır hale getirmek olmuştur. Dahası, o, dinin özel gizler alanının aklı tümüyle dışta bıraktığını hiç düşünmemiştir.

Anselmus, aklı dini konulara bu kadar çok karıştırdığı için eleştirilmiş olmakla birlikte, teoloji ya da ilâhiyatın bilimsel bir disiplin haline gelişine önemli ölçüde katkı yapmış ve bu tavrıyla 13. yüzyılın filozoflarına örnek olmuştur.

(b) Ontolojik Argüman
Birkaç Tanrı delili olan Anselmus’un en meşhur argümanı, ünlü ontolojik argümandır. Bu argüman bütünüyle a priori ve rasyonel bir argümandır. Argümanın hareket noktası, “yetkin varlık” olarak Tanrı kavramı ya da idesidir. Anselmus’un ünlü ontolojik delili, duyusal dünyaya ilişkin bir gözlemden yola çıkmayan, deneyimsel bir yönü bulunmayan fakat doğrudan doğruya “Tanrı” kavramının analizinden hareket edip, Tanrının varoluşunu bu analizden çıkarmaya çalışan bir kanıttır.

Anselmus argümanında, “Tanrı” ile neyi anlatmak istediğimizi sorar. Tanrı, ona göre, kendisinden daha büyük ya da yetkini düşünülemeyen veya tasarlanamayan varlıktır. İnsanda, böyle bir yetkin varlık fikri ya da idesi vardır. Hatta Anselmus’a göre, bu fikir, Tanrının var olmadığını söyleyen bir budalada dahi vardır. Tanrı idesi ya da fikrinin bir budalada dahi bulunduğunu söyleyen Aziz Anselmus, daha sonra onun yalnızca zihnimizde olan bir kavram mı olduğunu sorar. Acaba Tanrı bir ide ya da kavram olarak zihnimizde olduktan başka, zihnimizin dışında bir dış gerçekliğe de tekabül etmez mi? Birinci şıkkın geçerli olduğunu, Tanrının yalnızca zihnimizde, bir ide ya da kavram olarak var olduğunu kabul edelim. Bu durumda, ona göre, tam bir çıkmaza düşeriz çünkü hem ideal ve hem de reel olarak, yani hem zihinde ve hem de zihnin dışında var olan bir şey, yalnızca zihinde, bir kavram olarak var olandan kesinlikle daha yetkin olacaktır. Oysa Tanrı, “kendisinden daha yetkini [büyüğü] düşünülemeyen varlık” olarak tanımlanmıştır. Burada, Tanrıya zihinden bağımsız, zihin dışında bir varlık izafe etmezsek, bu tanıma kesinlikle ters düşeriz, yani mantıksal bir çelişki içinde kalırız. Bundan dolayı, “Tanrı hem zihinde bir kavram olarak ve hem de zihin dışında vardır” demek zorundayız.

Argüman, mantıksal bir sıra ve düzen içinde ve tüm adımlarıyla, yeniden şu şekilde kurulabilir:
(1) Tanrıyla, kendisinden daha büyüğü ya da daha doğrusu daha yetkini düşünülemeyen Varlığı anlatmak istiyoruz.
(2) Varsayalım ki kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlık, gerçekte var olmasın. Bununla birlikte,
(3) böyle bir Varlığın var olduğu düşünülebilir. Buna göre,
(4) Kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlık, gerçekten var olursa, salt zihinde kavram olarak var olan kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlıktan [yani, salt düşüncede varolan en yetkin varlığa kıyasla] daha yetkin olur.
3. ve 4. öncüllerden hareketle, (5) Kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlık’tan daha yetkin bir varlığı tasarlamak kesinlikle mümkündür. (5) nolu önerme çelişiktir; bu durumda, argüman Aziz Anselmus’u istediği sonuca ulaşır: Öyleyse, ( 6 ) Kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlık, yani Tanrı, gerçekten de varolur.

(c) Tarziye Teorisi
Tümeller söz konusu olduğunda, nominalizmi şiddetle eleştiren ve realist bir bakış açısı benimseyen Anselmus’a göre, tümeller gerçek olup, zihinden bağımsız bir varoluşa sahiptirler; bir sınıf meydana getiren tikeller, somut nesneler ise somut bir birlik meydana getirirler. Tümellerle ilgili bu görüş, Anselmus’a doğallıkla Kutsal Üçleme öğretisini felsefi bir temel üzerinde ifade etme imkânı vermiştir.

Aynı şekilde ünlü Tarziye teorisi ya da Anselmus’un cisimleşme dogmasını, yani Tanrının İsa kılığında cisimleşerek insan bedenine bürünmesini akıl yoluyla açıklama çabası da onun Hıristiyan inancını felsefeyle temellendirme çabasının başka bir örneğini meydana getirir. Nitekim onun, Ortaçağ feodal düzeninde, bir suçtan dolayı zarar gören kişinin toplumsal konumuna göre, suçluya yol açtığı zararı ödettirme kuralından esinlenmiş ve Tanrı ile insanı bu ilişkinin iki tarafı olarak kavramsallaştırmış olan Tarziye teorisine göre, cisimleşmenin zorunluluğu, kurtarmanın zorunluluğundan doğar. Anselmus’un gözünde, insanın ilk günah olarak bildiğimiz suçu, Tanrıya karşı işlenmiş bir suçtur. Tanrı bu suçu, iyiliğine rağmen, şeref ve adaletinden fedakârlık etmeden bağışlayamaz.

Öte yandan, hakaret gören şerefinin intikamını, Tanrı insanlardan alamaz çünkü günah sonsuz büyük bir günah olduğundan sonsuz büyük bir karşılık ister. Yani ya insanlığı yok etmek ya da ona cehennemin sonsuz azaplarını yüklemek gerekecektir. Ancak her iki durumda da yaratmanın amacı olan, yaratıkların mutluluğu elde edilmemiş olacak ve yaratanın şerefi tehlikeye düşecektir. Tanrı için şerefine zarar getirmeden bundan kurtulmanın tek bir yolu vardır: Tanrı insanın yerine bu kefareti ödeyecek, yani insanı insan olmak suretiyle kurtaracaktır. Tanrı, böylelikle İsa’da insan olmuş ve İsa, insanın yerine azap çekmiştir.

Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci
"İnşallah"derse Yakaran..."İnşa" eder YARADAN.

Benzer Konular

31 Mayıs 2015 / Kral_Aslan Spor tr
18 Mayıs 2011 / _Yağmur_ Dinler Tarihi
25 Kasım 2014 / _EKSELANS_ Spor tr
6 Mayıs 2011 / _Yağmur_ X-Sözlük
19 Kasım 2014 / Jumong Spor tr