N
NEDEN
Bir olayı meydana getiren etken.
Neden kavramını ilk olarak öznel nedenler ve nesnel nedenler olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Nesnel nedenler, insanın bilinç ve iradesinden bağımsız olarak etken olan nedenlerdir. Örneğin yoksul bir köylünün bilgisiz kalmasının nedeni böylesine nesneldir, onun bilinç ve iradesinin dışındaki yaşam koşullarından doğmaktadır. Öznel nedenlerse nesnel nedenlerin insan bilincindeki yansımasına dayanan insansal faaliyetlerdir. Örneğin bireyin şu ya da bu siyasayı izlemesinin nedeni böylesine özneldir,onun bilinç ve iradesine bağlıdır. İkinci olarak temel nedenler ile temel olmayan nedenler diye ikiye ayrılabilir.bir etkinin zorunlu ve öznel niteliklerini temel nedenler rastlantısal niteliklerini temel olmayan nitelikler gerçekleştirebilirler. Örneğin bir uçağın uçuşundan da temel neden uçağın motorudur, temel olmayan neden pervanelerdeki bir bozukluktur. Üçüncü olarak ise dış nedenler ve iç nedenlerdir. Bir nesne ya da olaya başka neden ve olaylarca yapılan etkiler dış nedenler bir nesne ya da olayın geliştirici iç çelişkileri iç nedenlerdir. Örneğin ısı bir yumurtanın civcivleşmesi için dış neden, tohumsa, iç nedendir. Dış ve iç nedenler birbirleriyle bağımlıdır. Birinin etkileyebilmesi öbürünün varlığına bağlıdır ve biri öbürüne dönüşebilir.
Nesnel İdealizm: İnsandan bağımsız saltık bir düşüncenin ya da ruhsal ilkenin varlığını ve önceliğini ileri süren idealizm anlayışı. Nesnel idealizm nesnel gerçekliği bireysel bilinçten üstün olarak tasarımladıkları genel bir bilince, indirger. Bu anlamıyla varlığın kaynağını insansal ruha indirgeyen ve maddeyi düşüncenin ürünü sayan nesnel idealizmin karşılığında kullanılır.
Nesnel idealizmin savunucuları sonlu dünyayı tek gerçek olan zihnin bir yansıması sayarlar, gelip geçici olan sınırlı varlık, bağımlı olduğu sonsuz ve sınırsız bir varlığı gerekli kılar. Hakikat, dış düşünceler ve dış gerçeklikler arasında bir bağlantı değil yalnızca düşünceler arasında bir uyum ilişkisidir.
Nesnel idealizm; dinsel nitelikli öğretilerden daha soyut bir görünüşe bürünür, gerçek dışı ve bilim dışı olmakla beraber, açıkça tanrılık varsayımın dile getirmeden evrenin temelinde ruhsal bir özün evrenden önceliğini ileri süren metafizik bir anlayıştır.
Nicelik: Nesnenin ölçme konusu olan yanı...Nicelikle nitelik bağımlıdırlar, birbirlerine dönüşürler, ayrıştırılamazlar. Sadece nicel ya da sadece nitel olan hiçbir şey yoktur. Soyut kavramlar bile bu bağlantıdan koparılamazlar.
Her nesne ve olay, belli bir nitelik ile belli bir niceliğin birleşimidir.Bu birleşimin bozulması o nesne ya da olayı başka bir olaya ya da nesneye dönüştürür. Bir şeyin neyse öyle kalması için niteliksel yanının niceliksel yanıyla belli bir oranda birleşmiş, dengeye girmiş olması gerekir. Denge bozulursa o nesne başka bir nesne olur. Fakat bir nesnenin nitelik değiştirmesi için az da olsa bir nicelik değişimi gereklidir. “Nicelik değişimi olmaksızın nitelik değişmesi mümkün değildir.”Nicelikle niteliğin bağımlı birliğinde temel olan niteliktir, çünkü bir nesne ya da olayın az ya da çok sürekli bir biçimi vardır ve niceliksel olarak değişirken bu niteliksel varlık biçimini belli bir sınıra kadar sürdürür. Niteliğin değişmesi için niceliğin değişmesi zorunludur. , ama her nicelik değişimi nitelik değişimini gerektirmez. Örneğin 1-99 ısı dereceleri arasında su niteliğinde olan iki hidrojenle, bir oksijen, 0 derecede buz niteliğinde ve 100 derecede de gaz niteliğindedir. Her nitelik değişimi yeni nicelik değişimlerine yol açar
NİHİLİZM
Nihilizm siyasal açıdan her türlü siyasal düzeni yadsıyan görüşleri dile getirdiği gibi törebilimsel açıdan her türlü törebilim kurallarını ve değerlerini yadsıyan görüşleri ve bilgi bilimsel açıdan her türlü bilgiyi ve bilgilenme olanağını yadsıyan görüşleri dile getirir.
Nihilizm temelde estatizmin bütün biçimlerini yadsır, yararcılığı ve bilimsel usçuluğu savunur. Toplumsal bilimleri ve klasik felsefe sistemlerini bütünüyle reddeder. Yalın olgucu ve maddeci bir tutumla yerleşik toplumsal düzene baş kaldırmayı temsil eder, devlet, kilise, ya da aile otoritesine karşı çıkar. Yalnızca bilimsel doğruları temel alır, ancak bilimin toplumsal sorunlarının üstesinden gelebileceğini ve bütün kötülüklerin cehaletten kaynaklandığını kabul eder.
Nihilist düşünce Ludwig Feverbach, Charles Darwin, Henry Buckle ve Herbert Spencer gibi düşünürlerin etkisinde kalmıştır. İnsanın beden ve ruhtan oluşan dualist bir yapısı olduğunu reddettiği için kilisenin şiddetli tepkisine yol açmıştır.
NİTELİK
Nesnenin algılama konusu olan yanı “Nitelikler” nesne ve algıları neyseler o yapar, başka nesnelerden ve olaylardan ayırır, onları sınırsızca ve sonsuzca çeşitlendirir. Her nesnenin niteliksel yanı yanında niceliksel tarafı da vardır. Bu iki unsur birbirine bağlıdır. Bir nesnenin sadece nicel ya da nitel yani olamaz. İkisi birbirine bağlıdır.
Nicelik özdeş olan nesne ve olaylar arasında, nitelik ise özdeş olmayan nesne ve olaylar arasında söz konusudur.
Felsefe nitelik kavramı konuşma dilindeki gibi bir anlam taşımaz. Felsefede nitelik kavramı; yokluğu o nesne ya da olayı neyse o olmaktan çıkaracak olan, nesne yada olayın bütünsel öz yapısını dile getirir. Nicelik değişikliği bir nesne ya da olayı belli bir sınıra kadar kendisi olmaktan çıkarmaz. Bir elma dilimlere bölünse de yine elmadır. Ama niteliksel değişme bir nesne ya da olayı kendisi olmaktan çıkarır. Bir elmayı yüksek derecede kaynatıp eritilirse elma olmaktan çıkar. Niceliksel değişme belli bir sınırda niteliksel değişmeyi gerektirir.
NOMİNALİZM
Genel kavramları gerçek saymayıp birer addan ibaret bulan öğreti... Nominalizme göre genel kavramlar(tümeller), bir takım seslerden başka bir şey değildirler, bunlar insanların düşünce biçimlerine yakıştırdıkları birer addır ve hiçbir gerçeklikleri yoktur.
XI. yy da Compregne papazı Rascelin tarafından ortaya atılan bu düşünce kiliseyi büyük bir ölçüde etkiledi. Çünkü bütün dinler temel kavramlar üzerine kuruluydu ve bu düşünce böylece dini gerçek saymıyordu. Bu yüzden orta çağ boyunca nominalizmi savunan kişiler ve buna karşın genel kavramlarının gerçek olduğunu savunan “gerçekçiler”arasında kavgalar, tartışmalar olmuştur.
Platoncu ve Aristotelesçi gerçekçiliğin bağnaz dinsel inançlarla bir arada düşünüldüğü orta çağda nominalizm dinsel sapkınlık olarak nitelendirildi. Ama dinsel sonuçlar bir yana, nominalizm, Platoncu gerçekçiliği düşünmenin ve genel terimler kullanarak konuşmanın ön gerçeği olduğu savını reddeder. Öte yandan Aristotelesçi gerçeklik kabul edilmiyor gibi görünse de Thomas Hobbes gibi ılımlı düşünürler tikeller arasında bazı benzerlikler olabileceğini ve bunları tanıtlamak için genel bir sözcüğün kullanılacağını yoksa konuşma ve düşünmenin olanaksız olduğunu ileri sürerler
Adcılık her ne kadar düşünmeyi ve konuşmayı zihinsel imgeler ya da dinsel terimler gibi simgelerle açıklıyorsa da düşüncenin simgelerin doğru kullanımının ötesinde kalan yanı adcılığı bir tür kavramcılığa yöneltir. Bu nedenle kavramcılık arasındaki fark açık seçik belli olmaz
O-Ö
--------------------------------------------------------------------------------
OLAYBİLİM = FENOMENOLOJİ
(Os. Mebhasi şüûn, İlmi tetkik ve tavsifi hâdisât; Fr. Phénoménologie, Al. Phenomenologie, İng. Phenomenology, İt. Fenomenologia) Olayların ideal varlığını inceleme ve betimleme yöntemi... Olay (Fr. Phénoméne) ve bilim (Fr. Logie) sözcüklerinden yapılmış olan olaybilim (Fenomenoloji) deyimi Lambert, Kant, Hegel, Hamilton, Hartmann taraflarından çeşitli anlamlarda kullanılmış ve Alman düşiinürü Edmund Husserl (1859-1938) tarafından öznel idealist felsefe yönteminin adı olarak ileri sürülmüştür. Deyimin günümüzdeki yaygın anlamı, ona Husserl'in verdiği anlamdır.
Husserl, bu yöntemiyle, nesnelerin ideal yapılarını betimleyerek felsefeyi bir bilimler bilimi'ne dönüştüreceğini savunmuştur. Kant'ın ve onun temelleri üstünde yükselen Auguste Comte olguculuğunun bir anlamda yasakladıklan felsefe, Husserl'e göre böylelikle yeniden ve en yetkin biçimde kurulmuş olacaktır. Husserl, bu anlayışııda, Platon idealizmiyle Leibniz ve Brentano öğretilerine dayanmaktadır. Ona göre gerçek, Platon'un da ileri sürdüğü gibi, saltık olmalıdır. Eşdeyişle her nesnenin, bizim ona verdiğimiz anlamın ve yakıştırdığımız özeiliklerin dışında, kendine özgü ve kendinde olan, her zamanda geçerli ve değişmez bir yapısı vardır. Nesne, insanların değil, insanların dışında öncesiz ve sonrasız bir nesneler dünyasının varlığıdır. Fiziğin ürünü olmadığı gibi metafiziğin ürünü de değildir. Kendi saltık ideal yapısı içindedir. Gerçek, böylesine ideal bir yapı taşıyanın niteliğidir. Görüldüğü gibi bu sav, tümüyle Platoncu bir savdır. Böyle bir savdan yola çıktığı halde Husserl, fenomenoloji yönteminde, gene de nesneleri, kendilerine yönelttiği bireysel insan bilincinin aynasında seyredecek ve kendi savıyla çelişkiye düşerek betimlemeye çalışacaktır.
Husserl'e göre felsefe, nesnelere yöneltilmiş bilinç yoluyla nesnelerin özünü kavramak ve betimlemek bilimidir. Demek ki öznesiz nesne ne kavranabilecek ne de betimlenebilecektir. Dönüp dolaşıp Berkeley öznelciliğine gelmek metafizik düşüncenin zorunlu sonucudur, Husserl de bu zorunlu sonuçtan kaçınamamaktadır.
Husserl, saltık gerçek saydığı Platon'un saf öz'lerine ulaşabilmek için özetle şöyle demektedir: Kendime bakıyorum. Çeşitli bilgilerle doluyum. Bu bilgilerden öte çeşitli sanılarım da var. Bilgilerimle sanılarımın gerektirdiği davranışlarla yaşıyorum. Bilgiler, sanılar, davranışlar ortasında kendimi yitirmişim. Bilgilerimin, sanılarımın, davranışlarımın dışında acaba ben neyim? Özümün saf bilgisine —yani saltık gerçeğe, Platon'un deyişiyie saf öze— varabilmek için bütün bilgilerimi, sanılarımı, davranışlarımı unutmam gerekir. Kendimi araştırırken bende ve çevremde dünyalı olarak ne varsa bir çantaya koyup ortadan kaldıracağım. Bütün verilmişlerden soyunacağım. Böylece, hiç bir kuşkuya kapılmaksızın saltık olarak var diyebileceğim biricik varlığı, ben'imi inceleyip betimleyebileceğim.
Bu, bir ruhbilimsel araştırma değildir. Çünkü ruhbilim beni bilgilerim, sanılarım, davranışlarımla birlikte ele alır. Bense bütün bunlardan ******yor, sadece bir görünen (fenomen) olarak kalıyorum. O halde yapacağım bu inceleme, fenomenolojik bir incelemedir. Kendimi, sadece bir fenomen olarak inceleyeceğim ve betimleyeceğim. Kendimdeki ve çevremdeki bütün dünyalıları —eşdeyişle bilgileri, sanıları, davranışları— bir çantaya koyup ortadan kaldırınca (Husserl buna parantez içine almak diyor) ortada saltık bir ben (Absolut Ego) kalıyorum. Kendimden başka hiç bir şeyin bilincine varamam. Evreni kavramak için önce kendimi kavramalıyım. Kaldı ki kendimden başka hiç bir şeyi kavrayacak durumda da değilim (Buradaki öncelik Husserl'e göre bir zaman önceliği değil, bir düşünce düzeni önceliğidir, çünkü zaman da paranteze alınmıştır). Kendimi kavramam için bir bilinç eylemi gerçekleştirmeliyim. Ben'im için kendini belli eden tek şey vücudum'dur. Vücudum, bütün nesneler içinde biricik nesnedir. Vücudum ne türlü bir nesnedir? Dıştan bakıyorum, gördüğüm bir cisimdir. İçten bakıyorum, gördüğüm bir organdır, cisimden bambaşka bir şey olan canlı bir organizmadır. Demek ki vücudum, hem cansız bir cisim hem de canlı bir organizmadır. Başka türlü bir deyişle canlı organizmam cansız cisimli bir şeydir.
Bu bir ikilik değil, bir tekliktir. Organizmalıkla cisimlilik vücudunda birlikte vardır. Ben, vücutlu-ruhlu bir bütünüm. Ne vücudumu ruhumdan, ne de ruhumu vücudumdan atamam. İkisini de bir birliktelik içinde taşımak zorundayım, çünkü ben ancak böylelikle ben' im. Ben, somut psiko-fizik bir bütünüm. Bir cisim, eşdeyişle bir madde olan vücudumun aynı zamanda bir algı organı olması, vücudumun kendi kendime verilişini açıklamaktadır. Başkalarını algıladığım gibi kendikendimi de algılamaktayım. Sol elim özne olur, sağ el nesnemi algılar; sonra sağ elim özne olur, sol el nesnemi algılar. Vücudum bana çift olarak verilmiştir. Vücudum, sadece bir algı organı değil, aynı zamanda bir irade organıdır. Onu keyfimce —eşdeyişle irademe göre ve özgürce— kullanırım. Ben'imi, vücudumun içinde bir buyuran varlık olarak yaşarım. Her şeyi vücudumla denerim, evrene vücudumla açılırım Maddi ruhlu vücudum ölçümdür. Bütün dünyalılar —eşdeyişle bilgiler, sanılar, davranışlar— onunla anlam kazanırlar. Uzak ona göre, yakın ona göre, sağ ona göre, sol ona göre, ötesi ona göre, berisi ona göredir. Bana verilen her şey vücudumla verilir, daha doğrusu her şeyle birlikte bana vücudum da verilir. Başka'yı bilebilmek için, ben'i bilmek zorundayım (Husserl böylelikle bütün nesneleri ve tümelleri insan bilincine bağlamakta, bireysel insan bilinciyle özdeşleştirmektedir). Kendi ben (Ego, fenomenoloji zorunlu olarak bir egolojidir)'imden başkasının beni (Alter Ego)'ne nasıl geçebilirim? Başka ben, bana diranebilen bir bendir. Başkasının vücudunun, ancak kendi vücudumla anlam kazanabileceğini öğrenmiş bulunuyorum. Başkasını, ancak kendi vücuduma dayanarak algılayabilirim (Husserl buna anlam aktarması diyor.
Ona göre bilgi, nesneye yönelen öznenin bilincidir). Ama başkasının vücudunu kendi vücudum olarak değil, başkasının vücudu olarak algılamalıyım. İkisi arasındaki benzerlik'ten ötürü kendi vücudumdan aldığım vücut anlamını başkasının vücuduna aktarırım. Başka vücudun, benim için başkasının vücudu olarak varolabilmesi, kendi vücudumun örneklik etmesiyle mümkündür. Kendi vücuduma bakarak başka vücudun ne olduğunu bilebilirim. İlk kurduğum vücut kendi vücudum olduğuna göre başkasının vücudunu kendi vücudumdan yapacağım bir aktarma ve çağrışımla kurarım. Bu çağırışım, nesnelerden birinin kayarak öbürünün anlamıyla birleşmesidir. Bilgilerimin, sanılarımın, davranışlarımın tümünü paranteze alıp ortadan kaldırmışım. Görünen (fenomen)'den başka hiç bir bilgim, bilgim olmayınca hatırlamam da yoktur. Dünyalı olarak hiç bir aracıdan yararlanmıyorum. Fenomenolojik tasarımlarımı düşünsel bir soyutlamayla elde ediyorum (Husserl'e göre düşünme, ruhbilimsel bir akt değil, düşüncenin zamandan ve mekandan soyutlanmış içeriğidir). Yaşadığım dünyalı daha iyi kavramak ve yeniden kurmak için, fenomenolojik yöntemle çalıştığım sürece, yaşadığım dünyadan isteğimle vazgeçmişim. Çalışmam, demek ki. dünya-dışı bir çalışmadır. Elde ettiğim tasarımları da bu açıdan değerlendirmek zorundayım; yani onlara hiç bir bilgi, sanı, davranış katamam. Elde ettiğim fenomenler dünyalı fenomenler değildir, örneğin vücut derken sözünü ettiğim fizyolojik bir vücut değil, sadece cisimli-ruhlu saltık bir bütündür. Kendi vücudumdan aldığım bir anlam aktarmasıyla başkasının vücudunu kuruyorum. Şimdi iş, başkasının vücudundan başkasının beni'ne geçmektir. Başka ben'i, ilkin, vücudumun algısına dayanarak bir cisim olarak buluyorum. Onu denemeye başlayabilirim. Denemelerim sırasında bu cisme ait olan bir ben görüyorum. Sadece bir kanadını gördüğüm kapının görmediğim kanadını nasıl algılayabilirsem, vücudunu gördüğüm başkasının benini de öylece algılayabiliyorum.
Bu, bir varsayım, bir tahmin, bir sezgi değildir; doğrudan doğruya bir algıdır. Vücut, ruhlu bir cisimdir; ruh vücutta kendini verir. Bu verilişi, kendi vücudumda nasıl yaşamışsam, başkasının vücudunda da öylece yaşarim. Başkasının benini alagılayışım, elbette orjinal bir algılama değildir; başkasının benini dolaylı olarak, onun vücudu dolayısıyla algılamaktayım. Bu algılayış, başkasının vücudunu denemekle gerçekleştirilmiştir (Husserl bu denemeye fenomenolojik einfühlung diyor). Başkasının benini, böylece, kendi benim gibi yaşamaya başlıyorum. Kendi benimi hiç bir kuşkuya kapılmadan nasıl biliyorsam, başkasının benini de öylece bilmekteyim. Bu bilgi, bana tek başıma yaşamadığımı öğretmektedir. Ben, ego'sunun içinde kapanmış biricik ben değilmişim, fenomenolojik egonun uçsuz bucaksız alanında başka benlerle birlikteymişim. Fenomenolojik anlamda başkası benim için öylesine temel bir varlık olmuştur ki artık onu kendi ben'imden ayıramam. Artık biliyorum ki kendi ben'imin içinde bir yabancı yaşamaktadır, içimde başkaları var, bende başkaları var. Demek ki ben onlarla birlikte ben'im. Şimdi, kendimi de daha bir aydınlık görüyorum. Kendimden başkasına gittim, başkasından da kendime geldim. Artık biliyorum ki ben-insan, ancak başka-insan'larla birlikte vardır. Varlığımı başkasına borçluyum. Kendimi aydınlık olarak kavrayabilmem için başkalarıyla birlikte olmam gerekiyormuş. Öyleyse dünya, benim için değil, bizim içindir (Husserl'in fenomenolojisi, böylece, egolojiden yola çıkarak sosyolojiye varmaktadır).
Bu sonuç, beni, evrensel bir birliktelik içinde bulunan insan-kültür-toplum-tarih dünyasını algılamaya götürüyor (Husserl buna geist dünyası demektedir). Ben, işte böylesine bir dünyada yaşamaktayım. İnsanın çevresi, tek başına yaşayabileceği bir çevre değil. Bu çevreyi çevre eden başkalarıdır. Bu çevre, insanın başkalarıyla birlikte paylaştığı, ancak hakkı olan kendi payını alabileceği bir çevredir. Bu çevrede benim tek başına yapabileceğim hiç bir şey yoktur. Ne yapabilirsem, başkalarıyla birlikte yapabilirim. Kendi ürünümde bile kendimi başkalarıyla birleştirmek zorundaşım. Çünkü kendi ürünümde bile zorunlu olarak başkaları var. Ben, insan olarak, özel bir varlık ortamında yer almışım. Bu ortamda yer almak zorundaydım. Bu zorunluk, tarihsellik'tir. Başkalarının beni zorunlu olarak getirip bıraktıkları noktada zorunlu olarak bulunurum. Konuştuğum dil, onlarındır; yediğim yemek, onlarındır; bağlı olduğu gelenek, onlarındır. Varlığım, bu sayısız başkalıkların içinde kımıldamaktadır. Kendimi denemem bana başkasını, başkasını deneme bana dünyayı, dünyayı denemem bana evreni, evreni denemem bana çok daha aydınlık olarak kendimi vermiştir. Evren, dünya, başkaları ve ben birbirimizi denemekle aydınlanabiliriz.
Husserl, böylece, fenomenolojik yöntemle inceleyip betimleyerek fenomenolojik bir felsefeye varmaktadır. Bu felsefe, önsel idealist bir felsefedir. Bu yöntemin ve felsefenin metafizik alanda yankıları ve etkileri pek geniş olmuştur. Varoluşçuluk felsefesi bütünüyle bu temel üstüne kurulmuş bulunmaktadır. Varlıkbilim ve yeni-gerçekçilik akımları geniş çapta onun etkisi altındadır. Metafizik alan, nesneyi öznel bilince indirgeyip yeniden yarattığı savını ileri süren bu yöntem ve felsefeden yararlanmaktadır. Husserl fenomenolojisinin bütün idealist ve usaaykırı sonuçları, çağdaş burjuva felsefesinin başlıca dayanaklarıdır. Husserl fenomenolojisi, gerçeğin nesnelliğini yadsıyıp öznelliğine de karşı çıkarak üçüncü bir yol aramak isteyen ve sonunda zorunlu olarak —çünkü üçüncü yol yoktur— öznelliğe düşen felsefelerin ortak yanılgısını taşır.
OLGU
Gerçekleşmiş olan her şey... Olam ve olay birer olgu’dur. Olgu deyimi bu iki yakın anlamlı deyimden daha geniş kapsamlıdır ve ikisini de içerir. Olam zaman ve yer özellikleriyle ele alınan olgu, olay zaman ve yer özelliklerinden sıyrılmış olgudur. Olmuş olan her şey olgu’dur; bundan ötürü de olgu deyimi olası, olanaklı ve düşünsel, tasarımsal deyimleriyle karşıt anlamlıdır. Çünkü bu deyimler henüz gerçekleşmemiş olanı dile getirirler; gerçekleşmeleri muhtemeldir, mümkündür ya da gerçekleştirilmeleri düşünülmektedir, tasarımlanmaktadır ama henüz olmamış’lardır ve bundan ötürü de olgu değillerdir. Cladue Bernard “deneyimsel düşünceye yol gösterecek ve aynı zamanda onu denetleyecek tek gerçek olgulardır” der. Olay deneyim konusu olan olgu’ dur, ama onun deneyimini olgu denetler; çünkü olgu betimleyici ve somut, olay’sa çözümsel ve soyuttur. Olay deney konusu, olgu ise deney sonucudur. Örneğin savaş, gerçekleşmiş olarak olgu , soyut olarak olay , belli bir yer ve zamanda geçmiş olarak olam’dır. Auguste Comte ve olgucu izleyicileri (pozitivistler) bizim algı dediğimize olgu derler. Onlara göre sadece duyumlarımız ve algılarımız dolaysız verilerdir, bunları incelemekle yetinmemiz gerekir. Kierkegaard ve varoluşçu izleyicilerine (egzistansiyalistler) göre insan anlaşılamayan ve hiçbir açıklanması bulunmayan bir salt olgu’dur. Ve kendisine yabancı bir dünya içine atılmıştır. Mantık açısından da bilim, olgulardan önermeler çıkarır ve bu önermeleri olgularla tanıtlar.
Bir olguyu açıklamak demek, onu başka olgulara indirgemek demektir. Ne var ki açıklanamayan, eş deyişle başka olgulara indirgenemeyen olgular da vardır. Örneğin herhangi bir şeyin varlığı, böylesine bir olgudur. Kızgın bir sobaya elinizi dokundurduğunuzda elinizin yandığından şüphe edemezsiniz, bunlar kesin olarak verilmiş olgulardır. Doğa bilimleri ve genellikle bilim sadece olguları açıklamakla yetinmez, onları en yalın bir biçimde açıklamaya çalışır. Bilim olguları sadece yasalara bağlamaya değil en yakın yasalara bağlamaya çalışır. Olgular, deneyin sağladığı gerçek verilerdir. Deneyimsel yöntemde olgulara dayanılır ve deneyimler ancak olgulara başvurularak denetlenebilir.
OLGUCULUK (Pozitivizm)
Alm. Positivismus, Fr. positivisme, İng, positivism, es. t. ispatiye
Araştırmalarını olgulara, gerçeklere dayayan, fizikötesi açıklamaları kuramsal olarak olanaksız, kılgılı olarak yararsız gören; deneyle denetlenmeyen soruları sözde soru olarak niteleyen felsefe doğrultusu.
Terim olarak, A. Comte'un felsefeye getirdiği bir kavramdır. Olguculuğun temel kavramı olan olgu olgucular arasında türlü anlamlarda kullanılagelmiştir; ancak hepsinin birleştiği , doğa bilimlerinin evren tasarımına ve yöntemlerine uyma zorunluluğudur.
Olguculuğu dizge olarak kuran A. Comte'dur, ama Comte'dan önce D. Hume, d'Alembert ve Turgot da aynı doğrultudadırlar; başka temsilcileri: Mill, Spencer, Mach, Avenarius vb.
OLUMSUZLANMANIN OLUMSUZLANMASI
Eylemsel ve tarihsel özdekçi öğretinin açıkladığı üç büyük evrensel yasadan biri... Karşıtların birliği ve savaşımı yasası ile nicelikten niteliğe geçiş yasası adlarını taşıyan öteki evrensel yasalarla birlikte olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası doğanın, bilincin ve toplumun evriminde geçerli olan evrensel bir yasadır. Sonsuz ve sınırsız evrim, tüm evrende bu üç yasanın izlemesiyle gerçekleşir.
Sonsuz ve sınırsız evrende sonlu ve sınırlı nesne ve olaylar, bu yasalarla doğar, büyür ve ölürler. Ne var ki ölümleri de yeni bir doğumu sağlamak, eş deyişle genel gelişmeyi gerçekleştirmek içindir. Her yeni eskir ve yerini yenisine bırakır. Eskinin yerini yeniye bırakması olumsuzlanmanın olumsuzlanmasıdır. Çünkü eski bir zamanlar yeniydi ve kendisinden eski olanı olumsuzlayarak varlaşmış ve yeni olarak kendini meydana koymuştu. Şimdi ise bu olumsuzlayan yeni, kendisinden daha yeni tarafından olumsuzlanmaktadır. Bundan ötürüdür ki Marx. “eski varoluş biçimleri olumsuzlanmadıkça hiçbir alanda gelişme olmaz.” der.
Evrende her nesne, olay ya da süreç birbirlerini karşılıklı olarak yok etmeye çalışan çeşitli karşıt yönler ve eğilimler taşır. Bu onların savaşımıdır. Ama bütün bu karşıt yönler ve eğilimler, aynı zamanda birbirleriyle sıkıca bağımlıdırlar, biri olmadan öbürü de olmaz. Bu da onların birliğidir. Gelişme sürecinde yeninin eskiyi olumsuzlaması, karşıtlar arasındaki çelişkilerin çözülmesinden ve aşılmasından başka bir şey değildir.
ONTOLOJİ
Varlığı bütünüyle inceleyen felsefe dalı; varlıkbilim. Bir bütün olarak varlığı ele alan ve var olanların en temel niteliklerini inceleyen felsefe dalı. Ontoloji terimi ilk kez 17. yüzyılda kullanılmakla birlikte, felsefi bir yaklaşım olarak ele alınması eski Yunan’a, özellikle Aristoteles’e değin iner.
Aristoteles, sonradan Ta meta physike ( metafizik) adıyla derlenen metninde işlediği ve “ilk felsefe” adını verdiği disiplin için, “varlığı varlık olarak ele almak” deyimini kullanmıştı. Ama Platon’un idea öğretisi ya da Sokrates öncesi filozofların “arkhe” arayışları ontoloji alanında ilk bilgisel çabalar sayılabilir.
Hıristiyanlığın egemen olduğu orta çağda Aquino’lu Thomas Aristoteles’in çalışmasından yararlanarak Tanrı’nın varlığını savını temellendirmek için ontolojik yaralanmıştır ve Aristoteles’in bu çalışmasını “Tanrı’nın yarattığı varlıkların bilgisi” olarak tanımlamıştır. Thomas, Katolik dogmalarına bir temel bulabilmek için bu Aristotelesçi felsefeden yararlanmıştır. Böylece arta çağda ve yani çağda metafizik terimi, ontolojinin ele aldığı alana ilişkin kullanılmaya başlanmıştır. Bu arada, yeniçağ biliminin gelişmesine koşut olarak gittikçe olumsuz bir içerik kazanan metafizik terimine, bilimdışı, anlaşılmaz konularda düşünmek gibi bir anlam yüklenmiştir.
17. yüzyılda Alman düşünürü Wolf, ontolojiyi temel ilkeler bilimi olarak tanımlar ve duyu dışı özdeksiz bir varlık tasarımının temel yapısını, türlerini ve biçimlerini inceler. Çağdaş ontolojici Hartmann’a göre ontolojinin öteki bilimlerden başkalığı, öteki bilim dalarının bir iş bölümü anlayışı içinde var olanı çeşitli alanlara bölerek sadece o belli alanlarda araştırmalarına karşı ontolojinin var olanı bütünlüğü içinde ele almasıdır. Örneğin astronomi gök varlıklarını, jeoloji madensel varlıkları incelediği halde ontoloji bütünüyle varlığın varoluş ilkelerini inceler.
Tarihsel süreçte Kant, Schelling ve Hegel gibi büyük Alman idealistleri ontolojiye karşı çıkmışlardır. Ontolojinin orta çağdan gelen kofluğu ne idüğü belirsizliği, inaksallığı gözlerinden kaçmamıştır. Ontolojinin yerine Kant “deneyüstü felsefe”yi, Schelling “aşkın düşünceciliği”, Hegel “mantık”ı önermişlerdir. Bu düşünürlerden sonra saf felsefe olarak ontolojik ya da metafizik yaklaşım bir yandan gözden düşerken, bir yandan da daha temelli bir biçimde ele alınmaya ve işlenmeye başlanmıştır. Fenomonolojinin kurucusu Edmund Husserl ontolojiyi “anlamlı davranışların içeriğini inceleyen” felsefe dalı olarak tanımladı. Buna göre ontoloji, felsefede var olan nesnelere ulaşmayı sağlayan davranışları inceleyen disiplin idi. Husserl’in öğrencisi, Heidegger, varlığın temel bir varlıksal anlam taşıdığı bir varlık türünü arayarak buna, insan ya da kişi yerine “ orada olmak” adını vermiştir.
ÖDEV AHLAKI
Kant'ı ahlak görüşü. Ahlaki eylemde bulunmayı ahlak yasasına uyma olarak kabul eden öğreti.
ÖNCESİZLİK-SONRASIZLIK
Başı ve sonu olmayan süreklilik. Zamandan bağımsız olma. Ezeliyet-ebediyet.
ÖNSEZİ
Temellendirilemeyen duygu. Bilinmeyenin, gelecekle ilgili olanın önceden duyulması, doğru gibi sayılması.
ÖZ
Bir nesneyi neyse o yapan gereçlerin tümü. Tarih boyunca öz için değişik tanımlar yapılmıştır.
1)Platon göre idea anlamında kullanılmıştır. Ona göre bütün varlıkların özleri ideadır.
2)Aristoteles bu deyimi metafiziğinde ve mantığında değişik anlamlarda kullanmıştır. Aristoteles metafiziğinde öz deyimi töz ile anlamdaştır, “özdekle bitişik olmayan töz öz diyorum” der. Bu anlamda öz deyimi, töz deyiminden soyut ve varlık deyiminden düşünsel olmasıyla ayrılır. Buna karşı Aristoteles mantığında öz somut varlıktır, “sözgelimi insan, at özdür.”der. bu somut özleri de birinci ve ikinci özler olmak üzere ikiye ayırır. Birinci özler bireysel olarak, ikinci özlerse türdel olarak ele alınan özlerdir. Şöyle der “ikinci öz diye birinci anlamda alınan özlerin içinde bulundukları türlere denir. Ne var ki bu türlere cinslerini de eklemek gerekir. Sözgelimi birey olarak insan, insan türünün içine ve türün cinsi de hayvandır. Öyleyse ikinci öz diye bu sonuncu özler, yani tür olarak insan ve hayvan gösterilir.
3)Fransız varoluşçusu Sartre’a göre öz, varlaşmayla meydana gelir ve varoluştan önce yoktur. İnsan, kendini ne yapar ve nasıl yaparsa odur. İnsandan başka bütün varlıklar önceden belli bir öz’e göre varlaşırlar. Örneğin bir masa yapmak için önce masanın özünü tasarlarız, sonra testereyi ve keresteyi alıp o özü varlaştırırız. Bir bezelye taneciği bezelye özünden, bir papatya yaprağı papatya özünden meydana gelir. İnsansa bir insan özünden meydana gelmez, insanın özü varoluşundan sonradır. Sartre’a göre öz, varlığı belirleyen anlamındadır ve varlığın herhangi bir özle belirlenmediği dile getirilmiştir.
4)Alman düşünürü Kant’a göre öz, kendinde şey ve phenomenon karşıtı olarak noumenon’dur. Asla bilinemez. Bizler sadece nesnelerin görünüşlerini bilebiliriz, kendinde ne olduklarını bilemeyiz.
ÖZDEKSİZCİLİK
Alm. Immaterialismus, Fr. immaterialisme, İng. immaterialism, es. t. gayr-i maddiye
1- Özdeğin kendine özgü bir gerçekliği olmadığını kabul eden öğreti.
2- Evrenin temelinin ve genellikle gerçekliğin özünün cisimsel olmadığını öne süren öğreti.
3- Ruhun cisimsei olmadığını öne süren öğreti. (Özdeksizcilik teriminin yaratıcısı olan Berkeley, bu sözcüğü kendi felsefesi için kullanmıştır.)
Özdeş : Bir ve aynı olan, bir ve aynı anlama gelen. Örneğin Panteizmde Tanrı ile Doğa özdeştir.
Öznel İdealizm: Nesnel varlığı insansal bilincinin ürünü sayan idealizm anlayışı, öznel idealizm, varlığın kaynağını insansal ruha indirger ve maddeyi düşüncenin ürünü sayar.
Nesnel idealizmcilerle öznel idealizmcilerin savları hemen hemen yok gibidir. Her ikisi de tanrı bilime felsefesel bir temel sağlamada birleşirler, her ikisi de metafiziktir, her ikisi de felsefenin temel sorununun da ruha öncelik tanıyıp nesnel gerçekliği yadsırlar, gerçeklikten yola çıkmayı düşünsel varsayımlar oluştururlar, her ikisi de gizli ya da açık, bilime karşıdır ve bilinemezcidir.
Öznel düşüncellik tarihsel süreçte çeşitli biçimlerde ileri sürülmüştür: Şüpheciliği yöntem olarak kullanan bütün Yunan düşünürleri, başta Protogoras olmak üzere hemen bütün sofistler , başta Pyrrrhon ve Ainesidemos olmak üzere bütün şüpheciler, başta Arkesilaos ve Karneades olmak üzere bütün Sokratesçi şüpheciler öznel düşüncelciliğe düşmekten kaçınmamışlardır. Bunun nedeni de bütün şüphecilerin; duyumların, nesnelerin niteliklerini yansıttığı olgusunu yadsımalarıdır.Usçuluğun kurucusu Fransız düşünürü Rene Descartes’in metafiziği, nesneyi, insan zihninin bir tasarımı saymakla tümüyle öznel düşünceci bir öğretidir.
Nesnel gerçekliği yadsıyan ve tek geçerliğin insan duyumlarından ibaret olduğunu savunan İngiliz düşünürü David Hume’in, Alman düşünürü Imanuel Kant’ı hazırlayan şüpheci öğretisi de açık bir öznel düşünceciliktir. Öznel düşünceci öğretilerden biri de Fransız düşünürü Auguste Comte’un olguculuğudur. Çeşitli öznelci öğretilerde çeşitli adlar altında ileri sürülen algı’ların olguculuktaki yeni adı da olgu’dur. Olgucular olgular sözünden algılar’ı anlarlar. Onlara göre bize araçsız olarak verilen tek bilgi olgular,eş deyişle algılarımız ve duyularımızdır. Bilim bunlarla yetinmeli, başkaca bilgiler edinme isteğine boşuna kapılmamalıdır. Bu ise nesnel dünyadan kopmayı ve kendi bilinci içine kapanmayı, eş deyişle öznel düşünceciliğe düşmeyi dile getirir. Heidegger’e göre “evren, ancak, içinde insan bulunduğu oranda vardır.” Demek ki nesnel gerçekliği yaratan insandır ve insansız nesnel gerçeklik yoktur.
P
--------------------------------------------------------------------------------
PARADOKS
Kökleşmiş kanılara aykırı olarak ileri sürülen düşünce. Kendi içinde çelişkiliymiş gibi görünen, mantıksal olarak hem doğruluğu, hem de yanlışlığı kanıtlanabilen önerme.
Antikçağ Yunanlılarında paradoks deyimi yaygın düşünceye aykırı düşünceyi dile getiriyordu ve özellikle Parmenides ile Zenon’un aporia (çıkmazlık)’larıyla antinomia (çatışkı)’larında örneklenmişti. Metafizik düşünce sisteminin temeli olan biçimsel mantık ve onun çağdaş biçimi dizi kuramları bu aykırı düşünce’yi mantıksal bir çelişme olarak tanımlar. Bundan başka metafizik yapılı çağdaş fizikçiler de birtakım kozmolojik paradokslar ortaya atmaktadırlar. Matematik mantıkçı Bertrand Russel’e göre “kendi kendine tıraş olmayanları tıraş eden bir berberin kendi kendini tıraş etmesi” çok önemli bir mantıksal paradokstur. Oysa tıraş etmesini bilen bir berber kendi kendine tıraş olamayanları tıraş ettiği gibi kendi kendine tıraş olabilen insanları da tıraş eder. Örneğin “bir şeyin hem kendisi olması ve hem de aynı zamanda başkası olması” biçimsel mantık açısından büyük bir çelişme, diyalektik mantık açısından pek basit bir gerçektir. Bunun gibi kozmolojik paradokslarda belli bir ortamda geçerli fizik yasalarını başka ortamlara uygulamaktan doğmaktadır. Mantıksal olsun ya da fiziksel olsun , bir yanlış koyum ya da bir bilgi yoksunluğu, genellikle de diyalektik bilgiden yoksunluk yatar. Ünlü Aşil Kanıtı’nda olduğu gibi basit şaşırtma hileleriyse tümüyle bilim dışıdır.
PANTEİZM
Bir bütün olarak kavranan evrenin Tanrı ile özdeş olduğu ve evrende açığa çıkan bileşik töz, güçler ve yasalar dışında Tanrı olmadığı öğretidir.
Panteizmin çok çeşitli biçimleri vardır. Bunlar biri bütün olarak doğaya bilinç atfeden pansişizmden dünyanın yalnızca bir görüş ve temelde gerçek dışı olduğunu ileri süren akozmik panteizmine ussal Yeni Platoncu ya da türümcü görüşlerden sezgici ve gizemci görüşlere kadar değişir.
Batı felsefesinin yakın dönemlerinde panteizm düşüncesini en yetkin biçimde dile getiren Spinoza’dır. Sonsuz niteliklere sahip bir tek sınırsız varlığın olabileceğini öne süren Spinoza’ya göre Tanrı ve doğa aynı gerçekliğe verilen iki ayrı addan başka şeyler değişti. Tersi durumunda Tanrı ve dünya birliğinin Tanrıdan daha büyük bir bütünlüğü olurdu. Spinoza Tanrının gerekliliğinden dünyanın gerekliliğini içerdiğini özgürlük olanağının bulunmadığını belirtti.
Panteizm dogmalara bağlı Hıristiyan ilahiyatçılar tarafından yaratıcı ile yaratılan arasındaki ayrımı yok ettiği, Tanrıyı belirsizleştirdiği, aşkın yerine bütünüyle içkin bir tanrı kavaramı öne sürdüğü, insanın ve tanrının özgürlüğü düşüncesini dışladığı gerekçeleriyle reddedildi.
PERİPATETİKLER
Alm. Peripatetiker, Fr. peripateticien, İng. Peripatetics, Yun. peripatetikos = gezinenler, es. t. Meşaiyun
Aristoteles'in yandaş ve öğrencileri.
Aristoteles felsefe tartışmalarını ve konuşmalarını bir aşağı bir yukarı gezinerek yaptığı için, okulu Peripatos adını almıştır.
PİRONCULUK
Alm. Pyrrhonismus, Fr. pyrrhonisme, İng. Pyrrhonism, es.t. Pironiye
Yunan filozofu Pyrrhon'un kurduğu kuşkucu okul ve düşünce doğrultusu. Temel kavramı-ı yargısızlık (epokhe) ve ondan çıkan--> sarsılmazlık (ataraksia)dır..
PİTAGORASCILIK
Alm. Pythagoreismus, Fr. pythogorisme, İng. Pythagoreanism, es. t. Fisagoriye
Pythagoras ve ona bağlı olanların felsefe, matematik, ahlak ve din öğretisi.
Bu öğretinin en belirgin görüşleri:
a. Sayı varlığın ilkesidir; nesnelerin özü "varlığın ana özdeği" sayıdır.
b. Evren yasası uyumdur. İlkin Pitagorasçılar evrene, onda egemen olan uyum ve düzenden dolayı "kosmos" demişlerdir.
c. Ruhlar biçim değiştirerek yeniden dünyaya gelirler: Dünya görüşleri ikici (dualist) dir: Düşünme ile duyumları, bedenle ruhu, nesnelerin matematiksel biçimleri ile algılanan görünüşlerini kesin olarak ayırırlar.
POST-YAPISALCILIK
Yapıçözümcü yöntemin, kendilerini geçerli kılma iddiasında olan ya da geçerli olduğu iddia edilen metinlere (örneğin kutsal yazılara) uygulandığında büyük bir güce sahip olduğu açıktır. . Bununla birlikte, kendilerini geçerli . kılma iddiasında olmayan ya da geçerli olduğu iddia edilmeyen metinlere uygulandığında, aynı derecede anlam değiştirici güce sahip olmayacaktır. Bu tür metinler (örneğin sosyal bilimler ve doğa bilimleriyle ilgili metinler), kendi sınırlarının ötesine geçen fenomenlere göndermede bulunan geçerli kılma biçimlerine başvurur. Bu geçerli kılma biçimlerinin de sonuçlarının yorumlanmasının da söz konusu metinler ya da karşı-metinlerin karmaşıklığı konusunda kesinlikle masum olmadığı gerçeğine karşın, dışsal geçerli kılma olasılığı her zaman mevcuttur ve yapıçözümcüler bunları, hakikati bilmeye dair, kendisiyle çelişen bir iddianın içine yerleştirmeden inkâr edemezler.
Post-yapısalcı fıkirlerin sosyoloji açısından önemi iki yönlüdür: Bir yandan, eski problemlere, özellikle ideolojik alanın incelenmesiyle ilgili problemlere yeni yaklaşım yöntemleri geliştirilmesini; diğer yandan, sosyolojinin olanaksızlığına dair apokaliptik düşünceleri teşvik etmektedir. Ölçülü bir değerlendirme için, (her ne kadar "Yapısalcılık ve aynı zamanda post-yapısalcılık ölü düşünce gelenekleridir," şeklinde bir ifadeyle başlasa da)
POZİVİTİZM
Olgularla desteklenen ya da olgularla ilgili verilere dayanan bilginin tek sağlam bilgi türü olduğu görüşüdür.
Genel çizgileriyle pozitivizm, deney konusu edilebilecek olgularla ilgili, yani en geniş anlamıyla bilimsel bilginin sağlam bilgi olduğunu vurgular. Bunun dışında, olguların çoğu mantık ve matematik gibi bilgi türlerinin varlığını kabul eder, ama bunların içeriksiz olduğunu ileri sürerler. Pozitivistlerin, en temel özelliği ise geleneksel felsefe görüşlerini, olumsuz bir anlam yüküyle “metafizik” olarak niteleyerek karşı çıkmasıdır. Comte, alan bu yana “metafizik” nitelemesi insanlığın geride bıraktığı bir aşamayla ilgili, gerçekliğini yitirmiş, yerini pozitif bilimlere bırakmış bir bilgi türünü çağrıştırır.
Comte’a göre insanlık tarihinin üç aşamalı zihinsel gelişiminde her aşama bir öncekine göre daha ileri ve gelişmiştir. İnsanlık başlangıçta açıklamaların doğaötesi göçlere göre yapıldığı dinsel bir aşamadır. İzleyen metafizik aşamada açıklamalar gene olgulardan uzak bazı kavramlara dayandırılır. Üçüncü aşamada ise, insanlar doğru bilginin gerektirdiği gibi, açıklamak istedikleri olguları gene bu olgulardan elde ettikleri verilere dayandırmayı öğrenirler; işte bu sonuncusu pozitif aşamadır. Comte bu süreci bir insanın çocukluktan yetişkinliği geçiş aşamalarına benzetir.
Comte’a göre bilim olgulara dayanmalıdır. İnsan kafasının soyutlanmalarından doğmuş olan metafizik, deney ve bundan ötürü de bilgi alanımızın dışındadır, nesnelerin kendilikleri de bilinemez.
PRAGMATİZM
Hakikatı ve gerçekliği yalnızca eylemlerin sonuçları ve başarıları ile değerlendiren felsefe öğretisi. Düşüncelerin, politikaların ve önerilerin değerlerinin yararlılıkları, işlerlikleri ve uygulanabilirlikleri ile belirlenmesi ilkesine dayanan görüş.20. yüzyılın ilk çeyreğinde özellikle ABD’de etkili olmuştur. Eylemin öğretiden, deneyimin sabit ilkelerden önce geldiğini, düşüncelerin anlamlarının sonuçlarından, doğruluklarının da doğrulanabilirliklerinden elde edildiğini savunur.
Pragmatistlere göre bir düşünce, yaşamımız için elverişli olduğu sürece “doğrudur”.İyidir yerine doğrudur diyebiliriz; çünkü bu iki kavram birbirinin aynıdır. Doğru sözcüğü inanç alanında iyi olduğunu ispat eden her şeyin adıdır. Doğru olan, belirli sebepler ölçüsünde aynı zaman da iyidir. “Bizim için neye inanmak doğru olurdu?” desek bu söz şu anlama gelir: Neye inanmak zorundayız? Bu sorunun karşılığı şudur: İnanılması bizim için daha iyi olan şeye inanmak zorundayız. Şu halde, bizim için daha iyi olan ile bizim için daha doğru olan arasında hiçbir başkalık yoktur.Pragmatizm doğruyla iyiyi birleştirmektedir. Yani Erdem yaşayışımız için elverişli olduğu sürece, pratik fayda sağladığı hallerde doğrudur. Her şey pratik fayda ölçüsüne vurulmalıdır. Her şey pratik faydaya göre değerlendirilmelidir.
Onlara göre doğru düşünce pratikte doğrulanabilen düşüncedir. Bir düşüncenin gerçeği, ona yapışık hareketsiz bir özellik değildir. Gerçek düşüncenin başına gelen bir şeydir. Bir düşünce kafamızda dururken doğru olamaz. Ancak doğru hale gelebilir, olaylar yüzünden doğrulaşır. Onun gerçekliği geçer hale girmesiyle olur. Benim için bir şeyin herhangi bir zaman için faydası olabilir, ama başka bir zaman o şey faydama değildir.
Pragmatistler dünyanın nesnel gerçekliğine gözlerini kapamışlardır. Gerçek, kendi yararımıza belirlenmekle özneldir.
PRAGMACILIK
Alm. Pragmatismus, Fr. pragmatisme, Ing. Pragmatism, Yun. pragma 1-eylem; 2- yararlı
1- Doğruluğu ve gerçekliği tek yanlı olarak yalnızca eylemlerin sonuçları ve başarıları ile değerlendiren felsefe öğretisi; eylemin bilgi ve düşünceye ilkece üstünlüğü görüşü.
Usun temel görevi bize şeyleri tanıtmak, şeyler üzerine bilgi vermek değil, onlar üzerinde eylemde bulunmamızı sağlamaktır.
2- (Dar anlamda) 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başında Amerika ve İngiltere'de ortaya çıkan düşünce doğrultusu: Doğruluğun ölçütünü bilginin uygulanmasında görür; bu anlayışa göre, yaşama yararlı olan, onu iler götüren iyidir. (Başlıca temsilcileri: C.S. Peirce, Dewey, James, F. S. Schiller.)Ahlakfelsefesi bakımından, yararcılıkla; Bilgi kuramı bakımından araççılıkla özdeştir: Bilgi ve doğruluk yaşam için yalnızca birer araçtırlar.
R
--------------------------------------------------------------------------------
RASYONALIZM
Hakikatın ölçütünü duyularda değil, düşünmede ve tümdengelimli çıkarımlarda bulan öğretilerin genel adı. Akılcılık, usçuluk.
Aklı bilgini temel kaynağı ve sınanabilirlik ölçüsü olarak kabul eden akım. Bilginin duyu verilerine dayalı deneylerden kaynaklandığını ileri süren (ampirizm) deneycilik karşıtıdır. Dünyanın akılsal bir düzen içerisinde bir bütün olduğu, parçaların mantıksal zorunlulukla birbirine bağlı olduğunu, dolayısıyla da yapısının doğrudan kavranabilir olduğu görüşüne dayanır. Başlıca esir kaynağı matematiktir.
Rasyonalizm, akla dayanır ve akıl dışı olan her şeye karşı koyar. Rasyonalizm bütün insanlarda doğuştan değişmez bir akıl bulunduğunu bu aklın da özsel, tümel, deney dışı gerçeklik taşıdığını ileri sürer.
Rasyonalizm en açık biçimiyle bilgi felsefesinde dile getirilir. Buna göre bazı bilgilerin kaynağı apriori ya da deney öncesi ussal sezgileridir. Bilgi bu sezgilerin anlık tarafından kavranmasıyla ortaya çıkar. İnsan düşünme yetisiyle kavradıkları duyu verilerini aşan nesneler ya da tümeller ve bunların bağlantılarıdır. Her tümel bir soyutlamadır ve duyulara değilse de düşünceye açıktır. Mantık ve matematiğin tümü ile başka pek çok alanın bazı bölümleri bu tür bilginin kapsamına girer. Rasyonalizme göre zihnin ulaşabileceği en önemli ve kesin bilgi türü olan apriori bilgi hem zorunlu (başka bir yoldan elde edilmesi imkansız) hem de evrenseldir. Rasyonalizm etik ve din alanlarında da insanın düşünme yetisine öncelik verir. Buna göre iyiyle kötünün ayırt edilmesinde sonul yargı duygu, gelenek ya da insan bilgisinin kaynağı vahiy değil, insanın doğal yetileridir.
REALIZM (gerçekçilik)
Bilinçten bağımsız bir gerçekliğin var olduğunu kabul eden öğreti. Varlığın, insan bilincinden bağımsız ve nesnel olarak varolduğunu ileri süren görüş. Realizm bilgi kuramı açısından nesneyi özneye, bilineni bilene bağlı kılan idealizmin, kavram açısından da şeylerin yapısının gerçekliğini adlarla sınırlayan adcığın ve ortaçağın sonlarına doğru adcılığın yerini alan kavramcılığın karşıtıdır.
Felsefi anlamda iki tür gerçeklikten söz edilebilir. Bunlardan biri şeylerin yapısına, öbürü ise şeylere ilişkindir. Birincisinde zihinden bağımsız bir özün varlığı, ikincisinde ise zihinden bağımsız somut, tikel ve görülmediğinde bile temel özelliklerini koruyan deney nesnelerinin varlığı kabul edilir.
İlkçağda kendiliğinden realizm vardı. Kendiliğinden realizmciler “tımarhaneden ya da idealist düşünürlerin okulundan çıkmamış her insan, çevresinde, bilinçten bağımsız bir dünya bulunduğunu bilir” cümlesini savunuyorlardı. Buna göre taşları, toprakları, ağaçları vb. var eden insan bilinci değildir. Çünkü bunlar dünya üstünde insan varolmadan önce de vardı. Dünya, milyarlarca yılını bu doğal varlıklarıyla yaşamıştır. Bu realizm anlayışı maddeci felsefenin, bilginin ve bilimin temellerini atmıştır.
Nesnel gerçeği gerçek saymama anlamındaki ortaçağ realizminin tohumları antikçağ Yunanlılarınca atılmıştır. Elea öğretisi, Platon ve Aristoteles bu anlamda realizmin kurucularıdır. Bu anlayışlara göre gerçek, bireysel olan değil, tümel olandır. Tümellerse ancak bireysellerde varolabilirler, kendi başlarına bir varlıkları yoktur. Eşeklik bir tümeldir ve ancak bireysel bir eşekle varolabilir. Gerçek olan, eşekler ( bireysellikler) değil, eşeklik (tümel)tir. Çünkü eşekliği ortadan kaldırın, dünyada eşek kalmaz. Eşek, varoluşunu eşekliğe borçludur. Bireysel eşeklerin varoluşları bulunduğu halde varlıkları bulunmamasına karşı, tümel eşekliğin varoluşu yoktur ama varlığı vardır. Gerçek “ bağımlı varoluşu değil, bağımsız varlığı olandır”. Dünyada bulunan bütün bireysellikler varlıklarını başka bir varlığa borçludurlar, bu yüzden gerçek değildirler. Tümellerse bağımsız varlıklardır, bu yüzden gerçektirler. Bu yüzdendir ki varoluşları bulunan bireysellikler gerçek değildirler, görüntüdürler; varoluşları bulunmayan tümellerse gerçektirler.
Eleacılık, Platon ve Aristoteles temeline dayanan ortaçağ realizmi bilimsel realizm anlayışına tümüyle ters bir anlam taşır ve nesnel gerçekliğin gerçek olmadığını asıl gerçekliğin, düşünce ürünleri (geneller, tümeller, evrenseller) olduğunu ileri sürer. Tümeller gerçektirler ve tümel nesneden önce gelir. Bu, şu demektir: eşekler gerçek değildir, eşeklik gerçektir ve eşeklik eşeklerden önce gelir. Bu realizm metafizik kapsam içindedir. Tümelin nesneden önce geldiğini savunan düşünürlerin savları altında, Roma, Katolik kilisesinin evrensellik anlayışı yatar. Bundan başka Hıristiyanlık başta tanrı olmak üzere tümellere d Ortaçağ düşünürlerinin bir kısmı da tümeller sorununa mantık açısından yaklaştılar. Nesnelerin yapıları ya da ortak özleri duyulur nesnelerde var olmaları açısından, zihninde var olmaları açısından ve kendi içlerinde varolmaları açısından üçlü bir bakışla ele alınmaya başlamıştır. Bu farklı yaklaşımlar içinde, şeylerin yapısı ya da özü, yalnızca zihinde varolan tümeller anlayışının gelişmesi için gerekli zemini hazırlamıştır. Bu yaklaşımı benimseyen görüşler ılımlı realizm adıyla nitelendirilir.
Descartes “düşünüyorum öyleyse varım” ile, yöntemli düşünmenin düşüncenin kendisinden kaynaklandığını göstererek , düşüncenin dışındaki maddi bir dünyaya felsefi olarak nasıl ulaşılabileceği sorununu gündeme getirdi. Böylece Descartes ve yarım yüzyıl sonra John Locke, duyumların dışsal bir kaynağı olduğunu kabul ettiler. Cambridge Platoncuları ise duyulur nesnelerin dışsal varlığını kabul etmekle birlikte, yeni-Platoncu bir anlayışla bilgi nesnelerine daha fazla ağırlık verdiler. 18. yüzyılda Berkeley bilginin dışında duyulur bir dünyanın var olamayacağını ileri sürerken, David Hume ile bilen özne de ortadan kalktı.
20. yüzyılın başlarında filozoflar, realizmin kendi düşünce sistemleri çerçevesinde Kantçı öznelciliğin ve genel olarak idealizmin karşıtı olarak kullandılar. Yeni-realizm ile bilinebilir nesnelerin bağımsızlığı savunulurken, bilme edimi içinde, monist bir yaklaşımla bilginin içeriğinin bilinen nesne ile sayısal açıdan eşit olduğu ileri sürüldü. Eleştirisel realizm yeni-realizmin bu monist tutumuna epistemolojik bir yaklaşımla karşı çıktı ve bilme ediminin nesnesi ile gerçek nesnenin, algılanma anında sayısal açıdan iki ayrı şey olduğunu ileri sürdü.
ROLATIVIZM
Fizikte ölçümlerin ve fizik yasalarının, birbirlerine göre farklı hareket durumlarında bulunan gözlemciler bakımından değişebilirliğine ilişkin kavram. Klasik fizikte evrenin her yerindeki bütün gözlemcilerin, hareketli olsunlar olmasınlar özdeş uzay ve zaman ölçümleri yapacakları kabul edilir, hız ve uzaklık gibi nicelikler, birbirlerine göre düzgün hareket eden referans sistemlerinin birinden öbürüne Galilei dönüşümleri adı verilen işlemlerle taşınabilir. Buna karşılık, görelilik kavramına göre gözlemcilerin ölçümlerinde buldukları sonuçlar, göreli hareketlerine bağlıdır.
Sponsorlu Bağlantılar
Bir olayı meydana getiren etken.
Neden kavramını ilk olarak öznel nedenler ve nesnel nedenler olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Nesnel nedenler, insanın bilinç ve iradesinden bağımsız olarak etken olan nedenlerdir. Örneğin yoksul bir köylünün bilgisiz kalmasının nedeni böylesine nesneldir, onun bilinç ve iradesinin dışındaki yaşam koşullarından doğmaktadır. Öznel nedenlerse nesnel nedenlerin insan bilincindeki yansımasına dayanan insansal faaliyetlerdir. Örneğin bireyin şu ya da bu siyasayı izlemesinin nedeni böylesine özneldir,onun bilinç ve iradesine bağlıdır. İkinci olarak temel nedenler ile temel olmayan nedenler diye ikiye ayrılabilir.bir etkinin zorunlu ve öznel niteliklerini temel nedenler rastlantısal niteliklerini temel olmayan nitelikler gerçekleştirebilirler. Örneğin bir uçağın uçuşundan da temel neden uçağın motorudur, temel olmayan neden pervanelerdeki bir bozukluktur. Üçüncü olarak ise dış nedenler ve iç nedenlerdir. Bir nesne ya da olaya başka neden ve olaylarca yapılan etkiler dış nedenler bir nesne ya da olayın geliştirici iç çelişkileri iç nedenlerdir. Örneğin ısı bir yumurtanın civcivleşmesi için dış neden, tohumsa, iç nedendir. Dış ve iç nedenler birbirleriyle bağımlıdır. Birinin etkileyebilmesi öbürünün varlığına bağlıdır ve biri öbürüne dönüşebilir.
Nesnel İdealizm: İnsandan bağımsız saltık bir düşüncenin ya da ruhsal ilkenin varlığını ve önceliğini ileri süren idealizm anlayışı. Nesnel idealizm nesnel gerçekliği bireysel bilinçten üstün olarak tasarımladıkları genel bir bilince, indirger. Bu anlamıyla varlığın kaynağını insansal ruha indirgeyen ve maddeyi düşüncenin ürünü sayan nesnel idealizmin karşılığında kullanılır.
Nesnel idealizmin savunucuları sonlu dünyayı tek gerçek olan zihnin bir yansıması sayarlar, gelip geçici olan sınırlı varlık, bağımlı olduğu sonsuz ve sınırsız bir varlığı gerekli kılar. Hakikat, dış düşünceler ve dış gerçeklikler arasında bir bağlantı değil yalnızca düşünceler arasında bir uyum ilişkisidir.
Nesnel idealizm; dinsel nitelikli öğretilerden daha soyut bir görünüşe bürünür, gerçek dışı ve bilim dışı olmakla beraber, açıkça tanrılık varsayımın dile getirmeden evrenin temelinde ruhsal bir özün evrenden önceliğini ileri süren metafizik bir anlayıştır.
Nicelik: Nesnenin ölçme konusu olan yanı...Nicelikle nitelik bağımlıdırlar, birbirlerine dönüşürler, ayrıştırılamazlar. Sadece nicel ya da sadece nitel olan hiçbir şey yoktur. Soyut kavramlar bile bu bağlantıdan koparılamazlar.
Her nesne ve olay, belli bir nitelik ile belli bir niceliğin birleşimidir.Bu birleşimin bozulması o nesne ya da olayı başka bir olaya ya da nesneye dönüştürür. Bir şeyin neyse öyle kalması için niteliksel yanının niceliksel yanıyla belli bir oranda birleşmiş, dengeye girmiş olması gerekir. Denge bozulursa o nesne başka bir nesne olur. Fakat bir nesnenin nitelik değiştirmesi için az da olsa bir nicelik değişimi gereklidir. “Nicelik değişimi olmaksızın nitelik değişmesi mümkün değildir.”Nicelikle niteliğin bağımlı birliğinde temel olan niteliktir, çünkü bir nesne ya da olayın az ya da çok sürekli bir biçimi vardır ve niceliksel olarak değişirken bu niteliksel varlık biçimini belli bir sınıra kadar sürdürür. Niteliğin değişmesi için niceliğin değişmesi zorunludur. , ama her nicelik değişimi nitelik değişimini gerektirmez. Örneğin 1-99 ısı dereceleri arasında su niteliğinde olan iki hidrojenle, bir oksijen, 0 derecede buz niteliğinde ve 100 derecede de gaz niteliğindedir. Her nitelik değişimi yeni nicelik değişimlerine yol açar
NİHİLİZM
Nihilizm siyasal açıdan her türlü siyasal düzeni yadsıyan görüşleri dile getirdiği gibi törebilimsel açıdan her türlü törebilim kurallarını ve değerlerini yadsıyan görüşleri ve bilgi bilimsel açıdan her türlü bilgiyi ve bilgilenme olanağını yadsıyan görüşleri dile getirir.
Nihilizm temelde estatizmin bütün biçimlerini yadsır, yararcılığı ve bilimsel usçuluğu savunur. Toplumsal bilimleri ve klasik felsefe sistemlerini bütünüyle reddeder. Yalın olgucu ve maddeci bir tutumla yerleşik toplumsal düzene baş kaldırmayı temsil eder, devlet, kilise, ya da aile otoritesine karşı çıkar. Yalnızca bilimsel doğruları temel alır, ancak bilimin toplumsal sorunlarının üstesinden gelebileceğini ve bütün kötülüklerin cehaletten kaynaklandığını kabul eder.
Nihilist düşünce Ludwig Feverbach, Charles Darwin, Henry Buckle ve Herbert Spencer gibi düşünürlerin etkisinde kalmıştır. İnsanın beden ve ruhtan oluşan dualist bir yapısı olduğunu reddettiği için kilisenin şiddetli tepkisine yol açmıştır.
NİTELİK
Nesnenin algılama konusu olan yanı “Nitelikler” nesne ve algıları neyseler o yapar, başka nesnelerden ve olaylardan ayırır, onları sınırsızca ve sonsuzca çeşitlendirir. Her nesnenin niteliksel yanı yanında niceliksel tarafı da vardır. Bu iki unsur birbirine bağlıdır. Bir nesnenin sadece nicel ya da nitel yani olamaz. İkisi birbirine bağlıdır.
Nicelik özdeş olan nesne ve olaylar arasında, nitelik ise özdeş olmayan nesne ve olaylar arasında söz konusudur.
Felsefe nitelik kavramı konuşma dilindeki gibi bir anlam taşımaz. Felsefede nitelik kavramı; yokluğu o nesne ya da olayı neyse o olmaktan çıkaracak olan, nesne yada olayın bütünsel öz yapısını dile getirir. Nicelik değişikliği bir nesne ya da olayı belli bir sınıra kadar kendisi olmaktan çıkarmaz. Bir elma dilimlere bölünse de yine elmadır. Ama niteliksel değişme bir nesne ya da olayı kendisi olmaktan çıkarır. Bir elmayı yüksek derecede kaynatıp eritilirse elma olmaktan çıkar. Niceliksel değişme belli bir sınırda niteliksel değişmeyi gerektirir.
NOMİNALİZM
Genel kavramları gerçek saymayıp birer addan ibaret bulan öğreti... Nominalizme göre genel kavramlar(tümeller), bir takım seslerden başka bir şey değildirler, bunlar insanların düşünce biçimlerine yakıştırdıkları birer addır ve hiçbir gerçeklikleri yoktur.
XI. yy da Compregne papazı Rascelin tarafından ortaya atılan bu düşünce kiliseyi büyük bir ölçüde etkiledi. Çünkü bütün dinler temel kavramlar üzerine kuruluydu ve bu düşünce böylece dini gerçek saymıyordu. Bu yüzden orta çağ boyunca nominalizmi savunan kişiler ve buna karşın genel kavramlarının gerçek olduğunu savunan “gerçekçiler”arasında kavgalar, tartışmalar olmuştur.
Platoncu ve Aristotelesçi gerçekçiliğin bağnaz dinsel inançlarla bir arada düşünüldüğü orta çağda nominalizm dinsel sapkınlık olarak nitelendirildi. Ama dinsel sonuçlar bir yana, nominalizm, Platoncu gerçekçiliği düşünmenin ve genel terimler kullanarak konuşmanın ön gerçeği olduğu savını reddeder. Öte yandan Aristotelesçi gerçeklik kabul edilmiyor gibi görünse de Thomas Hobbes gibi ılımlı düşünürler tikeller arasında bazı benzerlikler olabileceğini ve bunları tanıtlamak için genel bir sözcüğün kullanılacağını yoksa konuşma ve düşünmenin olanaksız olduğunu ileri sürerler
Adcılık her ne kadar düşünmeyi ve konuşmayı zihinsel imgeler ya da dinsel terimler gibi simgelerle açıklıyorsa da düşüncenin simgelerin doğru kullanımının ötesinde kalan yanı adcılığı bir tür kavramcılığa yöneltir. Bu nedenle kavramcılık arasındaki fark açık seçik belli olmaz
O-Ö
--------------------------------------------------------------------------------
OLAYBİLİM = FENOMENOLOJİ
(Os. Mebhasi şüûn, İlmi tetkik ve tavsifi hâdisât; Fr. Phénoménologie, Al. Phenomenologie, İng. Phenomenology, İt. Fenomenologia) Olayların ideal varlığını inceleme ve betimleme yöntemi... Olay (Fr. Phénoméne) ve bilim (Fr. Logie) sözcüklerinden yapılmış olan olaybilim (Fenomenoloji) deyimi Lambert, Kant, Hegel, Hamilton, Hartmann taraflarından çeşitli anlamlarda kullanılmış ve Alman düşiinürü Edmund Husserl (1859-1938) tarafından öznel idealist felsefe yönteminin adı olarak ileri sürülmüştür. Deyimin günümüzdeki yaygın anlamı, ona Husserl'in verdiği anlamdır.
Husserl, bu yöntemiyle, nesnelerin ideal yapılarını betimleyerek felsefeyi bir bilimler bilimi'ne dönüştüreceğini savunmuştur. Kant'ın ve onun temelleri üstünde yükselen Auguste Comte olguculuğunun bir anlamda yasakladıklan felsefe, Husserl'e göre böylelikle yeniden ve en yetkin biçimde kurulmuş olacaktır. Husserl, bu anlayışııda, Platon idealizmiyle Leibniz ve Brentano öğretilerine dayanmaktadır. Ona göre gerçek, Platon'un da ileri sürdüğü gibi, saltık olmalıdır. Eşdeyişle her nesnenin, bizim ona verdiğimiz anlamın ve yakıştırdığımız özeiliklerin dışında, kendine özgü ve kendinde olan, her zamanda geçerli ve değişmez bir yapısı vardır. Nesne, insanların değil, insanların dışında öncesiz ve sonrasız bir nesneler dünyasının varlığıdır. Fiziğin ürünü olmadığı gibi metafiziğin ürünü de değildir. Kendi saltık ideal yapısı içindedir. Gerçek, böylesine ideal bir yapı taşıyanın niteliğidir. Görüldüğü gibi bu sav, tümüyle Platoncu bir savdır. Böyle bir savdan yola çıktığı halde Husserl, fenomenoloji yönteminde, gene de nesneleri, kendilerine yönelttiği bireysel insan bilincinin aynasında seyredecek ve kendi savıyla çelişkiye düşerek betimlemeye çalışacaktır.
Husserl'e göre felsefe, nesnelere yöneltilmiş bilinç yoluyla nesnelerin özünü kavramak ve betimlemek bilimidir. Demek ki öznesiz nesne ne kavranabilecek ne de betimlenebilecektir. Dönüp dolaşıp Berkeley öznelciliğine gelmek metafizik düşüncenin zorunlu sonucudur, Husserl de bu zorunlu sonuçtan kaçınamamaktadır.
Husserl, saltık gerçek saydığı Platon'un saf öz'lerine ulaşabilmek için özetle şöyle demektedir: Kendime bakıyorum. Çeşitli bilgilerle doluyum. Bu bilgilerden öte çeşitli sanılarım da var. Bilgilerimle sanılarımın gerektirdiği davranışlarla yaşıyorum. Bilgiler, sanılar, davranışlar ortasında kendimi yitirmişim. Bilgilerimin, sanılarımın, davranışlarımın dışında acaba ben neyim? Özümün saf bilgisine —yani saltık gerçeğe, Platon'un deyişiyie saf öze— varabilmek için bütün bilgilerimi, sanılarımı, davranışlarımı unutmam gerekir. Kendimi araştırırken bende ve çevremde dünyalı olarak ne varsa bir çantaya koyup ortadan kaldıracağım. Bütün verilmişlerden soyunacağım. Böylece, hiç bir kuşkuya kapılmaksızın saltık olarak var diyebileceğim biricik varlığı, ben'imi inceleyip betimleyebileceğim.
Bu, bir ruhbilimsel araştırma değildir. Çünkü ruhbilim beni bilgilerim, sanılarım, davranışlarımla birlikte ele alır. Bense bütün bunlardan ******yor, sadece bir görünen (fenomen) olarak kalıyorum. O halde yapacağım bu inceleme, fenomenolojik bir incelemedir. Kendimi, sadece bir fenomen olarak inceleyeceğim ve betimleyeceğim. Kendimdeki ve çevremdeki bütün dünyalıları —eşdeyişle bilgileri, sanıları, davranışları— bir çantaya koyup ortadan kaldırınca (Husserl buna parantez içine almak diyor) ortada saltık bir ben (Absolut Ego) kalıyorum. Kendimden başka hiç bir şeyin bilincine varamam. Evreni kavramak için önce kendimi kavramalıyım. Kaldı ki kendimden başka hiç bir şeyi kavrayacak durumda da değilim (Buradaki öncelik Husserl'e göre bir zaman önceliği değil, bir düşünce düzeni önceliğidir, çünkü zaman da paranteze alınmıştır). Kendimi kavramam için bir bilinç eylemi gerçekleştirmeliyim. Ben'im için kendini belli eden tek şey vücudum'dur. Vücudum, bütün nesneler içinde biricik nesnedir. Vücudum ne türlü bir nesnedir? Dıştan bakıyorum, gördüğüm bir cisimdir. İçten bakıyorum, gördüğüm bir organdır, cisimden bambaşka bir şey olan canlı bir organizmadır. Demek ki vücudum, hem cansız bir cisim hem de canlı bir organizmadır. Başka türlü bir deyişle canlı organizmam cansız cisimli bir şeydir.
Bu bir ikilik değil, bir tekliktir. Organizmalıkla cisimlilik vücudunda birlikte vardır. Ben, vücutlu-ruhlu bir bütünüm. Ne vücudumu ruhumdan, ne de ruhumu vücudumdan atamam. İkisini de bir birliktelik içinde taşımak zorundayım, çünkü ben ancak böylelikle ben' im. Ben, somut psiko-fizik bir bütünüm. Bir cisim, eşdeyişle bir madde olan vücudumun aynı zamanda bir algı organı olması, vücudumun kendi kendime verilişini açıklamaktadır. Başkalarını algıladığım gibi kendikendimi de algılamaktayım. Sol elim özne olur, sağ el nesnemi algılar; sonra sağ elim özne olur, sol el nesnemi algılar. Vücudum bana çift olarak verilmiştir. Vücudum, sadece bir algı organı değil, aynı zamanda bir irade organıdır. Onu keyfimce —eşdeyişle irademe göre ve özgürce— kullanırım. Ben'imi, vücudumun içinde bir buyuran varlık olarak yaşarım. Her şeyi vücudumla denerim, evrene vücudumla açılırım Maddi ruhlu vücudum ölçümdür. Bütün dünyalılar —eşdeyişle bilgiler, sanılar, davranışlar— onunla anlam kazanırlar. Uzak ona göre, yakın ona göre, sağ ona göre, sol ona göre, ötesi ona göre, berisi ona göredir. Bana verilen her şey vücudumla verilir, daha doğrusu her şeyle birlikte bana vücudum da verilir. Başka'yı bilebilmek için, ben'i bilmek zorundayım (Husserl böylelikle bütün nesneleri ve tümelleri insan bilincine bağlamakta, bireysel insan bilinciyle özdeşleştirmektedir). Kendi ben (Ego, fenomenoloji zorunlu olarak bir egolojidir)'imden başkasının beni (Alter Ego)'ne nasıl geçebilirim? Başka ben, bana diranebilen bir bendir. Başkasının vücudunun, ancak kendi vücudumla anlam kazanabileceğini öğrenmiş bulunuyorum. Başkasını, ancak kendi vücuduma dayanarak algılayabilirim (Husserl buna anlam aktarması diyor.
Ona göre bilgi, nesneye yönelen öznenin bilincidir). Ama başkasının vücudunu kendi vücudum olarak değil, başkasının vücudu olarak algılamalıyım. İkisi arasındaki benzerlik'ten ötürü kendi vücudumdan aldığım vücut anlamını başkasının vücuduna aktarırım. Başka vücudun, benim için başkasının vücudu olarak varolabilmesi, kendi vücudumun örneklik etmesiyle mümkündür. Kendi vücuduma bakarak başka vücudun ne olduğunu bilebilirim. İlk kurduğum vücut kendi vücudum olduğuna göre başkasının vücudunu kendi vücudumdan yapacağım bir aktarma ve çağrışımla kurarım. Bu çağırışım, nesnelerden birinin kayarak öbürünün anlamıyla birleşmesidir. Bilgilerimin, sanılarımın, davranışlarımın tümünü paranteze alıp ortadan kaldırmışım. Görünen (fenomen)'den başka hiç bir bilgim, bilgim olmayınca hatırlamam da yoktur. Dünyalı olarak hiç bir aracıdan yararlanmıyorum. Fenomenolojik tasarımlarımı düşünsel bir soyutlamayla elde ediyorum (Husserl'e göre düşünme, ruhbilimsel bir akt değil, düşüncenin zamandan ve mekandan soyutlanmış içeriğidir). Yaşadığım dünyalı daha iyi kavramak ve yeniden kurmak için, fenomenolojik yöntemle çalıştığım sürece, yaşadığım dünyadan isteğimle vazgeçmişim. Çalışmam, demek ki. dünya-dışı bir çalışmadır. Elde ettiğim tasarımları da bu açıdan değerlendirmek zorundayım; yani onlara hiç bir bilgi, sanı, davranış katamam. Elde ettiğim fenomenler dünyalı fenomenler değildir, örneğin vücut derken sözünü ettiğim fizyolojik bir vücut değil, sadece cisimli-ruhlu saltık bir bütündür. Kendi vücudumdan aldığım bir anlam aktarmasıyla başkasının vücudunu kuruyorum. Şimdi iş, başkasının vücudundan başkasının beni'ne geçmektir. Başka ben'i, ilkin, vücudumun algısına dayanarak bir cisim olarak buluyorum. Onu denemeye başlayabilirim. Denemelerim sırasında bu cisme ait olan bir ben görüyorum. Sadece bir kanadını gördüğüm kapının görmediğim kanadını nasıl algılayabilirsem, vücudunu gördüğüm başkasının benini de öylece algılayabiliyorum.
Bu, bir varsayım, bir tahmin, bir sezgi değildir; doğrudan doğruya bir algıdır. Vücut, ruhlu bir cisimdir; ruh vücutta kendini verir. Bu verilişi, kendi vücudumda nasıl yaşamışsam, başkasının vücudunda da öylece yaşarim. Başkasının benini alagılayışım, elbette orjinal bir algılama değildir; başkasının benini dolaylı olarak, onun vücudu dolayısıyla algılamaktayım. Bu algılayış, başkasının vücudunu denemekle gerçekleştirilmiştir (Husserl bu denemeye fenomenolojik einfühlung diyor). Başkasının benini, böylece, kendi benim gibi yaşamaya başlıyorum. Kendi benimi hiç bir kuşkuya kapılmadan nasıl biliyorsam, başkasının benini de öylece bilmekteyim. Bu bilgi, bana tek başıma yaşamadığımı öğretmektedir. Ben, ego'sunun içinde kapanmış biricik ben değilmişim, fenomenolojik egonun uçsuz bucaksız alanında başka benlerle birlikteymişim. Fenomenolojik anlamda başkası benim için öylesine temel bir varlık olmuştur ki artık onu kendi ben'imden ayıramam. Artık biliyorum ki kendi ben'imin içinde bir yabancı yaşamaktadır, içimde başkaları var, bende başkaları var. Demek ki ben onlarla birlikte ben'im. Şimdi, kendimi de daha bir aydınlık görüyorum. Kendimden başkasına gittim, başkasından da kendime geldim. Artık biliyorum ki ben-insan, ancak başka-insan'larla birlikte vardır. Varlığımı başkasına borçluyum. Kendimi aydınlık olarak kavrayabilmem için başkalarıyla birlikte olmam gerekiyormuş. Öyleyse dünya, benim için değil, bizim içindir (Husserl'in fenomenolojisi, böylece, egolojiden yola çıkarak sosyolojiye varmaktadır).
Bu sonuç, beni, evrensel bir birliktelik içinde bulunan insan-kültür-toplum-tarih dünyasını algılamaya götürüyor (Husserl buna geist dünyası demektedir). Ben, işte böylesine bir dünyada yaşamaktayım. İnsanın çevresi, tek başına yaşayabileceği bir çevre değil. Bu çevreyi çevre eden başkalarıdır. Bu çevre, insanın başkalarıyla birlikte paylaştığı, ancak hakkı olan kendi payını alabileceği bir çevredir. Bu çevrede benim tek başına yapabileceğim hiç bir şey yoktur. Ne yapabilirsem, başkalarıyla birlikte yapabilirim. Kendi ürünümde bile kendimi başkalarıyla birleştirmek zorundaşım. Çünkü kendi ürünümde bile zorunlu olarak başkaları var. Ben, insan olarak, özel bir varlık ortamında yer almışım. Bu ortamda yer almak zorundaydım. Bu zorunluk, tarihsellik'tir. Başkalarının beni zorunlu olarak getirip bıraktıkları noktada zorunlu olarak bulunurum. Konuştuğum dil, onlarındır; yediğim yemek, onlarındır; bağlı olduğu gelenek, onlarındır. Varlığım, bu sayısız başkalıkların içinde kımıldamaktadır. Kendimi denemem bana başkasını, başkasını deneme bana dünyayı, dünyayı denemem bana evreni, evreni denemem bana çok daha aydınlık olarak kendimi vermiştir. Evren, dünya, başkaları ve ben birbirimizi denemekle aydınlanabiliriz.
Husserl, böylece, fenomenolojik yöntemle inceleyip betimleyerek fenomenolojik bir felsefeye varmaktadır. Bu felsefe, önsel idealist bir felsefedir. Bu yöntemin ve felsefenin metafizik alanda yankıları ve etkileri pek geniş olmuştur. Varoluşçuluk felsefesi bütünüyle bu temel üstüne kurulmuş bulunmaktadır. Varlıkbilim ve yeni-gerçekçilik akımları geniş çapta onun etkisi altındadır. Metafizik alan, nesneyi öznel bilince indirgeyip yeniden yarattığı savını ileri süren bu yöntem ve felsefeden yararlanmaktadır. Husserl fenomenolojisinin bütün idealist ve usaaykırı sonuçları, çağdaş burjuva felsefesinin başlıca dayanaklarıdır. Husserl fenomenolojisi, gerçeğin nesnelliğini yadsıyıp öznelliğine de karşı çıkarak üçüncü bir yol aramak isteyen ve sonunda zorunlu olarak —çünkü üçüncü yol yoktur— öznelliğe düşen felsefelerin ortak yanılgısını taşır.
OLGU
Gerçekleşmiş olan her şey... Olam ve olay birer olgu’dur. Olgu deyimi bu iki yakın anlamlı deyimden daha geniş kapsamlıdır ve ikisini de içerir. Olam zaman ve yer özellikleriyle ele alınan olgu, olay zaman ve yer özelliklerinden sıyrılmış olgudur. Olmuş olan her şey olgu’dur; bundan ötürü de olgu deyimi olası, olanaklı ve düşünsel, tasarımsal deyimleriyle karşıt anlamlıdır. Çünkü bu deyimler henüz gerçekleşmemiş olanı dile getirirler; gerçekleşmeleri muhtemeldir, mümkündür ya da gerçekleştirilmeleri düşünülmektedir, tasarımlanmaktadır ama henüz olmamış’lardır ve bundan ötürü de olgu değillerdir. Cladue Bernard “deneyimsel düşünceye yol gösterecek ve aynı zamanda onu denetleyecek tek gerçek olgulardır” der. Olay deneyim konusu olan olgu’ dur, ama onun deneyimini olgu denetler; çünkü olgu betimleyici ve somut, olay’sa çözümsel ve soyuttur. Olay deney konusu, olgu ise deney sonucudur. Örneğin savaş, gerçekleşmiş olarak olgu , soyut olarak olay , belli bir yer ve zamanda geçmiş olarak olam’dır. Auguste Comte ve olgucu izleyicileri (pozitivistler) bizim algı dediğimize olgu derler. Onlara göre sadece duyumlarımız ve algılarımız dolaysız verilerdir, bunları incelemekle yetinmemiz gerekir. Kierkegaard ve varoluşçu izleyicilerine (egzistansiyalistler) göre insan anlaşılamayan ve hiçbir açıklanması bulunmayan bir salt olgu’dur. Ve kendisine yabancı bir dünya içine atılmıştır. Mantık açısından da bilim, olgulardan önermeler çıkarır ve bu önermeleri olgularla tanıtlar.
Bir olguyu açıklamak demek, onu başka olgulara indirgemek demektir. Ne var ki açıklanamayan, eş deyişle başka olgulara indirgenemeyen olgular da vardır. Örneğin herhangi bir şeyin varlığı, böylesine bir olgudur. Kızgın bir sobaya elinizi dokundurduğunuzda elinizin yandığından şüphe edemezsiniz, bunlar kesin olarak verilmiş olgulardır. Doğa bilimleri ve genellikle bilim sadece olguları açıklamakla yetinmez, onları en yalın bir biçimde açıklamaya çalışır. Bilim olguları sadece yasalara bağlamaya değil en yakın yasalara bağlamaya çalışır. Olgular, deneyin sağladığı gerçek verilerdir. Deneyimsel yöntemde olgulara dayanılır ve deneyimler ancak olgulara başvurularak denetlenebilir.
OLGUCULUK (Pozitivizm)
Alm. Positivismus, Fr. positivisme, İng, positivism, es. t. ispatiye
Araştırmalarını olgulara, gerçeklere dayayan, fizikötesi açıklamaları kuramsal olarak olanaksız, kılgılı olarak yararsız gören; deneyle denetlenmeyen soruları sözde soru olarak niteleyen felsefe doğrultusu.
Terim olarak, A. Comte'un felsefeye getirdiği bir kavramdır. Olguculuğun temel kavramı olan olgu olgucular arasında türlü anlamlarda kullanılagelmiştir; ancak hepsinin birleştiği , doğa bilimlerinin evren tasarımına ve yöntemlerine uyma zorunluluğudur.
Olguculuğu dizge olarak kuran A. Comte'dur, ama Comte'dan önce D. Hume, d'Alembert ve Turgot da aynı doğrultudadırlar; başka temsilcileri: Mill, Spencer, Mach, Avenarius vb.
OLUMSUZLANMANIN OLUMSUZLANMASI
Eylemsel ve tarihsel özdekçi öğretinin açıkladığı üç büyük evrensel yasadan biri... Karşıtların birliği ve savaşımı yasası ile nicelikten niteliğe geçiş yasası adlarını taşıyan öteki evrensel yasalarla birlikte olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası doğanın, bilincin ve toplumun evriminde geçerli olan evrensel bir yasadır. Sonsuz ve sınırsız evrim, tüm evrende bu üç yasanın izlemesiyle gerçekleşir.
Sonsuz ve sınırsız evrende sonlu ve sınırlı nesne ve olaylar, bu yasalarla doğar, büyür ve ölürler. Ne var ki ölümleri de yeni bir doğumu sağlamak, eş deyişle genel gelişmeyi gerçekleştirmek içindir. Her yeni eskir ve yerini yenisine bırakır. Eskinin yerini yeniye bırakması olumsuzlanmanın olumsuzlanmasıdır. Çünkü eski bir zamanlar yeniydi ve kendisinden eski olanı olumsuzlayarak varlaşmış ve yeni olarak kendini meydana koymuştu. Şimdi ise bu olumsuzlayan yeni, kendisinden daha yeni tarafından olumsuzlanmaktadır. Bundan ötürüdür ki Marx. “eski varoluş biçimleri olumsuzlanmadıkça hiçbir alanda gelişme olmaz.” der.
Evrende her nesne, olay ya da süreç birbirlerini karşılıklı olarak yok etmeye çalışan çeşitli karşıt yönler ve eğilimler taşır. Bu onların savaşımıdır. Ama bütün bu karşıt yönler ve eğilimler, aynı zamanda birbirleriyle sıkıca bağımlıdırlar, biri olmadan öbürü de olmaz. Bu da onların birliğidir. Gelişme sürecinde yeninin eskiyi olumsuzlaması, karşıtlar arasındaki çelişkilerin çözülmesinden ve aşılmasından başka bir şey değildir.
ONTOLOJİ
Varlığı bütünüyle inceleyen felsefe dalı; varlıkbilim. Bir bütün olarak varlığı ele alan ve var olanların en temel niteliklerini inceleyen felsefe dalı. Ontoloji terimi ilk kez 17. yüzyılda kullanılmakla birlikte, felsefi bir yaklaşım olarak ele alınması eski Yunan’a, özellikle Aristoteles’e değin iner.
Aristoteles, sonradan Ta meta physike ( metafizik) adıyla derlenen metninde işlediği ve “ilk felsefe” adını verdiği disiplin için, “varlığı varlık olarak ele almak” deyimini kullanmıştı. Ama Platon’un idea öğretisi ya da Sokrates öncesi filozofların “arkhe” arayışları ontoloji alanında ilk bilgisel çabalar sayılabilir.
Hıristiyanlığın egemen olduğu orta çağda Aquino’lu Thomas Aristoteles’in çalışmasından yararlanarak Tanrı’nın varlığını savını temellendirmek için ontolojik yaralanmıştır ve Aristoteles’in bu çalışmasını “Tanrı’nın yarattığı varlıkların bilgisi” olarak tanımlamıştır. Thomas, Katolik dogmalarına bir temel bulabilmek için bu Aristotelesçi felsefeden yararlanmıştır. Böylece arta çağda ve yani çağda metafizik terimi, ontolojinin ele aldığı alana ilişkin kullanılmaya başlanmıştır. Bu arada, yeniçağ biliminin gelişmesine koşut olarak gittikçe olumsuz bir içerik kazanan metafizik terimine, bilimdışı, anlaşılmaz konularda düşünmek gibi bir anlam yüklenmiştir.
17. yüzyılda Alman düşünürü Wolf, ontolojiyi temel ilkeler bilimi olarak tanımlar ve duyu dışı özdeksiz bir varlık tasarımının temel yapısını, türlerini ve biçimlerini inceler. Çağdaş ontolojici Hartmann’a göre ontolojinin öteki bilimlerden başkalığı, öteki bilim dalarının bir iş bölümü anlayışı içinde var olanı çeşitli alanlara bölerek sadece o belli alanlarda araştırmalarına karşı ontolojinin var olanı bütünlüğü içinde ele almasıdır. Örneğin astronomi gök varlıklarını, jeoloji madensel varlıkları incelediği halde ontoloji bütünüyle varlığın varoluş ilkelerini inceler.
Tarihsel süreçte Kant, Schelling ve Hegel gibi büyük Alman idealistleri ontolojiye karşı çıkmışlardır. Ontolojinin orta çağdan gelen kofluğu ne idüğü belirsizliği, inaksallığı gözlerinden kaçmamıştır. Ontolojinin yerine Kant “deneyüstü felsefe”yi, Schelling “aşkın düşünceciliği”, Hegel “mantık”ı önermişlerdir. Bu düşünürlerden sonra saf felsefe olarak ontolojik ya da metafizik yaklaşım bir yandan gözden düşerken, bir yandan da daha temelli bir biçimde ele alınmaya ve işlenmeye başlanmıştır. Fenomonolojinin kurucusu Edmund Husserl ontolojiyi “anlamlı davranışların içeriğini inceleyen” felsefe dalı olarak tanımladı. Buna göre ontoloji, felsefede var olan nesnelere ulaşmayı sağlayan davranışları inceleyen disiplin idi. Husserl’in öğrencisi, Heidegger, varlığın temel bir varlıksal anlam taşıdığı bir varlık türünü arayarak buna, insan ya da kişi yerine “ orada olmak” adını vermiştir.
ÖDEV AHLAKI
Kant'ı ahlak görüşü. Ahlaki eylemde bulunmayı ahlak yasasına uyma olarak kabul eden öğreti.
ÖNCESİZLİK-SONRASIZLIK
Başı ve sonu olmayan süreklilik. Zamandan bağımsız olma. Ezeliyet-ebediyet.
ÖNSEZİ
Temellendirilemeyen duygu. Bilinmeyenin, gelecekle ilgili olanın önceden duyulması, doğru gibi sayılması.
ÖZ
Bir nesneyi neyse o yapan gereçlerin tümü. Tarih boyunca öz için değişik tanımlar yapılmıştır.
1)Platon göre idea anlamında kullanılmıştır. Ona göre bütün varlıkların özleri ideadır.
2)Aristoteles bu deyimi metafiziğinde ve mantığında değişik anlamlarda kullanmıştır. Aristoteles metafiziğinde öz deyimi töz ile anlamdaştır, “özdekle bitişik olmayan töz öz diyorum” der. Bu anlamda öz deyimi, töz deyiminden soyut ve varlık deyiminden düşünsel olmasıyla ayrılır. Buna karşı Aristoteles mantığında öz somut varlıktır, “sözgelimi insan, at özdür.”der. bu somut özleri de birinci ve ikinci özler olmak üzere ikiye ayırır. Birinci özler bireysel olarak, ikinci özlerse türdel olarak ele alınan özlerdir. Şöyle der “ikinci öz diye birinci anlamda alınan özlerin içinde bulundukları türlere denir. Ne var ki bu türlere cinslerini de eklemek gerekir. Sözgelimi birey olarak insan, insan türünün içine ve türün cinsi de hayvandır. Öyleyse ikinci öz diye bu sonuncu özler, yani tür olarak insan ve hayvan gösterilir.
3)Fransız varoluşçusu Sartre’a göre öz, varlaşmayla meydana gelir ve varoluştan önce yoktur. İnsan, kendini ne yapar ve nasıl yaparsa odur. İnsandan başka bütün varlıklar önceden belli bir öz’e göre varlaşırlar. Örneğin bir masa yapmak için önce masanın özünü tasarlarız, sonra testereyi ve keresteyi alıp o özü varlaştırırız. Bir bezelye taneciği bezelye özünden, bir papatya yaprağı papatya özünden meydana gelir. İnsansa bir insan özünden meydana gelmez, insanın özü varoluşundan sonradır. Sartre’a göre öz, varlığı belirleyen anlamındadır ve varlığın herhangi bir özle belirlenmediği dile getirilmiştir.
4)Alman düşünürü Kant’a göre öz, kendinde şey ve phenomenon karşıtı olarak noumenon’dur. Asla bilinemez. Bizler sadece nesnelerin görünüşlerini bilebiliriz, kendinde ne olduklarını bilemeyiz.
ÖZDEKSİZCİLİK
Alm. Immaterialismus, Fr. immaterialisme, İng. immaterialism, es. t. gayr-i maddiye
1- Özdeğin kendine özgü bir gerçekliği olmadığını kabul eden öğreti.
2- Evrenin temelinin ve genellikle gerçekliğin özünün cisimsel olmadığını öne süren öğreti.
3- Ruhun cisimsei olmadığını öne süren öğreti. (Özdeksizcilik teriminin yaratıcısı olan Berkeley, bu sözcüğü kendi felsefesi için kullanmıştır.)
Özdeş : Bir ve aynı olan, bir ve aynı anlama gelen. Örneğin Panteizmde Tanrı ile Doğa özdeştir.
Öznel İdealizm: Nesnel varlığı insansal bilincinin ürünü sayan idealizm anlayışı, öznel idealizm, varlığın kaynağını insansal ruha indirger ve maddeyi düşüncenin ürünü sayar.
Nesnel idealizmcilerle öznel idealizmcilerin savları hemen hemen yok gibidir. Her ikisi de tanrı bilime felsefesel bir temel sağlamada birleşirler, her ikisi de metafiziktir, her ikisi de felsefenin temel sorununun da ruha öncelik tanıyıp nesnel gerçekliği yadsırlar, gerçeklikten yola çıkmayı düşünsel varsayımlar oluştururlar, her ikisi de gizli ya da açık, bilime karşıdır ve bilinemezcidir.
Öznel düşüncellik tarihsel süreçte çeşitli biçimlerde ileri sürülmüştür: Şüpheciliği yöntem olarak kullanan bütün Yunan düşünürleri, başta Protogoras olmak üzere hemen bütün sofistler , başta Pyrrrhon ve Ainesidemos olmak üzere bütün şüpheciler, başta Arkesilaos ve Karneades olmak üzere bütün Sokratesçi şüpheciler öznel düşüncelciliğe düşmekten kaçınmamışlardır. Bunun nedeni de bütün şüphecilerin; duyumların, nesnelerin niteliklerini yansıttığı olgusunu yadsımalarıdır.Usçuluğun kurucusu Fransız düşünürü Rene Descartes’in metafiziği, nesneyi, insan zihninin bir tasarımı saymakla tümüyle öznel düşünceci bir öğretidir.
Nesnel gerçekliği yadsıyan ve tek geçerliğin insan duyumlarından ibaret olduğunu savunan İngiliz düşünürü David Hume’in, Alman düşünürü Imanuel Kant’ı hazırlayan şüpheci öğretisi de açık bir öznel düşünceciliktir. Öznel düşünceci öğretilerden biri de Fransız düşünürü Auguste Comte’un olguculuğudur. Çeşitli öznelci öğretilerde çeşitli adlar altında ileri sürülen algı’ların olguculuktaki yeni adı da olgu’dur. Olgucular olgular sözünden algılar’ı anlarlar. Onlara göre bize araçsız olarak verilen tek bilgi olgular,eş deyişle algılarımız ve duyularımızdır. Bilim bunlarla yetinmeli, başkaca bilgiler edinme isteğine boşuna kapılmamalıdır. Bu ise nesnel dünyadan kopmayı ve kendi bilinci içine kapanmayı, eş deyişle öznel düşünceciliğe düşmeyi dile getirir. Heidegger’e göre “evren, ancak, içinde insan bulunduğu oranda vardır.” Demek ki nesnel gerçekliği yaratan insandır ve insansız nesnel gerçeklik yoktur.
P
--------------------------------------------------------------------------------
PARADOKS
Kökleşmiş kanılara aykırı olarak ileri sürülen düşünce. Kendi içinde çelişkiliymiş gibi görünen, mantıksal olarak hem doğruluğu, hem de yanlışlığı kanıtlanabilen önerme.
Antikçağ Yunanlılarında paradoks deyimi yaygın düşünceye aykırı düşünceyi dile getiriyordu ve özellikle Parmenides ile Zenon’un aporia (çıkmazlık)’larıyla antinomia (çatışkı)’larında örneklenmişti. Metafizik düşünce sisteminin temeli olan biçimsel mantık ve onun çağdaş biçimi dizi kuramları bu aykırı düşünce’yi mantıksal bir çelişme olarak tanımlar. Bundan başka metafizik yapılı çağdaş fizikçiler de birtakım kozmolojik paradokslar ortaya atmaktadırlar. Matematik mantıkçı Bertrand Russel’e göre “kendi kendine tıraş olmayanları tıraş eden bir berberin kendi kendini tıraş etmesi” çok önemli bir mantıksal paradokstur. Oysa tıraş etmesini bilen bir berber kendi kendine tıraş olamayanları tıraş ettiği gibi kendi kendine tıraş olabilen insanları da tıraş eder. Örneğin “bir şeyin hem kendisi olması ve hem de aynı zamanda başkası olması” biçimsel mantık açısından büyük bir çelişme, diyalektik mantık açısından pek basit bir gerçektir. Bunun gibi kozmolojik paradokslarda belli bir ortamda geçerli fizik yasalarını başka ortamlara uygulamaktan doğmaktadır. Mantıksal olsun ya da fiziksel olsun , bir yanlış koyum ya da bir bilgi yoksunluğu, genellikle de diyalektik bilgiden yoksunluk yatar. Ünlü Aşil Kanıtı’nda olduğu gibi basit şaşırtma hileleriyse tümüyle bilim dışıdır.
PANTEİZM
Bir bütün olarak kavranan evrenin Tanrı ile özdeş olduğu ve evrende açığa çıkan bileşik töz, güçler ve yasalar dışında Tanrı olmadığı öğretidir.
Panteizmin çok çeşitli biçimleri vardır. Bunlar biri bütün olarak doğaya bilinç atfeden pansişizmden dünyanın yalnızca bir görüş ve temelde gerçek dışı olduğunu ileri süren akozmik panteizmine ussal Yeni Platoncu ya da türümcü görüşlerden sezgici ve gizemci görüşlere kadar değişir.
Batı felsefesinin yakın dönemlerinde panteizm düşüncesini en yetkin biçimde dile getiren Spinoza’dır. Sonsuz niteliklere sahip bir tek sınırsız varlığın olabileceğini öne süren Spinoza’ya göre Tanrı ve doğa aynı gerçekliğe verilen iki ayrı addan başka şeyler değişti. Tersi durumunda Tanrı ve dünya birliğinin Tanrıdan daha büyük bir bütünlüğü olurdu. Spinoza Tanrının gerekliliğinden dünyanın gerekliliğini içerdiğini özgürlük olanağının bulunmadığını belirtti.
Panteizm dogmalara bağlı Hıristiyan ilahiyatçılar tarafından yaratıcı ile yaratılan arasındaki ayrımı yok ettiği, Tanrıyı belirsizleştirdiği, aşkın yerine bütünüyle içkin bir tanrı kavaramı öne sürdüğü, insanın ve tanrının özgürlüğü düşüncesini dışladığı gerekçeleriyle reddedildi.
PERİPATETİKLER
Alm. Peripatetiker, Fr. peripateticien, İng. Peripatetics, Yun. peripatetikos = gezinenler, es. t. Meşaiyun
Aristoteles'in yandaş ve öğrencileri.
Aristoteles felsefe tartışmalarını ve konuşmalarını bir aşağı bir yukarı gezinerek yaptığı için, okulu Peripatos adını almıştır.
PİRONCULUK
Alm. Pyrrhonismus, Fr. pyrrhonisme, İng. Pyrrhonism, es.t. Pironiye
Yunan filozofu Pyrrhon'un kurduğu kuşkucu okul ve düşünce doğrultusu. Temel kavramı-ı yargısızlık (epokhe) ve ondan çıkan--> sarsılmazlık (ataraksia)dır..
PİTAGORASCILIK
Alm. Pythagoreismus, Fr. pythogorisme, İng. Pythagoreanism, es. t. Fisagoriye
Pythagoras ve ona bağlı olanların felsefe, matematik, ahlak ve din öğretisi.
Bu öğretinin en belirgin görüşleri:
a. Sayı varlığın ilkesidir; nesnelerin özü "varlığın ana özdeği" sayıdır.
b. Evren yasası uyumdur. İlkin Pitagorasçılar evrene, onda egemen olan uyum ve düzenden dolayı "kosmos" demişlerdir.
c. Ruhlar biçim değiştirerek yeniden dünyaya gelirler: Dünya görüşleri ikici (dualist) dir: Düşünme ile duyumları, bedenle ruhu, nesnelerin matematiksel biçimleri ile algılanan görünüşlerini kesin olarak ayırırlar.
POST-YAPISALCILIK
Yapıçözümcü yöntemin, kendilerini geçerli kılma iddiasında olan ya da geçerli olduğu iddia edilen metinlere (örneğin kutsal yazılara) uygulandığında büyük bir güce sahip olduğu açıktır. . Bununla birlikte, kendilerini geçerli . kılma iddiasında olmayan ya da geçerli olduğu iddia edilmeyen metinlere uygulandığında, aynı derecede anlam değiştirici güce sahip olmayacaktır. Bu tür metinler (örneğin sosyal bilimler ve doğa bilimleriyle ilgili metinler), kendi sınırlarının ötesine geçen fenomenlere göndermede bulunan geçerli kılma biçimlerine başvurur. Bu geçerli kılma biçimlerinin de sonuçlarının yorumlanmasının da söz konusu metinler ya da karşı-metinlerin karmaşıklığı konusunda kesinlikle masum olmadığı gerçeğine karşın, dışsal geçerli kılma olasılığı her zaman mevcuttur ve yapıçözümcüler bunları, hakikati bilmeye dair, kendisiyle çelişen bir iddianın içine yerleştirmeden inkâr edemezler.
Post-yapısalcı fıkirlerin sosyoloji açısından önemi iki yönlüdür: Bir yandan, eski problemlere, özellikle ideolojik alanın incelenmesiyle ilgili problemlere yeni yaklaşım yöntemleri geliştirilmesini; diğer yandan, sosyolojinin olanaksızlığına dair apokaliptik düşünceleri teşvik etmektedir. Ölçülü bir değerlendirme için, (her ne kadar "Yapısalcılık ve aynı zamanda post-yapısalcılık ölü düşünce gelenekleridir," şeklinde bir ifadeyle başlasa da)
POZİVİTİZM
Olgularla desteklenen ya da olgularla ilgili verilere dayanan bilginin tek sağlam bilgi türü olduğu görüşüdür.
Genel çizgileriyle pozitivizm, deney konusu edilebilecek olgularla ilgili, yani en geniş anlamıyla bilimsel bilginin sağlam bilgi olduğunu vurgular. Bunun dışında, olguların çoğu mantık ve matematik gibi bilgi türlerinin varlığını kabul eder, ama bunların içeriksiz olduğunu ileri sürerler. Pozitivistlerin, en temel özelliği ise geleneksel felsefe görüşlerini, olumsuz bir anlam yüküyle “metafizik” olarak niteleyerek karşı çıkmasıdır. Comte, alan bu yana “metafizik” nitelemesi insanlığın geride bıraktığı bir aşamayla ilgili, gerçekliğini yitirmiş, yerini pozitif bilimlere bırakmış bir bilgi türünü çağrıştırır.
Comte’a göre insanlık tarihinin üç aşamalı zihinsel gelişiminde her aşama bir öncekine göre daha ileri ve gelişmiştir. İnsanlık başlangıçta açıklamaların doğaötesi göçlere göre yapıldığı dinsel bir aşamadır. İzleyen metafizik aşamada açıklamalar gene olgulardan uzak bazı kavramlara dayandırılır. Üçüncü aşamada ise, insanlar doğru bilginin gerektirdiği gibi, açıklamak istedikleri olguları gene bu olgulardan elde ettikleri verilere dayandırmayı öğrenirler; işte bu sonuncusu pozitif aşamadır. Comte bu süreci bir insanın çocukluktan yetişkinliği geçiş aşamalarına benzetir.
Comte’a göre bilim olgulara dayanmalıdır. İnsan kafasının soyutlanmalarından doğmuş olan metafizik, deney ve bundan ötürü de bilgi alanımızın dışındadır, nesnelerin kendilikleri de bilinemez.
PRAGMATİZM
Hakikatı ve gerçekliği yalnızca eylemlerin sonuçları ve başarıları ile değerlendiren felsefe öğretisi. Düşüncelerin, politikaların ve önerilerin değerlerinin yararlılıkları, işlerlikleri ve uygulanabilirlikleri ile belirlenmesi ilkesine dayanan görüş.20. yüzyılın ilk çeyreğinde özellikle ABD’de etkili olmuştur. Eylemin öğretiden, deneyimin sabit ilkelerden önce geldiğini, düşüncelerin anlamlarının sonuçlarından, doğruluklarının da doğrulanabilirliklerinden elde edildiğini savunur.
Pragmatistlere göre bir düşünce, yaşamımız için elverişli olduğu sürece “doğrudur”.İyidir yerine doğrudur diyebiliriz; çünkü bu iki kavram birbirinin aynıdır. Doğru sözcüğü inanç alanında iyi olduğunu ispat eden her şeyin adıdır. Doğru olan, belirli sebepler ölçüsünde aynı zaman da iyidir. “Bizim için neye inanmak doğru olurdu?” desek bu söz şu anlama gelir: Neye inanmak zorundayız? Bu sorunun karşılığı şudur: İnanılması bizim için daha iyi olan şeye inanmak zorundayız. Şu halde, bizim için daha iyi olan ile bizim için daha doğru olan arasında hiçbir başkalık yoktur.Pragmatizm doğruyla iyiyi birleştirmektedir. Yani Erdem yaşayışımız için elverişli olduğu sürece, pratik fayda sağladığı hallerde doğrudur. Her şey pratik fayda ölçüsüne vurulmalıdır. Her şey pratik faydaya göre değerlendirilmelidir.
Onlara göre doğru düşünce pratikte doğrulanabilen düşüncedir. Bir düşüncenin gerçeği, ona yapışık hareketsiz bir özellik değildir. Gerçek düşüncenin başına gelen bir şeydir. Bir düşünce kafamızda dururken doğru olamaz. Ancak doğru hale gelebilir, olaylar yüzünden doğrulaşır. Onun gerçekliği geçer hale girmesiyle olur. Benim için bir şeyin herhangi bir zaman için faydası olabilir, ama başka bir zaman o şey faydama değildir.
Pragmatistler dünyanın nesnel gerçekliğine gözlerini kapamışlardır. Gerçek, kendi yararımıza belirlenmekle özneldir.
PRAGMACILIK
Alm. Pragmatismus, Fr. pragmatisme, Ing. Pragmatism, Yun. pragma 1-eylem; 2- yararlı
1- Doğruluğu ve gerçekliği tek yanlı olarak yalnızca eylemlerin sonuçları ve başarıları ile değerlendiren felsefe öğretisi; eylemin bilgi ve düşünceye ilkece üstünlüğü görüşü.
Usun temel görevi bize şeyleri tanıtmak, şeyler üzerine bilgi vermek değil, onlar üzerinde eylemde bulunmamızı sağlamaktır.
2- (Dar anlamda) 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başında Amerika ve İngiltere'de ortaya çıkan düşünce doğrultusu: Doğruluğun ölçütünü bilginin uygulanmasında görür; bu anlayışa göre, yaşama yararlı olan, onu iler götüren iyidir. (Başlıca temsilcileri: C.S. Peirce, Dewey, James, F. S. Schiller.)Ahlakfelsefesi bakımından, yararcılıkla; Bilgi kuramı bakımından araççılıkla özdeştir: Bilgi ve doğruluk yaşam için yalnızca birer araçtırlar.
R
--------------------------------------------------------------------------------
RASYONALIZM
Hakikatın ölçütünü duyularda değil, düşünmede ve tümdengelimli çıkarımlarda bulan öğretilerin genel adı. Akılcılık, usçuluk.
Aklı bilgini temel kaynağı ve sınanabilirlik ölçüsü olarak kabul eden akım. Bilginin duyu verilerine dayalı deneylerden kaynaklandığını ileri süren (ampirizm) deneycilik karşıtıdır. Dünyanın akılsal bir düzen içerisinde bir bütün olduğu, parçaların mantıksal zorunlulukla birbirine bağlı olduğunu, dolayısıyla da yapısının doğrudan kavranabilir olduğu görüşüne dayanır. Başlıca esir kaynağı matematiktir.
Rasyonalizm, akla dayanır ve akıl dışı olan her şeye karşı koyar. Rasyonalizm bütün insanlarda doğuştan değişmez bir akıl bulunduğunu bu aklın da özsel, tümel, deney dışı gerçeklik taşıdığını ileri sürer.
Rasyonalizm en açık biçimiyle bilgi felsefesinde dile getirilir. Buna göre bazı bilgilerin kaynağı apriori ya da deney öncesi ussal sezgileridir. Bilgi bu sezgilerin anlık tarafından kavranmasıyla ortaya çıkar. İnsan düşünme yetisiyle kavradıkları duyu verilerini aşan nesneler ya da tümeller ve bunların bağlantılarıdır. Her tümel bir soyutlamadır ve duyulara değilse de düşünceye açıktır. Mantık ve matematiğin tümü ile başka pek çok alanın bazı bölümleri bu tür bilginin kapsamına girer. Rasyonalizme göre zihnin ulaşabileceği en önemli ve kesin bilgi türü olan apriori bilgi hem zorunlu (başka bir yoldan elde edilmesi imkansız) hem de evrenseldir. Rasyonalizm etik ve din alanlarında da insanın düşünme yetisine öncelik verir. Buna göre iyiyle kötünün ayırt edilmesinde sonul yargı duygu, gelenek ya da insan bilgisinin kaynağı vahiy değil, insanın doğal yetileridir.
REALIZM (gerçekçilik)
Bilinçten bağımsız bir gerçekliğin var olduğunu kabul eden öğreti. Varlığın, insan bilincinden bağımsız ve nesnel olarak varolduğunu ileri süren görüş. Realizm bilgi kuramı açısından nesneyi özneye, bilineni bilene bağlı kılan idealizmin, kavram açısından da şeylerin yapısının gerçekliğini adlarla sınırlayan adcığın ve ortaçağın sonlarına doğru adcılığın yerini alan kavramcılığın karşıtıdır.
Felsefi anlamda iki tür gerçeklikten söz edilebilir. Bunlardan biri şeylerin yapısına, öbürü ise şeylere ilişkindir. Birincisinde zihinden bağımsız bir özün varlığı, ikincisinde ise zihinden bağımsız somut, tikel ve görülmediğinde bile temel özelliklerini koruyan deney nesnelerinin varlığı kabul edilir.
İlkçağda kendiliğinden realizm vardı. Kendiliğinden realizmciler “tımarhaneden ya da idealist düşünürlerin okulundan çıkmamış her insan, çevresinde, bilinçten bağımsız bir dünya bulunduğunu bilir” cümlesini savunuyorlardı. Buna göre taşları, toprakları, ağaçları vb. var eden insan bilinci değildir. Çünkü bunlar dünya üstünde insan varolmadan önce de vardı. Dünya, milyarlarca yılını bu doğal varlıklarıyla yaşamıştır. Bu realizm anlayışı maddeci felsefenin, bilginin ve bilimin temellerini atmıştır.
Nesnel gerçeği gerçek saymama anlamındaki ortaçağ realizminin tohumları antikçağ Yunanlılarınca atılmıştır. Elea öğretisi, Platon ve Aristoteles bu anlamda realizmin kurucularıdır. Bu anlayışlara göre gerçek, bireysel olan değil, tümel olandır. Tümellerse ancak bireysellerde varolabilirler, kendi başlarına bir varlıkları yoktur. Eşeklik bir tümeldir ve ancak bireysel bir eşekle varolabilir. Gerçek olan, eşekler ( bireysellikler) değil, eşeklik (tümel)tir. Çünkü eşekliği ortadan kaldırın, dünyada eşek kalmaz. Eşek, varoluşunu eşekliğe borçludur. Bireysel eşeklerin varoluşları bulunduğu halde varlıkları bulunmamasına karşı, tümel eşekliğin varoluşu yoktur ama varlığı vardır. Gerçek “ bağımlı varoluşu değil, bağımsız varlığı olandır”. Dünyada bulunan bütün bireysellikler varlıklarını başka bir varlığa borçludurlar, bu yüzden gerçek değildirler. Tümellerse bağımsız varlıklardır, bu yüzden gerçektirler. Bu yüzdendir ki varoluşları bulunan bireysellikler gerçek değildirler, görüntüdürler; varoluşları bulunmayan tümellerse gerçektirler.
Eleacılık, Platon ve Aristoteles temeline dayanan ortaçağ realizmi bilimsel realizm anlayışına tümüyle ters bir anlam taşır ve nesnel gerçekliğin gerçek olmadığını asıl gerçekliğin, düşünce ürünleri (geneller, tümeller, evrenseller) olduğunu ileri sürer. Tümeller gerçektirler ve tümel nesneden önce gelir. Bu, şu demektir: eşekler gerçek değildir, eşeklik gerçektir ve eşeklik eşeklerden önce gelir. Bu realizm metafizik kapsam içindedir. Tümelin nesneden önce geldiğini savunan düşünürlerin savları altında, Roma, Katolik kilisesinin evrensellik anlayışı yatar. Bundan başka Hıristiyanlık başta tanrı olmak üzere tümellere d Ortaçağ düşünürlerinin bir kısmı da tümeller sorununa mantık açısından yaklaştılar. Nesnelerin yapıları ya da ortak özleri duyulur nesnelerde var olmaları açısından, zihninde var olmaları açısından ve kendi içlerinde varolmaları açısından üçlü bir bakışla ele alınmaya başlamıştır. Bu farklı yaklaşımlar içinde, şeylerin yapısı ya da özü, yalnızca zihinde varolan tümeller anlayışının gelişmesi için gerekli zemini hazırlamıştır. Bu yaklaşımı benimseyen görüşler ılımlı realizm adıyla nitelendirilir.
Descartes “düşünüyorum öyleyse varım” ile, yöntemli düşünmenin düşüncenin kendisinden kaynaklandığını göstererek , düşüncenin dışındaki maddi bir dünyaya felsefi olarak nasıl ulaşılabileceği sorununu gündeme getirdi. Böylece Descartes ve yarım yüzyıl sonra John Locke, duyumların dışsal bir kaynağı olduğunu kabul ettiler. Cambridge Platoncuları ise duyulur nesnelerin dışsal varlığını kabul etmekle birlikte, yeni-Platoncu bir anlayışla bilgi nesnelerine daha fazla ağırlık verdiler. 18. yüzyılda Berkeley bilginin dışında duyulur bir dünyanın var olamayacağını ileri sürerken, David Hume ile bilen özne de ortadan kalktı.
20. yüzyılın başlarında filozoflar, realizmin kendi düşünce sistemleri çerçevesinde Kantçı öznelciliğin ve genel olarak idealizmin karşıtı olarak kullandılar. Yeni-realizm ile bilinebilir nesnelerin bağımsızlığı savunulurken, bilme edimi içinde, monist bir yaklaşımla bilginin içeriğinin bilinen nesne ile sayısal açıdan eşit olduğu ileri sürüldü. Eleştirisel realizm yeni-realizmin bu monist tutumuna epistemolojik bir yaklaşımla karşı çıktı ve bilme ediminin nesnesi ile gerçek nesnenin, algılanma anında sayısal açıdan iki ayrı şey olduğunu ileri sürdü.
ROLATIVIZM
Fizikte ölçümlerin ve fizik yasalarının, birbirlerine göre farklı hareket durumlarında bulunan gözlemciler bakımından değişebilirliğine ilişkin kavram. Klasik fizikte evrenin her yerindeki bütün gözlemcilerin, hareketli olsunlar olmasınlar özdeş uzay ve zaman ölçümleri yapacakları kabul edilir, hız ve uzaklık gibi nicelikler, birbirlerine göre düzgün hareket eden referans sistemlerinin birinden öbürüne Galilei dönüşümleri adı verilen işlemlerle taşınabilir. Buna karşılık, görelilik kavramına göre gözlemcilerin ölçümlerinde buldukları sonuçlar, göreli hareketlerine bağlıdır.
Son düzenleyen GusinapsE; 9 Temmuz 2006 19:16