
Ziyaretçi
TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜNDE ÖLÜM ALGISI
Ölüm, hayatın faturası, bedeli. Ontik olarak hayatın bitişi. Ertelenemez, kaçınılmaz son. İnsanoğlunun varoluşundan beri yenebilmek için uğraştığı ve hiçbir şekilde alt edemediği bir gerçeği. Hayatın öteki yüzü: “Yalnızca ve yalnızca yaşayanlar ölür.” Gizleme, yok sayma, reddetme gibi her türlü girişimden sonra derin bir sarsılışla fark edilen bir yok oluş. İnsanın asla tecrübe edemediği bir bilgisi; çünkü ‘hiç dönen yok o seferden’. Yaşamadığı, bu yüzden de tam olarak tarif edemediği bir şey. Sadece tanık olduğu ve başkalarının başına gelen bir olgu. Ötekinin ölümü. Ama yine de hayata anlam katan bir olgu. Çünkü bize hem hayatın kıymetini hatırlatır hem de hayatın geçiciliğini, kıymetsizliğini. Bu anlamda en öğretici insan bilgisi. İçinde bulunduğu anın bir daha asla gelmeyeceğini tüm canlılar arasında sadece o bilir. Sadece o bilir faniliğini. Yine de adım adım sona doğru yürür, kendini bekleyen bir yok oluşa doğru. Sayılı nefesi tükete tükete. Bu bilgiden dolayı ölüm konusuna çok kafa yorar. Bilgi bazen işine gelmez, aleyhine işler: “Hayvanlardan daha bilgili olmamız, onlardan daha ıstıraplı ölmemize neden oluyor…” (Maeterlinck) Bu yüzden hep onu aşmaya çalışır. Bilimle, teknikle, dinle, tüm ölümsüzlük arayışlarıyla. Ama o hep vardır. Çünkü “Hangi biçimde olursa olsun ölümü kabul etmiyorum,” diyen (1) Canetti de ölmüştür. Buna da herkes tanıklık etmiştir. Bu yüzden insan kendini “yaşayan, idrak eden ve ölen varlık” olarak tanımlamıştır. Ölen varlık: İnsan.
Sponsorlu Bağlantılar
Ölüm, hiç şüphesiz felsefenin, teolojinin, tıbbın, biyolojinin insanlık tarihi kadar eski kadim konularının başında gelmekte. Sanat-edebiyatın da ana ilgilerinden biri. Ama felsefe ona daha yakın. Montaigne, “felsefe bize ölmeyi öğretir,” diyerek ölümün felsefenin temel konusu olduğunu ileri sürer. Ancak felsefeciler ölümden çok yaşam hakkında konuşmayı severler. Genelde ölümü düşünmemeyi önerirler. Aslolan yaşamdır onlara göre, çünkü ölüme insanın aşamadığı tek yazgısı olarak bakarlar. İnsanın aşamadığı şeyi düşünmesi ise bu düşünürlere göre trajik bir durumdur. Gerekçe Spinoza’nın şu sözleridir: “Özgür bir insanın en az düşüneceği şey ölümdür ve onun bilgeliği ölüm değil yaşam üzerine meditasyondur” (2).
Ancak özellikle geleneksel felsefeciler için ölüm önemli bir felsefe konusu olmuştur. Ölüm üzerine düşünen bu filozoflar/düşünürler onun yaşamla ilgisini kurmuşlar, hepsi de ortak olarak ölümü yaşamın öbür yüzü olarak nitelemişler. Sokrat, ölümü ruhun bedenden ayrılması olarak kabul eder. Eflatun ise hayatı anlamak için ölümün kavranması gerektiğini düşünür. Aristo bedenden ayrı bir ruhun varlığına inanmıştır. Kısaca, her üç düşünür de beden ve ruh ayrımına gitmişlerdir. Epikuros; “Biz varken ölüm yoktur ve ölüm varken biz yokuz,” yaklaşımı içerisindedir. Bu yüzden ölümü düşünmemizi önerir. Çağdaş filozoflar ise ölümle fazla ilgilenmezler. Bunların istisnalarından biri Martin Heidegger’dir. Heidegger “bütün sorumluluklardan kaçınılabilir ancak ölüm tek başına yaşanır,” görüşündedir. “Ölüm, benim için kimsenin bir şey yapamayacağı bir gerçeklik ve bize bireyselliğimizi kazandırır,” der. Kierkegaard ölüm ve hayat arasında ilişkiyi daha da derinleştirmiştir.
Ölüm üzerine en fazla kafa yoran felsefeciler Varoluşçular olmuştur: “Varoluşçu filozoflara göre insan, ölmekte olan ve bunu düşünmesi gereken bir varlıktır. Bir kimsenin bencilliği, kendi ölümüyle ilgili şuurundan ayrılamaz. İnsanın başkalarının varlığından haberdar olması, aynı zamanda ona, onların ölümünü de hatırlatmaktadır. Kendi ölümünden haberdar olma ve ondan dolayı kaygılanma ise insana özgü bir şeydir. Cesaret ve sağduyu, egzistansiyalistler tarafından en çok üzerinde durulan iki erdemdir ve bunlar ölüm kaygısıyla gözü yılmadan yüzleşmeyi de içine almaktadır. Zira ölümle başa çıkmak için daha güvenli bir yol yoktur” (3). Sartre, “Ölümümü belirleyen ben değilim; evrendeki bir dizi oluşum sonucu ortaya çıkmaktadır,” görüşündedir. Wittgenstein, “üzerinde konuşulamayacak konular hakkında susmalı,” demiş ama ölümü bunun içine dahil etmemiştir: “Ölüm bir yaşam olayı değildir. Ölüm deneyimizi yaşayamayız,” der. “Ölüm yaşamın bir parçası değil, onun sınırı. Ölümü yaşamak gibi bir şey olmadığı gibi, öte tarafına da geçmek söz konusu değildir” (4).
“Her nefis ölümü tadacaktır”
İslam’a göre, ölüm, ruhun bedenden ayrılma olayıdır. Ölen ruh değil, bedendir. İnsan ise asıl olarak ruh demektir. Ölüm yokluk değil, hiçlik değil, bitiş değil, bilakis bir var oluştur. Allah’a yürüyüştür. O bir başlangıçtır. Sonsuz bir hayatın başlangıcı. Ölümle insan Hakk’a rücu eder, Rabbine döner. Dünya hayatının bitimiyle yeni bir hayata geçilir. İnsan ölümle birlikte hayatının hesabını da vermeye başlar. Ve o bir uyanıştır. Hazreti Ali’nin ifadesiyle, “Bu dünya bir rüyadır, insanlar ölünce uyanırlar.” Ölüm, bu dünyadan öbür dünyaya atılan bir adımdır. Dünya yeri ise imtihandır. Bu yüzden “Ölmeden evvel ölmek” gerekir. Ölmeden evvel ölenler, ahirete, hesap gününe uygun yaşarlar, salih amel işler, iyi kul olurlar. Gazali’ye göre iki vaiz vardır: Biri vicdan, diğeri ölüm. Kimi İslâm alimlerine göre ise ölüm, sevinç, güvence, izzet ve şeref günüdür. Mevlâna da, ölüm gününü, düğün gecesi manasına “şeb-i arus” olarak isimlendirmiştir. Ölüm insanlar için acı bile olsa, haktır. Sevgiliye kavuşmadır. Yalandan gerçeğe köprüdür.
“İnsan ölünce ölür”
Ateizmde ölüme tümüyle biyolojik bakılır: ölmek, ölmektir, o kadar. Her şey fiziksel ve biyolojiktir. Öncesi, sonrası, dünü, yarını yoktur. Bir şeyin ölmesi demek, yaptıklarını artık yapamayacak duruma gelmesi, vücut organlarının çalışmaması demektir. Bir varlığın organları canlıysa yaşıyordur, çalışmıyorsa ölüdür. Öldükten sonra hiçbir şey göremeyiz. Çünkü insan, beyni olmadan hiçbir tecrübe yaşayamaz. Ölmüş, toprak olmuş biri, artık “yoktur”. Tıpkı doğmadan önceki hâli gibi. Yaşam beş duyu organımızın çalışması ve beynimize elektrik sinyalleri göndermesinden başka bir şey değildir. Eğer bu şartlarda bir aksaklık/bozukluk olursa, ilgili duyu çalışmaz. Ölüm vücuttaki bütün hücrelerin çürüyüp yok olması, hiçbirinin çalışmamasıdır. Dolayısıyla, ölü bir insan: göremez. duyamaz, koklayamaz, tadamaz, hissedemez. Çünkü bu işleri yerine getirecek organları yoktur. Çok açıktır ki, ölüm ölümdür. Başka her şey gibi, insan da ölünce ölür.
İki dünya
Doların dalgalanmasına bırakıldı bu çağda ölüm
geceleri şehrin varoşlarında ikâmete mecbur edildi
İsmet Özel
Modernizm son yüzyılda hayatı yücelterek ölümü insanlar nezdinde küçültüp değersizleştirmeye çalıştı. Onu unutturdu, yok saydı ve hayatından çıkardı. Pozitivizmin genel kabulü ve Darvinizm anlayışı çağ insanlarının ölüm algısını tümüyle değiştirdi. Modernizm, bilim ve teknolojiyle ölümü yeneceği vaadinde bulundu. Bu alandaki gelişmeler, insan ortalama ömrünün uzaması “ölüme karşı zafer” olarak nitelendi. Bilim adamları ellerinde, “Artık insanın nasıl imal edildiğini gösteren el kitapları” olduğunu açıkladılar. Ölümü inkâr, yok sayma ve gizleme içerisine girildi. Çok yaşamak elimizde reçeteleri, hayatı uzatan yemek listeleri ve çıkarılan gen haritalarıyla ölüm duygusu yenilmeye çalışıldı. Bütün bunların yanında ölüm, felsefeden de edebiyattan da dışlandı.
Ancak hayat ve ölüm arasındaki mesafenin açılması modern insanda ölüm korkusu, yalnızlaşma ve psikolojik sıkıntı olarak dışlaştı. Bu yüzden modernizmin insanlığa en büyük hediyesi “ölüm korkusu” oldu. Modernizm, ölüm karşısında hayatı/bireyi yücelttikçe bir paradoks olarak insanlarda ölüm korkusu başladı. Doğal olarak değerli olan şeyi vermek, kaybetmek daha zor gelmeye başladı insanlara.
Üzerinde yaşadığımız topraklarda ise ölüm Batı’dan oldukça farklı algılanmış, yorumlanmıştır. Bu toprak insanları ölmeden önce ölmeyi düstur edinmiştir. Ölüm ve hayatı iç içe yaşamış, onu unutmaya değil sürekli akılda tutmaya çalışmıştır. Mezarlıklarını caminin avlusuna yapmış, onun hayatının bir parçası olduğunu kabullenmiştir. Bu bakış açısıyla yaklaşıldığı için ölüm geleneksel edebiyatımızda, düşünce serüvenimizde fazla yer işgal etmez. Ölüm felsefi anlamda da tartışılmaz, sadece dinî veriler açıklanır, yorumlanır, örneklendirilir. Tartışılmaz çünkü tartışılacak bir yanı yoktur: O’ndan geldik O’na döneceğiz. Mesele bu kadar açıktır.
Ancak ölüme bakış, ülkemizde de Batılılaşma yönelimleriyle birlikte derin bir kırılmaya uğrar. Ülke aydınları ve sanatçıları ölüme Batılı anlayışla yaklaşmaya başlarlar. Ancak bu ‘rüya medeniyeti’nin doğrularını buraya taşırken ilk dönemde derin bir sarsıntı yaşarlar. Kimileri bir ara çözüm arayışı içerisine girerken büyük çoğunluk ölümü Batılılar gibi algılamaya başlar. Bu yüzden, bizde, ölüm korkusu ve kaygısı üzerine edebi eserlerin, felsefi yaklaşımların tarihi yüz yılı bulmaz. Batılı anlayışların takipçileri bu düşüncelerini eserlerinde işlemeye başlarlar.
“Her ölüm erken ölümdür.”
Yüzyıllar boyunca edebiyatçılar, sanatçılar, ölüm gerçeğinin kapısını aralamaya çalışmışlar, bilinmezliğin beslediği muğlaklık, yok oluşun verdiği acı onlar için hep doğurgan bir kaynak olagelmiştir. Gerçekle gerçek dışılık, zaman ve zaman dışılık, umut ve yenilgi, kayıp ve kazanç, ödeşme/yüzleşme, ölüm çevresinde üretilen belli başlı temalar olmuştur. Gerilim, bunalım, sanrı bütün bunlara eşlik eder. Ölüm, yazarına, zaman algısı üzeriden her türlü gelgiti yapma olanağı tanır. Ölümü yazan her sanatçının/edebiyatçının öncelikle zaman kavramına, hayatı yorumlama ve faniliğe değinmesi kaçınılmazdır. Öte yandan unutmak, anılar ve geçmiş…. Bütün bunlar tam da “edebiyat”ı yapılacak şeylerdir. Bu anlamda ölüm teması yazarına büyük ve geniş bir anlatım olanağı tanır.
Hiç şüphesiz bir insanın ölüme yüklediği anlamdan onun hayat felsefesini çıkarmak mümkündür. Çünkü insan, eni konu ölüm algılayışı doğrultusunda hayatını kurgulamakta, projelendirmektedir. Bu anlamda edebiyatçıların ölüm yorumu, hiç şüphesiz dünya görüşlerinin, hayat algılarının da bir yansımasıdır. Hayata hangi anlamı yüklüyorlarsa ölümü de öyle algılarlar.
Türk öykücülüğünde de aynı serüveni gözlemek mümkündür. Öykücülerimiz ölümü çok çeşitli şekilde yorumlamış, dile getirmişlerdir. İntiharlar, sevdiklerinin ölümü, ölüm korkusu, ölüm kaygısı, hayatın anlamsızlığı, hayatın küçümsenmesi, ölüm ve ahiret düşüncesi, fanilik, hayatın yüceltilmesi, zaman üzerine yorumlar, dava uğruna ölümler, kazalar belli başlı ölüm yaklaşımları olmuştur.
Genel olarak öykülere bakıldığında, her ölüm öyküsünün arkasında bir acı, hüzün, yaralayıcı bir duygu vardır. Çünkü şairin deyişiyle “her ölüm erken ölümdür.” Öyküde ölüm, ona nasıl bakılırsa bakılsın öncelikle bir “acı” olarak yansıtılır. Yokluğun, ayrılığın, bitişin hüznü metne yansır. Bu öykülerde kahramanların sevdiklerinden ayrılmalarının acısı işlenir. Hayatta en değer verdiği bir şeyin bir anda yok olması elbette insanın en acı, en yaralayıcı tecrübelerinden biridir. Bu anlamda ölüm hiçbir zaman kabullenilmez. Birey onun anısını bir süre daha yaşatmaya çalışır. Bu ölümü hafifletmeye yönelik bir rehabilite girişimi, ölüme karşı savunma biçimimizdir. Böylece kaçınılmaz gerçeği yumuşatmaya çalışırız. Çünkü her insan kaçınamadığı, aşamadığı gerçeklik karşısında en azından avunmak ister. Öleni içinde yaşatma yemini bu avunma biçimlerinden biridir. Ölümle tanışma ve yüzleşme beraberinde geriye dönük bir hesaplaşmayı da bünyesinde taşır. “Çaresiz bir hüzünle” bakarlar ölüme. Çünkü ölüm hiç şüphesiz bir yalnızlaşma sürecidir. Her ölüm bir kişilik eksiltir insanı. Kendi ölümü ise mutlak bir yalnızlıktır. Bu yüzden pek çok öykücü ölümü, yokluk, boşluk, karanlık ve hiçlik olarak çizer.
Modern algı ile ölümü kavrayan/yorumlayan yazarlarda ölüm tam bir infilak olarak dışlaşırken öte inancı olan yazarlarda ise yaralayıcı olsa da daha yumuşak bir geçişle temellendirilir.
Türk öykücülüğünde anlatılan en dikkat çekici ölüm hâli intiharlardır. Çünkü bir ölüm biçimi olarak intiharlar çoğu kez bünyelerinde felsefi, ahlaki, toplumsal bir mesaj taşırlar. Öykülerde bu durum iyiden iyiye idealize edilir. Burada özne, ölümün biçimi, kendisi değil, kişiyi ölüme götüren meseledir. Öykü bu mesele üzerine kurgulanır. Bir yanlış bu intihar vesilesiyle mahkum edilir. Sonu yokoluş olduğu için de etkili ve sarsıcıdır. Samipaşazâde Sezai’nin “Pamdomima”, Halit Ziya’nın “Aşka Dair”, “Bravo, Maestro!” Demir Özlü’nün “Kanal”, Füruzan’ın “Ah Güzel İstanbul”, Rasim Özdenören’in “Hışırtı”, Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam”, Uğur Özakıncı’nın “Birinci Kapı”, Adalet Ağaoğlu’nun “Hadi Gidelim”, Cemil Kavukçu’nun “Solgun” sarsıcı intihar öyküleri olarak anılabilir.
Türk öykücülüğünde ölüm dendiğinde kuşkusuz ölüme farklı açılardan bakan pek çok öykücüden söz etmek gerekir. Çünkü ölüm öykücülerimizin başta gelen temalarındandır. Ama bu yazının fiziki konumu nedeniyle biz mecburen genellemeler ve seçme yapmak zorundayız. Burada yapmak istediğimiz sadece küçük bir fotoğraf çıkarmak. Öyle ki bu zorunluluk Vusat O. Bener, Ferid Edgü, Tezer Özlü, Nedim Gürsel, İnci Aral ve Ayfer Tunç gibi öykülerinde ağırlık olarak ölümü işleyen yazarları bile dışarıda tutmamız sonucunu doğurdu.
Hayat bu kadar güzelken…
Türk öykücülüğünde ölümü işleyen yazarların başında Halit Ziya gelir. Halit Ziya bütün bir öykü serüveninde hayat ve ölüm arasındaki ilişkileri anlatmış, hayatı ve ölümü yorumlamaya çalışmıştır. Bu anlamda parçalanmış hayatlar, kırıklıklar onun ana temalarıdır. O öykülerinde, hastanedeki çaresiz hastaları, aşk kırgınlarını, unutulmuş sanat eskilerini, evlat acısı çeken babaları anlatmıştır. Hem de bunları melodramik sınırlara vardırarak. Genç kızları veremden öldürür, çocukları babasız, babaları evlatsız bırakır. Yetmiş yaşındaki müzik öğretmeninin sonu canına kıymaktır. Yani kahramanlar hayat karşısında hep yenilirler.
Aslında o tersinden bir hayat yüceltimi yapar. Bu acınası insanî hâlleri anlatırken hayatın değerinin bilinmesini istediği açıktır. Okurlara, sahip oldukları şeylerin değerini anımsatmak için hep yitirişlerin öyküsünü yazar. Pek çok öyküsünde, orta yaşlılar yahut yaşlılar anlatılırken, bir yandan da geçip giden hayatın önemi vurgulanır. Onun kahramanları yaşamlarının belli bir döneminde derin bir boşluk duygusuna kapılırlar. Bu yaşanmamışlığa karşı duyulan boşluk hissidir. Kaçırılan, atlanılan güzelliklerdir. İnsanlar derin bir sarsılışla fark ederler ki hayatları bomboş geçmiştir. Zamanın kıymetini bilememişlerdir. Hiç kuşkusuz Halit Ziya’nın savunduğu şey “hayat”tır. Onun zevkleri, tutkuları, heyecanları. O, hayatın kendisine tutkundur. Hayatı zorlaştıran, yok sayan tüm düşüncelere, tutumlara karşıdır. Yazdıklarıyla âdeta hayatın önünü açmaya çalışır. Çünkü onda her şey “hayat”ı yüceltmeye dayanır. Ancak bu kadar idealize edilen hayat, sonunda acı gerçeğin sert kayasına çarpınca paramparça olur. Güzel bir şiire benzetilen hayat, çoğunlukla ölüme yenilir.
Bir Yazın Tarihi’ndeki “Ölümümden Sonra” öyküsünde babanın ölümünün aile üzerindeki etkisini anlatır. Anne ve iki çocuk, ölüm ve hayatın zorluğu. “Ya bu çocuklar ne olacak? Tanrım! Bu babasız çocuklar, bu incecik başlarının üzerinden geçecek korkunç fırtınalara karşı dayanaksız, sığınaksız kalan güçsüz, zayıf çiçekler; bunlar ne olacak? (…) Oysa, ne yazık! Mutluluk perisinin kanadının sert bir vuruşuyla ölüm, bu aile topluluğunu darmadağın ediyor… İşte, şimdi siyah bir kadın, siyah çocuklar ve önlerinde siyah, büsbütün siyah bir yaşam…”
Sait Faik de tıpkı Halit Ziya gibi bütün bir öykü serüvenini hayat yüceltmesine adamıştır. Hümanist bir bakış açısıyla olayları, insanları yorumlar. Ölümü hep iyi yaşama arzularının, özgürlük tutkularının önünü kesen kötü bir durum olarak çizer. Bütün zorluklara rağmen hayattan kopmayan insanların yaşama arzusu ve direnci onu cezbeder. Özellikle deniz, Sait Faik için sonsuz özgürlük ve hayat demektir. Dertlerden, tasalardan, huzursuzluklardan onun sayesinde kurtulur. İnsan her şeyi ondan öğrenir, hayat kaynağıdır. Deniz ona ciğerlerine çektiği havanın kıymetini, açıkçası yaşamanın zevkini ve lezzetini verir. Ama hep ölüm, bu güzellikleri kesen ölüm vardır.
Az Şekerli kitabındaki “G…” adlı öyküde hastanede tahlil yaptıran kahraman ölüm ve hayat arasında gider gelir. Sokaklarda dolaşır, her yer ölüm kokmaktadır: “Kaç saat var ölüme? Bir sene mi? İki Sene mi? Yoksa daha az mı? Beklenir…Ne beklenecek? Mucize! İlimde mucize yoktur. (…) Tabiatın şakası yoktur. Ağır ağır öldürmek istedi mi ağır ağır; çabuk çabuğa niyetlendi mi, koşar adım…”
Bir uyarlama olan “Müthiş Bir Tren” onun etkileyici ölüm öykülerinden biridir. İki arkadaş istasyonda oturmaktadır. Adam yanındaki arkadaşına bir rüyasını anlatmaktadır. İstasyona bir tren gelip durur. Trendeki yolcular hep kederli, yüzü gülmeyen insanlardır. Bir ara camdan dışarı bir kadın bakar. Bu, kahramanımızın on yıl önce ölen karısıdır. Yanında ise ölen oğlu vardır. Trene biner ve kompartımanlarda dolaşmaya başlar. Burada ölen arkadaşlarına, müzik öğretmenine ve “ölmüş olduklarını şimdi hatırladığı” bir yığın dost ve akrabaya rastlar. Sonra tren gider ve kahramanımız orada kalakalır.
“Son Kuşlar” da (1952), hayatla ölüm arasında gidip gelen Sait Faik, iyiden iyiye adaya, balıkçılara, denize odaklaşır. Karaciğer rahatsızlığını artık satır aralarına yerleştirmeye başlar. Ölümün yaklaştığının, hayatın elleri arasından kaydığının farkında, kırık, içli metinlere dönmüştür. Artık geleceğe ilişkin umudu kalmamış bir durumda geçip giden güzelliklere ağıtlar yakmaktadır.
Gidenler geri gelmez mi…
Adalet Ağaoğlu’nun, “Sessizliğin İlk Sesi” öyküsü benzersiz ölüm öykülerinden biridir. Kardeşinin nabzı elinde onun ölümünü bekleyen kahramanın duyguları, ölüm algısı oldukça başarılı bir şekilde verilir. Mücadelelerle geçen bir yüreğin susuşu, derin, içe işleyen bir kardeş sevgisi… Kız kardeş, hastanede, artık umut kesilmiş kardeşinin nabzını tutmakta, yaşadığına şahit olmak istemektedir. Bu arada onun geçmişini düşünür. Geri dönüşümlerle, kardeşinin hayatı gözlerinin önünden geçer. Çocukluğu, gençliği, mücadelesi, başkaldırışı. “Camlarda ölümü, sessizliği taşa tutan” kardeşi sessizce ölmektedir. Kardeşinin şimdi sadece bir sese, nabız atışına ihtiyacı vardır. Ama ses gelmez, nabzı atmaz. Ölüm gelir, tüm geçmişi siler. Kız kardeş çaresizdir. Bileğini yana bırakır, sadece bileğini.
Ağaoğlu, Hadi Gidelim’deki “Çok Özel Küçük Şeyler” öyküsünde, ölüm korkusunu işler. Bir “yazmacı”nın uğradığı başarısız suikast girişimi sonrası yaşadığı korku ve şaşkınlığı boşa düşen tetiğin “çıt çıt” sesleriyle mükemmel bir şekilde anlatır. Bilinçaltı tekniğinin uygulandığı öykü, tümüyle ritme ve onun gücüne yaslanır. Öykü boyunca boşluğa düşen tetik sesini duyarız: “Çıt çıt”. Ritimle öylesine başarılı bir atmosfer kurulur ki, öykü boyunca kahramanımızın yaşadığı o anı (namlunun ucuyla yüz yüze gelişi ve silahın ateş almayıp tetiğin boşa düşüşü) âdeta biz de onunla birlikte yaşarız. Türk öykücülüğünde ölüm korkusunun en iyi işlendiği öykülerden biridir.
Ölüm bunalmaktan daha iyi….
Varoluşçuların ülkemizdeki en önemli iki temsilcisi Demir Özlü ile Leyla Erbil’dir. Yazarlar öykülerini bu felsefi anlayış doğrultusunda oluşturmuş, ölümü de bu felsefeciler, edebiyatçılar gibi algılamışlar, yorumlamışlardır.
Demir Özlü’nün ilk kitabı Bunaltı’daki “Bağsız” öyküsü, Varoluşçuluk etkisini en somut yansıtan öykülerinin başında gelir. Toplumdan tümüyle bağlarını koparmış kahramanımız “varlık tedirginliği” yaşamaktadır. Ona göre toplum tümüyle çürümüş ve kendine yabancıdır. Yaşam bir azaptır. Sevgisiz ve bağsız, acı içinde kıvranmaktadır. İnsan tümüyle yalnızdır. Etrafı ölü doğayla kuşatılmıştır. Mutluluk yoktur. Hayatı o kadar boş ve anlamsızdır ki bir cinayetle buna anlam katacağını düşünmektedir. Bunun üzerine, tümüyle kendine bağlanmadığını düşündüğü bir kadını öldürür. Artık böylece varolacaktır. Öykü boyunca sürekli izlendiğini düşünen kahraman için burada ya da orada olmak, cezaevinde ya da dışarıda, ülke içinde ya da dışında olmak fark etmemektedir. Çünkü her şey anlamını yitirmiştir. Kitaptaki “Bunaltı” öyküsü ise öyküden çok onun bir manifestosu gibidir. Özlü bu metinde Varoluşçuluk anlayışını temellendirir. “Niçin dünyaya geldim diyorum, ben kimim? Ne oluyorum? Bu acıyı çekip durmak için mi?” “Batağın içindeyim, durmadan daha da dibe saplanmaktan kendimi alamayarak.” “Eşyanın özünü hiçbir zaman anlayamadım, kendimce yorumlayamadım.” “Yaşamak anlamsızdır. Sevgiyle, iyilikle, bir şey olacak diye bekleyerek, titizlenerek, kötülükten korkarak büyüttüğüm umutlarımın bir anda yıkıldığını, bu kaçıncı görüşüm. Biliyorum artık, anlamsızlığa başımızı vura vura yaşayacağımızı. Çünkü ne olduğumuzu bilmiyoruz? Niçin varolduk? Durmadan, dinlenmeden bu anlamsızlığı yaşasın diye mi?”
İkinci kitap Soluma’daki “Kanal” öyküsünde, şehre niye geldiğini bile bilmeyen kahramanımız burada amaçsızca dolaşmaktadır. Şehrin plânında kanalı görünce zihnine yerleşir. Artık herkese burayı sormaktadır. Sonunda kanalı bulur ve kendini kanalın bulanık suyuna bırakır. Üçüncü kitap Boğuntulu Sokaklar’da aynı kahraman amaçsızca sokaklarda dolaşmayı sürdürmektedir. Bol bol sokak tasvirleri, kahveler, birahaneler, amaçsız insanlar, intiharlar…
Leyla Erbil de aynı iz üzerinde yürür. Hallaç’taki “Bilinçli Eğinim I”de, varoluş felsefesinden kaynaklanan kimi felsefi sorunlar, öğretiler tartışılır. Öykünün ilk paragrafında “ölücem birazdan” cümlesi yer alır. Öykü aynı cümleyle biter. Öyküde ağırlıklı olarak kadın erkek ilişkileri ele alınır. İki yüzlü evliliklere ağır eleştiriler getirir. “Bilinçli Eğinim II”, ilk öykünün devamıdır. Bu öykünün ilk paragrafında da “ölücem birazdan” cümlesi yer alır. Bu da eleştirdiği düzenden bir başka kurtuluş biçimidir: intihar. Öykü yine aynı cümleyle biter. Annesi ile babası ölmüş kadının hayatla yüzleşmesi anlatılır. Kadın mutsuz bir çocukluk geçirmiştir. Baba denizcidir ve sürekli dışarıdadır. Hep annesiyle birliktedir. Annesinin kadın algılamasını eleştirir. Özellikle “insan sorumluluk sahibi olmalı” sözünü. Anne baba mutluluğunu önleyen iki kişidir. Ama ağırlıklı olarak kadın eleştirisi yapılır öyküde. Ölüm karşısındaki çaresizlik onu hastalıklı hâllere sürükler: “Kendi yönetimime aldım ölümü.. Bağlı olmaklardan sıkılmıştım anlamıyor musunuz, annemle babamı çalıp gömütlükten onları, dikip, ekip, sulamakla da başka bir biçimle de yeniden yaşamaya başlamalarını sağlamış değil miyim?” “Öyküsüz” de bir bakıma bu öykülerin devamıdır. Kadın bu kez çocukluk arkadaşı Rüstem’i anlatır. Yine “altın bilezikli kadınları” konu eder. Sonunda Rüstem’i öldürür. Katillik, bu sıkışmışlıkta bir başka çözüm yolu, kendini varetme biçimidir. Onun kahramanları “yüzyıllardır tek ayak üstüne cezaya kaldırılmış bir öğrenci denli” mutsuz, itilmiş, yalnızdırlar.
Bir başkaldırı olarak ölüm
Oğuz Atay’ın öykülerinde bireyler ölüme karşı kayıtsızdırlar. Ölmek ya da yaşamak onlar için hiç fark etmemektedir. Öykülerde bireyin yaşama imkânlarını gözetmeyen çağdaş ilkelerin, toplumsal dayatmaların, onu nasıl bir girdabın içine ittiği ve giderek de onu ezip yok ettiği işlenir. Toplumsal yaşam bireye hayat imkânı tanımamaktadır. Kahramanlar tam anlamıyla bir yabancılaşma yaşarlar. Bilinmeyenlerle çevrili hayat içerisinde geçmişlerinden, tüm birikimlerinden kopmuşlardır: Duyarsız, acımasız toplumsal-sosyal düzenin içinde birey yapayalnızdır. Bu yüzden kahramanlar toplumdan kopar ve kendi dünyasına çekilir. Bu, pek çok öykünün ortak temasıdır. Ölüm kahramanlar için anlamını yitirmiştir. Ölmek ya da yaşamak bir anlam ifade etmemektedir. Yaşam ise tümüyle anlamsızdır.
“Beyaz Mantolu Adam”da, toplumun koyduğu kurallar içinde başarılı olamayan (onların anladığı anlamda) kahramanın, yine toplumun koyduğu kuralları hiçe sayması sonucu yaşadığı hastalıklı hâl anlatılır. Kahramanımız topluma tavrını bir yaz günü kadın paltosu giyerek gösterir. Hiç konuşmaz. Onların içinde dolaşarak iki yüzlülüklerini yüzlerine vurur. Kimileri onu vitrinde manken olarak kullanıp ondan faydalanırken, kimileri de onun hakkında çeşitli fikirler ileri sürer. O kimine göre “kötü hastalıklı biri”, kimine göre “turist” kimine göre de “sapık”tır. Kahraman şehirde dolaştıktan sonra “halk plajı”na gider. Herkesin çıplak olarak dolaştığı plajda, onun mantolu olarak ortalıkta dolaşması karşısında halk rahatsız olur. Oradaki bir görevli olaya müdahale eder. Ancak bu “acayip yaratık” teslim olmayı reddeder. Denize doğru koşar. Kurallarıyla başarısız kılan topluma, sadece aykırı bir elbiseyle ve susarak karşı koyan kahraman, sonunda denizden bir daha geri dönmeyerek toplumdan intikamını alır.
Atay’ın öykülerinde birey, saçma bir dünyayla savaşmayı reddeder ve geride kalanlara bir mesaj verir, onları cezalandırır. Toplumun adaletsizliklerini, saçmalıklarını yüzlerine vurur. Ve böylece onları, vicdanlarını yaralamaya çalışır. Bu, ya intiharla ya da bir başka türlü kendini cezalandırmayla (ihbar/itiraf) olur. Çünkü her intihar eni sonu toplumsal yapıya/düzene bir saldırıdır ve sarsıcı bir mesaj içerir. Kıstırılmışlığı, kendini feda ederek deklare eder ve toplumdan bir anlamda intikam alır. Alt edemediği güce karşı kendini kurban ederek onu cezalandırır. Zaman zaman da bu karşı koyuş biçimlerini tartışır: “Açlık grevinde uzun bir direniş vardı; intihar gibi kısa ve romantik bir tepki değildi.” (Korkuyu Beklerken)
Sevim Burak’ın öykülerindeki ana temaların başında “ölüm” gelir. Örneğin Yanık Saraylar tümüyle bir ölüm kitabıdır. Onun ölüme bakışını şöyle özetlemek mümkündür: Eğer ölüm varsa ve kaçınılmazsa her şey boştur. O özellikle insanı ölüme götüren, ölümü normalleştiren tecrübelerle ilgilidir. Bunlardan ilki insanların çevrelerinin boşalmasıdır. Bu insanlar çok sevdiklerinin ya da yakınlarının ölümüyle birlikte boşlukta kalır, hayat onlarda anlamını kaybeder. Kahramanlara ölümü özleten diğer bir neden de hayatın “hiç”liği, anlamsızlığıdır. Onun kahramanları bu dünyada “bir hiç için yaşanır mı?” diye düşünürler: “Bu kadın kolu için yaşıyor; bense paltom için yaşıyorum. Fakat bir hiç için yaşanır mı diye düşündü.” Bu yüzden “asıl sorun yaşamaktır.” Burak Afrika Dansı’ndaki “On Altıncı Vay” öyküsünde yine ölüm olgusunu tartışır. Burada ölümün kaçınılmaz olduğu, eşyaların ve önlemlerin ölümden insanı kurtaramayacağı vurgulanır.
Ölüm bu kadar gerçek ve kaçınılmaz olmasına rağmen insanlar ölüm olgusuna ilgisiz, duyarsızdırlar. Sanki ölüm yokmuş gibi yaşarlar. Oysa her tarafta ölümün izleri vardır: “Karanlıkla ölümün kesiştiği saatte ölümlü caddede tuhaf gülümsemeli afişler ortaya çıkar.” Nikah merasiminde eğlenmekte olan insanlar, “küçücükler mücücükler mezarı önünde biraz dururlar.” Ama ölümü yine algılayamazlar. Hastaneler ise insanın ölüme en çok yaklaştığı mekanlardır. Burak, “Afrika Dansı” öyküsünde “hastane”leri odak alıp buralarda insan hayatının nasıl anlamsızlaştığını, önemsizleştiğini vurgular.
Ölüm yokluk değil, bitiş değil, son değil…
Ölüm ve onun ötesi Rasim Özdenören’in öykülerindeki belli başlı temalardandır. Özdenören, öykülerinde daha çok ölümün insandaki düşünsel, zihinsel etkisini, macerasını işler. O güne kadar belki ölümü hiç düşünmemiş bireyin ölüm karşısındaki şoku, olayın zihinsel çağrışımları da işlenerek gündeme getirilir. Kahramanlar, arayarak, yanılarak, düşünsel acılar çekerek ölüm gerçeğini anlamaya çalışırlar.