Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 69

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 562.355 Cevap: 1.812
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
15 Nisan 2007       Mesaj #681
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Dostluk Budur İşte


Sponsorlu Bağlantılar
İstanbul da okuyan iki aradaşdan birinin adı Ahmet diğerinin adı Nihat. Nihat çok fakir, ailesinin desteğiyle zor zahmet okumaya çalışan bir genç, Ahmet ise bunun aksine varlıklı bi ailenin evladı; yat, kat, araba, para ne istersen var adamda. Bunlar aynı okulda okudukları için tanışıyorlar kaynaşıyorlar birbirlerine. Derken kanka oluyorlar can ciğer dost oluyorlar. Yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor, aynı evde kalıyorlar. Ahmet hiçbirşeyini esirgemiyor dostu Nihat tan. Yemiyor yediriyor, içmiyor içiriyor, giymiyor giydiriyor o derece seviyor yani Nihat ı . tabi Nihat ta farkında bunların o da biliyor arkadaşının hakkını kolay kolay ödeyemeyeceğini. Ahmet parası olmadığında Nihat ın cebine harçlığını dahi koyuyor. Derken bir gün Ahmet pencere önünde yine aynı saatlerde hoşlandığı kızı seyretmek için duruyor ve kız geçiyor Ahmet de sanki heybetli birini seyredercesine kızı süzüyor gözleriyle. O gün de kızın hemen arkasında biricik dostu Nihat yürüyerek gelmekte. Anlamıyor tabi ilkin ama hemen sonra eve giriyor Nihat. Heycanlı bi şekilde Ahmet e konuyu açıyor: o kızdan çok hoşlandığını kendisinin kızla aralarını yapıp yapamayacağını soruyor. Hayır diyemiyor Ahmet. Söyleyemiyor kendisinin de aynı kızdan hoşlandığını. Tanışmalarına vesile oluyor bi şekilde ikisinin. Derken bunlar işi iyice ilerletiyorlar hoşlanıyorlar birbirlerinden ve evleniyorlar.

Yıllar sonra…

Nihat Kayseri ye vali olarak atanıyor. Ahmet ise bi işin ucundan tutamıyor bir türlü. Şimdi roller değişiyor. Nihat çok zengin oluyor: kat, yat , para …..herşey. Ahmet ise dibe vuruyor tam takırdar. Elde avuçta bişey kalmıyor. Eşi dostu Nihat ın kayseri ye vali olduğunu gidip ondan bari yardım etmesi için ricada bulunmasını istiyorlar. Belki bi iş bulur diye ümit ediyorlar. Ne de olsa eski dost. Bu kadar emeği geçti Ahmet in ona. Kabul etmiyor, yediremiyor gururuna Ahmet. Hayır diyor. Kötü geçen günler birbirini kovalıyor. Ahmet in durumu gittikçe içinden çıkılmaz hal alıyor. Sonunda dayanamıyor, gitmeye karar veriyor Kayseri ye. Varıyor valiliğin önüne, vali beyle görüşmek istediğin söylüyor: VALİ NİHAT BEYLE. Kapıcı valinin kendisini tanımadığını söylüyor. Nasıl olur diyor demediniz mi İstanbul daki en yakın dostun, Ahmet geldi diye demediniz mi diyor. Kapıcı tekrar sormak için gidiyor. Tekrar geldiğinde valinin kendisini tanımadığını eğer ısrar ederse kovun dediğini söylüyor kapıcı. Ahmet yıkılıyor. Ayrılıyor oradan direk Nihat beyin evinin yolunu tutuyor. Hanimıyla görüşmek için ne de olsa onları o tanıştırmıştı. Biliyordu Ahmet i ve dostluklarını. Evin önüne varıyor, zili çalıyor. Kapının arkasına kadar gelen birinin olduğunu ve dürbünden bakan birinin olduğunu fark ediyor ama kapı burada da açılmıyor. Nakavt olan bir boksör gibi yere yığılıyor. Çok kötü hissediyor kendini. kapının önünden de aradığı teselliyi dahi bulamıyor. Evin önünden uzaklaşmadan biri geliyor Ahmet in yanına. Yaşlı bi adam geliyor. Durum soruyor, anlatıyor Ahmet. Çok üzülüyor Ahmet gibi o yaşlı adamda duruma. Ve diyorki: “benimle çalışmak istermisin benim yanımda, sana yatacak yer de veririm hem biraz da para kazanmış olursun” çaresiz kabul ediyor, yaralı dost. Yapacak pek fazla bişey kalmıyor çünkü. Adam sarraf. Ahmet çalışmaya başlıyor gel zaman git zaman orada da çevre ediyor. Herkesin güvenini kazanıyor. Bir gün müşterilerden biri geliyor Ahmet in yanına baya samimi olduğu ihtiyar bi müşteri. Seviyor da Ahmet i. Elindeki kutuyu veriyor kendisine kendisinin 3 içinde dönmemesi durumunda bu kutunun kendisinin olacağını söylüyor. Tamam diyor Ahmet ve odasına koyuyor kutuyu. Aradan 3 ay, 4,5,6 ay geçiyor. Ne gelen var ne giden. Anlatıyor durumu patronuna. O da artık kutunun kendisinin olduğunu gönül rahatlığıyla açabileceğini söylüyor. Bir bakıyor ki kutunun içi mücevher, altın, para dolu. Patronu artık onun bu mesleği yeterince öğrendiğini kendisine de bu sermayeyle bi sarraf dükkanı açabileceklerini söylüyor. Gönlü yatıyor Ahmet in. Zamanla hatrı sayılır esnaflarından oluyor kayseri nin. Yat, kat, araba ve para her şeye sahip oluyor.

Bir gün bi müşteri geliyor, yanında genç güzel bi kızla. Gönlü kayıyor kıza, Ahmet in. Kız da ondan hoşlanıyor. Ve istetiyor kızı. Nişan günü gelip çattığında sıra davetlileri çağırmaya geliyor. Kız valiyi de çağırmaları gerektiğini söylüyor. Kabul etmiyor Ahmet. Olmaz asla olmaz diyor. Kız nasıl olur biz büyük bi aile olduklarını vali çağırmazlarsa olmayacağını söylüyor. Kabul ediyor Ahmet de mecburen. Büyük gün gelip çattığında Ahmet davetliler arasında olan vali NİHAT BEY le karşılaşmamak için elinden geleni yapsa da bir an karşı karşıya geliyorlar. Ama fazla bakamıyorlar birbirlerinin yüzüne. Ahmet hemen sahneye doğru koşuyor ve kapıyor mikrofonu başlıyor anlatmaya. Durum böyle böyle…. Bundan çok zaman önce kardeşim gibi sevdiğim biri vardı yemedim, içmedim ona verdim neyim varsa yoksa. Giymedim giydirdim, hatta harçlık verdim. Çok iyilik yaptım onun için. Yetmedi sevdiğim kızıda ona verdim. onu asıl benim sevdiğimi söyleyemedim kendisine. Canımdan bile çok seviyordum çünkü kendini. Yıllar sonra benim durumum kötüye gitti o dostumun da Kayseri ye vali olduğunu öğrendim, yanına geldim. Evet o dost Nihat beydir. Benim kendisine yaptıklarıma karşın o beni makamından kovdurdu, ardından evine gittim kapıyı bile açmadılar. Tüm kapıları yüzüme kapadılar. Diyor ve mikrofonu bırakıyor, iniyor sahneden. Bütün konuklar şaşırıyor, anlayamıyorlar ne olduğunu. Bu anlatılanların üzerine vali Nihat bey bir cevap vermek zorunda kalıyor. Ve o da çıkıyor alıyor mikrofonu başlıyor anlatmaya. Evet diyor anlatılanların hepsi doğrudur.yalan diyemem. Ama bilmediği bir şey var. Durumunun kötü olduğunu duymuştum yanıma geldi evet kovdurdum. Çünkü ona yardım etsem kabul edecekti fakat 3-5 ay sonra gururuna yediremiyecek ve intihar edecekti. Birim kendisinin ne kadar gururlu olduğunu. Sonra hemen evi aradım eşimi. Biliyordum eve gidecekti direk. ona az sonra Ahmet in geleceğini ve ne olursa olsun kapıyı açmamasını söyledim. Ardından mallemizde bulunan sarraf arkadaşımı aradım ve bizim evden uzaklaşan birini gördüğünde ona iş ve kalacak bir yer vermesini söyledim. Ardandan babamı gönderdim yanına müşteri olarak tanıştılar kaynaştılar, dost oldular. Sonra babamla bir kutu gönderdim. onun içindekiler benim param değildi, babamın da değil. Ahmet in benim için harcadıklarının bir karşılığıydı. ona borçlu kalmak istemedim. O paralarla kendine bi iş kurdu. İyi işletti parayı bu durumlara geldi, zengin oldu. Arkasından Ahmet in dükkanına annemle kız kardeşimi gönderdim. Birbirlerini gördüler sevdiler ve bu gün evlenmeye karar verdiler. İnşallah mutlu olurlar. Diyor ve Nihat da mikrofonu yere bırakıyor. Ahmet in boğazı düğümleniyor, ne diyeceğini bilmiyor. Gözünden ilmik ilmik yaşlar akmaya başlamış. Ve sarılıp iki dost birbirlerine barışmışlar tekrar eski günlerdeki gibi birbirlerine sıkı sıkı sarılmışlar. Mutlu mesut bi şekilde düğünü tamamlayıp, hayatlarına devam etmişler….


DOSTLUĞUN DEĞERİNİ BİLMENİZ DİLEĞİYLE……..
DOSTLAR HİÇBİR ŞEYE BENZEMEZ………

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Nisan 2007       Mesaj #682
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
YARIM KALDIK, SEN NE DERSEN DE...

Sponsorlu Bağlantılar

Yarım kaldık…sen ne dersen de… Bu hikaye ya da aşk öyküsü, ne dersen de sen adına, güzel bir kış akşamında başladı, tomurcuğa duran günlerde bitti işte…yok öyle birden bire değil, budanan asma dalları gibi hiç değil, ki budamak ömrünü uzatır ağaçların değil mi… bizimki eksik sayfalı korsan kitaplar gibi, baharda düşen kırağı lar gibi, meyve verme mümkünatını imkansız yaptı… Bunu bize kim yaptı yar?diye sorarsan bana, ne sen ne de ben sevgili…
Şimdi kimin kimden önce öleceği üstüne ahkam kesmek olur vermek istersem cevabını… ki kimin kabahati olur ki, araya yollar girmiş kimbilir belki de imkansız aşklarda? Hadi “İmkansız” diyelim biz adına…Diyelim, sürelim gitsin, kırmızılar yakışırken, kara… Kara çalmak derdi eskiler…Alınlara, namusa…kimse aşktan söz edecek kadar cesur değildi o ara… Şimdi ben sana aşk dedim bu yüzyılda… Sevmek dedim, yollara inat yüreklerde buluşmak dedim, inanmak dedim ya, yoksa sen de mi eskilerde kalmıştın, ben anlamamıştım? Bilmedin ki ne güçlü, ne inançlı dallarım vardı, taa bu karanlık şehirlerden de, ışıklı olanlardan da, hatta giden olmadığı için hiç ayak basılmamış olanlardan da taa sana kadar uzanacak… Bilirsin kökleri vardır ağaçların, öyle kurmuşlardır kendi uygarlıklarını kah kuytu ormanlara, kah böyle Orta köy’dekiler gibi yollara… Hepsinin bir mazisi, bir ailesi, kesip atmak istedikleri hasta kolları vardır, bilirsin… Kimi zaman yanlarına umutla dikilen başka ağaçlar olur da hani, boy vermezler bir türlü, hani verebilirler de elbette, ama belki… İşte senin de benim de herkesin de bildiği o ağaç türlerini düşün bir,
Düşün ki ben bir ağaçtım ve köklerim kalsa da olmam gereken yerde, sarabilirdi seni dallarım…
Geçti diyelim, şimdi bir bardak kaynak suyu içelim, içlerimizdeki deriiiiin kuyulardan çekilmiş olsun… “Gömü” derdin ya sen” mazi”ne.. Hani “Kıymetli gömü !” demiştin ya arkanda bıraktıklarına… Yerimi sevmedim ben, bilesin! öyle bir sürü “seni seviyorum”lar, “sen benim her şeyimsin”ler, hatta “bırakıp gitme beni” diyen kadın sesleri duyuyorum, yıkılıyorum… Beni bir başka antikacı dükkanına atsan diyorum…Hani şöyle ahşaptan kedileri bol, cevizden sandıkları sıra sıra… hani gerçekten tarih kokan, dili olan ama içinden konuşan, “beni bırakma “diye yalvarmayanların arasında olsun yerim…Ben de onlar gibi yerimi, yurdumu bileyim…

Gene de içim elvermedi böyle sessiz gidişine… İnsan bir “olmadı güzelim be” der, “senin yürek benimkine sığmadı” der… Ne bileyim işte… Gerçi böylesini de görmedim değil…Azar azar gitmenin ne demek olduğunu görmüştüm, siyah beyaz bir amerikan filminde… gene de razı olamıyorum bir türlü, bu sessizlik yok mu, hani fırtına bekliyorum kaç gündür, koptu kopacak amansız bir fırtına, gürül gürül bir yağmur…” Ne olacaksa olsun artık” der gibi… Yok, sen azar azar gitmelerin adamısın belli… Belki de haklısın yar? Belki benim sevgimi içine alamayacak kadar, yüreğin dar?

Öyle ya da böyle… İçim rahat değil gene de… İstanbul’a gitmedik beraber, vapura binmedik, Zigana’ya çıkmadık, ince belli çayları yudumlarken yanan dudaklarımızı birbirimizle söndürmedik, aynı cezvede pişen kahveler içmedik,
Martı çığlıkları yırtarken masmavi gökyüzünü, ilahı danslar edip bütün kırmızıları yırtmadık…Sonra bir kitabı birlikte okuyup üstünde sabaha kadar tartışmadık, şarkı da söylemedik daha, ülkenin haline yanıp, yetişen nesile ağlamadık, ne bileyim…bakıyorum da, bir tek “sevmişim” seni kana kana… kendi kendime…
İşte o kadar…

Böyle “mektup gibi olmuş” dersen, değiştireyim,
“şiir gibi olmuş dersen” cümleleri düzelteyim,
“yok beğendim” dersen sana göndereyim…

Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
16 Nisan 2007       Mesaj #683
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Gücüm yok... Ey sevgili tükendim artık! Çek ipimi öleyim...



Aşk Olur Adı



Sen!
Ey yalnızlığımın adı, sevdanın adresi, sonsuz ahı hasretimin. Tükenmeyen hülyalarımın sahibi dil-i suzan.
Benim bitmeyen yanlızlığım, yanlızlığımın bitmeyen umutışığı. Ruhumun sahibi, yüreğimin canyoldaşı dilruba.

Beni diyar diyar süren gurbet ellere, seyyah edip gezdiren, hasretini çektiren ölümüne... Sonsuz acılara gark edip kanlı yaşlar döktüren gözlerimden... Gözlerindeki aşka mahkum kılan ve azat etmeyen bir ömür...

Çıkıp gitme zamanı şimdi yine ey yar, uzaklar düşünce bir kez yüreğe, sen düşünce hayale, ruhumu zaptetmek mümkün müdür?... Ki, gittiğim her yerde senden izler ararım, hiç bir yerde olmadığını bile bile. Olmadık zamanlarda aklıma düşersin, yaralanırım...

Dilimin ucuna her geldiğinde dilimi ısırırım, seni sevdiğimi haykırmamak için. Seni sevdiğimi yalnız sana söylemek için bir gün kavuştuğumda. Ne varki her yaklaştıkça uzaklaşıyorsun…

Ama artık anlıyorumki sana kavuşmak sonsuz bir hayal, yine de sevdamı yükleyip yüreğime, seni bulmak, sana söylemek için sevdiğimi. her sabah düşerim yollara yeniden...

Şimdi her seher çıkıp dağlara ismini haykırırım yankılı kayalara...

İlan-ı aşk ederim, dinlemeselerde beni! Duymasalarda!
“Ey dağlar, ey nehirler, ey rüzgar, ey bulutlar, ey insanlar duyduk- duymadık demeyin, ben onu seviyorum,” derim...

Sensiz hayat yok benim için, yaşam yok. Söz vermiştim sevdama, yaşarsam aşk için yaşarım yalnız, aşkım için... Ölürsem aşk için...
“Gönül her zaman gelmeyeni beklermiş” derler, sevdası saklı duran sevgiliyi. Gelmese de bir ömür yine beklenirmiş o sevgili…

Sen benim bir ömür hasretini çektiğimsin, beklediğimsin ey yar. Bütün boşluklarını seninle doldurdum ömrümün… Yazdığım bütün şiirlerde, söylediğim bütün şarkılarda sen vardın yüreğimde. Aşka dair ettiğim bütün yeminlerde sen vardın yanımda. Gelmesende bekleyeceğim...

…../Düşlerim dağınık şimdi, kara bulutlar kümelenip durur usuma, acılar çöreklenip yüreğime, yerden yere vurur beni olmadık zamanlarda. Ben seni sevdiğimden beri, ilmek ilmek hasret dokur ömrümün gergefine zaman... Seni ne zaman özleyip ağlasam güzelleşir yeryüzü, güzelleşir gökyüzü, ışık dolar gözlerime... Sevgiyi damıtır en derin yerinden gözlerim... Aşk olur adı...

Ey yar yıldızım yitikse şimdi, doğmuyorsa ve ışımıyorsa gecelerime ay. Beni terkedip başka ufuklarda parlıyorsa, almıyorsa beni kucağına bir vefalı dost gibi ve gelmiyorsa beklediğim sabah. Özlediğimde yanımda yoksan eğer, uzaklar acımasızca vuruyorsa.
Ben yine de hep seni düşlerim ışıl ışıl, seni özlerim zifiri gecelerde de olsa...

Şimdi her gece bir tren kalkıyorsa gönlümün istasyonundan sana doğru, elim kalkmıyorsa ve sallayamıyorsam verdiğin mendili ardından. Gözyaşlarım ateş olup düşüyorsa ve hüzün olup yakıyorsa düştüğü yeri sebep sensin.

Meğer ki aşk imiş beni bağlayan hayata bu güne kadar. Her soluk aldığımda sevdayı hissettiğim içinmiş, sevdayı yüreğimde ölümüne taşıdığım içinmiş ki yaşamışım... Ve savunmşum yaralı kalbimi, hicranlar içinde de olsa, savunmuşum gözyaşımı kimseye aldırmadan.

Bilki, tomurcuklar açmadan kuruyorsa dalımda, her bahar bir tek kan gülleri açıyorsa gülşende, ey aşk, ey sevdiğim sensin sebep...

Şimdi ölüme hüküm giyiyorsam her yargılandığım yerde, hüznün acılı ırmaklarında kalıyorsa hayallerim ve sonunda kırılıyorsa kalem. Bil ki sebep sensin ey aşk, ey sevgili.

Ben sefilliği, garipliği, çölü, kimsesizliği, sahrayı, sahrada derviş olmayı, aşka mahkum olmayı senin için seçmişim ey yar...

İstersen sev beni! istersen kır! Acıt, ez, öğüt, paramparça et.
Gücüm yok tükendim ey yar! Çek ipimi...

Söyle, ne desem son sözüm sorulup, zülfün boynuma dolandığında, Söyle ne etsem, nereye gitsem...

Ah! etsem, delinir mi kara bağrım? Yaralı geyikleri kurtulur mu canevimin?

Söyle, son sözüm sorulduğunda, tutar mı elimi aşk? Toplar mı yerlere savrulan hayallerimi? yaşatır mı anılarda?

Gücüm yok... Ey sevgili tükendim artık! Çek ipimi öleyim...





Nuri Can
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
16 Nisan 2007       Mesaj #684
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü

Aslan ormandaki hayvanları sarayına davet etmiş. Hem onlarla tanışmak, hem de ormanın sorunlarını konuşmak istiyormuş.

İçeri ilk olarak içeri giren ayı saraydaki kokuyu beğenmemiş. Eliyle burnunu tutup yüzünü buruşturmuş. Ağzından da “Öffff çok pis kokuyor.” Sözleri dökülmüş. Aslan bu işe çok kızmış. Sarayını kötüleyen ayıyı bir pençede yere serip öldürmüş.

İkinci olarak sarayı giren maymun olanları gördüğü için “Efendim sarayınız mis gibi kokuyor.” Aslan maymuna da kızmış. Abartıyor, bana şirin görünmek istiyor diyerek bir pençede maymununda işini bitirmiş.

Bütün bu olayları gören tilki aslanın huzurunda tek bir söz bile söyleyememiş. Bu kez aslan sormuş. “Söyle bakalım sarayımı beğendin mi? Kokusu nasıl?
Tilki işi kurnazlığa vurarak. “Sayın kralım ben bu günlerde nezle olmuşumda burnum koku almıyor.” Demiş.
VerSchL@GeN - avatarı
VerSchL@GeN
Ziyaretçi
16 Nisan 2007       Mesaj #685
VerSchL@GeN - avatarı
Ziyaretçi
MİNİ Bİ AŞK ÖYKÜSÜ



Kadın her sabah olduğu gibi o günde beyaz degneği ve el yordami ile otobüse binmişti.
Şöför : Soldan üçüncü sira bos hanimefendi, dedi.
Kadin 32 yasinda güzel bir bayandi ve esi oldukça yakisikli bir hava subayi idi. Bundan birkaç ay önce yanlis bir teshis sonucu gerçeklestirilen ameliyatla gözlerini kaybetmisti genç kadin ve asla göremeyecekti.
Kocasi ameliyattan sonra aci gerçegi ögrenince yikilmis ve kendi kendine bir söz vermisti. Asla karisini yalniz birakmayacak, ona sonuna kadar destek olacak, kendi ayaklari üzerinde durana kadar cesaret verecekti.
Günler geçiyordu. Kadin her geçen gün kendini daha kötü hissediyor, çok sevdigi kocasina yük oldugunu düsünüyordu. Esinin bu içine kapanik,karamsar hali kocayi çok üzüyordu. Bir an önce bir seyler yapmasi gerekiyordu, karisi günden güne kendi içine kapanik dünyasinda kayboluyordu.
Bütün gün düsündü koca nasil yardim edebilirim güzeller güzeli esime. Birden aklina esinin eski isi geldi. Geri dönmesini isteyecekti. Ama bunu ona nasil söyleyecekti, çünkü artik çok kirilgan ve nesesizdi. Bütün cesaretini toplayarak aksam karisina konuyu acti.
Karisi dehsetle gözlerini acti.Ben bunu nasil yaparim ben körüm, diye bagirdi.
Kocasi ona destek olacagini her sabah ise onu kendisinin birakacagini ve aksam alacagini ve ona çok güvendigini söyledi. Çünkü esini taniyordu ve bunu basarabilecegini biliyordu.
Kadin büyük bir umutsuzlukla kabul etti çünkü esini çok seviyordu ve onu kirmak istemiyordu.
Her sabah esini isine birakiyor ve aksamlari aliyordu fedakar koca. Günler böyle ilerledi karisi eskisinden biraz daha iyiydi. Fakat kocasi daha fazlasini istiyordu , kendisine söz vermisti sonuna kadar gidecekti.
Aksam karisina: Artik ise kendin gidip gelmelisin, dedi,. Kadin sasirmisti. Bunu asla yapamayacagini söyledi. Kocasi israr edince onu yine kiramadi ve bütün cesaretini topladi bunu kendisi de istiyordu ama o kadar güveni yoktu.
Sabahlari kadin artik otobüs duragina kendisi gidiyor, otobüsüne biniyor ve otobüsten inerek isine gidebiliyordu ..
Günler günleri kovaladi hiçbir problem yoktu. Yine bir gün otobüse binerken, soför :
- Sizi kiskaniyorum, hanimefendi dedi.
Kadin kendisine söylenip söylenmedigini anlayamadan, neden , diye sordu.
Soför, - Çünkü her sabah sizin arkanizdan bir hava subayi genç adam otobüse biniyor ve bütün yol boyunca sevgi ile size bakiyor, otobüsten indikten sonra yesil isikta yolun karsisina geçmenizi bekliyor siz binaya girdikten sonra arkanizdan öpücük yollayip size her gün sevgiyle el salliyor , dedi."
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
16 Nisan 2007       Mesaj #686
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Belki De Aşk



-- Serbest Karakalem Çalışmaları ---



Belki de ölümün gizli provasıdır ayrılık. Aldığın her nefes yalnızlığın zabtına geçmiştir..Gülümsemelerin solduğu yüz çukurlarından savruluyor aşkın imla hataları. Virgüllerin beli kırılır satır ortalarında. Perdelerinden taşınır güneş. Varlığında konuşmayan duvarlar, cümleleri sırtına yüklenip kirpiklerinde oyalanır ayazlar. Sesini yitirmiş bir rüzgar gibi kalakalırsın mevsimlerin ayak ucunda. Susmak istersin, delice ağlamak. Ama beceremezsin. Hayata cezalar kesercesine kelimelerinle yalnızlığın kıyısına kusarsın çığlıklarını. Gözyaşın akmaz sanırsın oysa iç cebinde biriktirdiklerin ayrılığın tek şahididir. Baktığın her kadın, gideni hatırlatıyorsa, takvimlerden hep gidişin tarihi avuçlarında soluyorsa artık yenilmişsindir. Belki de yaşadıkların, acıdır. Ama aşk her acıya göğüs gerip gideni hala sevebilmektir...Aşk; belki de imkansızlığın dudaklarına mıhlanmış tek kelimedir. Ya da cümlelerin namlusundan yüreğine saplanan kanlı bir gözyaşıdır.

Hala sol yanım kanamakta. Hala cerahatı bitmemiş bir ayrılığın narkozunda parmak uçlarım ısrarla onun adını yüreğime karalamakta. Sensiz ölmeyi göze alıp ölemiyorsan, uzaklarda senin saçlarına değil de başkasının saçlarında dolaşan ellerini hala özlüyorsan hala sevmektesin. Yazdığın her kelimeyi ayrılıkla tutuşturup yüreğinde yakıyorsan ve ertesi gün güneşin perdelerine indiğinde onun sesinin olmadığı yataklardan uyanmak istemiyorsan ve gelmeyeceği bile bile hala deliler gibi seviyorsan bunun adı aşktır. Bir zamanlar elele dolaştığınız sokaklarda anıların ve kadının kokusunu hala arıyorsan, saatlerce aynı şarkıyı dinleyip rüzgarın kovalandığı caddelerde arkası dönük kadını" o "zannedip onun olmadığı anladığında yüreğini topuklarında eziyorsan hala seviyorsundur...

Belki de aşk; ayrılıklara göğüs gerip bir yudum gülüşüyle hiç gitmemecesine yaşabilmektir...




S. İsmail Sarıgene
VerSchL@GeN - avatarı
VerSchL@GeN
Ziyaretçi
16 Nisan 2007       Mesaj #687
VerSchL@GeN - avatarı
Ziyaretçi
Eski Mektuplar

Bundan iki yıl önce yazılmış bir yazı…

Merhaba…

Kış günleri ağır aksak da olsa geçti işte…Fakat bahar kendisini naza çeken bir gelin gibi şimdilik yüzünü tam olarak göstermemekte kararlı.Kuşlar gittikleri yerlerden daha dönmediler,cemrenin havaya düşme zamanını bekliyorlar herhalde.Yüreklerinde ve kanatlarında o anın özlemini taşıyorlar.
Bense en çok yaprakların yere düşme zamanını özledim,yani eylül’ü…yani sonbaharı…İçinde taşımış olduğu hüznün yanında tarif edilmesi çok zor olan bir gizem taşıyor sanki bu mevsim.Perdeler çekilmesi gerektiği kadar örtük,aynalar olması gerektiği kadar buğulu.
Şimdi sen “Bu mektubun konusu belli oldu,Sonbahar!” diyorsundur içinden ama öyle değil işte.Geçenlerde başımı yastığa koyamadan önce ikimiz arasındaki dostluğu başlatan ve adına “mektup” denilen hayatımın ikinci gizeminden neden bahsetmediğimi düşündüm,onca yazdıklarım arasında.İçime ve gövdeme garip bir sızı çöktü.Sanki şimdiye kadar yazılmış olan bütün mektupları incittiğimi düşündüm.
Aslına bakarsan cümleler ne kadar açık ve ifadeler ne kadar beyaz da olsa her mektup ayrı bir gizem taşır içinde,tıpkı sonbahar gibi…
Unutamadığım ilk mektup ailece askerdeki ağabeyimize yolladığımızdı.Herkes içindekileri bir paragrafa dönüştürmüştü.Bana ise ailenin en küçük olarak,mektubun en altına yazılan ve yaşıma uygun olduğuna inanılan şu cümle düşmüştü.”Kestane kebap,acele cevap”böylece gönlüm alınmıştı ama yine ben ailenin en küçük ferdi olduğuma hiç bu kadar üzülmemiştim.
Her mektup farklı bir dünyadır aslında,yazanların bahçelerinden farklı bir dünya sunar bize.Ben bundan dolayı bütün mektupları sevdim.İster Emine teyzenin köy muhtarına yazdırdığı ve gurbetteki,Almanyalardaki Ahmet’ine yolladığı olsun,ister “Er mektubudur,görülmüştür” zarfının içindeki şafak mektubu…Ya da bir yazarın imgeler dünyasını en yakın arkadaşıyla paylaştığı mektuplar olsun.
Oysa şimdi bunların çoğu geride kaldı.Zaman birçok şeyi sürüklediği gibi mektupları da aramızdan aldı götürdü.Yazmanın okumaktan zor olduğu bu dönemde,hal hatırlarımızı,sevinçlerimizi,dertlerimizi,paylaşımlarımızı, kısa mesaj servisleriyle veya chat sayfalarıyla dile getirme gibi bir basitliği ve çarpıklığı yaşıyoruz.
Bir şeyleri bekleme duygusunu yitirdik,zor zamanlardan geçip bir yerlere ulaşma olgunluğunu toprağa gömdük.Oysa mektup,bize beklemeyi öğretip hasletini kazandırmıştı.Firaktan visale yol açmıştı.Benim yüreğimi,yolladığım mektuplardan ziyade bana yollananları heyecanla bekleme duygusu titretti.
Şimdi zarflarımızdan telefon faturaları,banka hesap ekstreleri gibi sekülerizmin,maddiyatın unsurları çıkıyor.Ne kadar garip!Geçmişimizi,değerlerimizi yitirdikçe her şey maddeleşiyor.
Beyaz kağıda geçirilen hangi ifade bir mektubun ruhunu taşıyabilir,ya da mektubu yollayanın sanki yanımızdaymış gibi konuşmasını yansıtabilir,kalbimizin en derinliklerine…
Havada da bir kasvet kasvet…Yağmur yağacak gibi.Bahar da yüz görümlüğü istiyor herhalde.Ne dersin kuşlar döndüklerinde,kanatlarında artık zamanın içinde kaybolmuş mektupları olmasa da,onların ruhlarını getiriler mi?Ya da biz kendimizi değiştirebilir miyiz bundan sonra?
Cümleler kelimelere,kelimeler harflere artık yorulduklarını söylüyorlar…
Zarfı kapatmadan önce postane görevlisi Cemil amcanın hafif ve muzip bir gülümsemeyle “Hocam yine mektup mu var?” demesinden sonra kahkahayı patlatarak “Yoksa Patagonya’ya mı?” demesini şimdiden duyar gibiyim.
Benim cevabım mı?Kısmetse başka bir sefere…
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
16 Nisan 2007       Mesaj #688
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Kar Yağıyor Bu Şehire!.. ve Sen Yoksun




Senden ayrılalı kaç yıl oldu, kaç asır geçti, kaç yaz, kaç kış, kaç gün, kaç ay..? Saymadım.. Sen giderken ardında bir dağbaşı yalnızlığı bıraktın bana. Şehrin ıssızlığını, yokluğun kimsesisliğim oldu, yokluğun kederim … Şimdi kar içinde bedenim, buza döndü dünya...

Sen gittin kar yağıyor bu kente! Gökyüzü yere dökülüyor sanki, bembeyaz bir gülücükle, nazla... Bir eski hikaye geziniyor sokakları gözlerimin içinde... İnsanlar farkında değil, bilmiyorlar bu hikâyeyi…
Kar yağıyor bu şehire, üşüyorum!.. Ve sen yoksun! .. Kar yağıyor... Kahretsin!..

Giderken ardından son bir çığlığımı ekleyebilmiştim sadece... Giderken "beni de al" diye bağırabilmiştim sadece... Ama nafile duymamıştın...

Yıllarca hayalinle yaşadım bu kahrolası yerde, hayalinle avundum senden uzaklarda, bir tatlı sözüne, bir tebessümüne hasret kaldım…. Sen bir serap gibi yıllardır içimin çöllerinde; yaklaştıkça uzaklaştın, uzaklaştıkça yaklaştın... Bilki hayalin bile serinliktir kavrulan ruhuma, üşüyen yüreğime sıcaklıktır…

Gel ey sevgi meleğim, “Can Gülüm”, bir bahar sabahı toprağıma can olmak için gel!.. Damarlarıma kan olmak için gel!.. Hasretlik boyu uzayan raylarda gönlünün sıcaklığına muhtacım.

Bilki, kaynağı sendedir mutluluğumun, çaresi sendedir yüreğimin. Uzaklığın çekilmiyor, uzaklığın işkence… Ne zaman seni düşünsem şiirler dökülüyor kar gibi gibi kaldırımlara, şarkılar ağlıyor yokluğuna..

Uzak dağbaşlarının serin seherlerinde gökyüzünü süsleyen gözlerini aradım kaç kez. Seni ararken ırmaklara döktüm derdimi, rüzgârlara döktüm. Bin 'âh'la iniledi dağlar, bin 'âh'la aktı pınarlar, 'âh'ımdan kan damladı gül yapraklarından, yaralı bülbüller figan etti…

Özlemin bir bulut gibi sardı beni, bir yağmur gibi üstüme yağdı her gece. Damlalar yüreğime vurdukça, seni sevmek her gün biraz daha büyüdü içimde.

Gel ey gül-i rana; gel ey Can gülüm, ayakların kanasa da dikenlerden, binbir pusu kurulsada yollara, prangalar vurulsada ayaklarına, kırıp zincirleri gel… Gelmezsen yok olurum, tükenirim. Gelmezsen bil ki, ölüme savurur beni hayat…

Geceler boyu hayalinin peşinden koşarken şaşırdım yolumu... Bir uçuruma düştüm, canım yandı, kanadı her yerim...

Gel ki, uzak dağyollarında küçük bir su olup, sevda pınarı gönlüne akayım… Ürkek ceylanlar gibi sokulayım yanına. Gel koru beni zamanın zulmünden, merhametinin gölgesine al… Kucakla beni şefkatinle, yüreğime bıraktığın o kutsal aşk için kucakla…

Her gece ismini anarım gecenin en ıssız saatlerinde. Korkuyorum senden uzaklarda sensiz, yüreğim sensiz dağbaşı ıssızlığı, yüreğim sensiz en karanlık gece... Sana doğru kayıyor gönlümün bütün yıldızları, sana doğru akıyor gönlümün ırmakları…

Uykusuzum her gece böyle, yorgunum sensiz.
Hani diyorum bir gece hasretini yüklenerek çıkıp gelsen, ısınsa üşüyen duygularım. Sonra başımı koysam dizlerine kapansa kirpiklerim; bird aha hiç uyanmasam…

Ey öksüzlere yüreğinden merhamet pınarları akıtan sevgili!
Gel tut ellerimi, beni sensiz bırakma.

Gel, adını ‘’Can Gülü’’ koyduğum can’ımın gülü... Gel, zamansız da olsa, kimseciklere görünmeden, bir gölge gibi, sır gibi, rüya gibi, rüzgar gibi, meltem gibi... Gel...
Bir daha gitme…





Nuri Can
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
16 Nisan 2007       Mesaj #689
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü
Aşk Diye Kandığım Yalanlar

Perdeyi araladı usulca, buğulanmış camı sağ elinin avuç içiyle sildi. Camdaki buğunun tam ortasında, ağır ağır akan bir nehir yatağı gibi geldi gözüne sildiği yer. Islanan elini üzerindeki havluya kuruladı. Saçlarından akan su damlacıkları omuzlarına dökülüyordu. Camda yansıyan yüzüne baktı. Yaşlanmak üzere olduğunu düşündü bir an için, korktu. Perdeyi aralık bırakarak salona döndü. Sönmekte olan şömineye bir kaç odun parçası attı. Kırmızı minderi altına çekti, oturdu. Saçlarını salıyarak şöminede kurutmaya çalıştı. Üzerindeki havludan sıkılmış olmalıydı ki ondan kurtulmak istedi. Havluyu çıkarıp kanepenin üzerine attı. Duşa girmeden önce cd çalara koyduğu cd son şarkısını çalıyordu.

Yanlız kaldığı geceler ona karabasan gibi gelirdi hep. Bakir bir koyda yüzerken birden bir girdaba kapılıp yer altına çekiliyormuş hissine kapılırdı. Yanlızlıktan korktuğundan değildi. Yanlızlığa alışkındı. Artık beğenilmeme korkusu belki de eski neşesini kaybetme düşüncesiydi onu yanlızlıktan bu kadar korkutan. İnsanları etkilemek, insanlara vageçilemez olduğunu düşündürtmek ruhunun derinliklerinde sıkışmış olan egosunu kamçılardı. Oysa bu ona zevkten ötürü acı verirdi. O da her kadın gibi sevilmek, beğenilmek, arzu edilmek istiyordu. Nedenini bilmese de bal yapan bir arı gibi her çiçeğe konmak hoşuna gidiyordu. Konduğu her çiçekten aldığı üç beş tatlı söz ona yetiyordu belki de ama bu durum kendisini ucuz kadınlar gibi hissettirmesine neden oluyordu. Onun açlığını giderebilecek tek şey, onu yakıp kavuracak, bütün bu kirli duygularından ve davranışlarından arındıracak, ruhunun derinliklerine inip oralarda bir yerlerde sıkışmış olan egosunu daha da sıkıştırıp derinliklere gömmeye yetecek kadar güçlü bir tutkuydu. Yıllardır aradığı da buydu. Ruhunun sevgiye olan
açlığıydı bu durumun nedeni. Hiç bir zamanda, hiç bir yerde, hiç bir kimsenin karısı olmamaya yemin etmişti. Kendi ayakları ile gideceği yere gitmek istiyordu.

Yaktığı sigarasından derin bir nefes çekti. Tüm geçmişini içine çekip, öğütmüş ve o dumanla geri salmıştı. Paramparça un ufak etmek geliyordu içinden; ona kırgınlık, kızgınlık ve karamsarlık veren geçmişini. Ayrılıklar yaşamıştı aşka dair, hayata dair. Her ayrılık ona bir ögüt vermiş olmakla birlikte ondan bir parça da koparıp götürmüştü. Bütün hüzünleri bahara denk gelmişti. Sonbahar hazan mevsimiydi onun dünyasında. Babasının kapıyı çarpıp gittiği akşam yapraklar henüz dökülmeye başlamıştı. Oysa babasıyla sabah olunca ağaçlardan dökülen yaprakları süpürmek için sözleşmilerdi. Daha dokuz yaşında yalan ile gerçeği ayırd etmesi gerektiğini ögrenmişti. Babası kapıdan çıkarken bile halen verdiği sözü yineliyordu. Günlerce dönüşünü beklediği babası geri gelmemişti. Zaten dökülen yaprakları da rüzgar babasının peşinden bilinmeze doğru sürüklemişti. ilk ayrılığını yaşamıştı böylece. İlk yalanını, ilk acısını, ilk hüznünü. Sonbahar onda hep kuşku ve korku uyandırırdı. Bu yüzden di baharlar gelince yapraklarla birlikte solmaya başlaması. Ve yine bahar yaklaşıyordu. yağmurlar hafiften dökülmeye başlamıştı.

Yağan yağmur giderek kendisini göstermeye başladı. Artık bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Camlara vuran damlalar evin içerisindeki sesizliği dağıtmaya yetmişti. Hoşuna gitti cama vuran damlaların çıkardıkları ses. Hem evin sessizliğini bozuyorlardı hem de bi nebze olsun yanlız olmadığını hissettiriyordu ona..

Restorantın kapısından girdiklerinde garsonlardan biri ıslanmış olan paltoları aldı, vestiyere astı. Rezerve edilmiş olan masaya kadar eşlik etti genç çifte. Oturdular. İlk içkileri sipariş ettiler. İçkisinden aldığı yudum henüz iniyordu bogazından aşşağıya. Karşısındaki adam konuşmaya başladı. İki kelime döküldü karşısındaki adamın dudaklarından : “Bu kadardı. Bitti “. Karşısındakı adamın dudaklarından kelimeler dökülmeye devam ediyordu. Her bir kelime vucuduna kızgın demir bastırılmış hissi veriyordu. Zehra uzaklara dalmış bilinmeze dogru sürükleniyordu. Gözlerinin önüne gelen her nesne ona yabancıymış gibi davranıyordu. Adam masadan kalkıp gitmişti bile. Gözlerinin önüne gelen en son kare evlilik planları yaptıgı adamın kapıdan çıkıp gitmesıydi.

“Evliymiş; karısnı aldattıgı gibi beni de aldatmış”. Kendi kendine söylene söylene içti sabaha kadar Zehra. Garsonunun yaklaşıp omzuna dokunmasıyla kendine geldi. Garson: ”Hanımefendi çok içtiniz isterseniz evinize kadar bir taksi çağıralım.” Dedi. Zehra boşboş bakıyordu adamın suratına gözlerini açtığında evinde yatağının üzerindeydi. Kalktı banyoya girdi.

Yine sonbahardı ve yine yağmur vardı. Neden bütün sevdikleri onu hep yağmurlu bir sonbahar gününde terk etmişti. Ondandır baharları sevmiyordu, sevemiyordu.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Nisan 2007       Mesaj #690
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Güneş doğduğundan beri, bir yere konmayan zıpır kelebek, nihayet yorulduğunu fark etmişti. Birçok dalı olan, çeşit çeşit kuşların kardeşçe yaşadığı kocaman bir ağaç gördü. Ağacın altında, yemyeşil çimenlere uzanmış minik bir çocuk vardı. Oraya gidip gitmemekte kararsızdı. Çünkü insanlar ne zaman bir kelebek görseler hemen peşine düşer ve yoruluncaya kadar kovalarlardı.
Kelebek, ağacın altına geldiğinde çocuğun üzerinde uçuşmaya başladı. Onun minicik burnu, çiçek gibi bir yüzü vardı. Yanakları al aldı. Kelebek onu, kırmızı bir laleye benzetti ve hiç düşünmeden miniğin burnuna kondu. Çocuk, gözlerini açtığında, burnunun tepesinde rengârenk bir şey olduğunu fark etti. Kelebek, bu bahar gözlü çocuğa gülümsedi ve:
- Merhaba, burnuna izinsiz konduğum için özür dilerim, dedi.
- Hoş geldin. Daha önce hiçbir kelebeğe bu kadar yakın olmamıştım.
- Ben de daha önce bir insanın burnuna konmamıştım, dedi kelebek ve gülmeye başladılar.
Kelebek devam etti:
- Ben çiçeklere konarım hep. Çünkü çiçekleri çok severim.
- Ya, ben de çiçekleri çok severim. Ama kelebekleri de severim, dedi bahar gözlü çocuk ve utangaç gülümsedi kelebeğe bakıp.
Kelebek zar gibi kanatlarını çırptı ve incecik sesiyle konuşmaya başladı:
- Havalar çok güzel, artık her yer bahar. Mis kokulu çiçekler açtı, leylekler çoktan geldi. Sahi sen nerede yaşıyorsun?
- Hiç sorma sevgili kelebek. Ben güneşin bile görünmediği, kocaman binaları olan, çiçeklerin, kelebeklerin uğramadığı bir şehirde yaşıyorum, dedi başını öne eğerek.
- Çiçeklerin, kelebeklerin olmadığı yer mi? Ne tuhaf…
Çok şaşırmıştı kelebek.
- Evet, gerçekten çok tuhaf. Mesela, çocuklar oyun oynamayı bilmiyor bizim oralarda. Büyüklerse her şeye karşı çıkıyor ve her şeyi yönetmek istiyorlar. Zaten çoğu zaman bizi anlamıyorlar.
- Büyükler hep öyledir. Keşke hiç büyümesek…
- Bir de biz, yağmurda ıslanmak, karda yürümek nedir pek bilmeyiz. Neredeyse gökyüzüne ulaşan evlerde yaşarız; ama ay dedeyi hiç göremeyiz.
- Ne kötü, çok sıkılıyor olmalısın?
- Benim gibi, çocukların hepsi sıkılıyor. Hayal bile kuramıyor, kahkahayla gülemiyoruz.
Kelebek ve bahar gözlü çocuk kara kara düşünüyor; ama bir çıkış yolu bulamıyorlardı. Ağaçtan kuşlar havalanıyor, yanlarından vızıldayarak arılar geçiyordu. Bahar gözlü çocuk, çevresinde olup bitenleri hayranlıkla seyrediyordu. Sessizliği kelebek bozdu:
- Sen benim tek insan dostumsun biliyor musun? Çiçekler gibi yüzün var. Gülünce güneşe benziyorsun ve gözlerin de baharı hatırlatıyor. Hep burada kalabilsen ne güzel olur.
- Keşke, dedi bahar gözlü çocuk içini çekerek.
- Beni kovalamana, hatta yakalamana bile izin verirdim o zaman. Sana tek tek kelebekleri tanıtır, çiçeklerle konuşmayı öğretirdim. Kuşların yuvalarını yapmalarına yardım eder, yağmur yağarken doya doya ıslanırdık.
Çocuğun bahara benzeyen yeşil gözleri dolu dolu olmuştu.
- Hayali bile güzel… Ben de eve döndüğümde yine dört duvarın arasına gireceğim. Okula gidip yeni şeyler öğrenmek güzel; ama insanların öğrendiklerinin tersi hareketler yapması üzücü. Bu arada başını ağrıtmadım değil mi?
- Hayır, biz dostuz.
- Kimse beni böyle dinlemez. Sen çok iyi bir kelebeksin.
- Sen de çok iyi bir çocuksun. Çiçekleri ve kelebekleri çok seviyorsun. Diğer çocuklar gibi beni yakalamaya çalışmıyorsun.
Bahar gözlü çocuk kelebeğe parmağını uzattı. Kelebek hiç düşünmeden, çocuğun minicik parmağına kondu. Çocuk, onun kulağına şöyle fısıldadı:
- Artık senin için de dua edeceğim, çok sevdiğin çiçekler için de… Ve kuşlar için de…
Kelebek iki kez kanatlarını çırptı. Üçüncüde, bahar gözlü çocuğun havaya kaldırdığı elinden havalanıverdi. Bahar gözlü çocuk ilk defa bu kadar mutlu dönüyordu şehrine…
Şeyma Yol

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat