Asya Anarşizmi
Hakim olan Avrupa-merkezli anarşizm anlayışına ve onun tarihine meydan okumaya başlamak için, kişi, önce gezegendeki en kalabalık kıta, Asya ile başlamalıdır. Küresel nüfusun yarısından fazlasıyla bölgenin istikrarsız politik tarihini göz ardı etmek Avrupa-merkeziyetçiliğin en kötü tarzıyla meşgul olmak demektir; bu tabiî ki, kişinin böylelikle bir sonuç olarak vardığı yüzeysel ve çarpıtılmış anarşizm anlayışından bahsetmemektir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde anarşizm, Asya’nın birçok bölgesinde başlıca radikal sol hareketti. Bu, anarşist proje için çok önemli olarak değerlendirilmelidir; çünkü küresel bağlamında Çin, 1,2 milyardan fazla nüfusu ile en kalabalık ülkedir. Hindistan 1 milyardan biraz fazlası ile nüfusta ikincidir. İki ülke sırasıyla dünya nüfusunun beşte birinden fazlasını barındırmaktadır ve her birinde, anarşist düşünce, Asya’daki diğer daha ufak ulus-devletlerden farklı olarak, siyasi önem seviyesine yükselmektedir. Sadece nüfus oranları bakımından bu gerçekler, bu küresel bağlamın yeniden değerlendirilmesini aşırı derecede önemli kılıyor ve bu, benim buradan başlamamın nedeni. Kıta içinde, ilk önce Çin ile başlayacak, sonra Doğu Asya’nın diğer ülkelerine kayacak ve Hindistan ile devam edeceğiz. Anarşizmin Çin’de böylesine geniş popülarite kazanmasının yerele özel birkaç nedeni bulunmaktaydı. Birçokları, Taoculuktan Budizme ve Konfüçyusçuluğa uzanan geleneksel Çin düşüncesindeki “sınırlı devlet (wuwei) unsuruna işaret etmektedir. Bu görüşle paralel olarak, Peter Zarrow “Anarşizm ve Çin Politik Kültüründe, anarşizmin “yeni-Konfüçyusçu söylemin kalıntılarından yaratıldığını iddia etmektedir. Bu inanışa dayanarak, Taocu “zorlamasız düzen fikri ve daha sonra anarşizmin ortaya çıkışı arasındaki bağlantıları takip etmeye devam eder (1990, sf. 5). Zarrow’un iddialarında kesinlikle bazı gerçekler olmasına rağmen, küresel göç ve sömürgeciliğin oynadığı rolün önemine zarar verebilecek, Çin geleneksel düşüncesinin içerdiği “anarşik öğeler üzerinde fazla odaklanma durumundan bilerek kaçınılması gerekmektedir. Arif Dirlik’in vurguladığı gibi, geleneksel düşünceye fazla odaklanmak aynı zamanda bir şekilde oryantalist olabilir, çünkü bu “Çin geleneğine Çin’deki her şey yeni…başka bir deyişle, Çin’de hiçbir zaman önemli bir şekilde yeni bir şey olamaz şeklinde yorumlanır. Alternatif olarak Dirlik, “Çin geçmişi anarşizmin yardımıyla yeni yollarla okunmakta ve tersinde de Taocu ve Budist fikirler aracılığıyla bir anarşizm yeniden-okunması bulunmakta olduğunu belirtir. Diğer bir deyişle, fikirlerin gelişimi ve yayılması hiçbir zaman tek-yönlü bir süreç değildir, her zaman karşılıklıdır. Her durumda bu nedenlerin sadece bir parçasıdır; diğer önemli neden, 1921 civarına kadar, pratikte hiçbir marksist teorik çalışmanın Çince’ye çevrilmemiş olmasıydı ve bundan sonra bile, yapılan çevirinin etrafında şekillenen hareket, on yılın sonuna kadar, fikirleri hayata geçirmekte başarısız oldu. Bunun bir sonucu olarak, dünya çapındaki radikal hareketlerdeki gelişmeler için bir çeşit filtre olarak hizmet etmek suretiyle, 1905-1930 arası hareket üzerinde anarşizm neredeyse evrensel bir hakimiyet yaşadı. 1917 Rus Ekim Devrimi bile bir “anarşist devrim olarak anlatıldı, fakat bu anlam saptırması fazla uzun sürmedi. Bu yüzden dünyanın geri kalanından farklı olarak Çin’deki anarşist hareket, Rusya’nın Bolşevik zaferinin yükselmesi ile düşmedi, fakat bunun yerine, onunla birlikte popülaritesi arttı (Dirlik, 1991, sf. 2). Çin’de anarşizm, Yeni Kültür Hareketi olarak da bilinen “Çin Aydınlanması sırasında popülaritesinin zirvesine ulaştı. Bu, anarşizmin ayak basacak bir yer kazandığı etkili Batılı liberalizm, bilimcilik ve ilerleme fikirlerinin kanalı aracılığıyla oldu. Ve ironik olarak, ulus-devletlerin feshini çağıran bir ideolojinin yükselmesine sebep olan tüm kültürlerin merkezi olmak yerine, ulus-devletlerin merkezsizleşmiş kozmopolit dünyasında bir ulus-devlet olarak Çin’in yeni gerçekliğinden kaynaklanıyordu (sf. 3). Çin sosyalizmi ve geri kalan sosyalist hareketlerin arasındaki nüansın tam bir tanımı olan “kültürel devrim kavramının izine, Mao’nun kendisinin de anarşist “Halkın Sesi Topluluğunun bir üyesi olduğu ve diğerlerinin arasında önemli bir anarşist lider olan Shifu’nun düşüncelerini hararetli bir şekilde onayladığı, bu yoğun-anarşist “Yeni Kültür döneminde doğrudan rastlanabilir (Dirlik, sf. 195; Krebs, sf. 158). Tabiî ki, anarşist kültürel devrim kavramı, Mao’nun tam olarak uygulamaya koyduğu Kültürel Devrim’den büyük oranda farklılaşmaktaydı, çünkü Komintern ile yaptığı kapsamlı temas sonrasında merkezileşmiş mutlak otoriteye duyulan ihtiyaç konusunda esaslı bir şekilde ikna edilmişti. Çin Komünist Partisi’nin daha sonraki liderlerinin birçoğunun ortaya çıkacağı dönem, bu anarşist hareketin dönemidir. “Çin anarşizminden bahsederken, kişi, bunu basitçe var olan ülke sınırları içinde gelişmiş olan anarşizm şeklinde düşünmeye ayartılabilir. Fakat bunu yapmak, kapsamda oldukça uluslararası olan göçün hareket üzerinde yaptığı önemli etkiyi göz ardı etmek olur. Anakara üzerinde, Çin anarşist etkinliği, Pekin’de olduğu kadar, özellikle güney Çin bölgesi Guangzhou’da da yoğundu. Guangzhou’da, Shifu, ülkedeki ilk sendikaların bazılarının örgütlenmesine yardım ederek anarşistlerin en etkilisi ve etkini oldu. Guangzhou’nun öğrencisi olanlar, birçok diğer projenin arasında Pekin şehrindeki ilk anarşist örgütlenme olan Gerçeklik Topluluğu’nu kurdular. Fakat o dönem dünyadaki diğer ulus-devletler gibi Çin de, hızlı bir şekilde, kendi halkının göçleri kadar yabancı güçlerin tekrar tekrar akınları tarafından derin bir şekilde belirlenen daha dinamik ve farklı bir ulus haline geliyordu. Anarşistler tüm dünyada; Japonya, Fransa, Filipinler, Singapur, Kanada ve ABD’de, ki bunlardan en önemli iki yerleşim Tokyo ve Paris’teki komünlerdi, Çin komünleri örgütlediler ve oralarda yaşadılar. İkisi arasında Paris anarşistleri küresel düzeyde eninde sonunda daha etkiliydiler. Avrupalı çevrelerden (onları oraya götüren diğer kişisel sebepleri ne olursa olsun) ağır bir şekilde etkilenip geleneksel kültürün birçok yönünü reddederek Çin’i geri kalmış olarak görmeye başladılar. Çin’in problemlerine cevap olarak modernizme dönüp, genel olarak Kropotkin’in fikirlerinde görülen bilimin küresel gücüne sarıldılar. Bu gayeyle Li Shizeng ve Wu Zhihui, 1906’da “Dünya toplumu olarak adlandırılan ve güçlü bir enternasyonalist eğilim taşıyan bir örgütlenme kurdular (Dirlik, sf. 15). Aksine, Tokyo’daki Liu Shipei gibi geleneksel Çin düşünce ve adetlerine sarılan Çinli anarşistler apaçık bir şekilde anti-modernisttiler. Birçok farklı nedenden dolayı değişik bir toplumsal bağlam içinde yaşayan bu anarşistler, Japonya’da gelişen anarşizmden yoğun bir şekilde etkilenmişlerdi; bu, tabiî ki bizi Japon anarşizmi sorusuna getirir. Ekim Devrimi, dünyanın diğer birçok bölgesinde yaptığı hareket üzerindeki iniş etkisini, Çin’de olduğu gibi Japonya’da da göstermedi. Gerçekte, 1917’yi takip eden dönem, gerçek sayı ve etkileri bakımından Japon anarşizminin zirvesi oldu (Crump, sf. xvi). Japonya’daki anarşizm çok farklıydı; fakat anarşizmlerin engin çeşitliliğinde iki büyük eğilim göze çarpıyordu; Kotoku Shusui ve Osugi Sakae gibi figürler tarafından desteklenen anarşist sendikalizmin sınıf çatışması fikirleri ve Hatta Shuzo gibi aktivistler tarafından desteklenen “saf anarşizme olan daha genel eğilim. Her iki eğilim çok sayıda yandaş edindi ve her ikisi de 20. yüzyılın ilk çeyreğinde değişik noktalarda kendi altın çağlarını yaşadı. Anarşist-sendikalistler herkese genelde, toplama katkıları oranında değişim ilişkisi üzerine kurulmuş kolektivizmin Bakuninist geleneğinin ayak izlerini takip ettiler. Ek olarak, sendikalistler, örgütlenmenin önemli bir derecesine erişinceye kadar devrimin daha büyük hedefinin ertelenmesi gerektiği düşüncesiyle, genelde işçi sınıfının günlük çatışmaları ile meşgul oluyorlardı. Devrimden sonra devrimci özneler devrimden önceki “işçi gibi niteliklerini geri kazanacaklardı. Bu eğilimin en yaygın somut hali (1926’da kurulan ve 16.000’den fazla üyesiyle övünen işçi sendikalarının önemli bir anarşist-sendikalist federasyonu (Crump, sf. 97)) İşçi Sendikaları Hepsi-Japon Liberter Federasyonu (Zenkoku Jiren) idi. 1903’te Kotoku Shusui, çalıştığı gazete Kore’nin işgaline ve Rus-Japon savaşına desteğini açıklayınca Tokyo’da muhabirlik olan işinden istifa etti. Buradan, kısa bir süre sonra uğruna hapse gireceği savaş-karşıtı Sıradan İnsanların Gazetesi’nde başlamak üzere ayrıldı. Cezaevindeyken San Fransisco’daki anarşistler ile iletişim kurdu ve anarşist teorinin çekiciliğine gittikçe daha fazla kapıldı. Hapisten çıktıktan sonra Shusui San Fransisco’ya taşındı, IWW’nin üyeleri ile örgütlendi ve sendikalizmin entelektüel ve tatbiki tohumlarıyla Japonya’ya döndü. Bu gelişme, çok geçmeden Osugi Sakae gibi kişileri etkiledi ve Zenkoku Jiren’in kurulmasına neden oldu (Crump, sf. 22). Bunun aksine saf anarşistler, güçlü bir anti-modernist, gelenek-taraftarı eğilimi ile birleştirilmiş Kropotkin geleneğindeki anarşist komünistlere daha çok benzerdi. Genelde, militan bir örgütlenme olan Kara Gençlik Cemiyeti’nde bir grup olarak var oldular (Kokuren). Tarihsel olarak 19. yüzyıl ortalarında “tarımsal komünist anarşist teorisyen Ando Shoeki, birçokları tarafından, bunların ilk felsefî önceli olarak değerlendirilmektedir. Anarşist sendikalizmin saf anarşist eleştirisi genelde, devrim-sonrası toplumun idaresinde bir işbölümünün sendikalist korunması üzerine odaklanmıştı. Bu işbölümü, entelektüel ve işçiyi harmanlamak yerine içeriye doğru belirli endüstriler üzerine odaklanılanacağına dair bir görüşe önderlik eden uzmanlaşmanın toplumun hâlâ en büyük özelliği olduğu anlamına gelmekteydi. Saf anarşistler, çoğunluğun yararına, değişim ilişkilerini herkese yeteneğine göre ilkesinden herkesin ihtiyacına göre ilkesi doğrultusunda değiştirmeye de çabalıyorlardı. Bir bakıma, anarşizmin daha Japonya’ya özgü bir yorumunu geliştirmeye çalışıyor gibi görülebilirler. Meselâ, genelde köylü tabanlı ve göreceli olarak daha küçük bir endüstriyel işçi sınıfına sahip bir toplumun sendikalizme uygunluğunu sorguladılar (Crump, sf. 7). Sendikalist ve saf anarşizmler arasındaki farklılığa rağmen, genelde ortaklaştıkları tek şey, anarşizmin tüm Japon yorumlarının yerel duruma uydurulan melez teoriler olmalarıdır. Bu dönem aşırı derecede baskıcıydı; birinci dalga anarşizmin hayatı boyunca toplantılar dağıtıldı, gösteriler bastırıldı ve anarşist yayınlar düzenli bir şekilde yasaklandı. 1908’in Kızıl Bayraklar hadisesi bunun iyi bir örneğidir, düzinelerce anarşist, politik tutuklu Koken Yamaguchi’nin serbest bırakılmasını kutlarken, sadece kırmızı bayraklar taşıdıkları için vahşi bir şekilde saldırıya uğradı ve tutuklandı. Kotoku’nun Kropotkin’in ‘Ekmeğin Fethi’ni çevirmesi gibi, anarşist metinlerin çevirisi ve basımı baskıdan kaçmak için sıklıkla gizlice yapıldı. Benzersiz yerel koşulların diğer bir yönü, Batı gerçekliğini anlatan metinlerin yerel halka uygun hale getirilmesi zorunluluğuydu. Örneğin, Kropotkin’in ‘Toplu Çalışmaları’nın en fazla el altında olan Japonca çevirisinde, Avrupalı “komün, geleneksel bir Japon tarım çiftliğine dönüştürülmüştü (Crump, sf. xiii). Fakat bu süreç aynı zamanda, kısmen Batılı anarşistler kanalı aracılığıyla ve insan ve düşüncelerin içeri ve dışarı göçü aracılığıyla gerçekleşti. Bu tabiî ki, bu makalelerin Japoncaya çevrilmiş hale gelmesinin yoludur. San Fransisco’ya yaptığı ziyaretler Japon anarşist hareketinde dramatik değişikliklerle sonuçlanırken Kropotkin, birçok defa doğrudan Kotoku ile görüştü ve kendi büyük çalışmalarının bazılarını çevirmesi üzerine anlaştı. Bu yüzden anarşistlerin bu küresel ilişkisi son derece önemliydi; fakat, gösterdiğim gibi, yerelde insanlara uygun hale getirilmişti. Doğu Asya anarşizminin gelişimini şekillendiren diğer bir yerel durum, Japonya’nın bölgenin çoğu üzerinde bir çeşit kendi “Monroe Doktrinine sahip olmasıydı. Diğer yerlerde de sıklıkla olduğu gibi Japon anarşistler, kendi göreceli imtiyaz derecelerini bölgede anarşizmi yaymak için bir araç olarak kullandılar. Asya’da bu çabalar Çin, Vietnam, Tayvan ve Japonya’dan anarşistleri kapsayan Doğu Anarşist Federasyonu kurulmasına yol açtı. Gerçekte bu, Çin’den “korumak amaçlı 1894 Japon İstilası ardından anarşizmin Kore’ye ilk nasıl ulaştığıdır. Tokyo’da yaşayan Koreli göçmenler Japon anarşizminin etkisi altına girdi ve anti-emperyalist hareketle tüm samimiyetleriyle meşgul oldular. Sonuç olarak 6000’den fazlası, otoriter Japon hükümeti tarafından 1923 Tokyo depremi için kuşkulu bir şekilde suçlandıktan sonra yakalandı. Dövüldüler, hapse kondular ve hatta ikisi “Yüksek Vatana İhanet Davasında Japon yoldaşlarıyla birlikte ölüme mahkum edildi (MacSimion, 1991). Daha sonra anarşistlerin göze çarptığı 1919 bağımsızlık mücadelesi sırasında mülteciler, Yeni Kültür hareketinin bir sonucu olarak anarşist etkinin en yüksek noktada olduğu Çin’e göçtüler. Aynı zamanda dönemin Japon anarşistleri Kore özgürlük hareketi ile dayanışma çalışmalarına devam ettiler. 1924 civarında, Çin’deki Koreli Anarşist Komünist Federasyon (KACF) açıkça bir anti-emperyalist vurgu oluşturdu ve aynı zamanda anarşist işçi sendikalarının örgütlenmesine alenen yardım etti. Aynı zamanda, Kore’nin kendi içinde de anarşist eğilimler gelişmekteydi. Örneğin, Devrimciler Birliği’nin bu sıralarda örgütlendiği ve Tokyo’daki Kara Gençlik Cemiyeti ile yoğun iletişimini koruduğu kaydedilmiştir. 1929 civarında, etkinlikleri tamamen Kore’nin kendisinde, özellikle Seul, Pyonyang ve Taegu’nun şehir merkezleri civarında gerçekleşmekteydi. Kore anarşizminin zirvesi, daha sonra, ülkenin var olan sınırları dışında, Mançurya’da aynı yıl gerçekleşti. KACF Shinmin ilinin öz-yönetsel ve Kore Halkı Derneği idaresi altında olduğunu ilan ettiği sırada Mançurya’da iki milyondan fazla Koreli göçmen yaşamaktaydı. Derneğin uyguladığı ademi-merkeziyetçi federal yapı, tarım, eğitim, finans ve diğer hayati konularla ilgilenirken tamamen kooperatif bir usulle hareket eden köy, mahalle ve bölge kurullarından oluşmaktaydı. Çin, Kore, Japonya ve diğer yerlerdeki KACF şubeleri tüm enerjilerini Shinmin Ayaklanmasının başarısına adadı, birçoğu gerçekte oraya yerleşti. Stalinist Rusya’nın Shinmin otonom bölgesini alaşağı etme denemeleri ve Japonya’nın bölgeyi kendisine isteyen emperyalist girişimleri ile eş zamanlı mücadele eden Koreli anarşistler 1931 civarında yenildiler (MacSimion, 1991). Doğu Asya boyunca, anarşistler basitçe kendi ulus-devletleri açısından düşünmek yerine birbirlerini destekleyerek ve birbirlerinin hareketlerini hayata geçirerek enternasyonalizme güçlü bir bağlılık gösterdiler. Çinli ve Koreli anarşistlerin “ulusçuluğu politik uyum için milliyetçi bir kıyafete büründürülmüş anarşist enternasyonalizmin bir şekli olarak görülebilir. Her iki ülkede de anarşist hareket, emperyalist hakimiyeti reddettikleri sürece milliyetçi mücadeleleri desteklemeye çabaladılar; fakat uzun vadeli amaçları hem Çin hem de Kore ulus-devletini yok etmek olduğundan kararlı bir şekilde enternasyonalisttiler. Aynı şey, Japonya, Kore ve Doğu Asya’nın diğer bölgelerindeki anti-emperyalist hareketlerden dayanışmalarını esirgemeyen Japon anarşistler için de söylenebilir. Daha önce belirtildiği gibi, Doğu Anarşist Federasyonu’nun yükselişi ve bildirisi “Doğu (Dong Bang), 20. yüzyılın başları boyunca anarşizmin küresel doğası ve odağına vasiyetnamedir. Hindistan’ın Çin’in Batı sınırında yer almasına rağmen, Hint anarşizmi hiçbir zaman biçimsel olarak “anarşist doğa şeklinde adlandırılanla gerçekte uğraşmadığından, her ikisinin anarşizmleri arasındaki bağlantı ve iletişim görece bilinmiyordu. Hindistan’da, anarşizmin odağı esasen ulusal ve toplumsal özgürlük için önemli hareketler üzerinde anarşizmin temel perspektiflerinin derin etkisindedir. Hindistan’daki şiddetli anarşist Satyagraha hareketinin gelişimini anlayabilmek için kişi, öncelikle bunun geliştiği nesnel yerel koşulları göz önünde bulundurmalıdır. Taşıdığı bir milyardan fazla insanıyla Hindistan, dünyadaki ikinci en fazla nüfusa sahip ülkedir. Antik Hindu düşüncesine geri dönecek olursak gerçekte, devletsiz bir toplum kavramının öncellerini bulabiliriz; örneğin Satya Yuga, aslında, insanların dharmanın evrensel doğal kanunlarına dayanarak kendi kendilerini yönettikleri muhtemel anarşist bir toplumun tarifidir (Doctor, 1964, sf. 16). Fakat devletsiz bir toplumun olası göründüğü dönemde, Hindu politik düşüncesinin çoğu insanoğlunun içsel olan şeytani doğası ve bu yüzden insanlara kötülükten korunma sağladıkları sürece kralların hükmetmekteki “ilahi hakkı üzerine odaklanır. Fakat Dharma temelinde yönetmezlerse Chanakyasutras izin verir: “bir krala sahip olmamak disiplin isteyen birine sahip olmaktan iyidir (sf. 26). Bu, tabiî ki, Batı’nın sonuçlarına bakılmaksızın krallara ait evrensel bir ilahi hak anlayışı ile büyük bir çelişkidir. Anarşizm, Hindistan’da kendisinin ilk ve en fazla bilinen ifadesini Mahatma Gandhi’nin şu beyanında bulur: “Devlet şeytanı, aynen deniz dalgalarının fırtınanın nedeni değil sonucu olması gibi, toplumsal şeytanın sonucu değil nedenidir. Hastalığı iyileştirmenin tek yolu nedenin kendisinin yok edilmesidir (sf. 36). Başka bir deyişle, Gandhi şiddeti tüm toplumsal problemlerin kökü ve devleti, otoritesi şiddetin yasal kullanımının tekeline dayandığından, bu şiddetin açık bir manifestosu olarak gördü. Bu yüzden ifade etmiştir ki “insanların en az yönetildiği devlet mükemmel ve şiddetsizdir. En saf anarşizme en yakın yaklaşım şiddetsizlik üzerine dayandırılmış demokrasi olacaktır (sf. 37). Gandhi için böylesine tamamen şiddetsiz bir devlete (ahimsa) varmanın süreci, onları yöneten devletin değişmesinden ziyade insanların kafalarının ve kalplerinin değişmesinden geçer. Öz-yönetim (swaraj), Gandhi’nin satyagraha teorisi boyunca belirleyici prensiptir. Birçoklarının yazdığı gibi bu sadece Hint ulus-devleti için politik bağımsızlık kazanmak anlamına gelmez, aslında gerçekte tam aksidir. Yerine, swaraj ilk önce bireyden başlar, köy seviyesine oradan da ulus seviyesine hareket eder; temel prensip diğer tüm düşüncelerin üzerinde bireyin ahlakî özerkliğidir (sf. 38). Gandhi’nin kolektif özgürlük tutkusu, öncelikle ve en başta bireyselliğin tamamen anarşist bir anlayışından kaynaklanmaktaydı; onun görüşüne göre, gerçekte bireyin bilinci hükümetin tek meşru formudur. Kendisinin de belirttiği gibi “bireyler kendi kararlarını bir çoğunluğa teslim etmek zorunda olursa swaraj bir saçmalık olacaktır. Bu, hükmetmenin Batılı anlayışlarını açıkça hiçe sayarken Gandhi, eğer çoğunluğun fikri geçersizse nüfusun %99,9’undan ziyade tek bir geçerli fikrin çok daha faydalı olduğunu ileri sürdü. Gandhi’nin hem parlamenter politikayı hem de politik partileri ve onun yasama araçlarını reddetmesine neden olan yine bu swaraj bireyciliğidir. Gandhi, gerçekten herkes için daha iyi bir dünya isteyenin, bunu yapmak amacıyla özel bir partiye katılma ihtiyacı duymaması gerektiğini düşünmüştür. Bu, Raj-Niti (devlet siyaseti) ve Lok-Niti (halk siyaseti) arasındaki farktır. Swaraj bireyciliği her şeyin yeniden düşünülmesi gerektiği anlamına gelir; örneğin, bireyin daha büyük organizasyonların iyiliği için var olduğu anlayışı, daha büyük organizasyonların bireyin iyiliği için var olduğu anlayışı lehinde azledilmelidir ve bir kişi her zaman ayrılmakta ve bir konuda farklı düşünmekte özgür olmalıdır (sf. 44). Fakat, anarşizmden etkilenmiş olanlar arasında bile Gandhi’nin swaraja giden pasifist bir yol anlayışına karşı çıkanlar vardı. 1920’den önce, benzer ve daha açık bir şekilde anarşist olan bir hareket, Hintli anarşist-sendikalist ve yeni ufuklar açan özgürlük lideri Bhadat Singh tarafından temsil edildi. Singh, bir dönem Batılı anarşizm ve komünizmlerden etkilendi ve bu şekilde yaklaşımlara son derece kötü bakılan bir ülkede sözünü sakınmaz bir ateist oldu. İlginç bir şekilde, yoğun olarak Bakunin üzerinde çalıştı; fakat, Marks ile daha az ilgilenmesine rağmen “kendi ülkelerinde bir devrime sebep olmakta başarılı olan Lenin ve Troçki’nin yazılarıyla oldukça ilgiliydi. Yani toplamda Singh Anarşist-Leninist -eğer böyle bir terim kullanılmayı hak ediyorsa- gibi bir şey olarak hatırlanabilir. İngiliz idaresine karşı Hindistan özgürlüğü için savaşan popüler anti-kolonyal örgütlenmelerin organizasyonuyla etkin bir şekilde meşgul olduğu için Hint siyasi tarihinde Singh, bugün, Gandhi pasifizmi ve terörizm arasında bir yere yaraşır olarak anılmaktadır. Ama aynı zamanda Gandhi’nin “bomba tapınıcılığı-tabii ki deklare ettiği, özgürlüğü kazanmak amacıyla şiddet kullanmanın Batılı kavramına dayanmaktaydı- olarak göndermede bulunduğu bir çevrenin parçasıydı. Tepki olarak Hintli devrimciler, Gandhi’nin şiddet karşıtı fikirlerinin de Batı kökenli olduğunu, bu fikirlerin Leo Tolstoy’un olduğu ve bu yüzden onların aslında Hintli de olmadığı şeklinde karşılık verdiler (Rao, 2002). Gerçekte bu Singh’in toplumsal değişimin Batılı yorumundan etkilenmesine benzer bir şekildeydi; Japon akranı Kotoku Shusui gibi, Singh’in yoldaşı ve danışmanı Kartar Singh Sarabha, her ikisinin de hayatlarını dünya çapında Hintlilerin özgürleşmesine adamasına yol açan, San Fransisco’da Güney Asyalı işçileri örgütledi. Bu çevrenin arasında kayda değer olanları, Singh’in de yer aldığı, gençlik örgütlenmesi Neujawan Bharat Sabha ve Hindistan Cumhuriyetçi Cemiyeti’ydi. Daha önceki gönülsüzlüğüne rağmen 1920’lerin ortalarında, Singh İngilizleri ülke dışına atabilmek amacıyla genel Hint nüfusunun silahlanma stratejisini benimsemeye başladı. Bu misyona hizmet etmek amacıyla süreç içinde büyük bir taraftar kazanıp halkın militanlarını örgütleyerek ülke boyunca seyahat etti. 1928’de Singh’in bağımsızlık taraftarı gazete Kirti’de yayınladığı bir makalede, bu örgütlü silahlanmış isyan stratejisi, bireysel terör ve şehitlik hareketlerine açık bir destek vermesine neden oldu. Aynı gazetenin diğer sayılarında, anarşizm üzerine bazı makaleleri olduğu kadar “niye bir Ateistim? üzerine yazdığı ünlü yazısını da yayımladı. Anarşist makalelerinde Singh, genellikle dışsal herhangi bir otoriteden bağımsızlık kazanmanın öncelikli önemine odaklanarak geleneksel “evrensel kardeşlik Hint düşüncesini anarşist “yönetenler yok prensibi ile eşit saydı. Lenin ve Troçki’nin yazılarından etkilenmiş olmasına rağmen Singh, kurulmasından sonra altı yıl daha yaşamış olduğu halde hiçbir zaman Hindistan Komünist Partisi’ne katılmadı (Rao, 2002). Muhtemelen bunun nedeni fikirlerindeki anarşist etkiydi; her şekilde anarşist fikirler (anarşist ideoloji tamamen olmasa bile) swarajda hem Gandhi hem de Singh taraftarı hareketlerde büyük bir rol oynamıştır. Latin Amerika Anarşizmleri
Anarşizmin Latin Amerika'daki gelişimi hem bölge içerisindeki her ülkenin eşsiz doğası, hem de birçoğunda ortak olan etkenler tarafından şekillendirilmiş bir süreçti. Tüm bu ülkelerin arasındaki bir ortak nokta da, "Amerikaları", kendisinden küstahça tek Amerika olarak söz eden bir ülkenin -bu da Birleşik Devletlerdir- himayesi altına alan 1823 Monroe Doktrini'yle olan bağlantılarıdır. Aslında, İspanya ve Portekiz'den bağımsızlığın kazanılmasından kısa bir süre sonra Batı Yarıküre hızla -gayri resmî bir şekilde- ABD'nin çıkarları doğrultusunda tekrar sömürgeleştirildi. Bu bağlamda, Latin Amerika’daki ilk anarşist hareketler El Norte'de, diktatörlerin yukarıdan zorla kabul ettirilen demir yumruğu altında ortaya çıktı. Buna ek olarak, Latin Amerika idari bağlamının, Anglosakson demokrasilerindeki en büyük felsefi etki olan liberalizmden çok, Aristoteles ve St. Thomas Aquinas düşüncesinin tesiri altında kaldığına dikkat etmek önemlidir (Erickson 1977, sf.3). Burada, korporatizm, Kuzey Amerika'da olduğu gibi toplumdaki değişik politik güçlere "hakemlik" yapan bir devlet anlayışından çok, insanların ahlaki iradelerini "organik olarak" yansıtan bir devlet görüşünü destekleyen en büyük felsefi güçtü. Bunun yarattığı ironik sonuç, tüm karşıt güçlerin, toplumun çoğu tarafından temelinde özgürlük karşıtı olarak görülmesiydi. Korporatizmin ideolojik süreci, devrimci hareketlerin resmiyetçi işbirliğinin ve bu hareketleri kabul etmeyenlerin şiddetli baskısının sinsi bileşimini içeriyordu. Roma kanunu geleneğiyle birlikte Roma Katolik Kilisesi'nin toplumda hüküm süren rolü, Latin Amerika toplumlarını Kuzey'in büyük kısmından ayıran diğer iki temel faktörü oluşturdu. Bu elbette, burada gelişen anarşizmlerin, kayda değer derecede farklı bir politik çevrede gerçekleşmeleri nedeniyle nitelik açısından birbirlerinden farklı oldukları anlamına geliyordu.
Latin Amerika'da anarşist hareketin en güçlü olduğu yer hiç şüphesiz Güney Amerika'ydı ve Güney Amerika'da anarşizmin en güçlü olduğu yerlerde hiç şüphesiz "güney konisi" ülkelerinden Arjantin, Brezilya ve Uruguay'dı. 1885’ten, devletçi sosyalistlerin büyük sendika federasyonlarının kontrolünü ele geçirdikleri 1917'ye kadar, anarşizm Arjantin'de en geniş toplumsal hareketti (Joll 1971, sf.218). Hareket, birkaç ailenin neredeyse tüm toprağı kontrol ettiği latifundiya sistemi nedeniyle aşırı derecede çekişmeliydi. Toplumdaki bu aşırı tabakalaşma, eski elit ailelerin yeni gelen göçmen kitleleri son derece aristokratik bir tarzda tüm yasalardan muaf bir biçimde yönettiği bir sistem olan Peronizme geçiş için bir basamak oluşturdu. Bu toplumda etkili bir değişimin yasal tek aracı oy kullanma olduğundan beri, şehirli nüfusun %70 kadarının yasal olarak oy kullanma hakkının olmaması gerçeği, sistemi bir çoğuna sevdirmedi, aslında bu anarşizmin gelişmesi için toplumsal bir durum yarattı.
Anarşizm, en çok Arjantin'in işçi sınıfı kesiminde popülerdi: Gerçekte hiçbir zaman köylüler arasında yüksek derecede bir organizasyon elde edemedi. Bununla birlikte, işçi sendikalarının yanında öğrenci birliklerini örgütlemek için bazı girişimler vardı (Joll, sf.222). Stirnerci bireyci anarşizm burada hiçbir zaman izleyici bulamadı ve dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi hareket, Kropotkin'in geleneğindeki anarşist-komünistler ile Bakuninci gelenekten anarşist-kolektivistler arasında bir dengeydi; ama iki akım arasında çok az anlaşmazlık vardı. İtalyan anarşist-komünist Errico Malatesta 1885'te buraya göç etti ve iki yıl içerisinde ülkenin ilk fırıncılar sendikasını örgütledi. Bu hareket, 1904'te FORA'ya dönüşen FOA'nın belkemiğini oluşturan işçi örgütlenmesine benzer bir gurup olan Direniş Cemiyetleri'nin organize edilmesi aşamasına ön ayak oldu.
1905'ten 1910'a kadar anarşist hareketin popülaritesi, halk hareketi şeklinde yaygınlaştırılması ve Buenos Aires ile diğer yerlerde birçok genel grev başarılmasıyla patladı. Toplum o kadar istikrarsız hale geldi ki, askeri kanunlar kısa periyotlarla rutin bir şekilde uygulanıyordu. İşçiler Mayıs gösterilerinde vuruldular, diğerleri Tierra Del Fuego'da hapsedildi ve işkence alıp başını yürüdü. Polis şefinin arabasını bombalayan genç Simon Radowitsky, hapiste ölüme mahkum edildiğinde tanınmış bir şehit oldu. Aslında, o kadar popülerdi ki, kararlı yoldaşları onu hapisten başarıyla kaçıracak bir plan organize etmişlerdi (sf.219).
La Semana Tragica- Trajik Hafta, 1919'da meydana gelen çok önemli bir hadisedir. Genel grev deklare edilmiş, fakat Albay Varela tarafından vahşice bastırılmış ve olay Varela'ya suikastla sonuçlanmıştır. 1931'de ordu yönetimi ele geçirdi ve anarşist hareket, ölüm mangalarının, hapis mahkumiyetlerinin ve genel yıldırma politikalarının ortaklığıyla bastırıldı. İki yıl sonra askeri kanun kaldırıldığında, önceden araları açık olan tüm anarşist gazeteler ve organizasyonlar, geçmişi bir kenara bırakıp ‘Ordu Terörünün On Sekiz Haftası’ adında ortak bir deklarasyon yayınladılar. Arjantin'deki şiddetli baskı, farklı anarşist guruplar arasında, farklı ideolojilerin sınırlarını aşan birçok ortak yayın ve eylem doğuran büyük bir dayanışmaya ve karşılıklı yardımlaşmaya yol açtı. Hem FORA'nın hem de diğer anarşist organizasyonların Franco'ya karşı İspanya İç Savaşı için Uluslararası Tugay'a birlikte delegasyon göndermeleri bu dayanışmanın ürünüdür. Fakat kısa sürede Arjantin’in mücadele edeceği kendi faşist yönetimi olacaktı. General Peron 1943'te resmi olarak iktidara el koydu ve FORA'yı La Protesta Humana ile birlikte, tekrar yeraltına çekilmeye zorladı. Sonunda Peron rejimi düştüğünde, tüm anarşist eğilimleri içeren diğer bir ortak yayın Agitacion adıyla ortaya çıktı. Diğer yayınlar arasında, El Descamisado, La Battalla ve Max Nettlau ve Errico Malatesta'nın da içinde bulunduğu La Protesta Humana gazetesi bulunuyordu. Baskının karşısında nüfusun çoğu, popüler hareketlerin Peronist devletle yaptığı stratejik işbirliğini kabul etti; bunu kabul etmeyenler, anarşizmin artık varolabilecek bir düşünce olmadığının kanıtı olarak sık sık Rusya'daki Bolşevik Devrimini gösterdi. İspanya İç Savaşı'nın nihai kaybı da işleri kötüleştirdi ve sonuç olarak anarşizmin etkisi marjinalleşti (sf. 230).
Arjantin'de olduğu gibi Uruguay anarşist hareketi de, sanayileşmiş toplumlardan gelen Avrupalı göçmen işçilerden oluşuyordu. Bu da anarşizmin ilk yıllarda köylü hareketinden çok bir işçi sınıfı hareketi olduğu anlamına gelir. Burada da anarşizm, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde en yaygın devrimci hareketti. Hareket daha çok 1905'te oluşturulmuş FORU'ya bağlı benzer guruplardan oluşan Direniş Cemiyetleri temelinde şekillenmişti. Malatesta kısa sürede FORU'ya da katıldı ve onu Bakuninist kolektivist anarşizmden Kropotkinist komünist anarşizme doğru etkiledi. FORU iş sendikalarının faaliyet alanı dışında da birçok farklı konu üzerine çalışmalar yürüttü. Örneğin kooperatif okullar ve kütüphaneler için inisiyatifler oluşturulduğu gibi alkolizme karşı büyük bir kampanya da başlatıldı. Tüm bu gelişmeler, paralel bir anarşist kültür yaratılmasının önemi üzerine odaklanılmasından dolayı ortaya çıkmıştı. Tüm bunlar FORU'dan çıkarken, oyunları, şiir okumalarını ve dönemin diğer etkinliklerini içeren anarşist kültürün birçoğu da Montevideo'daki Uluslararası Toplumsal Araştırmalar Merkezi'ne bağlı (CIES) olanlar tarafından oluşturuldu. CIES on beş yıldan fazla bir süre devamlı olarak çıkan La Batalla - ismini tahminen daha önceden çıkan aynı adlı Arjantin gazetesinden almış- gibi yayınlarıyla anarşist basınla da ağırlıklı olarak uğraşıyordu.
Pek çoklarının söyleyeceği gibi, diğer anarşist hareketlerin dinamik olmadığı birçok alanda hareket eden Uruguaylı anarşistler, aynı zamanda kapsam olarak oldukça enternasyonalistlerdi. Meksika devrimi 1910'da küresel safhada patlak verdiğinde Uruguay anarşist hareketi, Magonistas'a yardım amacıyla delegasyonlar gönderdi; ayrıca CNT-FAI'ye de Uluslararası Tugay askerleriyle İspanya İç Savaşı'nın en şiddetli döneminde yardım etti (sf. 226).Uruguay'da anarşizmin nihai düşüşü, öncelikle başarılı Bolşevik devriminden ve harekette ortaya çıkan FORU ile USU arasındaki ideolojik-sadakat temelli büyük ayrılıklardan kaynaklandı.
Güney konisi ülkelerinde inceleyeceğimiz son anarşist hareket, büyük ulus-devlet Brezilya'da gelişen olacaktır. Büyük toprak sahiplerinin, ordunun ve devletin desteği ile nüfusun büyük çoğunluğunun yazgısına egemen olduğu Brezilya latifundiyası, korporatizmi ve otoriter geleneği bağlamı içerisinde, karşılıklı yardımlaşma cemiyetleri ve kooperatifleri, kabul edilen tek yasal organizasyon biçimiydi. Ama, Arjantin ve Uruguay'da olduğu gibi ilgi grubu temelli Direniş Birlikleri, anarşistleri baskılardan koruyarak militan Brezilya sendikacılığının belkemiğini oluşturdular. Fakat bu anarşist sendikacılık usta zanaatkarlar ve benzeri işçilerle sınırlıydı. Göçmenler ve kadınlar gibi diğer işçilerin çoğunluğunu, sendika temsilinin dışında bırakıyordu.
Çin'de ve Güney Afrika'da olduğu gibi Brezilya Komünist Partisi (BKP) de bir zamanların patlamaya hazır anarşist hareketinin yıkıntıları içinden yükseldi (Chilcote, sf.11, 1974). Bununla birlikte anarşizm Brezilya'da en büyük etkisine aslında 1906'dan 1920'ye kadar, daha çok kentteki göçmen işçiler arasında sahip oldu. Bu bağlamda, aslında devlet sosyalizminden çok daha fazla öneme sahip olarak, 1906'da işçi hareketleri içindeki en etkin akım oldu. COB'de (Congresso Operario do Brasil - Brezilya İşçi Kongresi) aktif olan anarşist işçi militanlar, Brezilya işçi sınıfına günde sekiz saat çalışma sistemine geçilmesindeki ve tüm çalışanları aynı derecede etkileyen kayda değer maaş artışlarındaki katkılarıyla hatırlanırlar. 1917'deki Sao Paolo Genel Grevi işçi sınıfı içindeki üç yıllık militan anarşist faaliyetin ilk yılını gösterir. Bu yıllar boyunca, işbirliğiyle birleşmiş bir baskı korporatif devletin stratejisi haline geldi. Genel Grev'in çağrısını yapanların başında anarşistler yoktu, grevi daha çok anarşist örgütleyicilerin görmezden geldiği kadın tekstil işçilerin oluşturduğu kitleler başlattı.
Başlangıçta, çalışan kadınların ve endüstriyel işçi sınıfının diğer kollarının bu kendiliğinden etkinliğinin başına, bu duruma karşı savunma halinde olan erkek anarşist liderler getirildi. Fakat sonunda anarşistler kadın öncülüğünü kabul ettiler ve onlara karşı olmak yerine kadınlarla birlikte çalışmayı seçtiler.
Brezilya'daki anarşist hareketin çöküşü birçok nedenden dolayı başladı; bunlardan biri, nüfusun kırsal kesimde yaşayan çoğunluğuna ulaşmakta başarısız olunmasıydı. Bir diğer neden ise, Bolşevik devriminin başarısının anarşist ideolojik üstünlüğünün sonunun geldiğini söylemesiydi. Arjantin'de ve Uruguay'da olduğu gibi anarşist hareket iki kampa ayrıldı: Bolşevik taraftarı ve Bolşevik aleyhtarı. Çok geçmeden, aktif anarşistlerin birçoğu, bu ayrılmanın bir sonucu olarak BKP'nin faaliyetlerinde ağırlıklı olarak yer alacaklardı. Parti bu yolu seçmeyenlerden uzak duracak ve anarşist sempatilerini kaybetmeyenler iç tasfiyelerle kovulacaktı (sf.33). Brezilya anarşizminin tabutuna son çivi, “korportarizm''?in bürokratik, paternalistik, işbirlikçi sisteminin hakim olduğu yeni bir devrin başlangıcına işaret eden 1930 Devrimi oldu.
Güney konisi ülkelerinde anarşizm küresel hareketi bir boyuta taşırken, Latin Amerika'da ve dünyanın diğer bölgelerinde anarşizmin yönünü en fazla etkileyen anarşist hareket Meksika'da gelişen hareketti. Bu gelişim 1863 yılında, Plotino Rhodakanaty adındaki Yunan felsefe profesörünün, Mexico City’de öğrencilerin ve profesörlerin bir koalisyonu olan Club Socialista de Estudiantes (CSE) adıyla ülkenin ilk anarşist organizasyonunu oluşturmasıyla başladı. CSE, şehirli işçi sınıfı arasında anarşist işçi sendikaları organize ederek düşüncelerini yayma yoluna gitti. Kısa sürede bu gelişmeler Meksika tarihinin ilk grevine, güney Meksika'daki yerli nüfusun örgütlenmesine ve sonunda Paris Komünü'nden sürgünde olan aktivistlerin önemli bir parçasını oluşturduğu dünya çapında 62 organa kadar ulaşan La Social adında yeni bir organizasyona yol açtı (sf.9). Tüm bu önemli etkinliğin sonunda, Rhodakanaty ve yoldaşlarının birçoğu Porfirio Diaz'ın elinde idam edildiler. Latin Amerika'nın diğer yerlerinde olduğu gibi, yeni-sömürgeci döneme, diktatörlük ardına diktatörlükle ve son olarak 1910'da büyük bir toplumsal devrimle damga vuruldu. Bu devrimde Meksikalı işçi ve köylülerin davası, Ricardo Flores Magon, Emiliano Zapata, Pancho Villa ve Pascal Orozco arasındaki geçici bir ittifak tarafından yürütüldü. Bunların arasından Magon anarşist olarak en kesin bir şekilde nitelendirilebilir; kardeşi Enrique ile birlikte ilk olarak 1900 yılında çıkmaya başlayan Regeneracion adlı anarşist bir gazete yayımladı. Zapatalı yerli geçmişi olan bu iki kişi, devrimden hangi toplumsal düzenleme yükselirse yükselsin Kızılderili halkın özerkliğini sağlamak için bir kararlılıkla hareket ettiler (Poole, 1977, sf. 5). 1905'te, istemlerinde anarşist kalırken, insanları uzaklaştırmamak için bu şekilde adlandırdıkları, anarşist-komünist yönelimli Meksika Liberal Partisini (PLM) kurdular. Bu strateji iyi işledi ve sonunda İtalya’dan anarşistleri olduğu kadar IWW'nin üyelerini de içeren iki silahlı ayaklanmaya yol açtı (sf. 22).
PLM'den aktivistler Los Angeles, San Antonio ve St. Louis'de, Kanada'da bazı kentlerde ve Meksika'nın birçok şehrinde yeniden yerleşmek için sınırları serbestçe geçtiler. Bunun sayesinde, dünyanın her yerinden anarşistlerden oluşan serbest bir şebeke, Meksika Devrimi'nin bünyesinde anarşist bir yapı oluşturma projesine katıldı. Yine de bu ilişki her zaman sağlıklı değildi: bir noktada Magon, Eugene Debs'in, Meksikalıların "özgürlük adına mücadele etmek için çok cahil" oldukları ve her türlü ayaklanma girişimlerinin kesinlikle başarısızlıkla sonuçlanacağı şeklindeki beyanatına karşılık olarak, öfkeli bir ırkçılık karşıtı yazı yazmaya zorlandı. Yazı, Kuzey Amerikalı anarşistlerden PLM'yi ciddiye almalarını rica ediyordu: "Dünyanın birçok yerinde Latin soyları ortak amaç olarak kabul ettikleri şeye yardım etmek için ne zaman ne de para harcıyorlar. Eminiz ki, işçi sınıfı ordusunun büyük Anglosakson ve Tötonik kolları geriden gelmeyecektir ve sadece dil güçlüklerinden kaynaklanan cahillik tek başına geçici bir gecikmeye yol açmaktadır." Daha sonra 1910'da, Francisco Madero, o yılın 20 Kasım'ında başlayacak bir ayaklanma çağrısı olan "Plan de San Luis Potosi"sini yayımladı. İsyan, Magon, Zapata, Villa ve Orozco'nun önderliğinde ulus çapında bir ayaklanma haline gelene kadar kısa sürede yayıldı.
Ayaklanmanın ortasında, Madero'nun kolayca kazandığı, Meksika'da çok az rastlanan hilesiz bir seçim meydana geldi. Fakat, seçim gerçekleşmeden önce, Magon, Zapata ve takipçileri toprak reformu ve yerlilerin özerkliği konuları üzerinden ayrılmış ve kendi "Plan de Alaya"larını yayımlamışlardı. Birkaç yıl içinde Mexico City'nin başarılı bir kuşatmasını sağlayan ortak bir Güney Meksikalı kabile geçmişiyle birbirine bağlı olan Zapatistalar ve Magonistalar birlikte silaha sarıldılar. Devrim büyümeye devam ederken, Huerta'nın diktatörlüğü de devam etti, sonra Huerta istifa edip Venustiano Carranza 1917'de başkan olduğunda Meksika Anayasası da uygulamaya kondu. Magon ve Zapata'nın tesiriyle, bedelsiz eğitim hakkı, yerlilerin çiftlikleri (ejidos) kolektif olarak işletme hakkı, diğer toplumsal reformlar ve toprak reformları gibi birçok aşırı ilerici özellik de buna dahil edildi. Ne yazık ki, Carranza, anarşist-sendikalistler ve anarşist-komünistler arasındaki bölünmeleri kullandı ve "Red Battalions"u Zapata ve Villa'ya karşı savaşmaya örgütlemesi için anarşist-sendikalist Casa del Obero Mundial'a başarılı bir şekilde rüşvet verdi. 1919'da Meksikalı askerJesus Guajardo pusu kurup Zapata'yı öldürdü ve Carranza rejimini başlıca halkçı düşmanından kurtardı. Fakat Carranza düşürüldüğünde, Obregon, Calles ve diğer merkeziyetçilerin uzun bir dizisi, papazların egemenliğine karşı çıkıp Meksika'ya yabancı yatırım yapılmasını destekleyerek güç kazandılar; bu gelişme, PRI diktatörlüğünün başlangıcına ve birinci dalga anarşizmin sonuna işaret eder.
Küba anarşizmi 19. yüzyılın ortalarında Proudhon mutualizminin işçi hareketi içindeki entelektüel etkisiyle gelişti. 1800’lerin sonunda, anarşist öncü Roig San Martin'in yükselişi, redaksiyonunu yaptığı gazete ‘El Productor’ ve ulusal anarşist organizasyon Alianza Obrera ile birlikte anarşizm daha da gelişti (Fernandez 2001, sf. 20). Çin, Hindistan ve Meksika anarşizmlerinde olduğu gibi Küba anarşizmi, Küba ulus-devletinin sınırlaması içinde doğru dürüst kavranamaz; daha önemli faaliyetler Key West, Merida (Meksika) ve Tampa'daki Küba göçmen topluluklarında gerçekleşmiştir. 1889 Ekim’inde Key West'te bir genel grev, Havana, Tampa ve Ybor City'deki Kübalı işçilerin dayanışması ve desteğiyle patlak verdi. Bu tarihi grevden sadece bir kaç ay önce, cenaze törenine adanın her yerinden 10.000'in üzerinde Kübalının katıldığı San Martin, şeker komasından öldü.
Yüzyılın dönemecinde Küba bağımsızlığı için savaşmak, anarşist hareket içinde ayrılmaların en büyük kaynağı oldu; işçi sınıfı anarşistleri, bağımsızlıkçıları (indipentistas) "tütün kapitalizminden para almakla" suçladılar. Buna rağmen birçok anarşist, Jose Marti ve onun demokrasi ve merkezsizleştirme savunusuyla Meksika'nın PLM'sine benzeyen partisi Partido Revolucionario Cubano (PRC) çevresinde toplandı. Avrupa'da Elissee Reclus gibi anarşistler uluslararası dayanışma organizasyonlarına yardım ederek bağımsızlık hareketini desteklediler. Ama bağımsızlığın hemen ardından Birleşik Devletler adayı işgal etti; Errico Malatesta oradaki anarşist harekete yardım etmek için New Jersey'den Havana'ya taşınmaya karar verdi. Meksika Devrimi Küba anarşist hareketini derinden etkiledi ve Magon kardeşler hem çıkardıkları gazete Regeneracion'un sayfalarında hem de kişisel olarak Küba'yı ziyaret ettiler. Ama Küba anarşist hareketi Ekim Devrimi'nin yükselişiyle birlikte yüksek bir düşüş sürecine girdi (sf. 51). Buna rağmen Küba'da, hem sendikalist işçi hareketlerine hem de daha sonra gerçekleşen sosyalist devrime yolu hazırlayanların anarşistler olduğu hatırlanır.