Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 79

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 562.370 Cevap: 1.812
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
26 Nisan 2007       Mesaj #781
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
SANKI YASAMIMI YILLARDIR SENIN IÇIN BEKLETMISTIM...

Sponsorlu Bağlantılar



Bugün yandaki apartmanin önüne bir ambulans geldi... Iki hastabakici indi içinden... Bir adami indirdiler asagi. Bileklerini baglamislardi. Kollarindan sikica tutuyorlardi... Yüzünde derin çizgiler vardi adamin... Gözleri paramparçaydi ve hiç bir yere bakmiyordu sanki... Durmadan, hepiniz bana karsisiniz, bense tek basinayim, siz hepiniz bana karsisiniz, diye bagiriyordu... Bu sözler sanki binlerce kez yankilandi kalbimde... Sanki birisi kendi yokluguna giderken beni anlatiyordu... Hepiniz bana karsisisiniz, bense tek basinayim...
Adam ambulansa bindirilirken bir an direndi, binmek istemedi. O direnince ben de elimi uzattim pencereden asagi, bosluga dogru, öylesine... Iste tam o sirada geriye dönüp bana bakti.Göz göze geldik... Masumiyetimi gördüm onda. Bir an. Iyiligi özleyen yanimi. Alninda derin çizgiler, gözlerinin alti derin morluklarla kapli çocuklugumu gördüm onda... Onca yogun, onca hissederek yasamasina ragmen yine de bu hayattan hiçbir sey anlamamis kalbimi gördüm onda...
Ambulans çekti gitti... Ardindan bagirmak istedim. Sesim çikmadi... Çok istedim o adam gibi kiskivrak baglanip götürülmeyi... Çok istedim o adam gibi sokagin ortasinda korkusuzca, hepiniz bana karsisiniz, bense tek basinayim, diye bagirmayi... Ama yapamadim... O adam gibi hissettigim halde, bagiramadim...
Tipki sana birkaç gece önce bagirmak istedigim halde bagiramayisim gibi... Rahatsiz olmussun seni aramamdan. Yakinlarina, durmadan beni ariyor, sevgi dileniyor, diyormussun... Sana gönderdigim mesajlari uluorta onlara gösteriyormussun... Ben senin önemli ve pahali bir kölenim ya, köle pazarinda beni insanlara teshir ediyormussun... Simdi ben ona ne söylemeliyim, ben bir insana bu iliski bitti diyemem ki, bunu onun anlamasini beklerim, diyormussun...
Bu hayatta kölelerin sözüne kimse inanmaz ki. Istedigini söyleyebilirsin onlara benim hakkimda, çünkü sen efendisin, hep sana inanacaklardir... Sana güveneceklerdir... Seni teselli edeceklerdir...
Benimse bir köle oldugum bu karanlik ormanimda en sadik duygularim bile ansizin yirtici hayvanlar gibi çikacak karsima... Ve ben bu yalnizlikta en çok, en çok kalbime sasiracagim... Sevgimi küçümseyen o yabanci, o yirtici kalbime...
Beni senden çok duygularim küçümseyecek, beni senden çok o yabanci kalbim hirpalayacak... Ben en çok buna sasiracagim...
Bu ne haksizlik, bu ne basitlik, ne bayagilik, diye sana öfkeyle bagirmak için telefona sarildigimda, sesini duyar duymaz beni sen degil, beni önce duygularimin, beni önce bana yabanci olan o kalbimin yendigini hissedecegim aciyla...
Adimi söyleyeceksin sonra, tutulup kalacagim o an; orada misin, konussana benimle, diyeceksin... Iyi misin, seni merak ettim, diyeceksin... Yüzüm ürperecek o an... Mutlu bir ölüm dolasacak içimde. Birden yasadigim her seyi unutacagim... Yasli bir köle, yasli bir çocuk gibi sorularini uysallikla yanitlayacagim...
Bana bunlari neden yaptin, beni neden onlara teshir ettin, sevgimi neden ayaklar altina aldin, diye soramayacagim...
Sevgime onca haksizlik ettigin, askimin önünü acimasizca kapattigin halde sesini duyar duymaz sana duydugum o derin öfkem birden sonsuz bir hayranliga dönüsecek yine...
Ikimiz de hiçbir sey olmamis gibi yapacagiz... Sen benim sevgimi ayaklar altina almamis, ben sana kimseye olmadigi kadar derinden bir öfke duymamis gibi olacagim...
Bu hep böyle olacak... Sense sana duydugum bagliliktan emin o gece kendine hayran, yaralarini biraz olsun sarmis olarak uyuyacaksin... Sana duydugum ask, ruhunu besleyen bencil bir arzu olarak dönecek sana...
Biliyorum seni sevdikçe hep kendi sevgime haksizlik ettim ben... Seni sevdikçe seni sana hapsettim... Sevdikçe, seni o hep sana dönük bencil arzularina, o sadece baskalarinin kanindan beslenen hayranligina hapsettim... Benim gibi kölelerin sevgisi seni böyle yapayalniz, seni böyle kendine tutkun yapti... Bir köle efendisi için üzülür mü, ben senin için üzülüyorum sevgili... Bir kölenin üzüntüsü bu hayatta ne kaçar geçerliyse o kadar üzülüyorum sana...
Bazen kaçmak istiyorum bu duygulardan, sadece senden degil, bütün insanlardan kaçmak... Içinde sen oldugun için hayatla ilgili bütün meraklarimi öldürüp kendime kapanmak ve orada yaralarimi sarmak istiyorum...
Iste böyle zamanlarda aklina düsüyorum. Köleni merak ediyorsun... Sesimden sana akan kana, o köle hayranligima, o kimsesiz tutkuma ihtiyaç duyuyorsun... Gecenin kör bir vakti beni ariyorsun: Biliyor musun, aslinda ben hep seni özlüyorum, sana haksizlik ettigimi biliyorum, ama ne olur izin ver bana, bir seyleri tüketmek istiyorum, hiçbiri bana ait degil, ama böyle bir zaman bu. Sen benim kötü zamanima denk geldin. Savruluyorum belki, ama kim oldugumu biliyorum. Belki de kendimden öç aliyorum ben, ama biliyorum bir gün seninle olacagim ben. Kendimi bildigim kadar bunu da iyi biliyorum...
Ve sonra telefonu kapatiyorsun...Ve kölen için hayat yeniden basliyor bütün o derin sizisi ve bütün o zavalli vaatleriyle...
Yo hayir, sana sasirmiyorum, onca terk edilisten, onca asagilanmadan sonra hiçbir sey olmamis gibi süren ve sen engel çikarttikça giderek artan bu sevme heyecanima sasiriyorum ben... Düsecegini bile bile onca agir kayalari yüksek bir dagin tepesine çikartip durmama sasiriyorum... Dibi delik testilerle bilmedigim uzakliklara durmadan su tasima inancima sasiriyorum...
Bana bütün bunlari söyledikten sonra arkadaslarina, yakinlarina, beni durmadan ariyor, ona bu iliskinin bittigini nasil söylemeliyim, demene degil, sana böyle gecelerin sonunda, sonraki günlerde ve gecelerde o köle heyecaniyla gönderdigim mesajlari baskalarina göstermene degil, ben en çok kendime sasiriyorum sevgili... Bunlari bile bile, seni o ilk günkü heyecanla sevmeme sasiriyorum...
Oysa bir yanim çok aydinlik, çok berrak... Aci verecek kadar aydinlik... Seni bu aydinlikta çok gördüm... Sen benim degilsin, bunu en çok bu aydinlikta gördüm... Senin de efendin var, seni sonsuz üzen, seni hiç anlamayan, sevgini durmadan küçümseyen bir efendin var, sen onu seviyorsun durmadan... Seni benim gibi birileri öyle yaralamis, öyle kirmis ki, sana iyilik ve sefkat göstereni degil, seni küçümseyenleri, sana durmadan engel çikartip, seni durmadan asagilayanlari seviyorsun...
Iste hayat bu sevgilim... Ben senin kölenim... Sen baskalarinin...
Bu hayatin acimasizligini anlatmak için baska bir örnege gerek yok... Birileri niye daha fakir, neden bunca sefalet, neden durmadan savasiyor ülkeler, neden bu acimasizlik, bu nefret... Bunlari baska yerde aramaya gerek yok... Gerek yok onca politik ve ekonomik tahlile... Ikimizin arasindaki fasizm anlatmaya yeter her seyi.. Ikimizin arasindaki fasizm anlatmaya yeter bu hayati...
Bir yanim çok aydinlik, bir yanim çok berrak... Orada görüyorum her seyi... Bir yanin sevgini uçurmak istiyor, bir yanin onu soluksuz birakiyor... Kendinden kurtulmadigin için yapayalnizsin, bu yüzden baskalarinin hayranligina, o köle ilgilerine muhtaçsin... Arzularin hep sana dönük... Kendine gömülmüssün... Ama birileri seni sevmese, birileri seni aramasa, sana hayran olmasa, gizlendigin o yerde havasizliktan ölürsün... Baskalarinin o zavalli enerjileriyle, o kimsesiz kalmis sevgileriyle besleniyorsun... Benim gibilerinin o saf, o köle heyecanlariyla kendine inaniyorsun... Ask senin için baskalarini cezbetme oyunu haline dönüsmüs... Dünyanin en yalniz panayiri kalbin... Susuz biraktigin kölelerinin varligindan hayat kazaniyorsun... Birilerini sana muhtaç biraktikça zaman kazaniyorsun...
Yasadigina inanmak için yakinlarina benim sesimi dinletiyorsun, onlara sana yazdiklarimi gösteriyorsun... Kendi yalnizligini gizlemek için sana duydugum o köle askimi sergiliyorsun karsina ilk çikanlara...
Bu garip aydinlikta görüyorum seni... Gizli gizli moda dergilerini, o çok satan magazinleri okuyorsun... Sik, gözalici, kusursuz mankenlerin vücutlarina bakip iç geçiriyorsun... Kendinden çikip onlardan birine benzemek, hem bütün hayranliklari üstüne çekmek, hem de kaybolmak istiyorsun... Kendine bunca hayran, kendinden, o bencil arzularindan çikmamaya bu denli uzakken bile bir baskasi olmak, dahasi hem en çok arzulanan, hem de ebediyen kaybolmak istiyorsun...
Keske yasadigin onca aci bu doyumsuzluklarin yüzünden olsaydi... Hiç düsünmeden unuturdum seni... Keske o derin yüzeyselliklerinin disinda bir baskasi olmasaydin sen... Seni o halinle görüp bitirseydim... Keske söyledigin her seye inanabilseydim...
Oysa öyle ürkek ki sevgin, seni kim anlamak istese de ister istemez derin boslugunu sürüyorsun öne... O derin kimsesizligini... Çünkü seni böyle tanimalarindan delice korkuyorsun... Ne zaman biri sana sevgiyi hatirlatsa o derin bosluk açiliyor önünde... O sana yabanci bosluk...
Iste bu yüzden seni gören aydinligim aci veriyor bana... Çünkü senin imkansizliginda kendimi görüyorum...
Sen ne kadar kendi içinden çikmasan da ben senin içindeki karanlikta yüzüyorum çünkü... Öyle bir köle sevda ki bu kendimi unuttukça seni hatirliyorum...
Sen beni sevmek için bir kez olsun içinden çikmadin, biliyorum, ama ben seni sevmek için kaç kez çiktim kendimden... Kaç kez senin boslugundan çaresiz kendime geri döndüm...
Seni öyle ürpertirdi ki içindeki kimsesizlik, öyle çekerdi ki içindeki bosluk seni diplere, bu yüzden hep bir baskasi olmayi düsleyerek yasadin. Kendinden uzakta, kendinden baska biri olmayi... Seni hep bir baskasi olarak tanisinlar istedin... Iste sevgili, sen kendine nasil bir yabanci gibi davrandiysan seni sevenlere de öyle davrandin... Bu yüzden baskalarinin hayranligina derinden muhtaçtin... Kendine saygi duyabilmek için birilerinin köle sevgilerine ihtiyacin vardi...
Bütün bunlari bile bile sevdim seni... Bir yanim o aci veren aydinlikta senin o üsüyen, o dipsiz bosluklarini görüyor, buradan bir çikis olmadigini hissediyor, ama bir yanim beni durmaksizin sana, bosluklarina, o durmadan üsüyen kimsesizligine çekiyordu... Ve ne yapsam engel olamiyordum bu yanima... Aci çekmekten zevk almak miydi bu bilmiyorum... Ama seni kendim gibi hissediyordum böyle anlarda... Seni yalniz ben kurtarirmisim gibi geliyordu o dipsiz bosluklarindan... Bu duygu, bu sana sevgiyle atilma hissi, çok soylu ve kutsal geliyordu bana... Sanki onca yil kendimi bunun için bekletmistim...Yapmam gereken en basit, en siradan seyleri yapmamis, yasamimi onca yil bunun için mahvetmistim... Sanki bu yüzden onca yil, yasamaktan çok oynamis, kendimi disardan seyretmistim... Sanki onca yil beklettigim yasamimi bir tek sende dogrulayabilecegimi hissetmisim... Iste bu yüzden bu sana dogru akan köle sevgimi durduramiyorum...
Iste ne oluyorsa o zaman oluyor, kimseden tiksinmedigin, kimseden uzaklasmadigin kadar benden tiksiniyor, benden uzaklasiyorsun... Bu yasadiklarimizi ne kendine ne bana itiraf edemeyecek kadar güçsüz oldugun için seni hiç tanimayan, bütün bu duygulardan uzak birine dogru soluk soluga kaçiyorsun... O yabanci, o uzaginda yasayan kalbini gözünü kirpmadan ona uzatiyorsun...
Ve sen yine benim yikimim oluyorsun...
Ve o zaman ben yine geriye, kendime dönüyorum...
Daha fazla aci çekmemek için kendimi alkolle uyusturmaya, arzularimi yok etmeye, kendimi hissizlestirmeye dönüyorum...
Ve en acisi seni unutabilmek için olmadik insanlarla küçük ölümler deniyorum... Küçük sevgi oyunlari... Tipki senin beni sevdigin gibi kendimden çikmadan sevmeye çalisiyorum onlari...
Seni bana unuttursunlar diye ben de senin gibi kendi uzaginda yasayan bir baskasi olarak seviyorum onlari...
Iste o zaman anliyorum ki kölelerin de acimasiz oldugunu sen ögretmissin bana... Senin o kimsesiz, o zavalli efendiligin ögretmis...
Onlarin sevgisine kayitsiz kalmayi, onlari arzulasam da arzulamiyormus gibi yapmayi, zaman kazanmayi, kayitsiz kaldikça, sinsilik yaptikça askta kazanildigi sen ögretmissin bana... Onlari beni aramaya mahkum etmeyi, beni her aradiklarinda bana biraz daha mahkum olduklarini... Sevgilerini o karanlik ormanda benden kurtarmak için beni durmaksizin aramaya mahkum olduklarini sen ögretmissin bana... Bu yirtici hayvanlarla dolu karanlik ormanda ayakta kalmayi, yaralarimi kimsesiz yalamayi sen ögretmissin...
Sevginin zayiflik oldugunu, ve bu zayifligi küçümsedikçe büyüyen bütün o sevgilerin durmadan içimizdeki o kimsesiz yaralari sardigini sen ögretmissin bana...
Oysa o yaralar sarilmiyor sevgili... Senden bana geçen kötülük baskalarina yayiliyor... Aramizdaki fasizm baskalarini da içine aliyor... Sen benim köle sevgimle içindeki boslugu dolduruyorsun, bense senin imkansizliginla açilan yarami baskalarinin o köle sevgileriyle dolduruyorum... Sen kendini tanimak için bir kez daha savruldukça, ben senden uzaklasip iyi ve yoksul insanlari sevmeye adiyorum kendimi... Sen beni unutmak için savruldukça , ben seni unutmak için o iyi ve aci çeken insanlari sevmeye çalisiyorum...
Bu yüzden her sey birbirine karisiyor... Sana duydugum o imkansiz sevgim yoksul insanlara, yoksul insanlarin bana duydugu sevgi sana duydugum nefrete karisiyor...
Sahip çikilmayan her sevgi, her ask iste bu yüzden kötülüge dönüsüyor... Her yenik sevgi, her imkansiz ask derin bir kötülük olarak karsimiza çikiyor...
Gel, küçümseme sana duydugum zayifligi... Kendini bu denli önemseme, bu denli önemseme o isiksiz kalmis arzularini...
Bu hayat, bu sahte vaatler, o kimsesiz kalmis arzularin sana seni unutturdu... Sen öyle bir saplandin ki karanligina yargi yeteneklerin köreldi... Öyle ki kendini unutup o derin bosluguna taptin sen... Kendini orada aradin... Bu yüzden seni gören aydinligim hiçbir ise yaramadi, aydinligimi bir yana biraktim, o derin körlügümle gördüm seni... Bu moda kötülügün içinden gördüm... Öylesine
kirmisti ki umutlarini bu sana ait olmayan hayat, öylesine küçümsemisti ki seni... Kime baglandigini hissetsen önce içindeki o yabanci kalbin küçümsemisti seni...
Seni sevenleri ne denli köle yaptiysan o denli köleydin içindeki korkulara... Kendini ne denli kapattiysan, o denli kapatmistin, asklara, dostluklara, seni gerçekten sevebilecek olanlara...
Olmayan, hayali, kendi yarattigin seylere köleydin sen...
O sahte vaatlerde ara yalnizligini, ben senin gerçeginim. Saklandigin boslukta degil hayat, gizledigin korkularinda... Bosluguna sarildikça büyür korkularin, sen o boslugun yani basinda gizlenensin... Sana tapan kölene gizlendigin yeri göster..
Bir kez egil onun önünde... Hem gizlendigin yere, hem de kölene....
Gel bir kez, hepiniz bana karsisiniz, bense tek basinayim, dedirtme, bana... Aramizdaki asktan yayilmasin fasizm, bir kez seni yanimda hissedeyim... Benim cesaretim sensin... Seni yok sayarak baskaldiramam... Ben bunca eksikken baskalari adina konusamam... Ben seninle bunca doluyken o iyi ve yoksul insanlari yürekten sevemem...
Sevmek insanin kendine çekilmesidir... Sevmek insanin çekildigi yerde sevdigine bas egmesidir... Sevmek, insanin yillardir unuttugu kendisine dönmesidir... Sevmek insanin yillar sonra döndügünde gördügü seye gönül rahatligiyla inanmasidir...
Öyleyse bir kez olsun bak o susuz kalmis dudaklarima...
O kirli, o her yerden yara alan hayatima bak... Seni görmek için baska hiçbir sey görmeyen gözlerime bak...
Göze al, sana asik kalbimin kani bulassin üzerine, göze al...
Bana bak demiyorum, ama seni sevdigi için kimsesiz kalan ömrüme bak ve bir kez gör kendini orada...





Cezmi ERSÖZ




Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Nisan 2007       Mesaj #782
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Heeey! Siiiz!... dışarıdekileeer!
Duyuyor musunuz beni?!...
Sponsorlu Bağlantılar
Size bildirmek istiyorum ahvalim(iz)i… Ne zamandır yazmak, konuşmak ve sohbet etmek istiyordum sizlerle… İçimi dökmek istiyordum; gökten yağmur boşalırcasına… Epey oldu ben içerde olalı, aranızdan ayrılalı… İki yıl bulacak neredeyse… —kiminin çoook ama çok daha fazla!- “Dile kolay” derler… Ama değil gerçekten… Gündüz on dördüncü, akşam yedinci adımımı atamadığım bir küçü(cü)k dünyadayım… Bir hücrede… Çepeçevre sarılmış duvarlar arasında… Nereye, ne yana, ne kadar koşarsam koşayım, yakınlarım ve uzaklıklarım hep duvarlar oluyor… Uzatıyor yalnızlığımı ve bekleyişlerimi… Üç “tutsak” beden; bir hücrede, tutsak alınmış yaşamlar sürüyoruz… Kimi ikili hücrelerde… Kimiyse BİRLİ… O betonlar arasında; öylece yalnız… Ne yapar, ne eder, ne yer ve ne içerler bu insanlar?!.. Nasıl yaşarlar?.. Diye sordunuz mu hiç kendinize?.. Sormadınız mı?.. Yok mu cevaplarınız? Bak işte! Benim hiç olmadığı kadar, cevaplarım var halden bilene… Anlatsam, bitmez hallerim(iz)… Mürekkep kurur… Kalem durur… Yazmaz olur… Yazamaz olur hallerimi(zi)…

Aklımın erdiğince ve bilgimin yettiğince, sizlere karınca kararınca bir şeyler anlatmaya çalışacağım… “Anlatılacak o kadar ne var ki o daracık mekânda?” diye sormayın ne olur!.. Çok “ŞEY” var!!! Hele bir, anlatma istenci taşarsa yüreği insanın… Bak, gör neler var neler anlatılacak!.. Dilini yutasın gelir o an, yutkunasın…

Neyse, ben fazla uzatmayayım… Mevsim kış ya, ben size kışları anlatayım-yaşadığımız- Nasıl geçtiğini ve daha başka neler yaşadığımızı… Duvarların ardında… Yani, sizlerin tarafında ne varsa, yaşa(ya)madığımız… Sizler hem olumlu, hem olumsuz yaşıyorsunuz birçok şeyi… Alternatiflerinizin çok, seçeneklerinizin bol olduğu bir yaşam sürüyorsunuz… Ama kısıtlı, ama değil… Ama coşkulu, ama monoton… En nihayetinde dışarıdasınız… (Hani biz tutsakların, yüreğinin uğruna özlemlerin ve hasretlerin taştığı…) Biz ise, irademiz dışında bir “yaşam” sürüyoruz… Yularımız, ZOR’UN VE GÜÇ’ÜN elinde… Yasaklar ve kurallar dizininin içinde… Nereye ve ne yana çeksen hallerdeyiz her an… Hiçbir şey istediğimiz ve dilediğimiz gibi olmuyor / olamaz da… Çünkü burası bir SEFAEVİ değil sonuçta… Msn Coffeeezanın evi imiş… Yani cezaevi… Pardon dilim sürçtü… F TİPİ diyecektim… Ne olur bağışlayın beni!.. “ Cezaevi eskiden imiş…” diyorlar, buranın / bura gibi yerlerin eski müdavimi tutsaklar… Hani o “leylim baharlar”ın yaşandığı, halayların çekildiği kol kola… Türkülerin söylendiği… Ve… Ve insan selinin bir arada TUTSAK YAŞAMLAR’ın sürdüğü… Birbirinden, moral-güç ve destek aldığı… Kendini rahat ve güvende hissettiği… Bunların hepsi eskidendi… Eskide kalan, geri gelmez artık… Ve nedendir bilinmez; eskiye hep bir özlem vardır… ( Acaba yenisinde iyiyi bulamadığı için midir? EVET!!!)

Ve bizler şimdi “YENİ”de; bol katmerli ceza (disiplin cezaları) ve yalnızlıkların deryasında yüzüyoruz kulaç atmadan / atamadan… Ha, bir de, “GEREKÇELER” var dillere destan… Buna mukabil, daralan yaşamlar içinde, daha da daraltılmak istenen yaşamlara sebep gerekçeler… Her “feryad-ı figan” edişimizde, karşımıza bunlar çıkıyor… Artık dile pelesenk olmuş; “SU’DAN GEREKÇELER” diyoruz… Suyu da kirletiyoruz… Ve bu “kirli su” ile yaşamaya mecbur bırakılıyoruz çaresiz…/ (Ç)alışıyoruz… Yaşamımızın gerçek birer parçası halini alıyor… Hani bir de, ahval bu ya; yaşıyorsun ya zorlukları; kahrı, cefayı… Hem de en değme… Bir de sanıyorsun ki, senin de hakların varmış; bir tutsak / insan olarak… Hani yasalarca tanınmış ya sana… Hadi yine de diyorsun bir haklarımı ariyayım… Belki ahval düzelir, imana gelinir… Ama yok!.. Gelinmiyor… HUKUK, ADALET, VİCDAN v.s… Hepsi de ne güzel kavramlar… Bahar gibi, yayla gibi hepsi de… Keşke olsa da, bir yudum alabilsek dediğin… Öyle değil mi?.. Eğer varsa da böyle bir şey, bil(e)miyoruz ve gör(e)miyoruz… Bu ardı ardına sürgülü kalın kapıların ve duvarların ardında, nelerin vuku bulduğunu bilmemiz imkansız… (konumumuz ve durumumuz itibariyle…) Bu tarafını yani bizim tarafını ise, “ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim” kabilinde… Yani demem o dur ki; çok derdimiz var çook!.. Hani vardır ya bir türkü, çığırır yanık yanık; “ Derdim çoktur hangisine yanayım, efendim efendim benim efendim” diye… İşte aynen öyle… Bir derdine derman; türküsü ve bir de, zulasında saklı sigarası vardır… Ve bir de; UMUDU, ÜTOPYASI buram buram ÖZGÜRLÜK kokan kiminin…

Sizlere kışı anlatacaktım değil mi?.. (Oysa daha ne çok şey anlatmak isterdim size…) Anlatayım da, yeter ki siz dinleyin… Kaç gün evvelinden karlar yağmıştı çatılara… Mahpushanenin her tarafı beyaz bir örtüye bürünmüştü… Gitmedi; öyle kaldı bir süre… Çocukken, çocukça sevdiğim kar, işkenceye dönüşecek, nefret eder hale gelecektim… Havalandırma buz tuttu kaç gün sonrasından… Volta atamadık… Atamıyoruz soğukken… Soğuğun ayazından… Soğuk ki, o kadar soğuk… İki kalorifer peteği “var” hücremizde… Biri aşağı da, bir diğeri de yukarıda… Yani, geceleyin çıkıp uyumaya çalıştığımız yerde… Doğrudur; bu kalorifer petekleri var… Ama sadece “var”, yanmıyor hiç birisi… Yakmıyorlar… Bazen yansa da, (yaksalar da) kendisini zor ısıtabiliyor anca… Yavru bir serçe gibi sarılarak, kaloriferleri biz ısıtıyoruz adeta… Gündüz hep böyle… Geceleri bundan farksız mı peki? Değil!.. Hatta belki daha da kötü… Geceleri uyumaya çıkıyoruz yukarı… Giyiyoruz kışlık elbiselerimizi ne varsa… İki adette battaniyemiz var; her birimizin… Fazlası verilmiyor içeri… O da, birçok şey gibi, “YASAK”. Sabahlara kadar kıvranıp duruyoruz yataklarımızda… Gece yarıları kâbuslara uyanır gibi, soğuklara uyanıyoruz… Kaç kez ben öyle kalktım yataklardan (uyuyamadım)… “ Belki de sorun benden kaynaklıdır. Ben çok abartıyorum” diye düşündüm. Ama yanılıyordum… Arkadaşlara sordum… Onlarında benden geri kalır yanı yoktu… Onlar da ben gibi üşüyor ve uyuyamıyorlardı soğuklardan… Tüm onulmaz yaşanmışlıkları “adil” par ediyorlardı bize… Velhasıl kelam; geceleri uyuyamıyoruz soğuklardan… Uyutmuyor soğuklar… Acaba, gerçekten soğuklar mıdır bizi uyutmayan?.. Elbette değil!... Cevabı bende saklı kalsın… YOKSAAA… Malumu aşikâr… ( Yoksa demişken, bu parantez içinde izah edeyim: Bu mektup dışarıya ulaşmaz… Onun için kendime sansür uygulayarak yazıyorum… Elimden geldiğince dili hafifletmeye çalışıyorum ki, bu yazım sağ salim yerine ulaşsın… Yani yoksa ulaşmadığı gibi, bir de bana disiplin cezası verilmesin diyedir dili hafifletmem… Çünkü burada disiplin cezaları; tecridi ve izolasyonu daha da bir derinleştiriyor… Tabi, insanın kendine sansür uygulaması kadar büyük bir işkence de yok kanaatimce… )

Sabah oluyor; aşağı iniyoruz… Bu gün nasıl (mı) geçecek?.. ( Detaya girmeyeyim) Kitap okumak istiyorum. Ya da bir şeyler yazıp çizmek… Alıyorum elime kitabı ve yine de oturuyorum kaloriferin yanına… Yapışıyorum… Hani beni belki ısıtır diyorum… Isıtmayacağını bile bile… Ama PSİKOLOJİ işte… Ne yaparsın?.. Adama neler neler yaptırmaz ki?.. Üç çorap giymişim ayaklarıma… İki yün eşofman ve bir pantolon… Atlet ve iki gömleğimin üstüne, iki kazak ve bir de hırka… Başımda, kestiğim kazağımın yeniyle bir “bere”… Başımı soğuklardan korusun, sinüzitümü azdırmasın diye başıma taktığım bir çaput aslında… Yoksa bere demeye bin şahit ister… Ayakkabıları değil, sanki soğukları giymişim ayağıma… Soğuklarmış gibi üşüyor ayaklarım… Sızım sızım sızlıyor… Dizlerime kadar vuruyor sızısı… Bir şey yapamıyorum; ısıtabilmek için… Burada faydalar bile faydasız geliyor… Soğuktan ellerim neredeyse donacak hale geliyor; tutmaz oluyor… Ve az sonra, elimde okumaya çalıştığım kitabım, umarsız düşüyor ellerimden... Kitapta okuyamıyorum… Soğuklar meydan okuyor adeta… Kitabı öylece bırakıyorum bir kenara… Soğuk hava deposu misali hücremde, yeni avuntular aramaya koyuluyorum… Bulduğum avuntularım; hepsi birbirinin aynı… Volta desen; içerde altı adımlık bir yer… Dışarıda( havalandırmada) en fazla on üç adım… Havalar soğuk diye, orada da atamıyorsun voltanı… Hani atabilsen, belki biraz ısınırsın… Kar kaplamış ve her tarafı buz kesmiş... Mümkünatı yok atamazsın… Mucize gibi bir şey yani…

Gece yatağa uzanırken; üzerim(iz)den çıkardığım(ız) ayakkabılarımız oluyor sadece… Elden başka ne gelebilir ki?.. “Ah hele bir gelebilse!” diyorsun… Aynı ahvalde, öylece uzanıyorsun yatağına… Yoksa her gece cebelleştiğiniz soğuklar, sizi fena çarpar sonra… Günüm, gündüzüm, gecem dünüme tekerrür… Yat… Kalk… Gündüz ve gece… Yarınım ise; meçhul, bilinmez…

Duvarlar ve duvarların sınırında biten avuntular… F TİPİ HÜCRELERİNDE; gündüz, geceye böyle eviriliyor; karakış günlerinde… Soğuk, suskun ve kendiliğinden durgun bir yaşamla…

Kalabalıkların, doğanın ve güzele dair hiçbir şeyin olmadığı kuytu bir yerde… Duvarların ardında… Betonların içinde… Üç kişilik nüfuzuyla küçücük bir dünya / hücre… Küçük bir “kutu” içinde… Bir “tabut” ve bir “mezar” halinde… Dönüştürülmek istenen; “yaşayan ölüler” kabristanında…

Bazen bir melankoli alır beni; hüzün dolarım… Yaşanmışlıklarım, bir film şeridi gibi geçer gözlerimin önünden… Yaşaya(ya)madığım çocukluk yıllarım, zamanlarım gelir aklıma… Kış aylarında karlar yağarken, her çocuk üşür… Ben de üşüdüm çok kereler… ( Ve şimdi daha çok üşüyorum) Annemin o sıcacık koynuna koşardım… Oraya sığınırdım… Bir soba gibiydi… Isınırdım bir güzel… Isındığım bedeniyle annemin… Dizlerine başımı dayadığım… Okşarken saçlarımı, yelesinden tuttuğum… Ve öperken yanaklarımdan… Ve koştuğum sokak aralarını… Çocukluk aşklarımı… Platonik aşklarımı… Mahalle çocuklarını, arkadaşlarımı hatırlıyorum… Usul usul ve inceden inceye bir iç çekiyorum… İçim burkuluyor; efkâr dağıtıyorum hüzün kokan geceye / gecelere… Sonra yavaş yavaş ve sarsak sarsak büyürken ve anlarken, tanırken kendimi; entrikal oyunlarla tutsak alınıyor gençliğim… Lanetinde boğuluyorum; tutsak alınmış kavmimin evlatları gibi… Kendimi, doğduğum topraklara benzetiyorum tutsak alınan…

Tutsakken de, şöyle “ağız tadıyla” bir (c)eza çekemiyorsun… “Ceza bile ağız tadıyla çekilir mi?” demeyin / sormayın sakın!.. Dedirtirler adama… İlla ki, (c)ezalardan ceza beğenleri çekeceksin… Yok başka çaren… Katlanacaksın illa… Susacaksın, konuşmayacaksın, görmeyeceksin ve bilmeyeceksin hiçbir şeyi… Ne yapılırsa, ne edilirse, boyun eğeceksin… Sen, sen değilsindir artık o bildiğin… Tutsak yaşamlar sürüyorsun koynunda militarizmin… Bedenin ellerinde onların… Beynin, düşüncen, ruhun ve yüreğin kendine ait olsa da… Sağlam kafayı, sağlam vücutta çürütecekler… Anlat(a)mayacaksın, halini, ahvalini kimselere… Kimseler duymayacak, bilmeyecek; senin neler yaşadıklarını buralarda… Sesin soluğun kesilecek… Çağıracaksın, bağıracaksın, haykıracaksın; sesin, çığlığın sende yitecek… Bir mahlûkat bile olamayacaksın; duvar diplerinde pinekleyen… Yaşayacaksın; kış aylarında en acımasız ve acınmasız soğukları… Yaşatacaklar… Üşüteceksin… ( Belki de, üşüttürecek, çıldıracak ve delirecek ) Hastalanacaksın… Belki de(?!) Yaz aylarında kavrulacaksın sıcaklardan… Nefesin daralacak… Terleyeceksin; terinin kokusu sinecek her yanına, elbiselerine… Yapış yapış olacaksın… Sarılıp koklaşmak istemeyeceksin utancından; annen geldiğinde ziyaretine… Veyahut baban ya da kardeşlerin… Gerçi gelebildikleri yok da… Hani gelirse / gelebilirlerse şayet… ( Ve o ara tabi, sen yine sudan gerekçelerle açık ve kapalı görüşü yasağı almamışsan… ) İçerde, beraber kaldığın arkadaşlarına da yanaşmak istemeyeceksin… Yaz-kış kokacaksın; adeta bir kokarca gibi… Sıcak su bekleyeceksin; vermeyecekler, gelmeyecek… Gelse de, 8-10 günde bir gelecek ( Bazen daha uzun bir süre gelmeyecek ) O da, bir saat anca… O bir saat içinde; üç kişi yirmişer dakika içinde, tüm ihtiyaçlarınızı, ancak öyle giderebileceksiniz… Gider, giderebilirsen… Banyo mu yapacaksın… Traş mı olacaksın… Elbiselerini mi yıkayacaksın… Ama yine de mecbursun tabi; iki ayağını bir pabuca sokar gibi; can havliyle, yangından mal kaçırırcasına yapacaksın; üstesinden geleceksin bununda… Bazen de, gelmek istesen bile, gelemeyeceksin… Normal, soğuk sularda gelmeyecek bazen… Bazen sular, kesik-kesik verilecek… Uzun bir süre sıcak sular gelmediğinde, dayanamayacak, karına kışına aldırış etmeyecek, soğuk suların altına girip, öyle banyonu yapacak ve elbiselerini yıkayacaksın… Büyük cesaret ister… Zor iştir… Şahsen ben cesaret edemesem de; buna, ben bu yazıyı kaleme aldığım esnada, bir arkadaşım banyoya girerek soğuk su ile duş aldı… ( Aralık ayında) Ve gerçekten şok edici bir durum… Dayanılması güç yani…

Sıkıntına mahal bu keyfiyetçi hâlları bildirmek isteyeceksin; mahkemeye, kadıya… Durmadan arzu halin karayacaksın beyaz sayfalara… Yüreğinden, kan damıtacaksın adeta mürekkep yerine… Yazacaksın, çizeceksin, bozacaksın… “Arz-ı talep olunur” diyeceksin… ( Bu senin yasal hakkın ya… ) Yine de kar etmeyecek… Nuh deyecek, peygamber demeyecekler… Yazdığın dilekçelere cevap alamayacaksın… Aldığın cevaplar, “evlere şenlik” olacak… Yine de acı bir tebessüm okşayacak yüzünü; hafiften güleceksin ağlanacak haline… Belki de, “Ben biliyordum zaten böyle olacağını” diyeceksin kendi kendine… Bazen de ceza olarak sana geri dönecek bir yerlerden…( İnce ayar politik oyunlara akıl sırrı erdiremeyeceksin ) Hem de, hiç beklemediğin bir anda olacak… İşte o zaman sesin soluğun tümden kesilecek… Nefes bile alamayacak hale getirileceksin… Geceyi aydınlatan ışığı, kapatıp keser gibi olacaksın… Bir ürperti dolacak içine… Göğüs kafesin sıkışacak… Bir yumruk gibi boğazına oturacak… Hiç bitmeyecek sandığın uzun bekleyişlerin, daha da uzuyor sanacaksın… Kendine sığınaklar yaratacaksın UMUT huzmelerinden… Umuda kanatırcasına tutunarak yaşayacaksın… Ve solacaksın umudu; bir oksijen gibi… Bazen, bir dalgınlık hali alıp götürecek seni; nereye gittiğini bilmediğin… Bir okyanusun ortasında rotasız kalacaksın… Duvarlara çarpacak, irkileceksin… Kendini, kendinle konuşur bulacaksın bazen… Bazen ne yaptığını bilmeyeceksin… Aklın başında olmayacak senin… Kendi içine akıp gideceksin… Yalpalayacak, sağa sola çarpacaksın bazen… Geceleri rüyalar göreceksin, düşler… Hiç görmediğin… Çıkılmaz labirentler içinde buluvereceksin kendini… Yeni tanıştığın kavramlar hapsolacak; rüyalarını karabasan çeviren… Polis… İşkence… Savcı… Hakim… Avukat… Adliye… Ring aracı… Gardiyan… Asker… Cezaevi… F TİPİ… Tecrit-izolasyon… Mektup… Dilekçe… Ziyaret… Kelepçe… DİSİPLİN CEZASI… Ve daha sayamayacağım yüzlerce kavram nüfus edecek “yeni yaşam”ına… Ve bu kavramların sana yansıtacağı trajik yaşanmışlıklar… Ve sende yaratacağı melankolik ruh hali… Bu kavramlar, senin vazgeçilmezlerin olacak…

Kararsızlıklar çatışır beyninde ve ruhunda; söküp atamazsın… Kendi kendine çatarsın yine… Bazen bir hiç olursun bu kavgada… Karamsarlık bulutları çöker üstüne… Bazen güller-çiçekler biter hücrenin duvarlarında… Çağlayan ve bendini taşan bir nehir oluverirsin bir anda… Ve bazen de; zamana ve mekâna inat, öfkeni ve umudu, sabırla bilersin yüreğinin saklısında…

Mektup bekleyeceksin; gelmeyecek… Yazacaksın; cevabı gelmeyecek… Oysa şair derki: “Yağmalanmış bir kent gibidir/ Mektupsuz kalan” tutsaklar için… Niçin gelmediğini bilmeyeceksin mektubun… Ve gelmeyen cevabının da… Kimselere soramayacaksın: “Niçin ve nasıl” gelmediğini… Cevabını alamayacak, öğrenemeyeceksin hiçbir zaman… Emin olabilmek için, iadeli taahhütlü göndereceksin, hani belki gider diye… Ama yok; o da sana; hakkında İMHA kararı çıkartılarak geri verilir… Paranoyak bir ruh haline bürünecek ve “acaba…”ların çoğalacak… Bir varmış, bir yokmuş’a gidecek hepsi… Yalnızlık ve unutulmuşluk hissi saracak bedenini / ruhunu… Veryansın edeceksin durmadan… Kendine, sen bile acıyacaksın bazen… Sohbetlerin yer yer serzeniş kokacak volta atışlarda; sana gel(e)meyen ve belki de, zahmetine hiç katlanılmamış, iki satır mektup için… Bazen, elinde GÖRÜLDÜ mektuplarıyla, gardiyanlar zuhur edecek sayım vakitlerinde…
Alıp, verecek sana “yolunu şaşırmış” kimi mektupları… O zaman sevinç huzmeleriyle taşacaksın kendinden… Kanatlanmış sanacaksın kendini… Uçmak isteyeceksin sevincinden… O an dünyalar senin olacak sanırsın… Gelen dost, arkadaş ve yoldaş mektupları; bir an okşayacak ruhunu… Sonra tılsımı bitecek… Taa ki, gelecek diğer bir mektup sefasına kadar… Sevinçlerin, sevmelerin hep bunlar olacak… Bir mektup, iyi bir haber ve ille de; UMUT… İyi haberlerle ne kadar çok sevinirsen, gelen kötü haberlerle de, herkesten çok daha fazla sarsılacaksın… Elinden bir şey gelmiyor diye, ne çok üzüleceksin…

Hasta olacak, yataklara düşeceksin… Eklemlerin, kasların ağrıyacak; inim inim inleyeceksin; kemiklerin sızlayacak… İliklerine kadar hissedeceksin / hissettirecekler; tutsaklığın en ağır yükünü… Dirhem dirhem eriyeceksin belki de… Terk-i diyar eylemek isteyeceksin ama, edemeyeceksin… Hiçbir tabip, yarana merhem olmayacak / olamayacak… An gelir, gökten akıp giden yıldızlara meyil verirsin… Kıskanırsın…

İçiyorsan, sigaraya dadanacaksın bazen… Ciğerlerine ciğerlerine çekeceksin; ciğerlerin yanacak… İçmiyorsan, kullanmıyorsan sigara, volta atışlarında avaz avaz “kilamlar”, “stranlar” ve türküler çığıracaksın genzi yakan… Özgürlük türküleri yankılanacak her bir yanından hücrenin… Sesler gelecek ardı-sıralı duvarların ardından… Ve hücrelerin… Bir yerlere seslerini duyurmaya çalışanların, slogan sesleri gelir; her günün belirli saatlerinde… Her defasında, bir iç çekeceksin…

Ve uykularını bölen, duyularını bozan ve bezdiren, sifon sesleri gelecek duymak istemediğin… Ve beynini zonklatan, çığırtkan kapı sesleri gelecek her an… Gözlerin bulanacak; gör(e)mediğin uzaklıklardan… Artık göremeyeceksin eskisi kadar… Gözlerin buğulu bir kristal olur kuytusunda yerinin… Duvarların ardına taşamayacak uzun bakışlar… Gerisin geri yüzüne çarpacak, bakışların solacak… Renkler olmayacak… Her şey renksiz… Ve sade… Ve tek… Ve parlağı, canlılığı olmayan, gri ve mat badana boyası olacak… Ve kırmızı tuğlalar etrafında teller… Jiletli teller… Dikenli teller… Ve gece karanlığı… Ve ölüm sessizliğini, her gün bir kaftanmış gibi üstüne çekeceksin… Giyeceksin adeta…

Ve sen içerde bunları yaşarken; dışarıda, “gürül gürül akan bir dünya”yı özleyeceksin her soluk alışında… Orada, öylece, senden habersiz ve umarsız akıp giden… Ve içinde; renkleri özleyeceksin dış dünyanın… Yeşilinde ormanların… Mavisinde denizin… Sarı sıcağında güneşin… Akan serin ırmakların, pınarların… Ve dağların, taşların… Ve ovaların, yaylaların…
Ve toprağın; buram buram kokan… Görmek ve yaşamak isteyeceksin dışarıda… Yaz’ı, kışı ve baharı… Varsın, ne olacaksa, dışarıda olsun… Burada, seni düşman sayanların ininde, hiç ama hiçbir şey olmasın... Ama yeter ki; adı bir nebze özgürlük olsun hiç yaşanmamış… Ve en büyük dileğim odur ki; tutsak olmasın yaşam… Ne içerde ve ne de dışlarda… Hiçbir yerde…

Heeey!.. Siiiz!.. dışarıdakileeer!.. Orada mısınız?.. Rahatsız etmedim ya… şimdilik budur bizim F TİPİ cenahlarda vuku bulan tecrid-i izolasyon halleri… Henüz bitmedi, bitmeyecek sanki kederim… Belki de daha çok sürecek bu serüvenim…

Ve yine de; “gün olur, devran döner” umutları ekilecektir her gün yüreklere… Saklısında saklı tutacağım yüreğimin en derinliklerinde; UMUDU… DÜŞÜ… BAHARI… Daha yaşanmamış baharları… Ve henüz gidilemeyen denizleri… Ve zapt edilemeyen GÜNEŞLERİ…

Bekleyeceğim yine de; uzuuun, çok uzun bir bekleyiş olsa da… O AN GELECEKTİR… Doğacaktır tüm ihtişamıyla GÜNEŞ… Umudum ona yetsin diliyor ve istiyorum… Suretine gülücükler konacaktır elbet AMMAR gülüşlü çocukların…

Ve hadi kalın sağlıcakla!.. Şiir ve türkü ile yulansın ruhunuz ve yüreğiniz… MUNZUR kadar saf ve berrak olsun düşleriniz… Ve düşlerinize, düşüncelerinize; ÖZGÜRLÜK, BARIŞ VE KARDEŞLİK hapsolsun her daim…




YASER EDESSA

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Nisan 2007       Mesaj #783
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Boğaz köprüsünde, bir bahar günü, kör bir adam dilencilik yapıyormuş. Dizlerinin dibine bir tabela koymuş. Üzerinde 'DOĞUŞTAN KÖR' yazılıymış.

Herkes dilencinin önünden geçip gidiyormuş. Bir REKLAMCI bunu görmüş. Tabelayı almış arkasına bir şeyler yazmış, olduğu yere tekrar bırakmış.

Ne olduysa olmuş..... Gelip geçen ve bu tabeladaki yeni yazıyı okuyan herkes, başlamış dilencinin önündeki şapkaya, habire para atmaya....

Bir cümle yetmiş onca kişiyi etkilemeye ve dilencinin şapkasının kısa sürede ağzına kadar parayla dolup taşmasına...

GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ... AMA BEN BAHARI GÖRMÜYORUM... Msn SadMsn Sad

alinti
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
26 Nisan 2007       Mesaj #784
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Son Yazı Msn Down

....Keşke.. keşke affedebilseydim seni!


ÖzgeCan



“Benden çektiğin kopyalarla verdin hayatın tüm zorlu sınavlarını. Tanrı katında takdire şâyan da olsan… benden sınıf geçemezsin artık!” Bizden esirgediğin her şeyi; özgürlüğünü, cesaretini, kendini hep bir başka hayata ertelerken... Sessizliği çözen yeni bir kalp atışıyla uyandı gerçekler uykusundan. Bu umut’suzluk: Gerekçesiz geç kalmasıydı yaşamın anlamının. Seni özlemiyorum nicedir, şiirlerine sığmayan bir adama yazıyorum gecikmiş tüm yazıları…

Düşlerime dar ettiğin bu tek kişilik yatak daha kaç uykusuz geceye razı olacaktı; hangi gidişin gözlerimde ağlayabilir artık; kaç yarın akmadan seni bekleyebilir damarlarımda ve daha kaç sözcük boyun eğmeliydi yüreğimden damıttığım bu lâl acılara? Sana kendini koru diye verdiğim silahla vurmaya kalkıştın beni; üç kelimeyle, üç kurşun sıkar gibi… Bir başkasıyla değil, aslında kendinle ihanet ettin sen bana… Keşke.. keşke affedebilseydim seni!

Aşka zamanın yoktu, ne de cesaretin. Her seferinde bir tek bana dönebileceğini bilerek gittin. Ama bu son gidiş, son atlayışındı içindeki derin boşluğa; ellerini uzattınsa da, görmedim! Şimdi yok değil hiç’sin! Söz dizimlerine sığmadı affın, yüreğine de, temiz tutmayı beceremediğin geçmişimize de… Alınacak tek bir nefes bile kalmadı düşlenen çalıntı mutluluklardan. Sen bir puzzle’ın kayıp parçası olmayı seçtin. …bari içimdeki çocuğun oyun arkadaşı olarak kalmayı becerebilseydin.

Biz seninle konuşurduk… Bazen bir tek beden, tek bir ruh gibi; bazen herkes ve her şey adına bir tek cümleyle, saklamadan ve saklanmadan… Kendimizi anlattığımızı düşünürken, aslında kendimizi anladığımızı fark ederek konuşurduk. Hatırlasana, ne çok gülerdik. Sen, çok içerdin bütün o büyümeyen erkek çocukları gibi.. bir de martılar vardı ve benim seni bile sinir eden şu kahve meselem… Konuşmak… çıplak, fütursuz, kendiliğinden… seninle bir tek, ama hayatla baş başa kalınca en çok, bunu özlüyorum! Olsun…

Senden nefret etmeden ölmek ist(em)*iyorum; sakın dönme!
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Nisan 2007       Mesaj #785
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ümit Taşı

Küçük çocuk, deniz kenarında gördüğü yassı bir taşın güzelliğine hayran olmuştu. Mutlaka bir mücevherdi bulduğu. Şekli de bir insan kalbi gibiydi. Üstelik parıl parıl parlamaktaydı. Çocuk taşı avuçlayıp eve koştu. Ve onu büyük bir heyecanla babasına uzattı. Adam, yavrusunun soğuktan morarmış avucundaki taşın, birbirine sürtüldüğünde kıvılcım çıkaran bir çakmak taşı olduğunu hemen anladı. Fakat bunu ona söylemedi. Küçük çocuk, rüyalarını süsleyen bisiklete kavuşmak için elindeki taşı satmak istiyor ve o paranın bir bölümüyle bir de top alacağına inanıyordu. Fakat babası buna yanaşmıyordu. Çocuk, işin kendisine düştüğünü anladığında, tatilde simit sattığı çarşıya gitti. Kuyumcu vitrinleri, göz kamaştıran ışıkların aydınlattığı altın kolyelerle doluydu. Bir de, elindeki taşın çok daha küçük olanlarıyla süslenen pahalı yüzüklerle. Çocuk en gösterişli mağazayı gözüne kestirdikten sonra, bir süre vitrin önünde bekledi. İçeride, dükkan sahibi olduğu anlaşılan bir adam vardı. Müşteri olarak da kürk mantolu bir hanım. Küçük çocuk biraz sonra içeri girdi. Ve cebinden çıkardığı taşı dükkan sahibine uzatarak: "Bu pırlantayı deniz kenarında buldum efendim. Eğer isterseniz size satarım." Dedi. Adam taşa uzaktan bir göz atıp: "O sadece basit bir çakmak taşı. Bütün sahil o taşlarla doludur." Dedi. "Hayır!" diye atıldı küçük çocuk. "İsterseniz ıslatın, ne kadar parladığını göreceksiniz." Dükkan sahibi, zengin müşterisini kaçırmaktan korkuyor ve çocuğu kolundan tutup atmayı planlıyordu. Kadın onun niyetini sezmişti. Çocuğun taşına yakından bakıp: "Tam istediğim şey!" Diye gülümsedi. "Onu bana satar mısın?" Küçük çocuk, taşının gerçek değerini anlayan biriyle karşılaşmış olmaktan son derece mutluydu. Kadının cebine doldurduğu paralar ise, aklını başından almıştı. Defalarca teşekkür ettikten sonra, koşarak uzaklaştı. Kadın, elindeki taşı kuyumcuya vererek ona bir zincir takmasını istedi. Belli ki mücevher gibi taşıyacaktı. Dükkan sahibi, yapmış olduğu ikazı anlamadığı için, kadının aldandığını düşünüyordu. Bu yüzden: "Söylemiştim, ama tekrar edeyim! Satın aldığınız şey basit bir taştır." Kadın, önce pırlanta kolyesine, daha sonra da yüzüğüne bakarak: "Zannetmiyorum!... O taş bence bunlardan daha değerli, çünkü küçük bir çocuğun ümidini taşıyor..." dedi...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Nisan 2007       Mesaj #786
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SiGaRaYi BiRaKtIm

Hafif sisli bir havada ve günesin apartmanlarin arasindan yeni yeni güne merhaba dedigi bir saatte, vapura dogru ilerleyen genç adam; jeton gisesinde, yaklasik iki ay önce ayrildigi kiz arkadasini görür ve titrek bir"merhaba" ile konusmaya baslar. Bu konusmalar vapurda da devam eder. Adamin; "Hava o kadar da soguk degil, disarida oturalim mi?" sorusuna, kizin "Olur" cevabi vermesiyle birlikte vapurun en üst katina dogru yol alirlar. Birkaç dakika havadan sudan
muhabbetlerle geçtikten sonra, adam kiza bir sigara uzatir ve kendisine de bir tane alir. Daha sonra, genç adam birden lafa girer: * Biliyorum, bu konulari daha önce hiç konusmadik ya da konusamadik diyeyim. Merak etme ama, "Neden ayrildik biz" sorusunu sormayacagim.
Sadece sana söylemek istedigim birkaç sey var, onlari konusmak istiyorum. Genç kiz; adama bakarak, "Evet seni dinliyorum, devam et" dedikten sonra adam, konusmasina kaldigi yerden devam eder: ! Biliyor musun? Ayrildiktan sonra, seni sigaraya benzetmeye basladim. Kiz, hiç tahmin etmedigi, alakasiz bir konuyla lafa girmesinin verdigi saskinlikla, "Ne?
Nasil yani?" der. Adam, önce kiza uzattigi sigarayi ve sonra kendi sigarasini, çantasindan çikardigi çakmak ile yaktiktan sonra: Mesela bir tane sigara yakiyorum ve kül tablasina koyup izlemeye basliyorum. Kül tablasina dökülen külleri gördükçe; anilarimiz aklima, her biri kül olup acilarima dönüsüyor sonra.Arada bir elime aliyorum sigarayi ve içime çekiyorum seni. Kendimi zehirlemek için; daha çok, daha çok çekiyorum. Bazen de anilari silkiyorum kül tablasina.
"Sen zehiri" hosuma gidiyor, içimi acitiyor, vazgeçemiyorum; içime çekmeye devam ediyorum. Agzimdan çikan her dumanda, ayrilirken bana biraktigin; son bakisinin silueti beliriyor. Her sigaranin oldugu gibi, senin de sonun yaklasiyor. Ve ben yavas hareketlerle; ne zaman seni söndürmek için, elimi götürsem kül tablasina, aptalca bir umutla "N'olur yapma!! " diyecegin zamani bekliyorum. Ama hiçbir zaman duyamiyorum sesini. "Ve iste bitirdim seni"
diyorum. Hayir hayir kendimi kandiriyorum galiba, "Seni böyle bitiremem" diyorum sonra. Ama bakiyorum kül tablasina; evet! Sen oradasin, evet! Anilar orada. Ancak, elimde hala kokun var. Yikasam da, hiç çikmayacak bir koku. Anliyorum ki; bu sigarada, senin çok az bir kismini bitirmisim. Senden bagimsiz bir sen, hep içimde yasiyormus. Ve anliyorum ki, sadece
sönüyorsun. Seni atesleyecek bir "Ben" bekliyorsun sabirla. O "Ben", çok da bekletmiyor seni. Bir daha yanmaya basliyorsun. Anilar acilar derken yine bitiyorsun. Yeniden yaniyor ve bitiyorsun. Bu hep böyle devam ediyor; sonunda aliskanlik oluyorsun. Genç kiz anlatilanlari dinlerken; tarif edilmeyecek bir duygu yogunlugu içindeydi. Bir yandan, birisinin bu kadar aci çekmesine üzüntü duyarken; diger yandan da, kendisinin hala unutulmamis olmasindan, haz aliyordu. Aslinda kendisi de unutamamisti genç adami. Kendi istegiyle ayrilmisti ama; sevmedigi ya da artik bir seyler hissetmedigi için degil, en yakin kiz arkadasinin da, o insana karsi bir takim duygular besledigi için gerçeklesmisti bu ayrilik. Bunu; ne erkek arkadasi, ne de en yakin arkadasi biliyordu. Erkek arkadasina, "Bu iliskide bir seyler eksik, ben daha fazla sürdüremeyecegim, ayrilmaliyiz." diye bir mesaj atarken; kiza, "Ilgisiz bir sevgili olmaya
baslamisti günler geçtikçe; çok bunalmistim. Ve bir gün onu, baska biriyle sarmas dolas gördüm. Bu yüzden ayrildim." demisti. Böylece, hem erkek arkadasindan, kendine göre, makul bir sebeple ayrilmis; hem de arkadasina, erkek arkadasini kötüleyerek, ondan sogumasini saglamisti. Kendisinin çok aci çekecegini bile bile, arkadasini kaybetmemek için, böyle bir
yalanlar zincirine basvurmustu. Artik hayatini, bu yalanlara göre düzenlemeliydi. Bu yüzden; bu
karsilasmalarinda duygularini bir tarafa birakip, mantigi ile karar vermek zorundaydi. Geri dönüsü yoktu ve kiz da bunun farkindaydi. Bütün ayrintilari, olasi bir karsilasma için düsünmüstü daha önceden. Adamin anlattiklarini dikkatlice dinliyor ve sözünü bitirmesini bekliyordu. Ve adamla göz göze gelip, "Bitti, bu kadardi!" dermisçesine bakmasindan sonra, kiz konusmaya basladi: * Açikçasi bu söylediklerin, hiç beklemedigim seylerdi. Benim, bu açiklamalarina bir yorum yapmami bekleme. Çünkü bunlar; senin kendi düsüncelerin. Her biten iliskiden sonra, yasanabilecek duygulardan bu anlattiklarin. Sunu söyleyebilirim ama; yasadigimiz iliskide, elimden gelen fedakarligi gösterdigime inaniyorum. Seni hiçbir zaman suçlu görmedim, her sey benden kaynakliyordu. Sonuç olarak, bir sekilde bu iliski yürümedi ve bitti. Bu kadar basit. * Bu kadar mi yani? * Evet... Genç adam sok olmustu. Belki, daha ilimli bir yaklasim bekliyordu kizdan. Ancak, kesin ve kararli konusmustu kiz. Hiçbir umudun kalmadigina, kendini inandirmaya çalisiyordu. Vapur yanasmisti iskeleye. Tek bir kelime bile konusmadan vapurdan indiler. Iskelenin sonunda; genç kiz, adama sarilarak "Hosçakal" dedi. Ancak adam, ayrilirken ne sarilmisti kiza, ne de bir kelime çikmisti agzindan. Bir heykel gibi duruyordu kizin karsisinda. Kiz da, bir tepki gelmeyince; hizla oradan uzaklasmayi tercih etti. Arkalarina bile bakmadan
ayrildilar. Kiz, isyerine ulasti. Yerine oturduktan hemen sonra, cep telefonuna bir mesaj geldi. Mesaj, eski sevgilisindendi ve söyle yaziyordu: "Hep bu karsilasmayi ve sana sigara hikayesini anlatacagim günü beklemistim. Ve o gün, gözlerimin içine bakip; söyleyeceklerine göre, hayatima bir yön çizecegime..." Genç kiz, bu mesajdan hiçbir anlam çikaramamisti. Bu
mesaji düsünürken; bir mesaj daha geldi: "... kendi kendime söz vermistim. Bugün duyduklarim; beni hayal kirikligina ugratti ve ben kararimi verdim:"
"Sigarayi biraktim..."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Nisan 2007       Mesaj #787
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yoksul Taşçı

O, yoksul bir taşçıydı. Her gün kayaları parçalıyordu. İşi çok ağırdı; ama çok az aylık alıyordu. Bu yüzden hayatından hiç memnun değildi. “Ben başkalarından daha çok çalışıyorum!” diye düşünüyordu. “Benim işim onlarınkinden ağır ve ben onlardan daha az kazanıyorum. Zengin olmak istiyorum. Biraz dinlenirim ve güzel elbiselerim olur.” O anda gökten bir melek indi. Ona, “Zengin olacaksın, güzel elbiselerin olacak” dedi. Taşçı hemen zengin oluverdi. Artık onun da güzel elbiseleri vardı ve bir iş yapmak zorunda da değildi. Günün birinde kral onu sarayına davet etti. O, sarayın güzelliğine hayran oldu. Kral ondan daha zengindi. Bu yüzden üzüldü. “Ben de kral olmak istiyorum” dedi. Ardından isteği yerine getirildi ve kral oldu. Şimdi bütün gün hiç çalışmıyordu. Çok sıcak bir gündü. Güneş ışınlarını saçıyor, yeryüzü yanıyor mu yanıyordu. Kral kızdı; güneş ondan nasıl güçlü olurdu ki? Yaşamı yine sevmez olmuştu. “Güneş olmak istiyorum!” dedi. Bu kez de güneş haline çevrildi. Şimdi güneş, ışınlarını saçıyor ve dünyada her şey yanıyordu. Ama bir bulut geldi, dünyayla onun arasına girdi. Işınları artık dünyaya ulaşmıyordu. Güneş kızdı; “Bu nedir böyle? Ben buluta hiçbir şey yapamıyorum. Derhal ondan daha kuvvetli olmak istiyorum” deyince bu kez de bulut haline döndürüldü. Az sonra bulut, yağmura dönüştü. Yağmurlar toprağa, oradan nehirlere ulaştı. Nehirlerin suları çoğaldıkça çoğaldı. Evleri, tarlaları seller bastı. İnsanlar hayvanlar, tarlalar perişan oldu. Ama sular, kayalara hiçbir şey yapamıyordu. Bulut öfkelendi. “Bu kadar çok su nasıl olur da kayaları aşamaz..” Ama kayalar sulardan daha güçlüydü. Bulut bağırdı: “Kaya olmak istiyorum.” Bu istediği de yerine getirildi ve kaya haline geldi. Artık güneşten ve buluttan daha güçlüydü. Aradan çok zaman geçmedi. Elinde balyozla bir adam çıkageldi ve ondan parçalar koparmaya başladı. “Aman! Bu da nesi?” dedi kaya. “Ben bu adamdan zayıfım” Sonra birden anladı kuvvetin kaynağının mutluluk olduğunu ve pişmanlıkla haykırdı: “İnsan olmak istiyorum!” Bu dileğini de yerine getirdi. Kaya insana dönüştü. Şimdi o adam yine kayalardan taşlar koparıyor. İşi ağır ve aylığı az; ama yaşamı seviyor ve mutlu.



.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Nisan 2007       Mesaj #788
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sakın Elimi Bırakma

Ilık rüzgarla gelen bir müzik sesiyle dalıverdim uzaklara; "Aşık olmak günahsa ben bir günahkarım, pişman değilim tanrım…" diyordu yumuşak bir ses… bir sızı saplandı ilk önce kalbime… sensizlik yüreğimi yakıyordu, sana hasrettim… sarı kurumuş yapraklar arasında yürürken rüzgarın yüzüme vurmasıyla kokunu duydum sanki… yalnızdım… mutsuzdum, sen yoktun… ebediyen gitmiştin… Şimdi yanımda olsaydın kollarınla beni sarar, yüzüme dağılan saçlarımı parmaklarınla düzeltirdin.. iki taraftan kulaklarımın arkasına sıkıştırır, "Böyle daha güzel aşkım"derdin… yüzüme düşen saçlarıma tuzlu gözyaşlarım karışıyor şimdi. "Sakın ha ağlama, seni birgün bile ağlarken görmek istemiyorum" derdin bana… şimdi bir yerlerden bakıyorsa gözlerin üzülüyorsundur… ama gözyaşlarıma söz geçiremiyorum sevgilim... Hani biz sonsuza kadar mutlu olacaktık? Hani birbirimizi terketmiyecektik? Neden beni tek başıma bırakıp gittin aşkım.? Kaza haberin geldiğinde inanamadım… evimizden nasıl çıktığımı bile hatırlamıyorum… hastanede seni öyle kanların içinde baygın bir şekilde görünce dünya başıma yıkıldı… elini tuttum ve sen gözlerini açtın "Sakın ha! Sakın elimi bırakma" dediğin zaman bile "Gözlerindeki ormanda yağmur yağmasın" dedin… yanaklarımdan süzülen sicim gibi yaşlar yüzüne döküldüğünün farkında bile değildim.. ameliyathanenin kapısına kadar elini hiç bırakmadım ve mecburen elini ayırdılar benden… saatlerce o odada kaldın… çıktığın zaman komadaydın… doktorlar ümitsizce gözlerime bakıyordu… seni odana götürdüler.. neydi, neden o makinaları vücuduna bağlamışlardı.? Sen yaşayacaktın.. beni bırakmayacaktın yemin etmiştin..yavaşça elimi elinin üzerine koydum.. hiç kıpırdamıyordun… günlerce başucunda bekledim… farkında bile değildin… hep uyuyordun… yanında seni beklerken; geçirdiğimiz günler bir film şeridi gibi gözlerimden geçti… beni kızdırmaların, sinirletmelerin ve ondan sonra gönlümü almak için bütün evi ben yokken çiçek bahçesine çevirmen… doğumgünlerimizde birbirimize aldığımız müzik kutuları… hani son doğumgününde sana mavi bir kazak almıştım da hemen giyip mankenlik yapmıştın ya ve ben seninle dalga geçmiştim sen de pastayı alıp yüzüme yapıştırmıştın ve sonra da bütün evi pastayla alt üst etmiştik… ne kadar deliymişiz, ne kadar aşıkmışız… mavi kazağını son gördüğümde kanlar içindeydi.. kaza günü onu giyiyormuşsun meğer… çok sinirlettin beni, nasıl çıkacak şimdi kazaktaki kan lekeleri? Olmadı şimdi, iyileşir iyileşmez kazağını sen yıkayacaksın.. onu sana ben aldım atmak olmaz ki… Hala uyanmadın… bir hafta geçti hiç bir kıpırtı yok…doktorların biri gidiyor biri geliyor.. söyledikleri hiçbirşeyi artık anlamıyorum.. bu arada o yağmurlu gün geldi aklıma.. bisikletlerle yarış yaptığımız o gün.. hani ani bir yağmur başlamıştı da eve zor yetişmiştik.. balkonda durup yağmuru izlerken bir gün bebeğimiz olursa ismini Yağmur koyalım demiştik… bizim yağmurumuz yaz yağmuru olsun demiştik… Ve bir gün daha geçti işte, yanında sen o yatakta hareketsiz yatarken bir gün daha geçti… elim elinde.. ve başım yatağın yanında, kendimden geçmişim.. ve aniden elin elimde kıpırdadı.. aniden kırmızı, şiş gözlerimi sana çevirdim… ve gözlerini açtın… o halinle bile gülümsüyordun bana… dudaklarına küçücük bir öpücük kondururken sessizce gözlerimden yine bilinçsizce tuzlu gözyaşlarım dudaklarına düştü… kızar gibi yine baktın bana… "Tamam" dedim "Ağlamıyacağım…" Gözlerime baktın buğulu… hiç beklemediğim bir anda dudakların kıpırdamaya başladı "Affet beni" dedin, "Birbirimizi terketmiyecektik, hala daha da seni terketmedim ama…." dedin ve gerisini duymak bile istemiyordum, parmaklarımla dudaklarını kapattım, "Konuşma, yorulma, sonra konuşuruz" dedim ama başınla "Şimdi" dercesine işaret ettin… "Şehre inmiştim, yıldönümümüz için beğendiğin tek taşlı pırlanta yüzüğü alacaktım, aldım da… yanında 25 tane gül vardı, arabanın torpido gözünde yüzüğün, koltukta da güllerin vardı" dedin… ve devam ettin "Hayatımda geçirdiğim en güzel yılları seninle paylaştım, gözlerim, kalbim hep yanında olacak, arabadan emanetlerini almayı unutma" dedin bana… gözlerimdeki yaşları artık durduramıyordum… "Bir dahaki sonbahara yürüdüğümüz yolda yanlız yürüyeceksin ve çok güçlü olacaksın, beni affet aşkım seni bensiz bırakıyorum, seni canımdan çok seviyorum, son bir öpücük ver bana" dedin ve bir elim elinde bir elimle alnını okşarken istediğini yaptım dudakların sıcaktı ve aniden makineden ince bir ses geldi, elin elimden kopuverdi…. Gözlerin yavaşca kapandı…. Doktorlar koşup geldiler… öylece orda kalıverdim hareketsiz kaldım, donmuştum, sen yoktun artık… doktorlar seni götürdüler… artık sen yoktun, yanlızdım.. Ve şimdi sensiz geçen ilk sonbahardayım… yürüdüğümüz yolda kurumuş yaprakların arasında tek başınayım. Arabadan bana getirdikleri emanetlerimin biri evde diğeri parmağımda… yüzüğünü yaşadığımı sürece parmağımdan, güllerini yatağımın yanından hiç ayırmayacağım… mavi kazağını yıkadım, temizledim… yastığının üzerinde duruyor.. Hazan mevisimi, hüzün mevsimi… aşk mevisimi.. ayrılık mevsimi… Kulağımda bana söylediğin şarkıyla yürüyorum tek başıma söz verdiğimiz gibi sarı yapraklı yolda....

"sana rüya diyemem, senden uyanamam ki
nerede olursan ol, seninleyim sanki
bulutlu günesimsin, sevgilimsin benimsin
yaz yagmurum, kis gülüm, nesemsin kederimsin
seninle dolu dünyam, gündüzüm gecem sensin
ölsemde ayrilamam, benligim ruhum sensin..."

Biliyorum her an her saniye benimlesin, beni izliyorsun. Iyi ki şarkılar var ve şiirler. Sen sözünü tutmadın, beni bırakıp gittin. Belki birgün aşkım... Bu yağmurlar diner ve biz yine birlikte oluruz hiç ayrılmamacasına.

"her yerde hatiran var, hersey senle dolu

herseyde senin izin, bu yol askinin yolu
alamaz bin sevgili kalbimdeki yerini
sanki icimde acar bu sarmasik gülleri... "

Iyi ki şarkılar var...
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
26 Nisan 2007       Mesaj #789
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Susuyorsun...devam et...

pelin onay


..merak edilmeyen bir yürek kaç zaman tutunabilir anıların güler yüzüne..? Tutundum, çırpındım düşmemek için, uçurumun kıyısında bana uzanan elin yoktu, düştüm../ susuyorsun...devam et... Bir zamanlar seni bir uçurumun kıyısından tuttuğumu ve kurtardığımı söylerdin. Buna karşılık, ne söyleyeceğini bilemeyen bir insanın, sol yanı şenlenen kadın rolünü oynuyordum. Yaşadıklarından inatla ders almaya çalışan, her şeye rağmen sevgiye olan inancını yitirmemiş, kıyısından deli, ucundan çocuk, gözleri denize girince yeşile çalan küçük bir kadının tatlı tesellisiydi belki de güzel sözler duymak. Seni gerçekten de kurtardığıma inandırmıştın beni.

susuyorsun...devam et...

Her güzel başlayan aşklar gibi şendik, heyecanlıydık, beklemedeydik..Görüşebileceğimiz zamanların ayarlamalarında, duvarlara çentik atan mahkumlar gibiydik. Korkularını ilk yenen sen oldun, sen akıttın dudaklarından “seni çok seviyorum” kelimelerini. Bense yaşadıklarını ve hatalarını tekrarlamak istemeyen ama yine de konuşmak için çıldırasıya tetik de duran telaşlı bir yürektim. Her şeye rağmen fazla bekletmedim seni. Bir gün..beklediğim ama hiç ummadığım bir anda sana boşaldı dudaklarım; seni seviyorum, diye...

susuyorsun...devam et...


Bedenimden önce beynimi tahrik eden bir adamın şarkısını dinliyordum. Bu yüzden ilk karşılaşmamız, tedirgin iki insanın karşılaşması gibi değildi. Küçük bir otel odasındaydık...her şeye rağmen, yaşadıklarına tez, utangaç bir profil çiziyordum ama seni seviyordum. İlk defa sen dokundun dudaklarıma..Yüreğim yerinden çıkacak gibiydi, yüreğim yerinden çıktı, sen yerleştirdin. Küçük bir otel odasıydı, şirindi ve belki de en güzeli pencerelerini açınca karşımızda Midilli’yi görmemizdi. Yağmur sularının ninnisinde seviştik seninle, balıkçı motorlarının makamında..Özlemlerimi koynunda uyuttum ve sabahın ışıkları vururken bedenlerimize, uyurken seyrettiğim yüzünü yüzümde unuttum.

susuyorsun...devam et...

Yazdığın kelimeleri bırak, adresime düşen yüz binlerce cümleden hiç birine sığdıramadın beni Yazdığın her satırda bir nehir gibi aktım bilinmezliğine. Başka bir şehirden gökyüzüne gönderdiğin sıcacık kelimeler benim şehrimin denizine düşüyordu ve ben her harfi tek tek çıkartırken derinlerden, parmaklarıma denizin değil yüreğinin mavisi bulaşıyordu. Bütün şiirlerini itinayla saklıyordum ve her aşk’da olası olan bir bitiş ertesinde kullanmak üzere, mahkeme tutanaklarına şiirlerini şahit olarak yazdırabileceğimi biliyordum. Çünkü şiirlerin çığlık çığlığa konuşuyorlardı ve ben senin yokluğunla şiirlerinle dertleşiyordum.

susuyorsun...devam et...

“Bekle” kelimesiyle bitirdiğin her cümleyi virgülle uzattım ve bekleyişlerime sığdırdım düşünü kurduğum geleceğimizi. Suskunluğu her gün daha fazla uzatıyordun ve ben tek başıma yaşıyordum, seninle beraber ellerinden tuttuğumuz ilişkimizi. Giderek uzaklaşıyordun, daha çok susuyordun ve ben bilinmezlerin ortasında senin gerçekte neyin olduğumu öğrenmeye çalışıyordum. Aylar geçiyordu, aramıyordun...Buna karşılık ben de “iyi ki sesin var yoksa bu hasret beni öldürecek” diyen adamın ölüm haberini bekliyor gibiydim. Her şeye rağmen bir şeylere sığınmak ve acılarımdan kurtulmak istiyordum. Ne zaman sana ihtiyacım olsa, “aradığınız aşk’a şu an ulaşılamıyor” diyen kadının mutlu sesi yankılanıyordu kulaklarımda. Sen sorunlarınla uğraşıyordun, bense sessizliğinle, sevdamla ve yalnızlığımla. Sevda, her şeye tek vücutmuş gibi göğüs germekti. Ben bunu biliyordum, böyle seviyordum, sense girdiğin mağaranın içinden uzattığım yardım elini bile görmüyordun.

susuyorsun...devam et...

Herkes seni soruyordu, selamını veriyordu, iletemiyordum. Hep böyle mi çalıyordu sevdanın çanları, farklı olduğumu düşündüğün bana bile geçmişimde bıraktığım yaralı sevdalarımı anımsatıyordun. Her şeye rağmen hiçbir kötü sözü yakıştıramadım sana. Giderek çoğalan kırgınlıklarımı itinayla kapatmaya çalıştım. Bir güzel sözün yeterdi belki, bekletirdi, sesimi bile duymadın. Merak edilmeyen bir yürek kaç zaman tutunabilir anıların güler yüzüne..? Tutundum, çırpındım düşmemek için, uçurumun kıyısında bana uzanan elin yoktu, düştüm..


susuyorsun...devam et...

Bize ait bir çok düşü sen yaratmıştın ve sen yok ettin yine. Birer masal kahramanıydık ve masal olarak kaldık, ilerde çocuklara anlatılmak üzere belki de. Yaşadığım ve yaşattığım hiçbir şey için pişman değilim. Hatta bir de teşekkürüm var sana, kendimi en güzel sevilen kadın gibi hissettirdiğin için. Adı üstünde bir bekleyişti yaşadığım, belki bu da bir düştü, uyandım, baktım ki yoksun, seni düşlerinde bıraktım.

susuyorsun...devam et...

Bir aşk’a kaç aşk sığar diye soruyor bir şair, ben aşkıma tek aşk sığdırmıştım oysa, bilmeden ismimin bile unutulduğunu. Sorulması gereken sorular tedavülden kalktı, ki zaten cevapları da sana aitti.Sana değil, seninle bir ömrün düşünü kuran kendime yakıştıramadım “hoşça kal” kelimesini. Ama sen, bedeni dar gelse de, almadan fikrimi, elbisesini diktin vedanın. Bana sadece ortada kalmamak için giymek ve gitmek düştü. Ama gitmek değil ki öfkeyle, kırgınlıklarla, acıyla..kendi özgürlüğüm için bağışladım seni. Yine de, her şeye rağmen merak etmiyor da değilim; içindeki hangi sen gerçekte sevdi beni..?, hangi sen haykırdı gökyüzüne, sen bende ömürlük olmalısın diye..? ve hangi sen bu kadar kayıtsız kalabildi yüreğini konuşturan bir kadının yüreğine..?


susuyorsun...devam et...
susuyorsun....artık konuşma...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Nisan 2007       Mesaj #790
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yaşlı Kadın İle Meşe Ağacı

Kuraklık o yıl, New Jersey’in yemyeşil çayırlarını kahverengine çevirmiş ve tüm New Jerseylilerin gurur kaynağı yüzyıllık dev ağaçların yapraklarının zamanından önce dökülmesine neden olmuştu. Kuraklığın kırküçüncü gününde, küçük bir kentin yoksullar mahallesinden geçen Tom Greenfield adlı genç bir tarım uzmanı, tozlu yolda bir kova suyu sürüklercesine taşıyan yaşlı bir kadına rastladı.Otomobilinin camını indirdi ve yaşlı kadına seslendi:“Sizi gideceğiniz yere kadar götürebilir miyim, bayan?”Yaşlı kadın teşekkür etti ve bir kilometre kadar geride kalan evini işaret etti:“Zaten şu kadar kısa bir yoldan geliyorum” dedi ve yüz metre ötedeki dev bir meşe ağacını göstererek “Zahmet etmenize gerek yok...” dedi. “Iki üç adımlık yolum kaldı.”Greenfield, kadının bir kova suyu ne yapacağını merak etti. Onu arkasından izledi. Yaşlı kadının, zorlukla taşıdığı kovayı bahçenin uzak bir köşesindeki büyük meşe ağacına kadar sürükleyip, sonra da kovadaki suyla meşe ağacını suladığını görünce, hem hayran kaldı, hem de şaşırdı. Yanına yaklaştı ve sordu: “Bu ağacı sulamak için mi o bir kova suyu bir kilometre öteden taşıdınız? Güçlükle kaldırdığınıza göre kova galiba çok ağırdı.” Yaşlı kadın, genç adama gülümseyerek baktı.“Tam 81 yaşımdayım. Bu ağaç ise, yaşamdaki tek dostum. Küçük bir kızken arkadaş olmuştum onunla. Şimdi hiçbiri yaşamayan tüm arkadaşlarımla bu ağacın çevresinde, bilseniz ne oyunlar oynadık, onun gölgesinde nasıl dinlendik... Bu ağaç kurursa ne yaparım, ben?”Genç tarım uzmanı, yüzyıllık dev meşe ağacına uzun uzun ve dikkatlice baktı. Deneyimli gözü, ağacın giderek kurumakta olduğunu görmekte gecikmedi.Yaşlı kadın, meşe ağacıyla arkadaşlığını anlatmayı sürdürdü:“Annem beni dövdüğü ya da azarladığı zaman bu ağaca tırmanırdım, onun kollarına sığınırdım” dedi. “Nişanlım, parmağıma nişanı ağacın altında taktı. Benim için böylesi anılarla dolu olan bu ağaç için, bir kilometre öteden bir kova su taşımamı gerçekten çok mu görüyorsunuz?” Yaşlı kadın ertesi gün elinde su kovasıyla yine meşe ağacına giderken, ağacın çevresinde beş altı işçinin çalışmakta olduğunu gördü. Kovayı yere bıraktı ve işçilere doğru koşarak “Bırakın ağacımı” diye bağırdı. “Dokunmayın benim ağacıma...” Işçilerin başındaki adam kasketini çıkardı ve yaşlı kadınısaygıyla selamladı: “Ağacınıza kötü bir şey yapmak için değil, onu kurtarmak için geldik, hanımefendi” dedi. “Ağacınızın köklerinin çevresinde kanallar açtık ve onları tankerimizin deposundaki suyla doldurarak, ağacınızı bol bol suladık.”Yaşlı kadı tankerinin üzerinde yazılı olan “Greenfield Fidanlığı” adına takıldı.“Fakat ben sizi çağırmadım ki?” dedi. “Kim gönderdi sizi buraya?”Adam, saygılı tavrıyla yanıt verdi:“Bizi buraya gönderen kişi, adını söylemedi, efendim” dedi.
Yaşlı kadın, yeterli suya kavuşan arkadaşı meşe ağacının altında durdu ve işçilerin tek tek ellerini sıktıktan sonra bindikleri kamyonun arkasından yaşlı gözlerle baktı.

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat