Vahdet-i Vücud (Varlık Birliği Felsefesi)
MsXLabs.org & Vikipedi, özgür ansiklopedi
Varlık birliği ya da Vahdet-i Vücud, tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaradılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan görüştür.
Künt'ü, Kenz inancı "Gizli bir Hazine idim bilinmeyi istedim" yani dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşır, İnsanların Allah'tan gelip yine Allah'a dönüşleridir. Nefsini terbiye eden insan oğlu Şeriat, Tarikât, Marifet ve Hakikât kapılarından geçer ve en sonunda Hak ile Hak olur. Hallac-ı Mansur ve Seyyid Nesimi'nin kendilerini ölüme götüren "En-el Hak" sözü, bu inancın yansımasıdır. Dönemlerinde, bu Evliyalar, dinden çıkmakla sapkınlıkla ve şirkle suçlanmış ve anlaşılamamışlardır. Hallac-ı Mansur, ölüm anında şu sözleri söylemiş ve Allah'tan katillerini bağışlamasını dilemiştir:
"Vahdet-i vücud" tabiri bu öğretinin en büyük sözcüsü olan Muhyiddin İbn Arabi'nin eserlerinde bu kelimeler ile adlandırılmaz. İfadeyi ilk kullanan, İbn Arabi'nin öğrencisi Sadreddin Konevi'dir.
Varlık
Felsefi anlamda "varlık" üzerine yapılan tartışmalar, İslamiyet'in doğuşundan çok sonra, özellikle Yunan felsefesiyle gerçekleşen temaslar sonucunda ortaya çıkmıştır. İslam coğrafyasında özgün bir epistemoloji ve terminoloji geliştiren kelamcılar, filozoflar ve sufiler, varlık konusunda kimi zaman birbirine yaklaşan, kimi zaman da sert tartışmalara varacak kadar ayrımlaşan görüşler öne sürmüşlerdir. Tanrı'nın varlığı "varlık" yönünden bakıldığında "tek" ise bu durumda onun varlığı dışındaki diğer tüm varlıkların varlığı hangi anlamda bir "varlık"tır sorusu kafaları meşgul etmiş, bazı filozoflar Tanrı'nın varlığını "Mutlak varlık", diğer tüm yaratılmışları ise var olup olmama açısından mutlaklık taşımadığı için "Mümkün varlık" şeklinde tanımlayan bir ayrım yapmışlar ve aralarında bazı farklılıklar olsa da kelamcılar ve filozoflar bu ayrımı zihin dışında, ontolojik bir ayırım olarak algılamışlardır.
Vahdet-i vücud taraftarı sufiler ise bu ayırımın zihni bir ayırım olduğu, esasında varlığa bu şekilde bir ayrım getirilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Her ne kadar varlık birliği düşüncesinde Tanrı ve kullar arasında Tanrı'nın "Tanrılığı" kulun "yaratılmışlığı" korunuyor olsa da bir kısım istisnaları bir kenara bırakacak olursak özellikle fıkıh, hadis, tefsir gibi dinî ilimler alanındaki bilginler bu anlayışın yaratıcı ile kul arasındaki farkı ortadan kaldıracak ve tüm dinî emir ve yasaklara kayıtsızlığa sevk edecek bir sapkınlığa yol açacağı endişesine kapılmışlardır.
Varlık tek ve mutlağın varlığından ibarettir ancak tıpkı güneşin çeşitli aynalardaki yansıması gibi çokluk olarak görülür. Varlığın tezahürü de bir gerçekliğe sahiptir dolayısıyla evrenin de bir gerçekliği vardır. Çokluk ile birlik arasında mahiyet farkı vardır. Işığın tekliği renklerin çokluğu benzetmesinde olduğu gibi her ikisi de gerçektir ancak gerçekten bilenler çeşitli renklerin varlığını ışıktan aldığını da bilmekle birlikte renklerin varlığını da onaylarlar. Herşey varlığın içinde yer aldığından evreni inkar varlığı da inkar anlamına geleceğinden evreni inkar etmek mümkün değildir.
Terminoloji
Sûfilere göre kendiliğinden var olan (kaimun bizatihi) varlık (vücûd) birdir; o da Hakk Teâlâ'nın varlığıdır. Bu varlık ezelidir; çoğalma, bölünme, değişme, yenilenme kabul etmez. Ancak Hak, zatı itibariyle değil; sıfat ve fiilleri itibariyle bütün suret ve şahıslarda mutlak olmaktan çıkmaksızın ve asla değişikliğe uğramaksızın tezâhür ve tecellî etmektedir. İçinde farklılıklar ve değişme barındıran tüm evren ve içindeki canlı ve cansız her unsur, ancak O'nun varlığı ile ayakta durmaktadır. Vahdet-i vücut, Panteizm'deki gibi tek hakikatin parçalandığını ve sadece içkinliğini savunmaz. Materyalist panteizm veya monizm gibi ilk ilke ile evrendeki her şey arasında maddî bir bütünlüğü tasavvur etmez ve savunmaz.
Tarihte varlık birliği
İbn Arabi'den önce bazı mutasavvıfların varlıkta Allah'tan başka birşey olmadığına ilişkin ifadeleri vardır. Maruf el-Kerhi (ö. 815-816) kelime-i şehadeti "Vücûdda Allah'tan başka hiçbirşey yok" tarzında ifade eden ilk kişi olduğu söylenir. Hâce Abdullah el-Ensâri (ö.1089) ise kendisine tevhidin ne olduğu sorulduğunda "Yalnızca Allah! Başka bir şey yok!" (Allah bes! Bâkî heves!) diye yanıt vermiştir. Büyük İslam alimi Gazali'nin de benzeri deyişleri vardır. O, Mişkâtu'l-Envar adlı eserinde "Arifler, mecazın en aşağı noktasından hakikatın zirvesine yükseldikleri ve miraclarını tamamladıkları zaman vücutta Allah'tan başka birşey olmadığını aynî müşâhede ile gördüler." demekte aynı şekilde meşhur eseri İhyâ-u Ulumiddin Din'de "Vücûd'da Allah'tan başka birşey yoktur...Vücûd yalnızca Gerçek Bir'e aittir" demektedir. Buradaki "Vücûd" terimiyle kastedilen herhangi bir sıfatla nitelendirilmeyen felsefenin de üzerinde durduğu mutlak Varlıktır.
Muhyiddin İbn Arabi ve vahdet-i vücut ekolünün tarihteki tesirlerinin en çok görüldüğü coğrafya, Anadolu olmuştur. Endülüs'te doğup büyüyen Muhyiddin Arabi, Anadolu'da yaptığı seyahatler esnasında; Konya, Kayseri, Malatya, Sivas ve Aksaray gibi şehirlerde bulunmuş, oranın bilginleriyle görüşmüş, öğrenciler yetiştirmiştir. Bunların arasında en ünlüsü ve hocasının görüşlerini yaptığı şerhler ve izahlarla, gelecekteki nesillere taşıyan kişi Sadreddin Konevî'dir. Annesiyle yaptığı evlilik sebebiyle aynı zamanda Muhyiddin Arabi'nin üvey evladı da olan Konevî, yazdığı çok sayıda eserle, vahdet-i vücut düşüncesinin de ilk sistematik izahını yapan kişidir.
Osmanlılarda, İznik'te ilk medreseyi kuran ve ilk Şeyhülislam olan Molla Fenarî'nin, Muhyiddin Arabi'nin "Fusûs" adlı eserinin de şarihi bir Ekber olması sebebiyle, vahdet-i vücuda karşı, Osmanlı topraklarında uzun süre doğrudan eleştiri yapılamamış; hatta İbn-i Arabi'ye karşıtlığıyla bilinen Şeyhülislam Çivizâde Mehmed Efendi görevinden azledilmiştir. Bu dönemde Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim'in emriyle İbn Arabi'ye yöneltilen itirazların cevaplandırıldığı Farsça bir kitap dahi kaleme alınmıştır. Ancak 17. yüzyıldan sonra bu durum değişmeye ve Vahdet-i vücud'a yönelik eleştiriler artmaya başlamıştır.
Vahdet-i Vücud görüşünü benimseyen sufiler
Sadreddin Konevî'den itibaren günümüze kadar 7 asır boyunca İbn Arabî ekolünü Osmanlılar döneminde devam ettiren ve onun üzerine yorumları bulunan sufilerden bazıları şunlardır:
Vahdet-i vücut felsefesini savunanların en önemli temsilcisi Yunus Emre'dir. Vahdet-i vücut konusu, İslam topraklarında asırlardır tartışılan ve tarafların kimi zaman birbirlerini cahillikle, sapkınlıkla (zındık, mülhid gibi) ve dinden çıkmakla suçladıkları çok tartışmalı konulardan biri olmuştur. Aralarında İbn Teymiye, Mustafa Sabri Efendi, önemli fakih ve şeyhülislamların da bulunduğu bu grup vahdet-i vücudu kıyasıya eleştirmişlerdir. Her ne kadar bu öğretinin kaynağı veya sözcüleri sufiler olmakla birlikte 14. yüzyıl sufilerinden Alâuddevle Simnânî kelamcı Sadettin Taftazani, 17. yüzyıl sufilerinden İmam-ı Rabbani gibi sufiler de vahdet-i vücudu eleştirmişlerdir.
Aralarında sufi ve selefilerin de bulunduğu bazı müslümanlar vahdet-i vücut ve panteizm arasında karşılaştırmalar yaparak ikisi arasındaki benzerliklere dikkat çekmişlerdir. Diğer bazı müslüman bilgin ve sufiler ise her iki kavramın birbirlerinden tümüyle ayrı anlamlar taşıdıklarını ileri sürmüşlerdir.
Bazı selefi yazarlar vahdet-i vücut anlayışını, onun Hindu felsefesiyle etkileşime giren Arapların üretimi olduğunu ileri sürerek eleştirmektedirler. Bazı selefiler, Kabala ile benzerlikler üzerinde de durmaktadırlar.
İmam-ı Rabbani (Ahmed Sirhindi/Müceddid-i Elf-i Sani) gibi önde gelen bazı sufi büyükleri de vahdet-i vücudun, sufinin mistik yolculuğunda (Seyru Süluk) karşılaştığı ve Hak'kın varlığında kendi varlığını yok olmuş görerek sadece tek bir varlık olduğunu zannettiği bir hal olduğunu ancak bu halin daha üstün makamlarda aşıldığını dolayısıyla da sufinin yaşadığı en üstün makam olarak görülmemesi gerektiğini söylerek eleştirmiştir. İmam-ı Rabbani, Vahdet-i vücut kavramına karşı vahdet-i şuhut kavramını getirmiştir. Rabbani, evrenin mevcudiyeti ile mutlak varlık (Vucud-u Mutlak) arasında kesin bir ayırım yapılması gerektiğini özellikle belirtir.
Sufiler bu eleştirileri hem bazı ayet ve hadisleri kullanarak hem de vahdet-i vücudun Panteizm gibi bazı felsefi ekollerden farklarını ortaya koyarak yanıtlamaya çalışmışlardır. Bazıları da vahdet-i vücut için sadece içkinliği vurgulayan Panteizm değil, hem içkin hem aşkınlığı içeren Panenteizm tabirinin kullanımının daha doğru olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Vahdet-i vücut ile ilgili müstakil bir eser sahibi olan İsmail Fenni Ertuğrul (1855-1946) eserinde, vahdet-i vücutta, panteizmin aksine, Tanrı'nın evrenin bütünü, toplamı olmadığı, sadece evrenin ayrı bir vücuda (varlığa) sahip olmayıp Hakkın vücuduyla ayakta durduğu (kaimliği), evrenin varlık (vücud) itibariyle Hak'kın aynı ise de eşyanın zat, hususiyet ve belirtileri (taayyünleri) itibariyle Hakkın eşyadan ayrı olduğunu söyler. Tanrı'nın dışındaki her şey yani eşya, varlığını Hakkın varlığına borçludur ve bir an bile ona muhtaç olmaktan azade değildir. Yani evren panteizmde olduğu gibi bizatihi mutlaklık taşımamakta ve Hak'kın varlığı aleme ihtiyaç duymamaktadır. Ertuğrul bununla ilgili olarak Muhyiddin Arabi'nin Fütuhat-ı Mekkiyye'nin 371. babındaki şu ifadesini de aktarmaktadır:
Vahdet-i vücut ile ilgili Panteizmle de ilişkili olan itirazlar arasında evrenin (alemin) ezeliliği (kadimliği) bahsi geçmektedir. Vahdet-i vücudu savunanlar, alemin Allah'ın ezeli ilminde bulunması sebebiyle ezeli olduğu ancak harici varlığı itibariyle ezeli olmadığı (hadis) yönünde savunma getirmişlerdir. Füsus şarihlerinden olan Ahmed Avni Konuk, konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir:
MsXLabs.org & Vikipedi, özgür ansiklopedi
Sponsorlu Bağlantılar
Varlık birliği ya da Vahdet-i Vücud, tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaradılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan görüştür.
Künt'ü, Kenz inancı "Gizli bir Hazine idim bilinmeyi istedim" yani dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşır, İnsanların Allah'tan gelip yine Allah'a dönüşleridir. Nefsini terbiye eden insan oğlu Şeriat, Tarikât, Marifet ve Hakikât kapılarından geçer ve en sonunda Hak ile Hak olur. Hallac-ı Mansur ve Seyyid Nesimi'nin kendilerini ölüme götüren "En-el Hak" sözü, bu inancın yansımasıdır. Dönemlerinde, bu Evliyalar, dinden çıkmakla sapkınlıkla ve şirkle suçlanmış ve anlaşılamamışlardır. Hallac-ı Mansur, ölüm anında şu sözleri söylemiş ve Allah'tan katillerini bağışlamasını dilemiştir:
"Ya Rabbi canımı alan bu kullarını bağışla; çünkü onlar senin bana gösterdiğin sırlarından haberdar değiller, senin bana gösterdikerini onlar göremezler bilemezler."Bu inancın en büyük temsilcileri Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Niyâzî-i Mısrî gibi büyük İslam düşünürleridir.
"Vahdet-i vücud" tabiri bu öğretinin en büyük sözcüsü olan Muhyiddin İbn Arabi'nin eserlerinde bu kelimeler ile adlandırılmaz. İfadeyi ilk kullanan, İbn Arabi'nin öğrencisi Sadreddin Konevi'dir.
Varlık
Felsefi anlamda "varlık" üzerine yapılan tartışmalar, İslamiyet'in doğuşundan çok sonra, özellikle Yunan felsefesiyle gerçekleşen temaslar sonucunda ortaya çıkmıştır. İslam coğrafyasında özgün bir epistemoloji ve terminoloji geliştiren kelamcılar, filozoflar ve sufiler, varlık konusunda kimi zaman birbirine yaklaşan, kimi zaman da sert tartışmalara varacak kadar ayrımlaşan görüşler öne sürmüşlerdir. Tanrı'nın varlığı "varlık" yönünden bakıldığında "tek" ise bu durumda onun varlığı dışındaki diğer tüm varlıkların varlığı hangi anlamda bir "varlık"tır sorusu kafaları meşgul etmiş, bazı filozoflar Tanrı'nın varlığını "Mutlak varlık", diğer tüm yaratılmışları ise var olup olmama açısından mutlaklık taşımadığı için "Mümkün varlık" şeklinde tanımlayan bir ayrım yapmışlar ve aralarında bazı farklılıklar olsa da kelamcılar ve filozoflar bu ayrımı zihin dışında, ontolojik bir ayırım olarak algılamışlardır.
Vahdet-i vücud taraftarı sufiler ise bu ayırımın zihni bir ayırım olduğu, esasında varlığa bu şekilde bir ayrım getirilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Her ne kadar varlık birliği düşüncesinde Tanrı ve kullar arasında Tanrı'nın "Tanrılığı" kulun "yaratılmışlığı" korunuyor olsa da bir kısım istisnaları bir kenara bırakacak olursak özellikle fıkıh, hadis, tefsir gibi dinî ilimler alanındaki bilginler bu anlayışın yaratıcı ile kul arasındaki farkı ortadan kaldıracak ve tüm dinî emir ve yasaklara kayıtsızlığa sevk edecek bir sapkınlığa yol açacağı endişesine kapılmışlardır.
Varlık tek ve mutlağın varlığından ibarettir ancak tıpkı güneşin çeşitli aynalardaki yansıması gibi çokluk olarak görülür. Varlığın tezahürü de bir gerçekliğe sahiptir dolayısıyla evrenin de bir gerçekliği vardır. Çokluk ile birlik arasında mahiyet farkı vardır. Işığın tekliği renklerin çokluğu benzetmesinde olduğu gibi her ikisi de gerçektir ancak gerçekten bilenler çeşitli renklerin varlığını ışıktan aldığını da bilmekle birlikte renklerin varlığını da onaylarlar. Herşey varlığın içinde yer aldığından evreni inkar varlığı da inkar anlamına geleceğinden evreni inkar etmek mümkün değildir.
Terminoloji
Sûfilere göre kendiliğinden var olan (kaimun bizatihi) varlık (vücûd) birdir; o da Hakk Teâlâ'nın varlığıdır. Bu varlık ezelidir; çoğalma, bölünme, değişme, yenilenme kabul etmez. Ancak Hak, zatı itibariyle değil; sıfat ve fiilleri itibariyle bütün suret ve şahıslarda mutlak olmaktan çıkmaksızın ve asla değişikliğe uğramaksızın tezâhür ve tecellî etmektedir. İçinde farklılıklar ve değişme barındıran tüm evren ve içindeki canlı ve cansız her unsur, ancak O'nun varlığı ile ayakta durmaktadır. Vahdet-i vücut, Panteizm'deki gibi tek hakikatin parçalandığını ve sadece içkinliğini savunmaz. Materyalist panteizm veya monizm gibi ilk ilke ile evrendeki her şey arasında maddî bir bütünlüğü tasavvur etmez ve savunmaz.
Tarihte varlık birliği
İbn Arabi'den önce bazı mutasavvıfların varlıkta Allah'tan başka birşey olmadığına ilişkin ifadeleri vardır. Maruf el-Kerhi (ö. 815-816) kelime-i şehadeti "Vücûdda Allah'tan başka hiçbirşey yok" tarzında ifade eden ilk kişi olduğu söylenir. Hâce Abdullah el-Ensâri (ö.1089) ise kendisine tevhidin ne olduğu sorulduğunda "Yalnızca Allah! Başka bir şey yok!" (Allah bes! Bâkî heves!) diye yanıt vermiştir. Büyük İslam alimi Gazali'nin de benzeri deyişleri vardır. O, Mişkâtu'l-Envar adlı eserinde "Arifler, mecazın en aşağı noktasından hakikatın zirvesine yükseldikleri ve miraclarını tamamladıkları zaman vücutta Allah'tan başka birşey olmadığını aynî müşâhede ile gördüler." demekte aynı şekilde meşhur eseri İhyâ-u Ulumiddin Din'de "Vücûd'da Allah'tan başka birşey yoktur...Vücûd yalnızca Gerçek Bir'e aittir" demektedir. Buradaki "Vücûd" terimiyle kastedilen herhangi bir sıfatla nitelendirilmeyen felsefenin de üzerinde durduğu mutlak Varlıktır.
Muhyiddin İbn Arabi ve vahdet-i vücut ekolünün tarihteki tesirlerinin en çok görüldüğü coğrafya, Anadolu olmuştur. Endülüs'te doğup büyüyen Muhyiddin Arabi, Anadolu'da yaptığı seyahatler esnasında; Konya, Kayseri, Malatya, Sivas ve Aksaray gibi şehirlerde bulunmuş, oranın bilginleriyle görüşmüş, öğrenciler yetiştirmiştir. Bunların arasında en ünlüsü ve hocasının görüşlerini yaptığı şerhler ve izahlarla, gelecekteki nesillere taşıyan kişi Sadreddin Konevî'dir. Annesiyle yaptığı evlilik sebebiyle aynı zamanda Muhyiddin Arabi'nin üvey evladı da olan Konevî, yazdığı çok sayıda eserle, vahdet-i vücut düşüncesinin de ilk sistematik izahını yapan kişidir.
Osmanlılarda, İznik'te ilk medreseyi kuran ve ilk Şeyhülislam olan Molla Fenarî'nin, Muhyiddin Arabi'nin "Fusûs" adlı eserinin de şarihi bir Ekber olması sebebiyle, vahdet-i vücuda karşı, Osmanlı topraklarında uzun süre doğrudan eleştiri yapılamamış; hatta İbn-i Arabi'ye karşıtlığıyla bilinen Şeyhülislam Çivizâde Mehmed Efendi görevinden azledilmiştir. Bu dönemde Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim'in emriyle İbn Arabi'ye yöneltilen itirazların cevaplandırıldığı Farsça bir kitap dahi kaleme alınmıştır. Ancak 17. yüzyıldan sonra bu durum değişmeye ve Vahdet-i vücud'a yönelik eleştiriler artmaya başlamıştır.
Vahdet-i Vücud görüşünü benimseyen sufiler
Sadreddin Konevî'den itibaren günümüze kadar 7 asır boyunca İbn Arabî ekolünü Osmanlılar döneminde devam ettiren ve onun üzerine yorumları bulunan sufilerden bazıları şunlardır:
- Fahreddin Iraki (1213-1289)
- Müeyyidüddin el-Cendi (v. 691/1291?)
- Aziz Nesefi (v.1300?)
- Sadeddin Fergani (v. 699/1300)
- Abdürrezzak Kaşani (v.1329)
- Mahmud Şebüsteri (1288-1340)
- Dâvûd-i Kayserî (v. 751/1350): Konevî'nin talebelerinden Kemaleddin Kâşânî'nin talebesidir.
- Şeyh Bedreddin (1359–1420)
- Abdülkerim el-Cili (1366-1424)
- Molla Fenârî (v. 834/1430): Babası Konevî'nin halifelerindendir.
- Şah Nimetullah-i Veli (1330–1431)
- Muhammed Kutbuddin İznikî (v. 855/1450): Molla Fenârî'nin talebesidir.
- Yazıcızâde Muhammed Efendi (v. 855/1451): Muhammediye isimli meşhur eserin müellifidir.
- Akşemseddin (v. 863/1459): Fatih Sultan Mehmed'in hocasıdır. "Risâletü'n-Nuriyye" ve "Def'u Metaini's-Sufiyye" adlı eserlerinde İbn Arabi'nin görüşlerini savunmuştur.
- Bıçakçı Ömer Sıkkinî: Hacı Bayram-ı Veli'nin müridir, 2. devre Melamîliğin kurucusu olur.[3]
- Abdurrahman Câmî (1414-1492)
- Cemal Halvetî (Çelebi Halife, v. 912/1506): İbn Arabî'nin iki beytini şerh etmiştir.
- İdris Bitlisî (v. 926/1520).
- Sofyalı Bâli Efendi (v. 960/1552): Füsûs şârihidir.
- Abulvehhab Şarani (1493-1565)
- Nureddin Musliheddin Mustafa Efendi (981/1578).
- Üftâde Muhammed Muhyiddîn (v. 968/1580): Bursalı ve Halvetiyye Tarikâtı büyüklerindendir.
- Aziz Mahmud Hüdâyi (v. 1038/1629): Üftâde Hazretlerinin talebesi ve Halvetiye yolunun kurucusudur.
- İsmail Ankaravî (v. 1041/1631): Meşhur Mesnevî şârihidir.
- Abdullah Bosnevi (v. 1046/1636): Füsûs şârihidir.
- Sarı Abdullah Efendi (v. 1071/1660).
- Sunullah Gaybi (v. 1087/1676?). Keşfü'l Gıta adlı eserinde Vahdet-i vücud açıklanmaktdır.
- Karabaş Veli (Ali Alâeddin Atvel, v. 1097/1685).
- Atpazarî Osman Fazlı İlâhî (v. 1102/1690).
- Niyâzî-i Mısrî (v. 1105/1693): En yaygın ve meşhur tasavvufî divanın sahibidir.
- Abdülaziz Debbağ (v.1717)
- Nasuhî Mehmet Efendi (v. 1130/1717).
- İsmail Hakkı Bursevî (v. 1137/1724).
- Abdülgani Nablusi (1641–1731)
- Neccarzade Mustafa Rıza Efendi (v. 1159/1746).
- Kırımlı Selim Baba ( Doğumu ?/v.1756).
- Şah Veliullah Dehlevi (1703–1762)
- Abdullah Salâhî-i Uşşâkî (v. 1196/1781).
- Ahmed İbn Acibe (1747-1809)
- Köstendilli Süleyman Şeyhi (1750-1820?)
- Safranbolulu Mehmed Emin Halvetî (v. 1283/1867).
- Harîrîzâde Seyyid Muhammed Kemaleddin (v. 1299/1881).
- Emir Abdülkadir (1808–1883)
- Muhammed Nur'ül Arabi (v. 1305/1887).
- Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî (v. 1311/1893): Tercüme-i Cânibü'l-Garbi fî Halli Müşkilâti İbn Arabî adlı bir eseri vardır.
- Ahmed Amiş Efendi (1807-1920)
- Hüseyin Vassaf (1872-1929). Uşşaki şeyhlerinden yazar.
- Abdurrahman Sami Uşşâki (1878-1935): Halvetî-Uşşaki şeyhlerindendir. İbn Arabi'nin bazı eserlerini tercüme ve şerh etmiştir.
- Ali Salahaddin Yiğitoğlu (v. 1937). Ahmed Avni Konuk ve Yakub Han Kaşgârî ile birlikte Osmanlı'nın son Füsûs şarihlerindendir. İbn Arabi'nin Füsûsu'l-Hikem'ini ve İbn Farız divanını Türkçe'ye tercüme ve şerh etmiştir. Eserleri basılmamıştır.
- Ahmed Avni Konuk (1868-1938): İbn Arabi'nin Füsûs'unu hem tercüme hem şerh etmiştir. Ayrıca Mevlana'nın Mesnevisini, Fahrüddin Iraki'nin Lemaat'ını da Türkçe'ye tercüme etmiştir.
- Hüseyin Şemsi Ergüneş (1872-1968) Muhammed Nur'ul Arabi'nin talebelerindendir. Çok sayıda tercümelerinden çok azı günümüz Türkçesine aktarılmıştır.
- Lütfi Filiz (1911-2007)
- Ahmed Hulusi (1945- )
Vahdet-i vücut felsefesini savunanların en önemli temsilcisi Yunus Emre'dir. Vahdet-i vücut konusu, İslam topraklarında asırlardır tartışılan ve tarafların kimi zaman birbirlerini cahillikle, sapkınlıkla (zındık, mülhid gibi) ve dinden çıkmakla suçladıkları çok tartışmalı konulardan biri olmuştur. Aralarında İbn Teymiye, Mustafa Sabri Efendi, önemli fakih ve şeyhülislamların da bulunduğu bu grup vahdet-i vücudu kıyasıya eleştirmişlerdir. Her ne kadar bu öğretinin kaynağı veya sözcüleri sufiler olmakla birlikte 14. yüzyıl sufilerinden Alâuddevle Simnânî kelamcı Sadettin Taftazani, 17. yüzyıl sufilerinden İmam-ı Rabbani gibi sufiler de vahdet-i vücudu eleştirmişlerdir.
Aralarında sufi ve selefilerin de bulunduğu bazı müslümanlar vahdet-i vücut ve panteizm arasında karşılaştırmalar yaparak ikisi arasındaki benzerliklere dikkat çekmişlerdir. Diğer bazı müslüman bilgin ve sufiler ise her iki kavramın birbirlerinden tümüyle ayrı anlamlar taşıdıklarını ileri sürmüşlerdir.
Bazı selefi yazarlar vahdet-i vücut anlayışını, onun Hindu felsefesiyle etkileşime giren Arapların üretimi olduğunu ileri sürerek eleştirmektedirler. Bazı selefiler, Kabala ile benzerlikler üzerinde de durmaktadırlar.
İmam-ı Rabbani (Ahmed Sirhindi/Müceddid-i Elf-i Sani) gibi önde gelen bazı sufi büyükleri de vahdet-i vücudun, sufinin mistik yolculuğunda (Seyru Süluk) karşılaştığı ve Hak'kın varlığında kendi varlığını yok olmuş görerek sadece tek bir varlık olduğunu zannettiği bir hal olduğunu ancak bu halin daha üstün makamlarda aşıldığını dolayısıyla da sufinin yaşadığı en üstün makam olarak görülmemesi gerektiğini söylerek eleştirmiştir. İmam-ı Rabbani, Vahdet-i vücut kavramına karşı vahdet-i şuhut kavramını getirmiştir. Rabbani, evrenin mevcudiyeti ile mutlak varlık (Vucud-u Mutlak) arasında kesin bir ayırım yapılması gerektiğini özellikle belirtir.
Sufiler bu eleştirileri hem bazı ayet ve hadisleri kullanarak hem de vahdet-i vücudun Panteizm gibi bazı felsefi ekollerden farklarını ortaya koyarak yanıtlamaya çalışmışlardır. Bazıları da vahdet-i vücut için sadece içkinliği vurgulayan Panteizm değil, hem içkin hem aşkınlığı içeren Panenteizm tabirinin kullanımının daha doğru olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Vahdet-i vücut ile ilgili müstakil bir eser sahibi olan İsmail Fenni Ertuğrul (1855-1946) eserinde, vahdet-i vücutta, panteizmin aksine, Tanrı'nın evrenin bütünü, toplamı olmadığı, sadece evrenin ayrı bir vücuda (varlığa) sahip olmayıp Hakkın vücuduyla ayakta durduğu (kaimliği), evrenin varlık (vücud) itibariyle Hak'kın aynı ise de eşyanın zat, hususiyet ve belirtileri (taayyünleri) itibariyle Hakkın eşyadan ayrı olduğunu söyler. Tanrı'nın dışındaki her şey yani eşya, varlığını Hakkın varlığına borçludur ve bir an bile ona muhtaç olmaktan azade değildir. Yani evren panteizmde olduğu gibi bizatihi mutlaklık taşımamakta ve Hak'kın varlığı aleme ihtiyaç duymamaktadır. Ertuğrul bununla ilgili olarak Muhyiddin Arabi'nin Fütuhat-ı Mekkiyye'nin 371. babındaki şu ifadesini de aktarmaktadır:
"Allah, Allahtır, alemin mevcut olması veya olmaması eşittir" (Ertuğrul: s.83-84)Ertuğrul'a göre vahdet-i vücut anlayışının pek çok dinî, ahlakî ve irfanî faydaları vardır. Bunlardan bazıları; vahdet-i vücut murakabesine devam edilerek, Allah'a ulaşmanın kolay ve kestirme yol oluşu, kişinin kendisinde müstakil bir varlık görmeyişinden ötürü riya, gurur ve kibirden uzak kalabilmesi, tüm yaratılmışlara Hak'kın tecelli aynaları olarak bakıldığında onlara daha iyilikseverce yaklaşılacağı, hakiki tevhid anlayışı ile gizli şirkten uzak kalınacağı olarak sayılabilir.
Vahdet-i vücut ile ilgili Panteizmle de ilişkili olan itirazlar arasında evrenin (alemin) ezeliliği (kadimliği) bahsi geçmektedir. Vahdet-i vücudu savunanlar, alemin Allah'ın ezeli ilminde bulunması sebebiyle ezeli olduğu ancak harici varlığı itibariyle ezeli olmadığı (hadis) yönünde savunma getirmişlerdir. Füsus şarihlerinden olan Ahmed Avni Konuk, konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir:
"Kevn-i câmi olan, insân-ı kâmil sûretiyle hâdistir ve hakîkat-ı rûhiyyesiyle ezelîdir."
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!