Arama

Anarşizm

Güncelleme: 7 Mayıs 2011 Gösterim: 7.477 Cevap: 6
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Ekim 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Anarşizm

Sponsorlu Bağlantılar
Devletin ya bizatihi doğuşu ve mahiyeti itibariyle kötü ve zararlı olduğu, ya da tarihi gelişme ve şartların onu kötü ve zararlı hâle getirdiği gerekçesiyle (inancıyla) hükümetin (devletin) ya bütünüyle ya da kısmen ilga edilmesi gerektiği ve bunun mümkün olduğu inancı.
Anarşist kişi devletin bulunmadığı bir toplumun mümkün olduğuna inanır ve aynı zamanda bireylerin kendiliğinden doğan eylemlerine ve bireylerin gönüllü birliklerine müdahale eden her çeşit otoriteyi reddetmeye yönelir. Tipik bir anarşistin başlıca inançları şunlardır:
1) İnsanlar tabiatları itibariyle iyi kalplidirler, ancak, yönetim tarafından yozlaştırılırlar.
2) Toplumun tabii ve hür olmasına karşılık devlet istismar edici (sömürücü) ve tahakkümcüdür.
3) İnsanlar gönüllü işbirliği yoluyla birbirlerini tamamlayan, fakat her çeşit zorlama tarafından hüsrana uğratılan sosyal hayvanlardır.
4) "Yukarıdan gelen" reformlar onları başlatan otoritenin damgasını taşır ve bu yüzden değersizdir.
5) Sosyal değişme devrimci eylemle, hatta belki de şiddetli eylemle gerçekleştirilmelidir.
Bu inançların hepsinin her anarşist tarafından benimsendiği söylenemez. Meselâ, Godwin gönüllü işbirliğiyle birleşmiş, küçük üreticilerden oluşmuş, devletsiz bir topluma inanmış ve bu hedefe aydınlanmış sosyal reform yoluyla ulaşmayı düşünmüştür. Rus asıllı anarşist filozof Bakunin spontane şiddete dayanan devrim gerektiren bir "anarşizm, kollektivizm, ateizm" sentezine inanmıştır.
Diğer bâzı düşünürlerin de, yukarıda sıralanan dört inançtan (1) ve (5) şıklarını reddetmelerine rağmen, anarşist olarak adlandırılmaları mümkündür. Meselâ, egoizmin ve bireysel iradenin gücünü metheden ve onu "sürü-benzeri" gerekliliklere olan bağımlılıklardan kurtarmayı gözeten Nietzsche'nin anarşist çizgide yer alan bir filozof olduğu söylenebilir. Ondokuzuncu yüzyıl anarşizmi büyük ölçüde özel mülkiyete, en azından bâzı özel mülkiyet çeşitlerine, onun bir tür örtülü kölelik olduğu gerekçesiyle karşıydı.
Anarşizmi bilinçli bir kitle hareketi yapmaya teşebbüs eden Proudhon "mülkiyet hırsızlıktır" düsturunu ortaya koydu, ancak, aynı zamanda, mülkiyetin özgürlüğün zaruri bir parçası olduğunu da düşündü ve bu yüzden mülkiyetin asıl zararlı biçimleri olarak monopole ve gasba hücum etti. Bakunin üretim araçlarının ortak mülkiyetini savundu, fakat "tüketim araçlarında" özel mülkiyete izin vermeye hazırdı. Godwin, küçük ölçekli olmak üzere çoğu özel mülkiyet türlerini kabul etti.
Anarşizmden etkilenmiş bâzı modern yazarlar (Nozick gibi) genellikle daha liberal bir çizgi izlemişler ve bundan dolayı, özgürlükle mülkiyet arasındaki ilişkiyi gözeterek, özel mülkiyete karşı daha olumlu bir tavır takınmışlar, hatta özel mülkiyeti toplumun ve toplumsal sistemin esas vazgeçilmez unsuru olarak görmüşlerdir.
Ondokuzuncu Yüzyıl anarşizminin bir başka önemli veçhesi örgütlenmiş dine yönelik husumetiydi. Meselâ, Tolstoy, "hakiki" dinin devletin ve bütün devlet müesseselerinin reddini (inkârını) içerdiğini söyler. Çoğu anarşist ya Tolstoy'un bu görüşünü kabul etti, ya da, daha ileri giderek, hiçbir dinin gerçek (hakiki) olamayacağını öne sürdü. Sorel gibi şiddeti benimseyen anarşistler 19. yüzyıl boyunca etkili oldu ve 19. asır anarşistleri Marx'a bâzı kavramları sağlamakta son derece önemliydi. Nitekim, Marx'ın "devletin yok oluşu" (ortadan kalkışı) fikri doğrudan doğruya anarşistlerin görüşlerinden kaynaklanmıştı.
Bütün çeşitlerinde anarşizm insan toplumunda (ve hatta insanların toplum hâlinde olmadığı bir durumda) maddi ihtiyaçların ve kollektif sorumlulukların (mükellefiyetlerin), zorlama olmaksızın, kendiliğinden karşılanabileceği, yerine getirilebileceği bir durumun mümkün olduğunu farzeder. Bu yüzden anarşistler Hobbes'un egemenin himayesi dışında insan hayatının "yalnız, fakir, pis, kaba ve kısa" olduğu yolundaki görüşünü reddetmeye yönelirler.
Anarşistlerin birçoğu devletin şiddet kullanmaksızın tahrip edilmesinin mümkün olmadığını söyler. Ancak, şiddetin böylesine istekli savunulmasının anarşizmin yeni ve daha iyi bir toplum görüşünü dayandırdığı insan tabiatı hakkındaki varsayımlara ters olduğu görülür. Bu çeşit güçlükler yüzünden bâzı anarşistler (Marx'ın yazı hayatının daha geç dönemlerinde yaptığı gibi) devletin ortadan çekilmesinden ve "gerçek insan tabiatının" kendisini yeniden göstermesinden önce insanların sosyal şartlarının endüstriyel üretimin kitlesel disiplini tarafından geliştirilmesi gerektiğini düşünür.
Anarşizme en radikal biçimde karşı çıkan görüş Hegel'e aittir. Hegel'e göre, "insanın gerçek tabiatı" devleti sadece kendi güvenliğinin bir aracı olarak değil, fakat aynı zamanda özgürlüğün en yüksek ifadesi olarak görmeyi gerektirir.

Kaynak: ekonomiforumu.com

HerHangiBiri - avatarı
HerHangiBiri
Ziyaretçi
12 Aralık 2008       Mesaj #2
HerHangiBiri - avatarı
Ziyaretçi
Afrika Anarşizmi

Afrika anarşizmi, kıta sınırları boyunca, öncelikle etnik olarak bölünmüş Kuzey ve Güney Afrikalı liman kentleri bağlamında gelişti. Bu hareketler hakkında el altında bulunan az miktarda yazı dışında bu konu üzerine çok az şey yayımlandı. Hindistan bağlamında olduğu gibi, bu, kısmen burada ideolojik bakımdan tutarlı şekilde temellenmiş bir hareket olarak anarşizm tarihinden az şey bulunmasındandır. Fakat kısmen de ya kapitalist-emperyalist ulus-devlet sistemlerinin ya da bölgedeki post-kolonyal “Afrikalı sosyalist sistemlerin hegemonyası yüzündendir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde kıtadaki en geniş anarşist hareket Güney Afrika’dakiydi. Gerçekte, Sam Mbah gibi Nijeryalı anarşistler tarafından yakın geçmişte gerçekleştirilen çalışmalar, bir ideoloji olarak anarşist düşüncenin 20. yüzyılın ortalarına kadar Afrika kıtasının birçok bölgesine doyurucu bir şekilde erişemediğini belirtmiştir (1997, sf. 1). Ancak ideolojik olarak tutarlı bir anarşizm biçiminin eksikliğini kabul etmekle birlikte, birçok Afrikalı kabilede bulunan anarşist toplumsal unsurlar çalışmalarında fazlasıyla vurgulanmaktadır. Bu yolla, kabile “komünizmi özellikle ve benzersiz bir şekilde Afrika bağlamı içinde anarşizmin Batı-dışı biçimi olarak anlaşılmıştır. Kendi cümleleriyle, “Tüm geleneksel Afrikalı toplumlar ‘anarşist unsurları’ ortaya koymaktadır… Anarşizmin esasını oluşturan idealler Afrika bağlamında bu kadar yeni olmayabilir. Yeni olan, toplumsal bir hareket veya ideoloji olarak anarşizm kavramıdır.

Sponsorlu Bağlantılar
Böylesine muazzam hikayelerin ciddiye alınmamasına rağmen, bu kullanımda komünalizm terimi Marx’ın “ilkel komünizm -feodal öncesi ve avcı-toplayıcı sonrası devletsiz bir toplum- kavramına benzer bir şekilde kullanılmaktadır. Bu ciddiye alınmama durumunun nedeni, bu “tarihsel safhanın, Afrika’nın birçok bölgesinin, özellikle kıtanın kırsal kesimlerinin, hiçbir zaman daha ötesine “gelişemediği bir aşama olmasıdır. Bu bağlamda, kabile cemaatindeki yaşlılar, zorlamanın herhangi bir meşru kullanım biçimine sahip otoriteler olarak değil, sadece deneyim itibari ile liderler olarak tanınırlar. Bazı devletsiz toplumlar anaerkil olsa da, din ve köyün bazı işlerini yerine getiren “yaşa göre rütbelendirilmiş erkek grupları, içsel bir toplumsal bileşimi koruma yöntemi olarak iş görürler. Özellikle Igbo, Nijer Deltası halkları ve Tallensi, anti-otoriter, doğrudan-demokratik toplumsal yapılar tarafından belirlenmiş olmaları ile bilinir. Öncelikle yaşlılar meclisinin tavsiyesi ile ayarlanan, doğrudan demokrasinin bir biçimi olan çokluk ilkesine dayalı köy toplantılarının en yüksek derecede otoritesi etrafında örgütlendiler. Aslında bu toplumlar ataerkil olmalarına rağmen, kadınlar kendi örgütlenmeleri aracılığıyla topluluğun idaresinde önemli roller oynadı (sf. 38).

“Afrika sosyalizmi olarak isimlendirilen olay, kıtanın sömürgeleşmesi, endüstrileşmesi ve kentleşmesinden hasıl oldu. Bu, Avrupa’nın Afrika’yı ulus-devletler şeklinde parçalara böldüğü, ulus-devletleri geçmişte kıtaya ait ademi-merkeziyetçi toplumsal idarenin temelini oluşturan devletsiz toplumlar üzerine ve arasına yerleştirdiği 1884-85 Berlin Konferansı ile başladı. Söz konusu kolonyal ulus-devletler, devletsiz toplumları yok eden, bölen, onların yerlerini değiştiren ve temelini çürüten Avrupalı elitlerin yararına doğal kaynakların çıkarılmasını kolaylaştırdı. Bir çok Afrikalı ulus-devlette anti-kolonyal hareket, Libyalı Muammer Kaddafi, Mısırlı Nasır gibi “Afrikalı sosyalistler ve Sebghor gibi “siyah sosyalistler tarafından yönlendirildi. Bunların çoğunun ortaklaştıkları özellik, Batılı sermayenin çıkarları doğrultusunda çabucak kontrol altına alınmaları ve kümese sokulmalarıydı. Böylesi Afrika sosyalizmleri Marksist bir yaklaşım tarafından yönlendirilmelerine rağmen, yabancı kapitalist çıkarlar tarafından şekillendirildi ve yönlendirildiler.

1960’ta bağımsızlığını kazandıktan sonra Nijerya, geleneksel Afrika komünalizminin ve İsrail Kibbutizm sisteminin unsurlarının bir sentezine dayanan, ulus çapında kolektif bir tarım sistemi uyguladı. Bu, Kaddafi’nin meşhur “Yeşil Kitabının Bakunin ve Marx okumalarından etkilenmesiyle aynı şekilde görülebilir. Onun jamarrhiriyah kavramı Nijerya’nın kolektif tarım sistemindekine de oldukça benzerdi. Fakat her ikisinden de çok daha ibret verici olan, Julius Nyerre’nin ujamaa sistemidir. Kapitalizme “sosyalizmin öğretisine olduğu kadar karşı olan bu sistemde, gözden geçirilmiş bir Afrika komünalizmi biçimi post-kolonyal Tanzanya toplumunun temeli haline geldi. Ne yazık ki, ujamaa sistemi, köylüler üzerinde Dünya Bankası’nın uyanık vesayeti altındaki devlet kontrolünün hızlı yozlaşması sonucu olarak eninde sonunda başarısız oldu. Afrika kıtası üzerinde Tanzanya, kapitalist ulus-devletlerde olduğu gibi bazen “sosyalist ulus-devletlerde de tuhaf bir şekilde meydana gelen bu gelişmede yalnız değildi.

Daha önce de bahsedildiği gibi, 20. yüzyılın başlarında anarşist hareketin kayda değer genişlikte örgütlendiği ülke Güney Afrika’ydı. Henry Glasse adındaki beyaz bir Afrikalı, 19. yüzyılın sonlarında ülkede anarşist hareketin ilk gümbürtülerinin örgütlenmesine yardımcı olmuştu. Yüzyıl dönümünden kısa bir süre sonra, Cape Town’da, anarşistlerin ve devlet-karşıtı sosyalistlerin koalisyonu tarafından Sosyal Demokratik Federasyon kuruldu, bunu kısa ömürlü Güney Afrika İşçi Örgütlenmesi’nin ortaya çıkması takip etti. Zamanın bu kuruluşları hakkında göze çarpan tek şey, çoğunluğun beyaz olmadığı bir ulus-devlette, bu organizasyonların ağırlıklı olarak beyazlar tarafından yapılmış olmasıdır. Yerliler, renkli derililer (melez olanlar) ve yoksul beyazlar “ara işleri alır ve siyahlar daha çok işçi-yoğun vasıfsız işlerde sebatla çalışmaya devam ederlerken, yüksek ücret veren vasıflı işlerin çoğunda beyazlar çalışmaktaydı (Van der Walt, 2002).

Bu durum en sonunda 1917’de Uluslararası Sosyalist Birlik üyelerinin çoğunlukla siyahların sendikalist örgütlenmesi olan “Afrika Endüstri İşçileri örgütüne yardım etmesiyle değişti. Bu örgütlenme, IWW’den yoğun bir şekilde etkilenirken 1908’de sendikalistler ve De Leonistler arasındaki ayrılıktan sonra, IWW içinden ihraç edilen De Leonist politika taraftarı unsurları benimsedi (Mbah, sf. 66). Birisi seçim siyasetinin yararını sorgulamaya başladığında, doğrudan eylemiyle seçim karşıtı olarak yönlendirilmiş Endüstriyel Sosyalist Birlik doğdu. 1918’den 1920’ye kadar Afrika Ulusal Kongresi’nin başkanları arasında bazı anarşist-sendikalistler de vardı. Fakat 1921 civarında, öncü aktivistler Güney Afrika Komünist Partisi’nin kuruluşuna hizmet etmek için anarşizmi terk ettikleri için, birinci dalga anarşizm Güney Afrika’daki en son metrelerindeydi. Önceden de anlatıldığı gibi, birçok ülkedeki anarşistler Çin’in önemli komünist liderleri haline geldiler ve kısa bir süre sonra göreceğimiz gibi, Brezilya ve Latin Amerika ülkelerinde de durum böyleydi.

Güney Afrika’daki gibi, Akdeniz’deki Kuzey Afrika liman kentleri de anarşist fikirlerin yayılmasında büyük rol oynadılar. Mısır anarşist hareketi bu akımın iyi bir örneğidir, burası için anarşizm neredeyse tamamen göçmen bir olgudur. 1877 gibi erken bir tarihte Mısır anarşist hareketi, kısa bir süre sonra Le Questione Sociale adlı gazetenin takip edeceği, İtalyanca günlük anarşist gazete Lavoratore II’yi çıkarmaya başladılar. Öncelikli okuyucusu, Mısır’da sayıları gittikçe artan ve özellikle Akdeniz liman kenti İskenderiye’de yoğunlaşmış olan İtalyan göçmen cemaatiydi. İskenderiye bir liman kenti olduğundan oldukça farklıydı ve sadece anarşist etkinlikler için değil, Akdeniz bölgesinin çevresinden gelen anarşist sürgünler için de bir depo vazifesi görecekti. 1900 yılında Luigi Galleani’nin yaptığı gibi, 19. yüzyılın sonlarında Kral I. Umberto’ya suikast girişiminden sonra Malatesta da burayı sığınak olarak kullandı.

Kısa bir süre sonra, İtalyan cemaatinin anarşist fikirleri, daha sonra İskenderiye’de ayakkabı imalatçıları için anarşizm-odaklı bir işçi sendikası örgütlemeye devam edecek olan Yunan göçmen işçilere yayıldı. Fakat anarşist fikirlerin göçmen cemaatleri dışına ve yerli Mısır cemaatlerine herhangi bir şekilde yayıldığına dair çok az delil vardır (Stiobhard).

Tunus ve Cezayir, anarşizmin varolduğu ülkelerdendir. Kuzey Tunus’taki Tunis liman kenti, İtalyan göçmenler arasında anarşist hareketi ön plana çıkardı. Mısır’da olduğu gibi, onlar da, arasında L’Operaio ve La Protesta Umana’nın da bulunduğu bazı gazetelerin basımı ile meşgul oldular. Sonuncusu o sırada Tunis’te yaşayan iyi bilinen risaleci Luigi Fabbri tarafından çıkarıldı. Ek olarak, Cezayir’in liman kentleri L’Action Revolutionnaire, Le Tocsin, Le Libertaire ve La Marmite Sociale’yi kapsayan bazı anarşist gazetelerde önemli bir rolü olan anarşist etkinlikler için büyük bir ambardı. Geçici dönem hakkında elde edilebilir çok az bilgi olmasına rağmen, 1939’daki İspanya İç Savaşı yenilgisinden sonra birçok anarşistin Cezayir’de Oran liman kenti civarına yerleştiği belgelenmiştir (Stiobhard)
HerHangiBiri - avatarı
HerHangiBiri
Ziyaretçi
12 Aralık 2008       Mesaj #3
HerHangiBiri - avatarı
Ziyaretçi
Asya Anarşizmi

Hakim olan Avrupa-merkezli anarşizm anlayışına ve onun tarihine meydan okumaya başlamak için, kişi, önce gezegendeki en kalabalık kıta, Asya ile başlamalıdır. Küresel nüfusun yarısından fazlasıyla bölgenin istikrarsız politik tarihini göz ardı etmek Avrupa-merkeziyetçiliğin en kötü tarzıyla meşgul olmak demektir; bu tabiî ki, kişinin böylelikle bir sonuç olarak vardığı yüzeysel ve çarpıtılmış anarşizm anlayışından bahsetmemektir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde anarşizm, Asya’nın birçok bölgesinde başlıca radikal sol hareketti. Bu, anarşist proje için çok önemli olarak değerlendirilmelidir; çünkü küresel bağlamında Çin, 1,2 milyardan fazla nüfusu ile en kalabalık ülkedir. Hindistan 1 milyardan biraz fazlası ile nüfusta ikincidir. İki ülke sırasıyla dünya nüfusunun beşte birinden fazlasını barındırmaktadır ve her birinde, anarşist düşünce, Asya’daki diğer daha ufak ulus-devletlerden farklı olarak, siyasi önem seviyesine yükselmektedir. Sadece nüfus oranları bakımından bu gerçekler, bu küresel bağlamın yeniden değerlendirilmesini aşırı derecede önemli kılıyor ve bu, benim buradan başlamamın nedeni. Kıta içinde, ilk önce Çin ile başlayacak, sonra Doğu Asya’nın diğer ülkelerine kayacak ve Hindistan ile devam edeceğiz.

Anarşizmin Çin’de böylesine geniş popülarite kazanmasının yerele özel birkaç nedeni bulunmaktaydı. Birçokları, Taoculuktan Budizme ve Konfüçyusçuluğa uzanan geleneksel Çin düşüncesindeki “sınırlı devlet (wuwei) unsuruna işaret etmektedir. Bu görüşle paralel olarak, Peter Zarrow “Anarşizm ve Çin Politik Kültüründe, anarşizmin “yeni-Konfüçyusçu söylemin kalıntılarından yaratıldığını iddia etmektedir. Bu inanışa dayanarak, Taocu “zorlamasız düzen fikri ve daha sonra anarşizmin ortaya çıkışı arasındaki bağlantıları takip etmeye devam eder (1990, sf. 5). Zarrow’un iddialarında kesinlikle bazı gerçekler olmasına rağmen, küresel göç ve sömürgeciliğin oynadığı rolün önemine zarar verebilecek, Çin geleneksel düşüncesinin içerdiği “anarşik öğeler üzerinde fazla odaklanma durumundan bilerek kaçınılması gerekmektedir. Arif Dirlik’in vurguladığı gibi, geleneksel düşünceye fazla odaklanmak aynı zamanda bir şekilde oryantalist olabilir, çünkü bu “Çin geleneğine Çin’deki her şey yeni…başka bir deyişle, Çin’de hiçbir zaman önemli bir şekilde yeni bir şey olamaz şeklinde yorumlanır. Alternatif olarak Dirlik, “Çin geçmişi anarşizmin yardımıyla yeni yollarla okunmakta ve tersinde de Taocu ve Budist fikirler aracılığıyla bir anarşizm yeniden-okunması bulunmakta olduğunu belirtir. Diğer bir deyişle, fikirlerin gelişimi ve yayılması hiçbir zaman tek-yönlü bir süreç değildir, her zaman karşılıklıdır.

Her durumda bu nedenlerin sadece bir parçasıdır; diğer önemli neden, 1921 civarına kadar, pratikte hiçbir marksist teorik çalışmanın Çince’ye çevrilmemiş olmasıydı ve bundan sonra bile, yapılan çevirinin etrafında şekillenen hareket, on yılın sonuna kadar, fikirleri hayata geçirmekte başarısız oldu. Bunun bir sonucu olarak, dünya çapındaki radikal hareketlerdeki gelişmeler için bir çeşit filtre olarak hizmet etmek suretiyle, 1905-1930 arası hareket üzerinde anarşizm neredeyse evrensel bir hakimiyet yaşadı. 1917 Rus Ekim Devrimi bile bir “anarşist devrim olarak anlatıldı, fakat bu anlam saptırması fazla uzun sürmedi. Bu yüzden dünyanın geri kalanından farklı olarak Çin’deki anarşist hareket, Rusya’nın Bolşevik zaferinin yükselmesi ile düşmedi, fakat bunun yerine, onunla birlikte popülaritesi arttı (Dirlik, 1991, sf. 2).

Çin’de anarşizm, Yeni Kültür Hareketi olarak da bilinen “Çin Aydınlanması sırasında popülaritesinin zirvesine ulaştı. Bu, anarşizmin ayak basacak bir yer kazandığı etkili Batılı liberalizm, bilimcilik ve ilerleme fikirlerinin kanalı aracılığıyla oldu. Ve ironik olarak, ulus-devletlerin feshini çağıran bir ideolojinin yükselmesine sebep olan tüm kültürlerin merkezi olmak yerine, ulus-devletlerin merkezsizleşmiş kozmopolit dünyasında bir ulus-devlet olarak Çin’in yeni gerçekliğinden kaynaklanıyordu (sf. 3).

Çin sosyalizmi ve geri kalan sosyalist hareketlerin arasındaki nüansın tam bir tanımı olan “kültürel devrim kavramının izine, Mao’nun kendisinin de anarşist “Halkın Sesi Topluluğunun bir üyesi olduğu ve diğerlerinin arasında önemli bir anarşist lider olan Shifu’nun düşüncelerini hararetli bir şekilde onayladığı, bu yoğun-anarşist “Yeni Kültür döneminde doğrudan rastlanabilir (Dirlik, sf. 195; Krebs, sf. 158). Tabiî ki, anarşist kültürel devrim kavramı, Mao’nun tam olarak uygulamaya koyduğu Kültürel Devrim’den büyük oranda farklılaşmaktaydı, çünkü Komintern ile yaptığı kapsamlı temas sonrasında merkezileşmiş mutlak otoriteye duyulan ihtiyaç konusunda esaslı bir şekilde ikna edilmişti. Çin Komünist Partisi’nin daha sonraki liderlerinin birçoğunun ortaya çıkacağı dönem, bu anarşist hareketin dönemidir.

“Çin anarşizminden bahsederken, kişi, bunu basitçe var olan ülke sınırları içinde gelişmiş olan anarşizm şeklinde düşünmeye ayartılabilir. Fakat bunu yapmak, kapsamda oldukça uluslararası olan göçün hareket üzerinde yaptığı önemli etkiyi göz ardı etmek olur. Anakara üzerinde, Çin anarşist etkinliği, Pekin’de olduğu kadar, özellikle güney Çin bölgesi Guangzhou’da da yoğundu. Guangzhou’da, Shifu, ülkedeki ilk sendikaların bazılarının örgütlenmesine yardım ederek anarşistlerin en etkilisi ve etkini oldu. Guangzhou’nun öğrencisi olanlar, birçok diğer projenin arasında Pekin şehrindeki ilk anarşist örgütlenme olan Gerçeklik Topluluğu’nu kurdular. Fakat o dönem dünyadaki diğer ulus-devletler gibi Çin de, hızlı bir şekilde, kendi halkının göçleri kadar yabancı güçlerin tekrar tekrar akınları tarafından derin bir şekilde belirlenen daha dinamik ve farklı bir ulus haline geliyordu. Anarşistler tüm dünyada; Japonya, Fransa, Filipinler, Singapur, Kanada ve ABD’de, ki bunlardan en önemli iki yerleşim Tokyo ve Paris’teki komünlerdi, Çin komünleri örgütlediler ve oralarda yaşadılar.

İkisi arasında Paris anarşistleri küresel düzeyde eninde sonunda daha etkiliydiler. Avrupalı çevrelerden (onları oraya götüren diğer kişisel sebepleri ne olursa olsun) ağır bir şekilde etkilenip geleneksel kültürün birçok yönünü reddederek Çin’i geri kalmış olarak görmeye başladılar. Çin’in problemlerine cevap olarak modernizme dönüp, genel olarak Kropotkin’in fikirlerinde görülen bilimin küresel gücüne sarıldılar. Bu gayeyle Li Shizeng ve Wu Zhihui, 1906’da “Dünya toplumu olarak adlandırılan ve güçlü bir enternasyonalist eğilim taşıyan bir örgütlenme kurdular (Dirlik, sf. 15). Aksine, Tokyo’daki Liu Shipei gibi geleneksel Çin düşünce ve adetlerine sarılan Çinli anarşistler apaçık bir şekilde anti-modernisttiler. Birçok farklı nedenden dolayı değişik bir toplumsal bağlam içinde yaşayan bu anarşistler, Japonya’da gelişen anarşizmden yoğun bir şekilde etkilenmişlerdi; bu, tabiî ki bizi Japon anarşizmi sorusuna getirir.

Ekim Devrimi, dünyanın diğer birçok bölgesinde yaptığı hareket üzerindeki iniş etkisini, Çin’de olduğu gibi Japonya’da da göstermedi. Gerçekte, 1917’yi takip eden dönem, gerçek sayı ve etkileri bakımından Japon anarşizminin zirvesi oldu (Crump, sf. xvi). Japonya’daki anarşizm çok farklıydı; fakat anarşizmlerin engin çeşitliliğinde iki büyük eğilim göze çarpıyordu; Kotoku Shusui ve Osugi Sakae gibi figürler tarafından desteklenen anarşist sendikalizmin sınıf çatışması fikirleri ve Hatta Shuzo gibi aktivistler tarafından desteklenen “saf anarşizme olan daha genel eğilim. Her iki eğilim çok sayıda yandaş edindi ve her ikisi de 20. yüzyılın ilk çeyreğinde değişik noktalarda kendi altın çağlarını yaşadı.

Anarşist-sendikalistler herkese genelde, toplama katkıları oranında değişim ilişkisi üzerine kurulmuş kolektivizmin Bakuninist geleneğinin ayak izlerini takip ettiler. Ek olarak, sendikalistler, örgütlenmenin önemli bir derecesine erişinceye kadar devrimin daha büyük hedefinin ertelenmesi gerektiği düşüncesiyle, genelde işçi sınıfının günlük çatışmaları ile meşgul oluyorlardı. Devrimden sonra devrimci özneler devrimden önceki “işçi gibi niteliklerini geri kazanacaklardı. Bu eğilimin en yaygın somut hali (1926’da kurulan ve 16.000’den fazla üyesiyle övünen işçi sendikalarının önemli bir anarşist-sendikalist federasyonu (Crump, sf. 97)) İşçi Sendikaları Hepsi-Japon Liberter Federasyonu (Zenkoku Jiren) idi.

1903’te Kotoku Shusui, çalıştığı gazete Kore’nin işgaline ve Rus-Japon savaşına desteğini açıklayınca Tokyo’da muhabirlik olan işinden istifa etti. Buradan, kısa bir süre sonra uğruna hapse gireceği savaş-karşıtı Sıradan İnsanların Gazetesi’nde başlamak üzere ayrıldı. Cezaevindeyken San Fransisco’daki anarşistler ile iletişim kurdu ve anarşist teorinin çekiciliğine gittikçe daha fazla kapıldı. Hapisten çıktıktan sonra Shusui San Fransisco’ya taşındı, IWW’nin üyeleri ile örgütlendi ve sendikalizmin entelektüel ve tatbiki tohumlarıyla Japonya’ya döndü. Bu gelişme, çok geçmeden Osugi Sakae gibi kişileri etkiledi ve Zenkoku Jiren’in kurulmasına neden oldu (Crump, sf. 22).

Bunun aksine saf anarşistler, güçlü bir anti-modernist, gelenek-taraftarı eğilimi ile birleştirilmiş Kropotkin geleneğindeki anarşist komünistlere daha çok benzerdi. Genelde, militan bir örgütlenme olan Kara Gençlik Cemiyeti’nde bir grup olarak var oldular (Kokuren). Tarihsel olarak 19. yüzyıl ortalarında “tarımsal komünist anarşist teorisyen Ando Shoeki, birçokları tarafından, bunların ilk felsefî önceli olarak değerlendirilmektedir. Anarşist sendikalizmin saf anarşist eleştirisi genelde, devrim-sonrası toplumun idaresinde bir işbölümünün sendikalist korunması üzerine odaklanmıştı. Bu işbölümü, entelektüel ve işçiyi harmanlamak yerine içeriye doğru belirli endüstriler üzerine odaklanılanacağına dair bir görüşe önderlik eden uzmanlaşmanın toplumun hâlâ en büyük özelliği olduğu anlamına gelmekteydi. Saf anarşistler, çoğunluğun yararına, değişim ilişkilerini herkese yeteneğine göre ilkesinden herkesin ihtiyacına göre ilkesi doğrultusunda değiştirmeye de çabalıyorlardı. Bir bakıma, anarşizmin daha Japonya’ya özgü bir yorumunu geliştirmeye çalışıyor gibi görülebilirler. Meselâ, genelde köylü tabanlı ve göreceli olarak daha küçük bir endüstriyel işçi sınıfına sahip bir toplumun sendikalizme uygunluğunu sorguladılar (Crump, sf. 7).

Sendikalist ve saf anarşizmler arasındaki farklılığa rağmen, genelde ortaklaştıkları tek şey, anarşizmin tüm Japon yorumlarının yerel duruma uydurulan melez teoriler olmalarıdır. Bu dönem aşırı derecede baskıcıydı; birinci dalga anarşizmin hayatı boyunca toplantılar dağıtıldı, gösteriler bastırıldı ve anarşist yayınlar düzenli bir şekilde yasaklandı. 1908’in Kızıl Bayraklar hadisesi bunun iyi bir örneğidir, düzinelerce anarşist, politik tutuklu Koken Yamaguchi’nin serbest bırakılmasını kutlarken, sadece kırmızı bayraklar taşıdıkları için vahşi bir şekilde saldırıya uğradı ve tutuklandı. Kotoku’nun Kropotkin’in ‘Ekmeğin Fethi’ni çevirmesi gibi, anarşist metinlerin çevirisi ve basımı baskıdan kaçmak için sıklıkla gizlice yapıldı. Benzersiz yerel koşulların diğer bir yönü, Batı gerçekliğini anlatan metinlerin yerel halka uygun hale getirilmesi zorunluluğuydu. Örneğin, Kropotkin’in ‘Toplu Çalışmaları’nın en fazla el altında olan Japonca çevirisinde, Avrupalı “komün, geleneksel bir Japon tarım çiftliğine dönüştürülmüştü (Crump, sf. xiii). Fakat bu süreç aynı zamanda, kısmen Batılı anarşistler kanalı aracılığıyla ve insan ve düşüncelerin içeri ve dışarı göçü aracılığıyla gerçekleşti. Bu tabiî ki, bu makalelerin Japoncaya çevrilmiş hale gelmesinin yoludur. San Fransisco’ya yaptığı ziyaretler Japon anarşist hareketinde dramatik değişikliklerle sonuçlanırken Kropotkin, birçok defa doğrudan Kotoku ile görüştü ve kendi büyük çalışmalarının bazılarını çevirmesi üzerine anlaştı. Bu yüzden anarşistlerin bu küresel ilişkisi son derece önemliydi; fakat, gösterdiğim gibi, yerelde insanlara uygun hale getirilmişti.

Doğu Asya anarşizminin gelişimini şekillendiren diğer bir yerel durum, Japonya’nın bölgenin çoğu üzerinde bir çeşit kendi “Monroe Doktrinine sahip olmasıydı. Diğer yerlerde de sıklıkla olduğu gibi Japon anarşistler, kendi göreceli imtiyaz derecelerini bölgede anarşizmi yaymak için bir araç olarak kullandılar. Asya’da bu çabalar Çin, Vietnam, Tayvan ve Japonya’dan anarşistleri kapsayan Doğu Anarşist Federasyonu kurulmasına yol açtı. Gerçekte bu, Çin’den “korumak amaçlı 1894 Japon İstilası ardından anarşizmin Kore’ye ilk nasıl ulaştığıdır. Tokyo’da yaşayan Koreli göçmenler Japon anarşizminin etkisi altına girdi ve anti-emperyalist hareketle tüm samimiyetleriyle meşgul oldular. Sonuç olarak 6000’den fazlası, otoriter Japon hükümeti tarafından 1923 Tokyo depremi için kuşkulu bir şekilde suçlandıktan sonra yakalandı. Dövüldüler, hapse kondular ve hatta ikisi “Yüksek Vatana İhanet Davasında Japon yoldaşlarıyla birlikte ölüme mahkum edildi (MacSimion, 1991). Daha sonra anarşistlerin göze çarptığı 1919 bağımsızlık mücadelesi sırasında mülteciler, Yeni Kültür hareketinin bir sonucu olarak anarşist etkinin en yüksek noktada olduğu Çin’e göçtüler. Aynı zamanda dönemin Japon anarşistleri Kore özgürlük hareketi ile dayanışma çalışmalarına devam ettiler.

1924 civarında, Çin’deki Koreli Anarşist Komünist Federasyon (KACF) açıkça bir anti-emperyalist vurgu oluşturdu ve aynı zamanda anarşist işçi sendikalarının örgütlenmesine alenen yardım etti. Aynı zamanda, Kore’nin kendi içinde de anarşist eğilimler gelişmekteydi. Örneğin, Devrimciler Birliği’nin bu sıralarda örgütlendiği ve Tokyo’daki Kara Gençlik Cemiyeti ile yoğun iletişimini koruduğu kaydedilmiştir. 1929 civarında, etkinlikleri tamamen Kore’nin kendisinde, özellikle Seul, Pyonyang ve Taegu’nun şehir merkezleri civarında gerçekleşmekteydi. Kore anarşizminin zirvesi, daha sonra, ülkenin var olan sınırları dışında, Mançurya’da aynı yıl gerçekleşti. KACF Shinmin ilinin öz-yönetsel ve Kore Halkı Derneği idaresi altında olduğunu ilan ettiği sırada Mançurya’da iki milyondan fazla Koreli göçmen yaşamaktaydı. Derneğin uyguladığı ademi-merkeziyetçi federal yapı, tarım, eğitim, finans ve diğer hayati konularla ilgilenirken tamamen kooperatif bir usulle hareket eden köy, mahalle ve bölge kurullarından oluşmaktaydı. Çin, Kore, Japonya ve diğer yerlerdeki KACF şubeleri tüm enerjilerini Shinmin Ayaklanmasının başarısına adadı, birçoğu gerçekte oraya yerleşti. Stalinist Rusya’nın Shinmin otonom bölgesini alaşağı etme denemeleri ve Japonya’nın bölgeyi kendisine isteyen emperyalist girişimleri ile eş zamanlı mücadele eden Koreli anarşistler 1931 civarında yenildiler (MacSimion, 1991).

Doğu Asya boyunca, anarşistler basitçe kendi ulus-devletleri açısından düşünmek yerine birbirlerini destekleyerek ve birbirlerinin hareketlerini hayata geçirerek enternasyonalizme güçlü bir bağlılık gösterdiler. Çinli ve Koreli anarşistlerin “ulusçuluğu politik uyum için milliyetçi bir kıyafete büründürülmüş anarşist enternasyonalizmin bir şekli olarak görülebilir. Her iki ülkede de anarşist hareket, emperyalist hakimiyeti reddettikleri sürece milliyetçi mücadeleleri desteklemeye çabaladılar; fakat uzun vadeli amaçları hem Çin hem de Kore ulus-devletini yok etmek olduğundan kararlı bir şekilde enternasyonalisttiler. Aynı şey, Japonya, Kore ve Doğu Asya’nın diğer bölgelerindeki anti-emperyalist hareketlerden dayanışmalarını esirgemeyen Japon anarşistler için de söylenebilir. Daha önce belirtildiği gibi, Doğu Anarşist Federasyonu’nun yükselişi ve bildirisi “Doğu (Dong Bang), 20. yüzyılın başları boyunca anarşizmin küresel doğası ve odağına vasiyetnamedir.

Hindistan’ın Çin’in Batı sınırında yer almasına rağmen, Hint anarşizmi hiçbir zaman biçimsel olarak “anarşist doğa şeklinde adlandırılanla gerçekte uğraşmadığından, her ikisinin anarşizmleri arasındaki bağlantı ve iletişim görece bilinmiyordu. Hindistan’da, anarşizmin odağı esasen ulusal ve toplumsal özgürlük için önemli hareketler üzerinde anarşizmin temel perspektiflerinin derin etkisindedir. Hindistan’daki şiddetli anarşist Satyagraha hareketinin gelişimini anlayabilmek için kişi, öncelikle bunun geliştiği nesnel yerel koşulları göz önünde bulundurmalıdır. Taşıdığı bir milyardan fazla insanıyla Hindistan, dünyadaki ikinci en fazla nüfusa sahip ülkedir. Antik Hindu düşüncesine geri dönecek olursak gerçekte, devletsiz bir toplum kavramının öncellerini bulabiliriz; örneğin Satya Yuga, aslında, insanların dharmanın evrensel doğal kanunlarına dayanarak kendi kendilerini yönettikleri muhtemel anarşist bir toplumun tarifidir (Doctor, 1964, sf. 16). Fakat devletsiz bir toplumun olası göründüğü dönemde, Hindu politik düşüncesinin çoğu insanoğlunun içsel olan şeytani doğası ve bu yüzden insanlara kötülükten korunma sağladıkları sürece kralların hükmetmekteki “ilahi hakkı üzerine odaklanır. Fakat Dharma temelinde yönetmezlerse Chanakyasutras izin verir: “bir krala sahip olmamak disiplin isteyen birine sahip olmaktan iyidir (sf. 26). Bu, tabiî ki, Batı’nın sonuçlarına bakılmaksızın krallara ait evrensel bir ilahi hak anlayışı ile büyük bir çelişkidir.

Anarşizm, Hindistan’da kendisinin ilk ve en fazla bilinen ifadesini Mahatma Gandhi’nin şu beyanında bulur: “Devlet şeytanı, aynen deniz dalgalarının fırtınanın nedeni değil sonucu olması gibi, toplumsal şeytanın sonucu değil nedenidir. Hastalığı iyileştirmenin tek yolu nedenin kendisinin yok edilmesidir (sf. 36). Başka bir deyişle, Gandhi şiddeti tüm toplumsal problemlerin kökü ve devleti, otoritesi şiddetin yasal kullanımının tekeline dayandığından, bu şiddetin açık bir manifestosu olarak gördü. Bu yüzden ifade etmiştir ki “insanların en az yönetildiği devlet mükemmel ve şiddetsizdir. En saf anarşizme en yakın yaklaşım şiddetsizlik üzerine dayandırılmış demokrasi olacaktır (sf. 37). Gandhi için böylesine tamamen şiddetsiz bir devlete (ahimsa) varmanın süreci, onları yöneten devletin değişmesinden ziyade insanların kafalarının ve kalplerinin değişmesinden geçer. Öz-yönetim (swaraj), Gandhi’nin satyagraha teorisi boyunca belirleyici prensiptir. Birçoklarının yazdığı gibi bu sadece Hint ulus-devleti için politik bağımsızlık kazanmak anlamına gelmez, aslında gerçekte tam aksidir. Yerine, swaraj ilk önce bireyden başlar, köy seviyesine oradan da ulus seviyesine hareket eder; temel prensip diğer tüm düşüncelerin üzerinde bireyin ahlakî özerkliğidir (sf. 38).

Gandhi’nin kolektif özgürlük tutkusu, öncelikle ve en başta bireyselliğin tamamen anarşist bir anlayışından kaynaklanmaktaydı; onun görüşüne göre, gerçekte bireyin bilinci hükümetin tek meşru formudur. Kendisinin de belirttiği gibi “bireyler kendi kararlarını bir çoğunluğa teslim etmek zorunda olursa swaraj bir saçmalık olacaktır. Bu, hükmetmenin Batılı anlayışlarını açıkça hiçe sayarken Gandhi, eğer çoğunluğun fikri geçersizse nüfusun %99,9’undan ziyade tek bir geçerli fikrin çok daha faydalı olduğunu ileri sürdü. Gandhi’nin hem parlamenter politikayı hem de politik partileri ve onun yasama araçlarını reddetmesine neden olan yine bu swaraj bireyciliğidir. Gandhi, gerçekten herkes için daha iyi bir dünya isteyenin, bunu yapmak amacıyla özel bir partiye katılma ihtiyacı duymaması gerektiğini düşünmüştür. Bu, Raj-Niti (devlet siyaseti) ve Lok-Niti (halk siyaseti) arasındaki farktır. Swaraj bireyciliği her şeyin yeniden düşünülmesi gerektiği anlamına gelir; örneğin, bireyin daha büyük organizasyonların iyiliği için var olduğu anlayışı, daha büyük organizasyonların bireyin iyiliği için var olduğu anlayışı lehinde azledilmelidir ve bir kişi her zaman ayrılmakta ve bir konuda farklı düşünmekte özgür olmalıdır (sf. 44).

Fakat, anarşizmden etkilenmiş olanlar arasında bile Gandhi’nin swaraja giden pasifist bir yol anlayışına karşı çıkanlar vardı. 1920’den önce, benzer ve daha açık bir şekilde anarşist olan bir hareket, Hintli anarşist-sendikalist ve yeni ufuklar açan özgürlük lideri Bhadat Singh tarafından temsil edildi. Singh, bir dönem Batılı anarşizm ve komünizmlerden etkilendi ve bu şekilde yaklaşımlara son derece kötü bakılan bir ülkede sözünü sakınmaz bir ateist oldu. İlginç bir şekilde, yoğun olarak Bakunin üzerinde çalıştı; fakat, Marks ile daha az ilgilenmesine rağmen “kendi ülkelerinde bir devrime sebep olmakta başarılı olan Lenin ve Troçki’nin yazılarıyla oldukça ilgiliydi. Yani toplamda Singh Anarşist-Leninist -eğer böyle bir terim kullanılmayı hak ediyorsa- gibi bir şey olarak hatırlanabilir. İngiliz idaresine karşı Hindistan özgürlüğü için savaşan popüler anti-kolonyal örgütlenmelerin organizasyonuyla etkin bir şekilde meşgul olduğu için Hint siyasi tarihinde Singh, bugün, Gandhi pasifizmi ve terörizm arasında bir yere yaraşır olarak anılmaktadır. Ama aynı zamanda Gandhi’nin “bomba tapınıcılığı-tabii ki deklare ettiği, özgürlüğü kazanmak amacıyla şiddet kullanmanın Batılı kavramına dayanmaktaydı- olarak göndermede bulunduğu bir çevrenin parçasıydı. Tepki olarak Hintli devrimciler, Gandhi’nin şiddet karşıtı fikirlerinin de Batı kökenli olduğunu, bu fikirlerin Leo Tolstoy’un olduğu ve bu yüzden onların aslında Hintli de olmadığı şeklinde karşılık verdiler (Rao, 2002). Gerçekte bu Singh’in toplumsal değişimin Batılı yorumundan etkilenmesine benzer bir şekildeydi; Japon akranı Kotoku Shusui gibi, Singh’in yoldaşı ve danışmanı Kartar Singh Sarabha, her ikisinin de hayatlarını dünya çapında Hintlilerin özgürleşmesine adamasına yol açan, San Fransisco’da Güney Asyalı işçileri örgütledi.

Bu çevrenin arasında kayda değer olanları, Singh’in de yer aldığı, gençlik örgütlenmesi Neujawan Bharat Sabha ve Hindistan Cumhuriyetçi Cemiyeti’ydi. Daha önceki gönülsüzlüğüne rağmen 1920’lerin ortalarında, Singh İngilizleri ülke dışına atabilmek amacıyla genel Hint nüfusunun silahlanma stratejisini benimsemeye başladı. Bu misyona hizmet etmek amacıyla süreç içinde büyük bir taraftar kazanıp halkın militanlarını örgütleyerek ülke boyunca seyahat etti. 1928’de Singh’in bağımsızlık taraftarı gazete Kirti’de yayınladığı bir makalede, bu örgütlü silahlanmış isyan stratejisi, bireysel terör ve şehitlik hareketlerine açık bir destek vermesine neden oldu. Aynı gazetenin diğer sayılarında, anarşizm üzerine bazı makaleleri olduğu kadar “niye bir Ateistim? üzerine yazdığı ünlü yazısını da yayımladı. Anarşist makalelerinde Singh, genellikle dışsal herhangi bir otoriteden bağımsızlık kazanmanın öncelikli önemine odaklanarak geleneksel “evrensel kardeşlik Hint düşüncesini anarşist “yönetenler yok prensibi ile eşit saydı. Lenin ve Troçki’nin yazılarından etkilenmiş olmasına rağmen Singh, kurulmasından sonra altı yıl daha yaşamış olduğu halde hiçbir zaman Hindistan Komünist Partisi’ne katılmadı (Rao, 2002). Muhtemelen bunun nedeni fikirlerindeki anarşist etkiydi; her şekilde anarşist fikirler (anarşist ideoloji tamamen olmasa bile) swarajda hem Gandhi hem de Singh taraftarı hareketlerde büyük bir rol oynamıştır.

Latin Amerika Anarşizmleri

Anarşizmin Latin Amerika'daki gelişimi hem bölge içerisindeki her ülkenin eşsiz doğası, hem de birçoğunda ortak olan etkenler tarafından şekillendirilmiş bir süreçti. Tüm bu ülkelerin arasındaki bir ortak nokta da, "Amerikaları", kendisinden küstahça tek Amerika olarak söz eden bir ülkenin -bu da Birleşik Devletlerdir- himayesi altına alan 1823 Monroe Doktrini'yle olan bağlantılarıdır. Aslında, İspanya ve Portekiz'den bağımsızlığın kazanılmasından kısa bir süre sonra Batı Yarıküre hızla -gayri resmî bir şekilde- ABD'nin çıkarları doğrultusunda tekrar sömürgeleştirildi. Bu bağlamda, Latin Amerika’daki ilk anarşist hareketler El Norte'de, diktatörlerin yukarıdan zorla kabul ettirilen demir yumruğu altında ortaya çıktı. Buna ek olarak, Latin Amerika idari bağlamının, Anglosakson demokrasilerindeki en büyük felsefi etki olan liberalizmden çok, Aristoteles ve St. Thomas Aquinas düşüncesinin tesiri altında kaldığına dikkat etmek önemlidir (Erickson 1977, sf.3). Burada, korporatizm, Kuzey Amerika'da olduğu gibi toplumdaki değişik politik güçlere "hakemlik" yapan bir devlet anlayışından çok, insanların ahlaki iradelerini "organik olarak" yansıtan bir devlet görüşünü destekleyen en büyük felsefi güçtü. Bunun yarattığı ironik sonuç, tüm karşıt güçlerin, toplumun çoğu tarafından temelinde özgürlük karşıtı olarak görülmesiydi. Korporatizmin ideolojik süreci, devrimci hareketlerin resmiyetçi işbirliğinin ve bu hareketleri kabul etmeyenlerin şiddetli baskısının sinsi bileşimini içeriyordu. Roma kanunu geleneğiyle birlikte Roma Katolik Kilisesi'nin toplumda hüküm süren rolü, Latin Amerika toplumlarını Kuzey'in büyük kısmından ayıran diğer iki temel faktörü oluşturdu. Bu elbette, burada gelişen anarşizmlerin, kayda değer derecede farklı bir politik çevrede gerçekleşmeleri nedeniyle nitelik açısından birbirlerinden farklı oldukları anlamına geliyordu.

Latin Amerika'da anarşist hareketin en güçlü olduğu yer hiç şüphesiz Güney Amerika'ydı ve Güney Amerika'da anarşizmin en güçlü olduğu yerlerde hiç şüphesiz "güney konisi" ülkelerinden Arjantin, Brezilya ve Uruguay'dı. 1885’ten, devletçi sosyalistlerin büyük sendika federasyonlarının kontrolünü ele geçirdikleri 1917'ye kadar, anarşizm Arjantin'de en geniş toplumsal hareketti (Joll 1971, sf.218). Hareket, birkaç ailenin neredeyse tüm toprağı kontrol ettiği latifundiya sistemi nedeniyle aşırı derecede çekişmeliydi. Toplumdaki bu aşırı tabakalaşma, eski elit ailelerin yeni gelen göçmen kitleleri son derece aristokratik bir tarzda tüm yasalardan muaf bir biçimde yönettiği bir sistem olan Peronizme geçiş için bir basamak oluşturdu. Bu toplumda etkili bir değişimin yasal tek aracı oy kullanma olduğundan beri, şehirli nüfusun %70 kadarının yasal olarak oy kullanma hakkının olmaması gerçeği, sistemi bir çoğuna sevdirmedi, aslında bu anarşizmin gelişmesi için toplumsal bir durum yarattı.
Anarşizm, en çok Arjantin'in işçi sınıfı kesiminde popülerdi: Gerçekte hiçbir zaman köylüler arasında yüksek derecede bir organizasyon elde edemedi. Bununla birlikte, işçi sendikalarının yanında öğrenci birliklerini örgütlemek için bazı girişimler vardı (Joll, sf.222). Stirnerci bireyci anarşizm burada hiçbir zaman izleyici bulamadı ve dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi hareket, Kropotkin'in geleneğindeki anarşist-komünistler ile Bakuninci gelenekten anarşist-kolektivistler arasında bir dengeydi; ama iki akım arasında çok az anlaşmazlık vardı. İtalyan anarşist-komünist Errico Malatesta 1885'te buraya göç etti ve iki yıl içerisinde ülkenin ilk fırıncılar sendikasını örgütledi. Bu hareket, 1904'te FORA'ya dönüşen FOA'nın belkemiğini oluşturan işçi örgütlenmesine benzer bir gurup olan Direniş Cemiyetleri'nin organize edilmesi aşamasına ön ayak oldu.

1905'ten 1910'a kadar anarşist hareketin popülaritesi, halk hareketi şeklinde yaygınlaştırılması ve Buenos Aires ile diğer yerlerde birçok genel grev başarılmasıyla patladı. Toplum o kadar istikrarsız hale geldi ki, askeri kanunlar kısa periyotlarla rutin bir şekilde uygulanıyordu. İşçiler Mayıs gösterilerinde vuruldular, diğerleri Tierra Del Fuego'da hapsedildi ve işkence alıp başını yürüdü. Polis şefinin arabasını bombalayan genç Simon Radowitsky, hapiste ölüme mahkum edildiğinde tanınmış bir şehit oldu. Aslında, o kadar popülerdi ki, kararlı yoldaşları onu hapisten başarıyla kaçıracak bir plan organize etmişlerdi (sf.219).

La Semana Tragica- Trajik Hafta, 1919'da meydana gelen çok önemli bir hadisedir. Genel grev deklare edilmiş, fakat Albay Varela tarafından vahşice bastırılmış ve olay Varela'ya suikastla sonuçlanmıştır. 1931'de ordu yönetimi ele geçirdi ve anarşist hareket, ölüm mangalarının, hapis mahkumiyetlerinin ve genel yıldırma politikalarının ortaklığıyla bastırıldı. İki yıl sonra askeri kanun kaldırıldığında, önceden araları açık olan tüm anarşist gazeteler ve organizasyonlar, geçmişi bir kenara bırakıp ‘Ordu Terörünün On Sekiz Haftası’ adında ortak bir deklarasyon yayınladılar. Arjantin'deki şiddetli baskı, farklı anarşist guruplar arasında, farklı ideolojilerin sınırlarını aşan birçok ortak yayın ve eylem doğuran büyük bir dayanışmaya ve karşılıklı yardımlaşmaya yol açtı. Hem FORA'nın hem de diğer anarşist organizasyonların Franco'ya karşı İspanya İç Savaşı için Uluslararası Tugay'a birlikte delegasyon göndermeleri bu dayanışmanın ürünüdür. Fakat kısa sürede Arjantin’in mücadele edeceği kendi faşist yönetimi olacaktı. General Peron 1943'te resmi olarak iktidara el koydu ve FORA'yı La Protesta Humana ile birlikte, tekrar yeraltına çekilmeye zorladı. Sonunda Peron rejimi düştüğünde, tüm anarşist eğilimleri içeren diğer bir ortak yayın Agitacion adıyla ortaya çıktı. Diğer yayınlar arasında, El Descamisado, La Battalla ve Max Nettlau ve Errico Malatesta'nın da içinde bulunduğu La Protesta Humana gazetesi bulunuyordu. Baskının karşısında nüfusun çoğu, popüler hareketlerin Peronist devletle yaptığı stratejik işbirliğini kabul etti; bunu kabul etmeyenler, anarşizmin artık varolabilecek bir düşünce olmadığının kanıtı olarak sık sık Rusya'daki Bolşevik Devrimini gösterdi. İspanya İç Savaşı'nın nihai kaybı da işleri kötüleştirdi ve sonuç olarak anarşizmin etkisi marjinalleşti (sf. 230).

Arjantin'de olduğu gibi Uruguay anarşist hareketi de, sanayileşmiş toplumlardan gelen Avrupalı göçmen işçilerden oluşuyordu. Bu da anarşizmin ilk yıllarda köylü hareketinden çok bir işçi sınıfı hareketi olduğu anlamına gelir. Burada da anarşizm, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde en yaygın devrimci hareketti. Hareket daha çok 1905'te oluşturulmuş FORU'ya bağlı benzer guruplardan oluşan Direniş Cemiyetleri temelinde şekillenmişti. Malatesta kısa sürede FORU'ya da katıldı ve onu Bakuninist kolektivist anarşizmden Kropotkinist komünist anarşizme doğru etkiledi. FORU iş sendikalarının faaliyet alanı dışında da birçok farklı konu üzerine çalışmalar yürüttü. Örneğin kooperatif okullar ve kütüphaneler için inisiyatifler oluşturulduğu gibi alkolizme karşı büyük bir kampanya da başlatıldı. Tüm bu gelişmeler, paralel bir anarşist kültür yaratılmasının önemi üzerine odaklanılmasından dolayı ortaya çıkmıştı. Tüm bunlar FORU'dan çıkarken, oyunları, şiir okumalarını ve dönemin diğer etkinliklerini içeren anarşist kültürün birçoğu da Montevideo'daki Uluslararası Toplumsal Araştırmalar Merkezi'ne bağlı (CIES) olanlar tarafından oluşturuldu. CIES on beş yıldan fazla bir süre devamlı olarak çıkan La Batalla - ismini tahminen daha önceden çıkan aynı adlı Arjantin gazetesinden almış- gibi yayınlarıyla anarşist basınla da ağırlıklı olarak uğraşıyordu.
Pek çoklarının söyleyeceği gibi, diğer anarşist hareketlerin dinamik olmadığı birçok alanda hareket eden Uruguaylı anarşistler, aynı zamanda kapsam olarak oldukça enternasyonalistlerdi. Meksika devrimi 1910'da küresel safhada patlak verdiğinde Uruguay anarşist hareketi, Magonistas'a yardım amacıyla delegasyonlar gönderdi; ayrıca CNT-FAI'ye de Uluslararası Tugay askerleriyle İspanya İç Savaşı'nın en şiddetli döneminde yardım etti (sf. 226).Uruguay'da anarşizmin nihai düşüşü, öncelikle başarılı Bolşevik devriminden ve harekette ortaya çıkan FORU ile USU arasındaki ideolojik-sadakat temelli büyük ayrılıklardan kaynaklandı.

Güney konisi ülkelerinde inceleyeceğimiz son anarşist hareket, büyük ulus-devlet Brezilya'da gelişen olacaktır. Büyük toprak sahiplerinin, ordunun ve devletin desteği ile nüfusun büyük çoğunluğunun yazgısına egemen olduğu Brezilya latifundiyası, korporatizmi ve otoriter geleneği bağlamı içerisinde, karşılıklı yardımlaşma cemiyetleri ve kooperatifleri, kabul edilen tek yasal organizasyon biçimiydi. Ama, Arjantin ve Uruguay'da olduğu gibi ilgi grubu temelli Direniş Birlikleri, anarşistleri baskılardan koruyarak militan Brezilya sendikacılığının belkemiğini oluşturdular. Fakat bu anarşist sendikacılık usta zanaatkarlar ve benzeri işçilerle sınırlıydı. Göçmenler ve kadınlar gibi diğer işçilerin çoğunluğunu, sendika temsilinin dışında bırakıyordu.

Çin'de ve Güney Afrika'da olduğu gibi Brezilya Komünist Partisi (BKP) de bir zamanların patlamaya hazır anarşist hareketinin yıkıntıları içinden yükseldi (Chilcote, sf.11, 1974). Bununla birlikte anarşizm Brezilya'da en büyük etkisine aslında 1906'dan 1920'ye kadar, daha çok kentteki göçmen işçiler arasında sahip oldu. Bu bağlamda, aslında devlet sosyalizminden çok daha fazla öneme sahip olarak, 1906'da işçi hareketleri içindeki en etkin akım oldu. COB'de (Congresso Operario do Brasil - Brezilya İşçi Kongresi) aktif olan anarşist işçi militanlar, Brezilya işçi sınıfına günde sekiz saat çalışma sistemine geçilmesindeki ve tüm çalışanları aynı derecede etkileyen kayda değer maaş artışlarındaki katkılarıyla hatırlanırlar. 1917'deki Sao Paolo Genel Grevi işçi sınıfı içindeki üç yıllık militan anarşist faaliyetin ilk yılını gösterir. Bu yıllar boyunca, işbirliğiyle birleşmiş bir baskı korporatif devletin stratejisi haline geldi. Genel Grev'in çağrısını yapanların başında anarşistler yoktu, grevi daha çok anarşist örgütleyicilerin görmezden geldiği kadın tekstil işçilerin oluşturduğu kitleler başlattı.

Başlangıçta, çalışan kadınların ve endüstriyel işçi sınıfının diğer kollarının bu kendiliğinden etkinliğinin başına, bu duruma karşı savunma halinde olan erkek anarşist liderler getirildi. Fakat sonunda anarşistler kadın öncülüğünü kabul ettiler ve onlara karşı olmak yerine kadınlarla birlikte çalışmayı seçtiler.

Brezilya'daki anarşist hareketin çöküşü birçok nedenden dolayı başladı; bunlardan biri, nüfusun kırsal kesimde yaşayan çoğunluğuna ulaşmakta başarısız olunmasıydı. Bir diğer neden ise, Bolşevik devriminin başarısının anarşist ideolojik üstünlüğünün sonunun geldiğini söylemesiydi. Arjantin'de ve Uruguay'da olduğu gibi anarşist hareket iki kampa ayrıldı: Bolşevik taraftarı ve Bolşevik aleyhtarı. Çok geçmeden, aktif anarşistlerin birçoğu, bu ayrılmanın bir sonucu olarak BKP'nin faaliyetlerinde ağırlıklı olarak yer alacaklardı. Parti bu yolu seçmeyenlerden uzak duracak ve anarşist sempatilerini kaybetmeyenler iç tasfiyelerle kovulacaktı (sf.33). Brezilya anarşizminin tabutuna son çivi, “korportarizm''?in bürokratik, paternalistik, işbirlikçi sisteminin hakim olduğu yeni bir devrin başlangıcına işaret eden 1930 Devrimi oldu.

Güney konisi ülkelerinde anarşizm küresel hareketi bir boyuta taşırken, Latin Amerika'da ve dünyanın diğer bölgelerinde anarşizmin yönünü en fazla etkileyen anarşist hareket Meksika'da gelişen hareketti. Bu gelişim 1863 yılında, Plotino Rhodakanaty adındaki Yunan felsefe profesörünün, Mexico City’de öğrencilerin ve profesörlerin bir koalisyonu olan Club Socialista de Estudiantes (CSE) adıyla ülkenin ilk anarşist organizasyonunu oluşturmasıyla başladı. CSE, şehirli işçi sınıfı arasında anarşist işçi sendikaları organize ederek düşüncelerini yayma yoluna gitti. Kısa sürede bu gelişmeler Meksika tarihinin ilk grevine, güney Meksika'daki yerli nüfusun örgütlenmesine ve sonunda Paris Komünü'nden sürgünde olan aktivistlerin önemli bir parçasını oluşturduğu dünya çapında 62 organa kadar ulaşan La Social adında yeni bir organizasyona yol açtı (sf.9). Tüm bu önemli etkinliğin sonunda, Rhodakanaty ve yoldaşlarının birçoğu Porfirio Diaz'ın elinde idam edildiler. Latin Amerika'nın diğer yerlerinde olduğu gibi, yeni-sömürgeci döneme, diktatörlük ardına diktatörlükle ve son olarak 1910'da büyük bir toplumsal devrimle damga vuruldu. Bu devrimde Meksikalı işçi ve köylülerin davası, Ricardo Flores Magon, Emiliano Zapata, Pancho Villa ve Pascal Orozco arasındaki geçici bir ittifak tarafından yürütüldü. Bunların arasından Magon anarşist olarak en kesin bir şekilde nitelendirilebilir; kardeşi Enrique ile birlikte ilk olarak 1900 yılında çıkmaya başlayan Regeneracion adlı anarşist bir gazete yayımladı. Zapatalı yerli geçmişi olan bu iki kişi, devrimden hangi toplumsal düzenleme yükselirse yükselsin Kızılderili halkın özerkliğini sağlamak için bir kararlılıkla hareket ettiler (Poole, 1977, sf. 5). 1905'te, istemlerinde anarşist kalırken, insanları uzaklaştırmamak için bu şekilde adlandırdıkları, anarşist-komünist yönelimli Meksika Liberal Partisini (PLM) kurdular. Bu strateji iyi işledi ve sonunda İtalya’dan anarşistleri olduğu kadar IWW'nin üyelerini de içeren iki silahlı ayaklanmaya yol açtı (sf. 22).

PLM'den aktivistler Los Angeles, San Antonio ve St. Louis'de, Kanada'da bazı kentlerde ve Meksika'nın birçok şehrinde yeniden yerleşmek için sınırları serbestçe geçtiler. Bunun sayesinde, dünyanın her yerinden anarşistlerden oluşan serbest bir şebeke, Meksika Devrimi'nin bünyesinde anarşist bir yapı oluşturma projesine katıldı. Yine de bu ilişki her zaman sağlıklı değildi: bir noktada Magon, Eugene Debs'in, Meksikalıların "özgürlük adına mücadele etmek için çok cahil" oldukları ve her türlü ayaklanma girişimlerinin kesinlikle başarısızlıkla sonuçlanacağı şeklindeki beyanatına karşılık olarak, öfkeli bir ırkçılık karşıtı yazı yazmaya zorlandı. Yazı, Kuzey Amerikalı anarşistlerden PLM'yi ciddiye almalarını rica ediyordu: "Dünyanın birçok yerinde Latin soyları ortak amaç olarak kabul ettikleri şeye yardım etmek için ne zaman ne de para harcıyorlar. Eminiz ki, işçi sınıfı ordusunun büyük Anglosakson ve Tötonik kolları geriden gelmeyecektir ve sadece dil güçlüklerinden kaynaklanan cahillik tek başına geçici bir gecikmeye yol açmaktadır." Daha sonra 1910'da, Francisco Madero, o yılın 20 Kasım'ında başlayacak bir ayaklanma çağrısı olan "Plan de San Luis Potosi"sini yayımladı. İsyan, Magon, Zapata, Villa ve Orozco'nun önderliğinde ulus çapında bir ayaklanma haline gelene kadar kısa sürede yayıldı.

Ayaklanmanın ortasında, Madero'nun kolayca kazandığı, Meksika'da çok az rastlanan hilesiz bir seçim meydana geldi. Fakat, seçim gerçekleşmeden önce, Magon, Zapata ve takipçileri toprak reformu ve yerlilerin özerkliği konuları üzerinden ayrılmış ve kendi "Plan de Alaya"larını yayımlamışlardı. Birkaç yıl içinde Mexico City'nin başarılı bir kuşatmasını sağlayan ortak bir Güney Meksikalı kabile geçmişiyle birbirine bağlı olan Zapatistalar ve Magonistalar birlikte silaha sarıldılar. Devrim büyümeye devam ederken, Huerta'nın diktatörlüğü de devam etti, sonra Huerta istifa edip Venustiano Carranza 1917'de başkan olduğunda Meksika Anayasası da uygulamaya kondu. Magon ve Zapata'nın tesiriyle, bedelsiz eğitim hakkı, yerlilerin çiftlikleri (ejidos) kolektif olarak işletme hakkı, diğer toplumsal reformlar ve toprak reformları gibi birçok aşırı ilerici özellik de buna dahil edildi. Ne yazık ki, Carranza, anarşist-sendikalistler ve anarşist-komünistler arasındaki bölünmeleri kullandı ve "Red Battalions"u Zapata ve Villa'ya karşı savaşmaya örgütlemesi için anarşist-sendikalist Casa del Obero Mundial'a başarılı bir şekilde rüşvet verdi. 1919'da Meksikalı askerJesus Guajardo pusu kurup Zapata'yı öldürdü ve Carranza rejimini başlıca halkçı düşmanından kurtardı. Fakat Carranza düşürüldüğünde, Obregon, Calles ve diğer merkeziyetçilerin uzun bir dizisi, papazların egemenliğine karşı çıkıp Meksika'ya yabancı yatırım yapılmasını destekleyerek güç kazandılar; bu gelişme, PRI diktatörlüğünün başlangıcına ve birinci dalga anarşizmin sonuna işaret eder.

Küba anarşizmi 19. yüzyılın ortalarında Proudhon mutualizminin işçi hareketi içindeki entelektüel etkisiyle gelişti. 1800’lerin sonunda, anarşist öncü Roig San Martin'in yükselişi, redaksiyonunu yaptığı gazete ‘El Productor’ ve ulusal anarşist organizasyon Alianza Obrera ile birlikte anarşizm daha da gelişti (Fernandez 2001, sf. 20). Çin, Hindistan ve Meksika anarşizmlerinde olduğu gibi Küba anarşizmi, Küba ulus-devletinin sınırlaması içinde doğru dürüst kavranamaz; daha önemli faaliyetler Key West, Merida (Meksika) ve Tampa'daki Küba göçmen topluluklarında gerçekleşmiştir. 1889 Ekim’inde Key West'te bir genel grev, Havana, Tampa ve Ybor City'deki Kübalı işçilerin dayanışması ve desteğiyle patlak verdi. Bu tarihi grevden sadece bir kaç ay önce, cenaze törenine adanın her yerinden 10.000'in üzerinde Kübalının katıldığı San Martin, şeker komasından öldü.

Yüzyılın dönemecinde Küba bağımsızlığı için savaşmak, anarşist hareket içinde ayrılmaların en büyük kaynağı oldu; işçi sınıfı anarşistleri, bağımsızlıkçıları (indipentistas) "tütün kapitalizminden para almakla" suçladılar. Buna rağmen birçok anarşist, Jose Marti ve onun demokrasi ve merkezsizleştirme savunusuyla Meksika'nın PLM'sine benzeyen partisi Partido Revolucionario Cubano (PRC) çevresinde toplandı. Avrupa'da Elissee Reclus gibi anarşistler uluslararası dayanışma organizasyonlarına yardım ederek bağımsızlık hareketini desteklediler. Ama bağımsızlığın hemen ardından Birleşik Devletler adayı işgal etti; Errico Malatesta oradaki anarşist harekete yardım etmek için New Jersey'den Havana'ya taşınmaya karar verdi. Meksika Devrimi Küba anarşist hareketini derinden etkiledi ve Magon kardeşler hem çıkardıkları gazete Regeneracion'un sayfalarında hem de kişisel olarak Küba'yı ziyaret ettiler. Ama Küba anarşist hareketi Ekim Devrimi'nin yükselişiyle birlikte yüksek bir düşüş sürecine girdi (sf. 51). Buna rağmen Küba'da, hem sendikalist işçi hareketlerine hem de daha sonra gerçekleşen sosyalist devrime yolu hazırlayanların anarşistler olduğu hatırlanır.
Son düzenleyen HerHangiBiri; 12 Aralık 2008 23:36 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
HerHangiBiri - avatarı
HerHangiBiri
Ziyaretçi
12 Aralık 2008       Mesaj #4
HerHangiBiri - avatarı
Ziyaretçi
Ortadoğu Anarşizmi

Tarihi ve yeni olayların ışığında, Ortadoğu'nun dünyadaki birçok gelişmede merkezi bir öneme sahip olduğu iddia edilebilir. Afrika'da olduğu gibi, bu bölge de birinci dalga anarşizmin, bölgenin sınırları boyunca gelişimine şahit oldu. Örneğin Ermenistan anarşistleri, yaygın ajitatif etkinlikleri nedeniyle 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı İmparatorluğu tarafından neredeyse kontrol altına alınmışlardı. Ermeni anarşistlerden Alexandre Atabekian, uluslararası geçmişi sürdürdü ve Cenova'da araştırma yaptığı dönemde, Peter Kropotkin, Elisee Reclus ve Jean Grave ile olan dostluğu sayesinde, uluslararası anarşist hareketle çok iyi bağlantılara sahipti. Aslında Kropotkin'le olan arkadaşlığı o kadar büyüktü ki, ölüm döşeğinde bile onun yanındaydı ve sonradan, Moskova'nın sokaklarında yapılan ünlü cenaze alayı organizasyonuna yardım etti. Atabekian birçok anarşist çalışmanın Ermenice'ye çevirisini yaptı ve adı Hamaink (Cumhuriyet) olan, daha sonra Farsça'ya da çevrilen anarşist bir derginin yayımını ve dağıtımını üstlendi.

Atabekian, anarşizmin Ortadoğu'nun siyasi durumu ile bağlantısını oluşturmada çok ciddi bir girişimde bulundu. Yazılarında, Osmanlı'nın Ermenistan üzerindeki hakimiyetine ve Avrupa'nın genel olarak bölge üzerindeki hakimiyetine karşıtlığının modeli açıkça ortaya çıkar. Bu, anarşistlerin, milliyetçilerin ve sosyalistlerin bir koalisyonu olan Devrimci Ermenistan Federasyonu'nun (Dashnaktsouthian) diğer aktiviteleri arasında, Ermenistan genelinde yayımını ve dağıtımını yaptığı birçok anarşist makalede üst seviyeye ulaştı. Manifestoları başlarda Rus nihilistlerinin retoriğini andırsa da, birkaç yıl içerisinde Dashnaktsouthian anarşizminin yerini büyük ölçüde Marksizm-Leninizm aldı. Bununla birlikte, Marksizm-Leninizm Ermenistan'da popülerlik kazanırken, anarşizmin idealleri de, Amerika Birleşik Devletleri’nde Ermeni dilinde yayımlanan birçok anarşist gazetenin gösterdiği gibi, Batının ulus-devletlerine yönelen göçmenlerin arasında popülerleşti.

Malatesta'nın Ermenistan dışında, Beyrut'ta, Lübnan'da ve Türkiye'nin İzmir gibi liman şehirlerinde anarşist topluluklarla zaman geçirmiş olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte, bu toplulukların doğası ya da göçmen olmayan yerel halk arasında anarşist bir hareketi örgütleme noktasındaki başarılarının boyutu hakkında çok az şey bilinir. İskenderiye ve Tunus'ta gördüğümüz gibi, Akdeniz liman şehirleri faklılık göstermelerine rağmen, bu anarşist toplulukların birçoğunun göçmen İtalyan işçilerinden ibaret olması ihtimali yüksek. Fakat anarşizmin mevcut olduğu, henüz değinilmemiş bir ülke daha var. O da Filistin.

İsrail devletinin kuruluşundan önce, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, anarşist bir hareket, Yahudi devletinin kuruluşuna karşı çıkan ve devletsiz, doğrudan demokratik, Araplardan ve Yahudilerden oluşan, çoğulcu bir toplum için mücadele eden Filistinliler ve Yahudiler arasında neredeyse başlamıştı.

Gustav Landauer ve Rudolf Rocker gibi tanınmış Yahudi anarşistlerin birlikte çalışmalarından ilham alan anarşist hareketin "komüniter" kısımları, Filistin'deki ilk Kibbutizm hareketinin temelini oluşturdular. Noam Chomsky'ye göre terimin orjinal anlamı "Siyonist" idi. Asıl komüniter Siyonistler devletin kurulmasına karşı çıktılar, çünkü bu, toprağı parçalamayı ve onun fakir ve baskılanmış halkının önemli bir kısmını sosyalist prensipler temelinde birleştirmek yerine, din temelinde marjinalleştirmeyi gerektiriyordu. Dönemin anarşist-komüniterlerinin en önemlilerinden biri olan Joseph Trumpeldor, ilk kvutzot üyelerini Peter Kropotkin'in anarşist-komünist düşüncesi üzerine çekti. 1923'te Kropotkin'in Karşılıklı Yardımlaşma'sı İbranice'ye çevrilmiş ilk kitaplardan biri oldu ve Filistin'de dağıtıldı. Trumpeldor gibi aktivistlerin bu ilk anarşist ön hazırlıklarının, Kibbutz Hameuhad hareketinin liderlerinden biri olan Yitzhak Tabenkin'in düşüncelerine büyük tesiri oldu. Anarşist-komüniteryen gazete Problemen, periyodik olarak hem İbranice hem de Yahudice yayımlanan tek uluslararası anarşist yayındı ve Yahudilerle Arapların, Yahudi devleti kurulmadan önce var olan komüniter usulde, barış içinde bir arada varoluşları için haykıran çok az sesten biriydi. Bu hareket 1925'ten sonra Yahudi devletinin kurulmasıyla birlikte yok olmaya başladı.
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
15 Mayıs 2009       Mesaj #5
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Anarşizm, toplumsal otoritenin, tahakkümün, erkin ve hiyerarşinin tüm biçimlerini bertaraf et''meyi savunan çeşitli politik felsefeleri ve toplumsal hareketleri tanımlayan sosyal bir terimdir. Anarşi, her koşulda her türlü otoriteyi reddetmektir.

Bu hareketler, merkezi politik yapılar, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve ekonomik kurumlar yerine toplumsal ilişkilere dayanan gönüllü etkileşim ve özyönetimi savunur, özgürlük ve otonomi ile karakterize edilen bir toplumu arzular. Bu felsefeler, anarşi terimiyle özgür bireylerin gönüllü etkileşimine dayanan bir toplumu, bireylerin ve toplulukların alınan kararlardan etkilendikleri ölçüde söz sahibi olması düşüncesini ifade eder.

Zorlayıcı kurumlara ve toplumsal bazlı hiyerarşilere karşı olmak anarşizmin asli ilkelerindendir ve ayrıca anarşizm gönüllülüğe dayanan bir toplumun nasıl işleyeceği konusunda olumlu bir görüşü ifade eder. Anarşist felsefeler arasında hatrı sayılır bir çeşitlilik vardır. Şiddetin anarşizmdeki yeri, ne tür bir ekonomik sistemin olması gerektiği, çevre ve endüstriyalizm hakkında sorular ve diğer hareketlerde anarşistlerin rolleri gibi farklı alanlarda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Anarşist akımlar bu nedenlerle birbirlerinden çok farklı ve hatta karşı olabilirler. Örneğin anarşist komünizmin yanı sıra Hıristiyan anarşizmi gibi anarşist akımlar da mevcuttur.


"Anarşi" ve "anarşizm" kelimeleri Yunanca an ("-sız", olumsuzluk eki) archos ("yönetici")kelimesinden türemiştir. Bu yüzden anarşizm en genel anlamı ile yönetimin gereksiz olduğu ve ortadan kaldırılması gerektiği yönündeki inanç ve düşüncedir.

Temel kavramlar

Anarşizm, geleneksel siyasete karşıdır; devletsizlik ve şiddetsizlik temel ilkeleridir. Klasik anarşizmde parlamento sahte bir kurumdur, halkın iktidarı değildir,bu yüzden oy vermemek gerekir. Devlet, doğası gereği kötüdür, kötü olduğu için değil. Partiler, düzenin elemanlarıdır.

Anarşizm değil anarşizmler vardır. Ortak özellikleri bütünsellikten yoksunluk, antidogmatizm, devrimcilik, çelişki ve tutarsızlığı tutarlı kabullenme, birey özgürlüğüdür. Zerzan, kültür ve teknolojiyi ortadan kaldırıp neandertalizme gitmeyi önermiştir. İspanya İç Savaşında anarşistler de yer almış, yenilmişler ve marjinalize olmuşlardır. Birinci Enternasyonal'de güçlü bir anarşist akım vardır. Anarkokomünistler, bireysel terörcüler, Malatestacılar, liberterler, genel grevciler ortaya çıkmıştır. Proudhon, mülkiyet hırsızlıktır demiştir. Antipolitik politika üretenler, nonapolitik olanlar, devletsiz liberalizmi savunanlarıyla çeşitli kollarda Stirner, Proudhon, Bakunin, Kropotkin, Godwin, Sorel, Goldman, Nozick anarşist teoriye katkılarda bulunmuştur.

Elitist bireyci anarşizmde devlet yoktur, vergi yoktur, askerlik yoktur, polis yoktur, kanun yoktur, bütün kolektiviteler yoktur ve sonunda toplum yoktur. Bu kavramları Warren, Spooner, Tucker'de belirgindir. Rand, Rothbard, Friedman suç yok ama ceza vardır der. Nozick ise devleti kabul eder. Anarşistler bolşevik devrimine karşıdır. Devletin yok olmasını kabul eder, düzenin sağlanmasını doğal hale bırakır. Kendi kendine işleyen bir ahlak düzeni, yasasız ve devletsiz işleyebilir. Yerel cemaatler doğrudan dayanışma ile devlet, sermaye, kiliseye karşı özgürlükleri savunabilir. Bu toplumsallıkta sınır tanımama ana ilkedir.

Bir anarşist kol ise şiddeti savunur. Eylem ile propagandayı itici güç olarak görür. Buna savunmacı şiddet diyen ve suikastlerle düzeni sarsmayı öngören devrimci Malatesta, Neçayev, Bakunin ortaya çıkmıştır. Kropotkin evrimci, Tolstoy pasifist, Gandhi boykotçu, Proudhon kooperatifçidir. Devletin emilmesini savunanlara göre halk bankaları kurulmalıdır. Postyapısalcı anarşistler ise merkezsizliği öne çıkarırlar.

Kökeni

Devletin ve hiyerarşinin reddi konusu, 19. yüzyıl Avrupa anarşistlerini önceleyen uzun bir tarihe sahiptir. Bazı yazarlar anarşist temanın Taoist bilgin Lao Tzu'nun [1] çalışmalarında görülebileceğini söylerler. Sinoplu Diyojen, Knikler ve çağdaşları ile Stoacıların kurucusu Zenon'da benzer konulardan bahsetmiştir.

Fakat modern anarşizm, Aydınlanma felsefesinin, seküler düşüncesinden doğdu, özellikle Rousseau’nun özgürlük temelli ahlak düşüncesi bu düşüncenin gelişmesinde etkili oldu.“Anarşist" terimi ilkin olumsuz anlam içerirken, Fransız Devrimi ile birlikte, örneğin Enragés'de görüldüğü gibi, olumlu anlamlar yüklenmeye başladı.

William Godwin birçok yazar tarafından modern anarşist düşünceyi geliştiren ilk düşünür olarak değerlendirilir. Peter Kropotkin'e göre Godwin; "eserinde, geliştirdiği düşüncelere isim vermemesine rağmen anarşizmin politik ve ekonomik kavramlarını formüle eden ilk düşünürdür." Felsefi anarşist Godwin, devrimci eyleme karşıdır, ve fazla güçlü olmayan bir devleti geçici ve gerekli bir “şer” olarak görür. Devlet, bilginin toplumda yayılması ile birlikte zamanla güçten düşecek ve gereksizleşecektir. Godwin aşırı bireyciliğini, çalışma hayatında tüm kooperatiflerin kaldırılması düşüncesiyle dile getirmiştir. Ayrıca ona göre yeteneklerde dahil olmak üzere insanlar arasındaki herhangi bir temelde ayrım kabul edilemez.

Godwin’le birlikte dile getirilmeye başlanan anarşist düşünce ilk kez Pierre-Joseph Proudhon tarafından isimlendirilmiştir. Kendini “anarşist” sıfatı ile tanımlayan ilk kişi olan Proudhon bu yüzden modern anarşist teorinin kurucusu kabul edilir. Proudhon kendiliğinden gelişen bir toplumsal düzen önermiştir. Bu düşünceye göre, örgütlenme, merkezi otoriteden bağımsız ortaya çıkar; bu “pozitif anarşidir”. Bu tür bir sistemde toplumsal düzen, herkesin “sadece ve sadece ne istiyorsa" onu gerçekleştirdiği ve ticari etkinliğin tek başına toplumsal düzeni ürettiği yerde yükselebilir. Proudhon'a göre, "bilimde ve yasada gelişmeler aracılığı ile oluşmuş toplumsal ve bireysel bilincin varolduğu bir yasa veya hükümet şekli, toplumsal düzeni sürdürmek ve özgürlükleri güvenceye almak için yeterlidir. Böylece baskı araçları, polis, bürokrasi, vergi vb. enstrümanlar en aza indirilmektedir. Bu sayede özellikle, monarşiler ve aşırı merkeziyetçilik ortadan kalkar ve federal kurumlar ile komün’e dayalı bir yaşam biçimi bunun yerini alır .

Gelenekler


Mutualizm

Mutualizm, 18. yüzyılda İngiliz ve Fransız işçi hareketleri ile ortaya çıktı ve ardından Fransa'da Pierre-Joseph Proudhon, ABD'de diğer bazı düşünürlerle bağlantılı olarak anarşist görünüm kazandı. Birleşik Devletler'de, örneğin Benjamin Tucker ve William B. Greene gibi bireyci anarşistler üzerinde etkisi görüldü.

Mutualizmin önemli kavramları arasında; federasyon, karşılıklılık, özgür ortaklık, gönüllülüğe dayanan sözleşmeler, kredi ve para reformu bulunur. Birçok mutualistin görüşüne göre hükümet müdahalesinin olmadığı bir serbest piyasa - emek değer teorisine göre - kar, kira ve faizi kaldırarak, fiyatları emek maliyetlerine çeker ve şirketler için işçilerin rekabeti yerine; firmaların ücretleri arttırarak işçiler için rekabet ettiği bir düzen sağlanır.

Mutualizm, kimi zaman bireyci ve kollektivist anarşizm arasında bir yerlerde bir sentez olarak görülür. Bu düşünce mutualistlerin kendi eserlerinde dile getirilmiştir. "Mülkiyet Nedir?" adlı eserinde Proudhon "özgürlük" kavramına eşdeğer olarak komünizm ve mülkiyetin diyalektik sentezi olan "anarşi" kavramını önerir. Pierre-Leroux'tan esinlenen Greene, mutualizmi üç felsefenin sentezinde arar:“komünizm, kapitalizm ve sosyalizm. Sonraki bireyci anarşistler mutualist terimini “sentez” temasına çok az vurgu yaparak kullandılar.

Proudhon’dan önce, Josiah Warren’de başarısız Owencı deneyimin ardından benzer görüşler öne sürmüştür. 1840 ve 1850’lerde, Charles A. Dana ve William B. Greene, Proudhon’un çalışmalarını ABD’de tanıttı. Greene Proudhon’un mutualizm kavramını ABD koşullarında yeniden değerlendirdi ve Benjamin R. Tucker'a bundan bahsetti.

Kollektivist Anarşizm

Kollektivist anarşizm (daha geniş anlamda komünal anarşizmle karıştırılmaması gerekir özellikle Mikhail Bakunin ve Birinci Enternasyonal’in anti-otoriter kesimi ile ifade edilen anarşist akımdır. Ayrıca Johann Most da bu yaklaşımın üyelerindendir.

Mutualistlerden farklı olarak kollektivist anarşistler üretim araçlarının her türlü özel mülkiyetine karşıdırlar ve mülkiyetin kollektifleştirilmesini savunurlar. Fakat kollektifleştirme, gelir paylaşımına kadar genişletilmemelidir, çünkü işçiler anarko-komünizmin "herkesin ihtiyacına göre" anlayışından farklı olarak çalışma zamanına göre ücretlendirileceklerdir. 1880’li yılların ilk bölümünde, Avrupa anarşist hareketinin büyük kısmı temelde ücrete dayalı işçiliğin kaldırılması ve emeğine göre değil, ihtiyaca göre dağıtımı savunan anarko-komünist düşünceye bağlı bulunurken, İspanya’nın erken dönem anarşist hareketi bazı dönemlerde kollektivizmi benimsemiştir. Kollektivist anarşistler çalışma tazminatlarını desteklerler ve ihtiyaca göre komünist paylaşımı devrim sonrası süreçte olanaklı görürler. Kollektivist anarşizm, devletsiz, kollektivist toplum için birlikte mücadele ettiği ve kendisiyle aynı dönemde yükselişe geçen marksizmin işçi diktatörlüğüne mesafeli yaklaşmış onu reddetmiştir.

Bireyci Anarşizm

Farklı geleneklerden oluşan bireyci anarşizm bireysel bilincin ve bireysel çıkarın herhangi bir kollektif organ ya da kamu otoritesi tarafından engellenmemesi gerektiğine inanır. Bireyci anarşizm, sosyal, sosyalist, kollektivist, komünalist akımların ortak mülkiyet düşüncesine karşı mülkiyetin bireylerin elinde bulunmasına olumlu yaklaşır. Bazı önemli temsilcileri: Henry David Thoreau, Josiah Warren ve Murray Rothbard’dır. Ayrıca genelde William Godwin’de bireyci anarşist olarak değerlendirilir. Godwin, yardımseverlik düşüncesini savunurken bunun yanında her bireyin, kendi emek ve mülkiyeti üzerinde bireysel söz hakkını dile getirmiş ve sonunda ortadan kalkmasıyla sonuçlanacak olan hükümetin zamanla küçülmesine yol açacak ilerlemeci akılcılığa inanmıştır.

Max Stirner ise en tanınmış ayrıca ilk bireyci anarşisttir, Ego ve Mülkiyet adlı eserini 1844’de yazan Stirner’in bu eseri felsefesinin kurucu metnidir. Stirner’ın felsefesi bireyci anarşizmin egoist formudur; ona göre tanrı, devlet, ahlak kuralları ve toplumu dikkate almadan istediği gibi eyleyen bireyin, toplum üyelerine karşı hiçbir sorumluluğu yoktur. Stirner’a göre haklar insan aklındaki korkulardır ve toplum denen şey yoktur; “bireyler onun gerçekliğidir” Mülkiyeti haklarla değil, güç ve kudretle sahip olunan varlıklar olarak görür. Stirner merhametsizliğe saygının gösterileceği egoistler birliğini insanları biraraya getirecek örgütlenme modeli olarak görür.

Daha az radikal olmak üzere farklı bir bireyci anarşizm türü, Boston anarşistleri'nce savunuldu. Bunlar, serbest piyasa ve özel mülkiyeti destekliyorlardı. Özgürlüğün ve mülkiyetin korunmasını özel sözleşmelerle sağlama taraftarıydılar. Bunun yanında emeğin, maaş karşılığı takasını öngörüyorlardı,buna rağmen devlet tekelinde kapitalizmin (devlet garantisinde tekel olarak tanımlanır) emeğin karşlığını sağlamayacağı uyarısınıda yapıyorlardı.

19 yüzyılda dahi Amerikalı bireyciler arasında çeşitli konularda görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştı ve bu yüzden bireyci anarşizm açısından belirli bir teoriden bahsetmek mümkün görünmemektedir. Örneğin Tucker entelektüel mülkiyet haklarına karşı çkarken; Spooner desteklemekteydi Tucker sadece kullanıldığı sürece toprak mülkiyetini savunurken, Byington ve Spooner mülkiyet konusunda bu tür bir kısıtlamadan bahsetmiyordu.

Önemli bir ayrışma, 19. yüzyılda Tucker ve bazı başka anarşistler, doğal haklar düşüncesini terkedip, Stirner'in felsefesi ışığında "egoizm"i benimsediklerinde görüldü.Bu yüzyılın ardından “bireyci anarşizmin doruk dönemi kapandı” Fakat, bireyci anarşizm, daha sonra Murray Rothbard ve 20. yüzyılın ortalarında anarko kapitalislerce daha geniş bir çerçevede özgürlükçü hareket akımlarından biri olarak çeşitli değişikliklerle benimsendi.


Anarko-Komünizm


Anarko komünistler kollektif üretim araçlarına sahip özyönetimli komünlerden oluşan ve siyasal organizasyon biçimi olarak doğrudan demokrasinin işlediği, diğer komünlerle federasyon ilişkisinin geçerli olduğu bir toplumun olabilecek en özgür toplumsal örgütleme biçimi olduğunu savunurlar.] Fakat, bazı anarko komünistler, doğrudan demokrasinin çoğulcu yapısına karşı durmuş, bunun bireyesel özgürlüğü engellediğini dile getirmiş ve konsensusa dayanan bir demokrasi anlayışını öne sürmüşlerdir.

Joseph Déjacque ilk anarko komünistlerdendir ayrıca Déjacque kendini özgürlükçü olarak ifade eden ilk anarşisttir Diğer anarko komünistler Peter Kropotkin, Emman Goldman, Alexander Berkman ve Errico Maletesta'dır.

Anarko komünizm düşüncesinde, karın paylaşılması veya ücret yoluyla emeklerinin karşılığında işçilerin doğrudan bir tazminat alması öngörülmez, bunun yerine komünün artı değerine ve kaynaklarına özgürce erişim hakkı verilir. Kropotkin ve daha sonra Murray Bookchin’in dile getirdiği düşünceye göre; bu tür bir toplum üyeleri kendiliğinden gerekli bütün görevleri yerine getirecektir çünkü komünal girişimin ve karşılıklı yardımlaşmanın yararlarını, baskı ve sömürünün nedenlerini görecekler ve onun ilgasını talep edeceklerdir Özel mülkiyetin baskı ve sömürünün kaynağı olarak gösteren Kropotkin buna karşı , “barınaklar, toprak ve fabrikalar artık özel mülkiyet olmayacak, komüne veya ulusa ait olacaklar” sözleriye ortak mülkiyeti savunmuştur.

Anarko komünizmin anarşizm ideolojisi içindeki konumu tartışmalıdır, çünkü bireyci ve anarko kapitalist anarşistler onu özgürlük düşüncesi ile uzlaşmaz görürler. Anarko sendikalistler ise anarko komünist toplumu, kendi amaçlarıyla uyumlu bir hedef kabul ederler; örneğin, İspanyol CNT, Isaac Puente'nin 1932 tarihli El Comunismo Libertario adlı eserini devrim sonrası toplum için manifestoları olarak kabul ettiler.

Platformizm de, örgüte olan acil ihtiyacı dile getiren Nestor Makhno geleneğinden bir anarşist komünizm eğilimidir. Makhno'ya göre bu örgüt "anarşist hareketin üyelerinin çoğunluğunu kendine katarak, anarşizm için ortak bir taktiksel ve siyasal hat çizecek ve hareketin bütünü için rehber görevi görecektir"

Anarko Sendikalizm

20. yüzyılın başlarında, anarko sendikalizm, anarşizm içinde farklı bir düşünce akımı olarak yükselişe geçmiştir. Önceki anarşizm akımlarından farklı olarak emek hareketine odaklanan anarko sendikalizm, radikal sendikaları devrimci toplumsal değişimi sağlayacak güç olarak görür, kapitalizm ve devleti, işçilerin özyönetimine dayanan yeni bir toplumla alaşağı etmek temel amacıdır. Anarko sendikalistler ücret sistemini ve üretim araçlarının özel mülkiyetini sınıf ayrımını yarattıkları gerekçesiyle reddeder. Sendikalizmin önemli ilkelerinden bazıları; işçi dayanışması, doğrudan eylem (genel grev ve işyeri işgalleri gibi) ve işçilerin özyönetimidir.

Rudolf Rocker erken dönem anarko-sendikalist düşünürlerdendir. Rocker bu hareketin kökenine dair düşüncelerini ortaya koyduğu 1938 el yazmaları Anarko-sendikalizm'de hareketin ne istediğini ve emeğin geleceği için neden önemli olduğunu dile getirmiştir. 20. yüyılın başlarında önemli yer tutan hareket günümüzde özellikle Fransa ve İspanya’da olmak üzere birçok sendikalist örgüt aracılığıyla etkinliğini sürdürmektedir...

Yeşil Anarşizm


Hareketin temel sorunu endüstri öncesi toplumu hatta bazen tarım öncesi toplumu yeniden canlandırmaktır.İnsanları doğal yaşamdan yabancılaştıran teknoloji ve ilerleme düşüncesiyle ifade edilen endüstri toplumu, bu ekolün eleştirilerinde önemli yer tutar. Felsefesinde Ludditelerin politik eylemlerinin ve Jean-Jacques Rousseau’nun yazılarının etkileri görülür. Fakat bunlardan daha fazla, primitizm ortaya çıktığında, Frankfurt Okulu’nun Marksistleri Teoder Adorno ve Herbert Marcuse’ün düşünceleri ile Marshall Sahlins, Richard Lee, Lewis Mumford, Jean Baudrillard ve Gary Snyder gibi antropologların düşünceleri bu ekolün şekillenmesinde önemli yer tutmuşlardır.

Kendilerini primitivist olarak adlandıran bazı yeşil anarşistler, doğal yaşama tam bir dönüş ve göçebe avcı-toplayıcı hayat tarzını savunurken, birçok yeşil anarşist ise gündemine sadece endüstri toplumunun ortadan kaldırılmasını alır, evcilleştirmeye veya tarım etkinliğine karşı kesin bir karşı duruş sergilemezler. İlk kategoride teorisyenlere, Derrick Jensen ve John Zerzan örnek gösterilebilir. Birçok yeşil anarşist devrim sonrası gelecek ile bağlantılı bu sorunları bir kenara bırakıp, bugünün dünyasının karşı karşıya olduğu sorunlara ve toplumsal devrim konusuna odaklanmıştır.

Günümüzde birçok anarşist yeşil anarşizmin en yetkin şekli olarak Murray Bookchin’in toplumsal ekoloji düşüncesini izlemektedir. Bu akım (aydınlatma endüstrisi, tarım ve sürdürülebilir şehircilikle birlikte) gelişmiş ekolojik toplum düşüncesine ve sınıf çatışmasına dayalı anarşizm olarak ifade edilebilir.

Anarşizm (Önadsız)


Tarihçi George Richard Esenwein’in cümleleriyle anarşizm (önadsız): anarşizmin sıfatsız formudur, yani komünist, kollektivist, mutualist veya bireyci gibi belirleyici sıfatların olmadığı bir düşünce akımı. Diğerleri için .. [Anarşizm (önadsız)] sadece, farklı anarşist ekollerin birarada varolmasına tolerans gösteren bir tutumu ifade eder.[64] Bu düşünce farklı anarşist ekoller arasında ortak noktaları vurgular ve bunları anti otoriter inançlar çevresinde birleştimeyi amaçlar. İfade Küba doğumlu Fernando Tarrido del Mármol tarafından 1889 kasım ayında, farklı anarşist hareketler arasında şiddetli tartışmaların yaşandığı bir dönemde, uzlaşmaya çağrısı sırasında kullanılmıştır.

Voltairine de Cleyre (başlangıçta kendini bireyci anarşist olarak ifade etmiş sonra ise çağdaş herhangi bir ekolle kendini tanımlamamakla birlikte anarşizmin kollektivist eğilimlerine yaklaşmış) anarşizm (önadsız) akımın bir temsilcisidir.Cleyre'e göre sosyalizm ve komünizm her ikisi de belirli bir düzeyde ortak eylemi ve yönetim organını gerektirir ki bu anarşizm idealiyle tam anamıyla tutarlı olmayan yeni yönetimsel düzenlemeleri doğurur. ayrıca Cleyre Mülkiyete dayanan bireycilik ve mutualizm benim özgürlük anlayışıma uyuşmayan bir özel polisin gelişimini içerir.sözleriyle diğer akımlarla arasındaki ayrışma noktalarını vurgular, ancak sözlerini bu hareketleri anarşist olmayan hareketler olarak tanımlamaya kadar götürmemiştir.

Ekolün diğer bir temsilcisi Errico Maletesta, anarşistlerin hipotezler üzerine çatışmaya girişmek gibi bir lüksünün olmadığını söyleyerek anarşizmi (önadsız) bütünleştirici bir hareket olarak savunmuştur. Ekolün çağdaş temsilcisi olarak Fred Woodworth kabul edilir.

Toplumsal Hareket

Birinci Enternasyonal


Şiddetli reaksiyoner dönemin takip edeceği 1848 devrimleri sosyalist hareket açısından önemli bir aşamaydı. Devrimci hareketin ikinci en önemli aşaması yaklaşık yirmi yıl sonra 1864’de Uluslararası Emekçiler Birliği’nin kurulması ile başladı. İçinde Fransız Proudhon taraftarları, Blanquistler, İngiliz sendikalistler sosyalist ve sosyal demokratların bulunduğu Uluslararası Emekçiler Birliği -diğer ismiyle Birinci Enternasyonal- farklı devrimci hareketleri ve dünya işçilerini biraraya getirmek üzere sınırları aşan uluslararası sosyalist bir örgüt olarak kuruldu. İşçi hareketi ile olan doğrudan bağı nedeniyle zamanla önemli bir güç haline geldi. Karl Marx örgütte önde gelen ve Genel Kurul üyelerinden biriydi. Sol siyasetten geniş yelpazede birçok oluşumu içinde barındıran birlik bu özelliğinden dolayı çeşitli görüş ayrılıklarına da sahne olmaktaydı. Proudhon taraftarları, mutualistler, Marx'ın devlet sosyalizmi düşüncesine karşı çıkıyorlar, küçük mülkiyet hakkını savunuyorlardı. Aynı şekilde Enternasyonal’in anti otoriter seksiyonunun yanında 1868 yılında örgüte katılan Bakunin'de, devletin devrimci alaşağı edilmesini ve mülkiyetin kollektifleştirilmesini savunuyordu.

Başlangıçta kollektivistler ile marksistler birlikte Enternasyonal’i daha devrimci sosyalist bir eğilime çekmek için çalışmış olsalarda sonraları örgüt, Marx ve Bakunin ile diğer önemli figürler çevresinde kamplara ayrıldı. Bakunin, Marx’ın düşüncelerini otoriter buluyor eğer Marksist bir parti iktidara gelirse, parti liderlerinin, karşısında savaştıkları yönetici sınfın yerini alacağı öngörüsünü ileri sürüyordu. 1872 yılında bu çatışma iki grup arasında doruk noktasına ulaştı ve Lahey Kongresinde ayrılık kesinleşti. Marx’ın girişimleriyle Bakunin ve James Guillaume, Enternasyonal’den ihraç edildi ve yönetim merkezi New York’a taşındı. Buna karşılık Enternasyonal’in anti-otoriter grubu devrimci anarşist bir program kabul ederek St Imier Kongresi'nde anarşist enternasyonali kurdu.Birinci Enternasyonal’in anti otoriter kesimi “ayrıcalıkları ve devlet otoritesini” özgür emek örgütleri ile alaşağı etmek “ isteyen anarko sendikalislerin öncüleri oldular.

Anarşizm ve Örgütlü Emek

Amsterdam Uluslararası Anarşist Kongresi

1907 yılında, Amsterdam Uluslararası Anarşist Kongresi 14 ülkeden temsilcilerin katılımıyla gerçekleşti. Hareketin önemli isimleri arasında; Errico Malatesta, Pierre Manatte, Luigi Fabbri, Benoil Broutchoux, Emma Goldman, Rudolf Rocker, Christiaan Cornelissen bulunuyordu. Çeşitli konuların ele alındığı kongre'de özellikle anarşist hareketin örgütlülüğü, kitlelerin eğitimi, genel grev ve anti militarizm konuları üzerinde duruldu. Tartışmanın merkezinde ise anarşizmle sendikalizm arasındaki ilişki bulunuyordu. Maletesta ve Monatte özellikle bu konuda birbirlerine karşı savlar öne sürdü. Monatte sendikalizmin devrimci bir tutum olduğunu ve toplumsal devrimin koşullarını yaratacağını savurken, Malatesta sendikalizmin kendi başına yeterli olmadığını düşünüyordu. Malatesta'ya göre sendikalar reformistti ve hatta bazen muhafazakar olabiliyorlardı. Örnek olarak ABD sendikalarını gösteren Malatesta, vasıflı işçilerce oluşturulmuş bu sendikaların kimi zaman , vasıfsız işçilere karşı ayrıcalıklarını koruma yönünde eylemlere giriştiğini söylüyordu.

Genel İş Konfederasyonu ve CNT

Confédération Générale du Travail (Genel İş Konfederasyonu ) Fransa'da 1895'de kurulan, ilk büyük anarko sendikalist harekettir, 1881 yılında İspanyol İşçi Federasyonu onu takip etti. Anarşist sendika federasyonları, her zaman İspanya'da özel bir yere sahip olmuştur, bunlardan en önemlisi Ulusal Emek Konfederasyonu(CNT) 1910 yılında kurulmuştu ve 1940'lardan önce İspanyol işçi sınıfı siyasetinde en büyük güçtü ve İspanya İç Savaşında önemli bir role sahipti. Bu örgüt daha sonra, 1922'de kurulan anarko sendikalist federasyon olan Avrupa ve Latin Amerika'dan 2 milyon işçiyi temsil den Uluslararası Emekçiler Birliğine katıldı. Genel Emek Konfederasyonu CGT ve CNT ile günümüzde, örgütlü en büyük anarşist hareket İspanya bulunuyor. CGT'nin üye sayısının, 2003 yılı için 100.000 civarında olduğu tahmin ediliyor.

Diğer etkin anarko sendikalist hareketler, ABD’de İşçi Dayanışma Birliği ve Birleşik Krallık’ta Dayanışma Federasyonu'dur. Devrimci sanayi sendikası, Dünya Endüstri İşçileri 2.000 aktif üyesinin olduğunu açıklamıştır. Ayrıca Brinci Enternasyonal'in varisi anarko sendikalist Uluslararası Emekçiler Birliği halen işçi mücadelesi alanındaki etkinliklerine devam etmektedir.

Rus Devrimi

Anarşistler Bolşeviklerle aynı saflarda Şubat ve Ekim devrimlerine katıldılar. Başlangıçta anarşistler Bolşevik hareketi destekliyordu. Fakat bir süre sonra Bolşevikler, anarşistleri ve diğer sol muhalifleri karşısına almayı yeğledi, bu karşı karşıya geliş, 1921 Kronstadt ayaklanmasına neden oldu. Bu baskı ortamında Anarşistler, kimi zaman hapsedildiler ya da yeraltına çekildiler bir kısmı ise muzaffer Bolşeviklere katıldı.

Ukrayna’da ise anarşistler iç savaşta, önce Beyazlara ve sonra Bolşeviklere karşı, birkaç ay bölgede anarşist toplum kurma girimlerinde bulunan Nestor Makhno'nun lideri olduğu İsyancı Ukrayna Ordusu'a katılarak savaştılar. Anarşistlere uygulanan baskı karşısında, Emma Goldman ve Alexander Berkman Bolşevik siyasetini, Kronstadt ayaklanmasının bastırılmasını şiddetle eleştirdi, ardından bu eleştiriler nedeniyle Rusya’dan ihraç edildiler. Goldman ve Berkman’a göre Rus devrimi deneyimi, Bakunin'in Marksist stratejinin sonuçları hakkındaki tahminlerini fazlasıyla doğrulamıştır.

Bolşeviklerin Ekim zaferi ve sonucunda ortaya çıkan Rusya İç Savaşı, uluslararası alanda anarşist hareketi ciddi şekilde olumsuz etkiledi. Birçok işçi ve aktivist Bolşevik başarıyı örnek olarak gördü; komünist partiler, anarşizm ve diğer sosyalist hareketlerden kopan kitlelerle büyüdü. Fransa ve ABD’de örneğin bir kısım CGT ve IWW sendikalisti örgütlerini bırakarak Komünist Enternasyonal’e katıldı.

Bu kriz ortamında Paris'te sürgünde bulunan, aralarında Nestor Makhno’nun da bulunduğu Rusya anarşistleri grubu “Dielo Turda”, Bolşevizme cevap olacak yeni örgütlerin geliştirilmesi gerektiği sonucuna vardı. Bu tespit ile yayınladıkları Anarşistlerin Genel Birliği'nin Örgütsel Platformu (taslak)[59] adlı 1926 tarihli manifestoları bazı komünist anarşistler tarafından desteklendi ancak başka birçokları tarafından kabul görmedi. Günümüzde bu mirasa dayanan Platformist gruplar arasında, Irlanda'nın “İşçi Dayanışma” hareketi ve “Kuzey Amerika Anarşist Komünistleri Kuzey Doğu Federasyonu” bulunmaktadır.

Faşizmle Mücadele


1920 ve 1930’lu yıllarda, Avrupa’da faşizmin yükselişi, anarşizmle devlet arasındaki çatışmanın dönüşüme uğramasına neden oldu, ve bu sorun anarşistlerin gündeminde öncelik kazandı. İtalya, anarşistler ile faşistler arasındaki ilk çatışmalara tanık oldu. Bu yüzden anarşistlerin ağırlıkta olduğu anti faşist örgüt Arditi del Popolo faşizmle mücadelede önemli rol oynadı. Bu grup, aralarında, Ağustos 1922’de Parma’dan Blackshirt'lerin geri püskürtülmesininde yer aldığı sayısız başarıya imza attı.

Fransa’da 1934 Şubat ayaklanmalarında aşırı sağ lig isyana kalkıştığı sırada anarşistler "Birleşik Cephe" stratejisi yürüttüler. Fransa'daki durumun aksine İspanya'da CNT ve diğer anarşistler, halk cephesine katılmadılar. Bu tavır halk cephesinin seçimleri kaybetmesinde etkili oldu. Fakat 1936’da CNT ve anarşistler, strateji değişikliğine giderek bir sonraki seçimde halk cephesine destek verdiler. Yönetici sınıfın buna cevabı bir darbeyle oldu ve İspanya İç savaşı (1936-1939) patlak verdi. İç savaşta, anarşist gelenekten köylü ve işçilerin desteklediği silahlı milisler, ordunun isyanı ile gelişen süreçte, Barselona ve İspanya’nın bazı bölgelerini denetim altına aldılar. Fakat 1939’daki kesin faşist zaferle anarşist hareket İspanya’da yenilgiye uğradı. Aslında, bundan daha önce anarşistler stanilisterle giriştikleri şiddetli mücadele nedeniyle zemin kaybetmişlerdi. George Orwell ve yabancı gözlemcilere göre, Stalinist ordular hem kollektifleri ezdiler hem de marksistler ile anarşistleri baskı altında tuttular. Bu sırada CNT liderleri ve anarşistler arasında fikir ayrılıkları oldukça yaygındı ve hatta aralarından bazıları cumhuriyetçi hükümete katılmıştı..

1970'lerin sonlarından günümüze, bazı anarşist gruplar yükselen neo-faşizme karşı mücadelenin bir parçası oldular, Almanya ve Birleşik Krallık'ta bazı anarşistler, militan anti-faşist gruplarla ve marksistlerle birlikte savaştılar. Anarşistler, faşizmle mücadelede devletin müdahalesine bel bağlamak yerine doğrudan eyleme ve güce dayalı mücadeleyi savundu. Buna paralel olarak 06.12.2008'de Yunanistan'ın başkenti Atina'da, Aleksis Grigoridis'in polis kurşunu ile öldürülmesi sonucunda başlayan anarşist toplumsal eylem ve çatışma süreci 6 gün içerisinde Yunanistan'da Kostas Karamanlis başkanlığındaki Yeni Demokrasi Partisi hükümetini istifaya davet eden bir genel grev halini almıştır.

Anarşizm birçok farklı tutum, eğilim ve düşünce okulunu barındıran bir felsefedir. Değerler, ideoloji ve taktikler, hala üzerinde anlaşma sağlanmamış ortak sorunlardır. Medeniyet, teknoloji, ve demokratik süreçler keskin biçimde bazı anarşist eğilimlerce eleştirilirken başka anarşistler tarafından alkışlanabilmektedir. Anarşizmin, kapitalizm, milliyetçilik ve din ile olan ilişkisi yaygın olarak tartışılmaktadır. Marksizm, komünizm, anarko kapitalizm gibi ideolojilerle karmaşık ilişki biçimlerine sahip olan anaşizm; hümanizm, kutsal otorite, bireysel çıkar veya çeşitli alternatif etik doktrinler ışığında şekillenmiştir. Irk cinsiyet, ve çevre konusunda ise anarşist tutum 18. yüzyıl felsefesinden bu yana önemli değişiklikler göstermiştir.

Vikipedi
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
26 Ocak 2010       Mesaj #6
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Anarşizm

Hangi şekilde olursa olsun otorite ve düze­nin gereksiz olduğunu ileri süren siyasî doktrin veya akım. Esas itibariyle anarşizm, Devlet'e düşmanlık şeklinde ortaya çıkmış İse de, Örgüttü sosyal ve dinî otoriteye karşı olma­sıyla da İlgi çekmiştir. Anarşizm insan hayatın­da iş birliği ve karşılıklı yardımlaşmanın im­kân dahilinde olduğunu savunarak zorla İş bir­liğine yahut dışsal zorlama tehdidine cephe al­mıştır.

Anarşizmi genci olarak devlet karşısında bir görüş olarak kabul etsek de, kendi İçinde fark­lı kollara ayrılmıştır. Bireyci anarşizm, maddî araçların mülkiyetini herkese tanırken, komü­nist anarşizm, mülkiyetin gönüllü gruplarca yönetilmesini savunur.

Başlıca İki düstur üzerinde duran anarşizm, toplumun yönetime ihtiyacı olmadığını ve hiç bir yönetimin gerçekten ve bireylerin rızası alınmadıkça meşru olamayacağını savunur. İlk ciddî anarşistler hükümetsiz bir toplum kurma düşüncesinde olan Proudhon gibi Fran­sız sendikalist teorisyenlerdi. Proudhon, devle­tin özel sektörden fazla güvenilecek tarafı ol­madığını, mülkiyetin hırsızlık olduğunu, insan­lığın ancak devlet istibdadının ve kapitalizmin sona erdirileceği gün özgürlüğe kavuşacağını savunmuştur. Bununla birlikte anarşizm bir çok siyasî öğretiyi içinde barındırır. Bunun ti­pik örneği, sonunda devletin eriyip gideceğini savunan Marksizmdir.

Teorik olarak anarşizm, özgürlüğün mutlak olduğu ve hiç kimsenin özgürce razı olmadık­ça hiç bir otoriteye boyun eğmeye mecbur edi­lemeyeceği yolundaki ahlakî varsayıma dayalı­dır. Uygulamasını el birliğiyle çalışma ve karşı­lıklı yardımlaşmaya adanmış gönüllü birlikleri örgütleme için elverişli bir dizi varsayımda arar. Bu varsayımlar, anarşizmin büyük ölçek­li sanayinin gelişmediği bir ortamda geçerli ol­duğuna İşaret eder. Anarşizmin temel düşün­cesi doğrudan demokrasi fikri ile sanayi birim­lerinde doğrudan katılım fikrinin sıkı bir işbir­liğini sergiler. Anarşizm, ferdi sınırlayan bü­tün güçlerin ortadan kaldırılmasını savunur.

Bütün "yabancılaşma" biçimlerine karşı çıkar. Dinlerin bütün uygulamalarının baskıcı oldu­ğunu, genel seçimler yoluyla bile olsa, siyasî otoritenin devlet tiranlığınayol açacağını, top­lumsal kurumlara süreklilik sağlayan kuralla­rın insanları köleleştireceğini söyler. Günü­müzde, XIX.yüzyıl sonlarındaki eli bombalı anarşist görüntüsü, kelimenin felsefi anlamı­na ağırlık veren ülkelerde kaybolmuştur. Fa­kat Türkiye gibi Batılı kavramları geriden ta­kip et mckle yet inen ülkelerde anarşist ve anar-şizm terimleri bir siyasî düşünce sansürünün aleti durumundadır. Gerçekte anarşizmi ka-rakteri/.e eden aşın eşiilîkçitik ve mutlak Öz­gürlük fikridir. Bu fikirlere bağlananlar za­man zaman radikal sosyalist veya Marksist gruplar içinde yer alırlar. Daha ılımlı olanlarıy­sa sanayinin tam demokratik işleyişi görüşü­nün savunmasını üstlenirler.

Anarşizm eylemci yanıyla Bakimin (1814-1876), barışçı yanıyla İse Kropotkin (1842-1921) tarafından savunulmuştur. Anar­şizm XlX.yüzyılın son otuz yılında Fransa, Rusya, İspanya ve İtalya'da aydın gruplar vası­tasıyla önemli etkiler yapmıştır. Bireyci anar­şizmin en Önemli eserini Max Stirner yazmış ve Marks tarafından Alman İdeolojisi adlı ese-rindeşîddelle eleştirilmiştir. Anarşizmin, anla­yış olarak çok eski bir tarihi olmasına karşın maddî ve felsefî ilkelerini Fransız ihtilaliyle birlikte bulmuştur. Kropotkin'in "toplumun üyeleri arasındaki ortak anlaşma ile yürütüle­ceğini" söylediği saf anarşizmin ütopik rüyası, Fransa ve ingiltere'de oldukça güçlü olan Anarcho-Sendikalistleri etkilemiştir. Onlar devrimci sendikayı hem bir mücadele organı, hem de anarşist sistemin üzerine kurulacağı bir temel olarak görüyorlardı. Bakunin'lc bir­likte eylemci ve suikastçı bir yola giren anar­şizm günümüzde aşın sol ya da bazı yerlerde aşın sağ çevresinde öbeklenen küçük ve gizli gruplar arasında faaliyet alanı bulmaktadır. Kuvvete başvurulmadan kapitalizmin yıkıla-mayacağıni anlayan anarşistler, İhtilâli ana he­def olarak seçmişlerdir. Çağımızda 1968'dc patlak veren öğrenci olayları tipik anarşist ha­reketler şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu hareketlerde komünistler, anarşist eğilimleri amaçla­rı için kullanmışlardır.

(SBA)
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Daisy-BT - avatarı
Daisy-BT
Ziyaretçi
7 Mayıs 2011       Mesaj #7
Daisy-BT - avatarı
Ziyaretçi

Anarşizm

Başta devlet olmak üzere, merkezî otoriteye bağlı tüm kurumları ortadan kaldırmayı öneren öğreti.

Anarşizmin belli başlı ilk sözcüsü Stoacı okulun kurucusu olan Zenon'dur. Zenon, Platon'un (Eflatun) ütopik devletine karşı devlet yönetimi olmayan, özgür bir topluluk düşüncesini ortaya attı. 1793 yılında, İngiliz düşünürü Godwin "Political Justice" (Siyasal Adalet) adlı yapıtında, insanlığın ahlâkını bozduğu için devlet kurumunun ortadan kaldırılması gerektiğini öne sürdü. Toplumun doğal biçimlenişinin en uygun ve verimli biçimleniş olacağı düşüncesi, Proudhon, Kropotkin ve Bakunin gibi kuramcıların elinde bir öğreti olma niteliği kazandı. Anarşizm terimini ilk kullanan Fransız düşünürü Joseph Proudhon bu düşünceyi ütopik sosyalizmle, Rus düşünürü Mihail Bakunin de Neçayev'in nihilizmiyle kaynaştırdı. Prens Alekseyeviç Kropotkin de düşünceyi kuramsal olarak düzenlemeye çalıştı ve anarşizmi "Doğal uyumu, yapma kurumlarla zorlamak" biçiminde tanımladı. Kropotkin'e göre "Anarşizm, düzen yokluğu değil, baskı yokluğudur".

Marksizm'den alınan bir düşünceyle devlet, egemen sınıfın çıkarlarını koruyan gereksiz bir kurumdur. Anarşist felsefeye göre; baskı yerine özgür işbirliği, korku yerine kardeşlik ve sevgi gerçekleştirilmelidir. Devletin yerini, işbirliğinden doğacak dernekler ve bu derneklerin birleşmesiyle ortaya çıkacak federasyonlar almalıdır. Uyum, bu birleşmelerin doğal dengesiyle gerçekleşecektir. Türlü birlikler her an yön ve biçim değiştirerek, en yetkin yönü ve biçimi bulacaklardır. Devletle birlikte her türlü baskıcı kurum yok edilmelidir. Anarşizm 19. yüzyılın sonlarında yayılarak, çok kez şiddete başvurmayı temel aldı. Birçok devlet başkanı, anarşistlerin suikastleri sonucu öldürüldü. Günümüzde bir düşünce akımı olarak anarşizm, önemini büyük ölçüde yitirmiştir.

MsXLabs & Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi