Arama

Çanakkale Hikayeleri - Sayfa 5

Güncelleme: 17 Kasım 2016 Gösterim: 12.645 Cevap: 64
AriThmetiCs - avatarı
AriThmetiCs
Ziyaretçi
3 Aralık 2006       Mesaj #41
AriThmetiCs - avatarı
Ziyaretçi
BiLinmeyenLer..

Sponsorlu Bağlantılar
MUAVENET-İ MİLLİYE
Muavenet-i Milliye , Çanakkale'de yaşanan en önemli olaylardan birinin, Goliath'ın batırılışının kahramanıdır. Müttefik ordularının komutanı olan General Ian Hamilton'un "Düşman madalyayı hak etti!" diye günlüğüne not düşmesine neden olan Muavanet-i Milliye'nin başarısı, Müttefik donanmasının Mondros limanına çekilmesine neden, Türk askerleri için de moral olmuştur.

Çanakkale Seferi süresince İngiliz donanmasının maruz kaldığı en büyük felaket Goliath'ın batışıdır. 13.150 tonluk ve yedi yüz elli mürettebatı olan bu muharebe gemisinden ancak yüz seksen kişi kurtulabilmiştir. Beş yüz yetmiş personeli, gemi ile beraber sulara gömülmüştü.

Bu geminin batışı ile verilen zayiat büyük olmuştu, ama asıl önemlisi bu felaketin doğurduğu olaylardı. Goliath'ın batırılışı üzerine İngilizler, Boğaz'ın zorla geçilmesi fikrinden tamamen vazgeçtiler. 18 Mart Harekatı'ndan sonra donanmayla Boğaz'ı bir kere daha zorlamayı planlıyorlardı. Çünkü kara harekatı da istenilen sonucu vermemişti ve kısa sürede de vereceği tahmin edilmiyordu. Bu geminin batırılışı, bu plandan vazgeçilmesine sebep oldu. Ayrıca geminin batırılışından iki gün sonra 15 Mayıs 1915'te, İngiliz Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Fisher, ardından da 17 Mayıs'ta, Çanakkale Seferi'nin fikir babası Churchill'in isifasına vesile oldu.

Küçük bir Türk muhribi olan Muvanet-i Milliye Muhribi'nin başarısı, görüldüğü gibi, İngiltere kabinesinde kriz yaratacak şekilde etkili olmuştu.
Olayın amacı, İngiliz gemisinin batırlışı ve gemi komutanının kim olduğu Türk kaynaklarında şöyle yer almaktadır:

"13 Mayıs 1915 tarihi, Muavenet muhribinin Morta koyunda demirli Goliath İngiliz muharebe gemisini batırması, Çanakkale Muharebeleri tarihinde önemli bir yer tutar.

Fransızların Kerevizdere'de ele geçirmiş oldukları mevzileri geri almak için yapılan devamlı taarruzlara karşı, Fransızların harp gemilerinin yardımını istemeleri üzerine, her akşam iki muharebe gemisi Morto Koyu açığına gönderilmekteydi. Bu gemilerin ateşinden hayli zarar görülmesi üzerine, 5 nci Ordu Komutanlığı Boğazlar Genel Müfettişliği'ne başvurarak bu kötü durumun giderilmesini istedi. Bu amaçla, Muavenet Muhribi'nin görevlendirilmesine karar verildi.

Marmara'da denizaltı karakol görevi yapan Muavenet, Kıdemli Yüzbaşı Ahmet Saffet komutasında olarak 10 Mayıs saat 1330'da Çanakkale'ye geldi.

12 Mayıs'ta sona eren hazırlıklar arasında, kıyı boyunca seyir sırasında geminin dibe değmemesi için kömür ve yağın yarısı gemiden çıkarıldı. Doksan kilo şarjlı üç Şuvartskopf torpidosu kovanlara sürüldü; bir tanesi de yedek olarak güverteye alındı. Torpidolar, 1.200 metre mesafe, 34 mil sürat ve iki metre derinliğe ayarlandı. Düşmanın torpido ağı kullanmadığı saptanmış olduğundan, torpidolara ağ makası takılması ihtiyaç görülmedi. Bu sırada Morto koyunda Goliath ve Kornvolis muharebe gemileri demirli bulunmakta , iki İngiliz muhribi Rumeli, diğer ikisi Anadolu Kıyısında ve biri de boğaz ağzının ortasında karakol yapmSakta idi.

Müstahkem mevkideki bataryalar ile ışıldaklar ve diğer bütün ilgili birlikler, yapılacak taarruzdan haberdar edilmiş, Anadolu ışıldaklarının Muavanet'in seyir hattının aydınlatmamaları, Muavenet'i izlemeleri olasılığı olan düşman muhriplerini karşılamak üzere, bataryaların hazır bulunmaları, Muavenet'in dönüşte seyir fenerlerini yakacağı ve eğer izleniyorsa, baş tarafından beyaz işaret fişekleri atacağı bildirilmişti. Havuzlar mevkiinde demirli olan bir filika da kırmızı bir fener gösterecekti.

12 Mayıs saat 18.40'da harekete geçen Muavenet, saat 19.00-19.30 arasında mayın hatlarını geçtikten sonra , 19.40'ta Soğanlıdere önlerindeki mayın hatlarının hemen dışında demirleyerek, taarruz saati olan gece yarısını beklemeye başladı.

Morto'daki (Morto-Soğanlıdere=7 mil) gemilerin ateşi ve ışıldaklarla yaptıkları aydınlatma, saat 23.30'a kadar sürdü.

13 Mayıs saat 00.30'da demir alan Muavenet, sekiz mil hızla Rumeli kıyısına sürünürcesine seyre başladı. Onbeş dakika sonra, iskele tarafından 600-800 metre mesafede rastlanan ve ağır yolla karşı rotada seyreden bir düşman muhrip takımı, Muavanet'i görmedi. Saat 01.00'da tam pruvada, Eskihisarlık burnuna bordalarını vermiş yatan iki muharebe gemisi fark edildi. Torpido kovanları sancağa çevrilmiş durumda ağır yolla seyre devam olunurken, öndeki geminin (Goliath'ın) pırıldakla işareti verdiği görüldü; görülmüş olan Muavanet'ten parola sorulmaktaydı. Bu işarette aynen karşılık veren Muavenet, vakit kaybetmeyerek hemen hücuma kalktı ve saat tam 01.15'te birbiri ardından üç torpidosunu işaretledi. Bu anda mesafe 300 metre kadardı. Torpidolardan biri Goliath'ın komuta köprüsü, ikincisi baş baca altına ve üçüncüsü de kıç tarafına vurdu. Kısa zamanda batan Goliath, yedi yüz elli kişilik mürettabatından, gemi komutanı dahil, beş yüz yetmişini de birlikte götürdü.

Muavenet, saat 05.00'te Çanakkale önüne demirlediği vakit, büyük sevinç gösterileriyle karşılandı. Aynı gün İstanbul'a hareket eden muhrip, ertesi günü istinye üssüne döndü ve merasimle karşılandı. 16 Mayıs'ta gemi mürettabatı, Başkomutan Vekili ve Bahriye Nazır Vekili Enver Paşa tarafından bir takdirname ile kutlandı. Bunu, nişan ve madalyalarla taltifleri ve gemi komutanının binbaşılığa yükseltilmesi izledi. Muavenet'in, bu başarısı, Çanakkale'yi savunanların morali üzerinde önemli etki yaptı. İngiliz harp tarihinin, (atak ve ustalıklı bir hareket) olarak kaydettiği bu olay, 14 Mayıs'ta toplanmış olan İngiliz Harp Meclisi'nde tam bir bomba etkisi yaptı.


Son düzenleyen _Yağmur_; 23 Aralık 2015 13:14 Sebep: ifade silindi.
AriThmetiCs - avatarı
AriThmetiCs
Ziyaretçi
4 Aralık 2006       Mesaj #42
AriThmetiCs - avatarı
Ziyaretçi
BiLinmeyenLer..

Sponsorlu Bağlantılar
ALL THE KING'S MEN (KRALIN ADAMLARI) ve 1/5 NORFOLK ALAYI


1999 yılında İngiltere'de bir film yapıldı. Filmin adı "All the King's Men" . Filmin öyküsü, Çanakkale Savaşları sırasında 12 Ağustos 1915'de Gelibolu Yarımadası'nda Küçük Anafartalar Bölgesi'nde Türklere karşı taarruza geçen, ancak başarısızlığa uğrayıp Türkler tarafından esir edilen ve de başlarından kurşunlanıp öldürülen bununla birlikte, yaralı olarak ele geçirilmiş oldukları halde "fazla acı çekmesin diye !" Türkler tarafından bir çiftlik evinde yakılan İngiliz askerleri üzerine kurgulanmış.

Türkiye'de bilinmeyen ama, İngiltere'de son birkaç yıldır üzerinde durulan bu olay, İngiliz kuvvetlerinden 54.Tümen, 163.Tugay ve1/5 Norfolk Alayı'na mensup Sandringham Bölüğü'nden askerlerin yaşamış olduğu iddia edilen doğruluğu kesinlikle kanıtlanamamış bir olay.

İngiliz yetkililere göre, I.Dünya Savaşı bitiminde özellikle 1/5 Norfolk Alayı'nın askerlerinin kayıp olduğunu ve Türklerden bu askerlerin akibeti konusunda bilgi verilmesini istemişler. Ancak, Türk yetkililer bu konuda bilgi verememişler. Nedeni ise, askerlerin yukarıda bahsedilen şekilde öldürülmüş olmalarıymış. Oysa, olayın seyri daha farklıdır. 12 Ağustos'ta Gelibolu Yarımadası'nda Küçük Anafartalar Ovası'nda Türkler ve İtilaf kuvvetleri arasında gelişen muharebede, İngilizlerin 163. Tugay'ı birlikleriyle, Türklere karşı tarruza girişmişler ancak, Türklerin kuvvetli top atışları ve keskin nişancılar (snayper) karşısında İngilizler büyük ölçüde zayiat vermişlerdir.

54.Tümen komutanı General Inglefield, 1/5 Norfolk Alayı'nın komutanı Yarbay Sir Horace Beauchamp, Sandringham Bölüğü'nün komutanı ise Yüzbaşı Beck'dir. İngiliz kuvvetlerine orada müdahele eden, Türk kuvvetlerinden 36. Alay'dır. Alay Komutanı Binbaşı Münib Bey'dir. Askeri kaynaklarda Binbaşı Münib Bey, o günkü muharebeyi anlattığı Harp Ceridesi'nde İngiliz taarruzunun başarısızlığa uğratıldığı ve 35 esir aldıklarını ifade ediyor. Bu esirlerden bazılarının ifadeleri de mevcuttur. Bunlardan biri olan 3357 Sicil numaralı Er A.G.Brown (1/5 Norfolk Regt. 54 Div. 163 Brigade (East Anglian Division) yakalandıktan sonra Türk komutanlara verdiği ifadesi şöyledir;

"10 Ağustos 1915'de Tuzla Göl civarında karaya çıktım. İsmini bilemediğim bir tepeye hücumda tepenin ancak eteğinde mecruh düşerek 12'de esir oldum. Kumandanın ismi Engelfild ( Inglefield ) idi, fakat fırkanınkini veyahud livanın kim olduğunu bilemiyorum. Ben ancak iki gün Anafarta'da bulundu?um için hiçbir şeyden haberim yoktur." Bu ifade, esir olan askerlerden birine ait. Bunun gibi birkaç tane daha ifade var. Oysa, İngilizlerin iddiası bütün hepsinin esir edildikten sonra kafalarından kurşunlanarak öldürüldüğüdür.

Bu olayın doğruluğu henüz kantılanamamış olsa da şunu vurgulamak gerekir ki, 12 Ağustos'daki saldırıda Türkler, başarılı bir şekilde İtilaf saldırısını durdurmuşlardır. İngiliz kuvvetlerine Türk sniperlerin müdahale etmiş olması ve savaş alanında ölenlerin kafalarından yada başka biryerlerinden yara alıp ölmeleri kaçınılmaz görünüyor ki bazı İngiliz ordu mensupları da yakın bir çatışmada bunun normal olduğunu söyleyebiliyorlar. Bununla birlikte, savaş Atatürk'ün dediği gibi "gerekli olmadıkça bir cinayettir" ancak, İngilizlerin Gelibolu Yarımadası'na yaptıkları saldırılara, Türklerin vatanlarını savunmak için müdahale etmeleri de kaçınılmazdır.

Dolayısıyla, insanlar bu yarımada üzerinde ayakta kalabilmek için canhıraş bir mücadele vermişlerdir ve ortaya bir insanlık dramı çıkmıştır. Norfolk Alayı'nın yaşadığı iddia edilen bu olayın belki de bu kadar üzerinde durulması, bu alaya dahil olan Sandringham Bölüğü'nün Kral V.George'un hizmetkarlarından oluşmuş olması ve bunların Oglander'in kitabında anlattığı gibi Inglefield'in hazır olmayan birlikleri, dikkatsizce gündüz ve Türklerin çok iyi savunduğu bir bölgeyi almakla görevlendirmesi ve toplara ve keskin nişancılara karşı ölümüne göndermesi ve belki de bu hatayı örtbas etmek için de Türklerin, İngiliz askerlerini yakalayıp öldürdüklerini iddia etmiş olmasıdır.

Türklerin yakaladıkları esirlere kötü davrandığı ve öldürdüğü yolundaki hikayeler sürekli anlatılmıştır. İtilaf kuvvetlerindeki askerlere komutanları belki de iyi savaşmalarını sağlamak için olsa gerek "aman dikkat edin Türkler sizi yakalarsa öldürür veya yer" gibi akıl vermişlerdir. Oysa, bilinen bir gerçek var ki, Türkler esirlerine her zaman iyi davranmışlardır. Askerleri esir edip sonra da öldürmek ise genelde olmayan bir davranışdır.

Özellikle Çanakkale Muharebeleri'nde Türklerin tam bir centilmen gibi savaştığını, İtilaf kuvvet komutanları da dile getirmişlerdir. Türkler, hasta veya yaralı bütün esirlerle ilgilenmişlerdir. Örneğin arşiv kaynakları incelendiğinde diş problemi gibi basit bir problem yaşayan esirlerin sağlığı için emirle dişçi göndermek, Türk komutanlarının sıkça rastlanan centilmenliğinin bir göstergesidir. Acaba, İngiliz, Fransız ve Ruslar da yakaladıkları esirlere böyle mi davranmışlardır? Onlar tarafından yakalanan Türk esirler bunun tersini söylüyorlar. Yapılacak araştırmalar, belki çok daha fazla bilgi ve gelişmeyi ortaya koyacak ve Çanakkale Muharebeleri ve yaşananları bir kez daha gün ışığına çıkartacak ve suçlamalara iyi bir cevap olacaktır.

AriThmetiCs - avatarı
AriThmetiCs
Ziyaretçi
5 Aralık 2006       Mesaj #43
AriThmetiCs - avatarı
Ziyaretçi
BiLinmeyenLer..

NUSRET MAYIN GEMİSİ VE 18 MART ZAFERİ

Çanakkale savaşları deyince akla ilk gelen ve bu savaşların simgesi olan kahraman Nusret Mayın gemisidir. 18 Mart Deniz Savaşı'nda Müttefik Donanmasını dağıtan, Müttefik Komutanlarını şaşkınlığa uğratan, Türk askerine moral, Türk Milleti'ne sevinç kaynağı olan 26 mayınla bir yazgının değişmesine sebep olan bir kahramanlık hikayesidir Nusret Mayın Gemisi.

Nusret Mayın Gemisi'nin başarısı o kadar büyümüştür ki destansı özellikler katılarak menkıbe kitaplarında baş köşeyi almıştır. Çoğu kaynakta "17 Mart'ı, 18 Mart'a bağlayan gece" diye başlar Nusret'in serüveni. Bu verilen tarih doğru olmamakla birlikte, olayın dramatik yanını artırması açısından kullanılmıştır. Nusret'in kahramanlık hikayesi çok önceden başlar; Nusret Mayın Gemisi Boğaz sularına 3 Eylül 1914'te geldi.

Teoman Erbay arşivinden Nusret Mayın Gemisi

Almanya'da özel olarak inşa edilmiş bu tekne, dar alanlarda kolayca manevra yapabiliyor ve az su çektiğinden mayın alanları üzerinde güvenle dolaşabiliyordu.

Nusret Mayın Gemisi'nin künye bilgileri şöyledir :

Tipi Mayın Gemisi
İnşa Yeri Almanya
Tonajı 360T
Hizmete Girişi 1912
Boyu 40 m
Eni 7,4 m
Çektiği su 2 m
Silahları 1 adet 7,5/40 Top, 2 Adet 4,7 Top, 2 mk. 5b.
Sürat 15 mil
Hizmet Dışı 16.06.1957
Akıbeti

Müttefik donanmasının boğazlardaki tabyaları bombalamaya başlamaları (Şubat 1915) ile birlikte Mart ayına kadar geçen süre içinde, dünyanın en büyük donanması boğaz önünde toplanıyor, keşif uçuşlarıyla mayın alanları belirleniyor, mayın araştırma ve keşif gemileri boğazın içlerine kadar girip mayınları temizliyorlardı. Nusret'in mayınlarını döktüğü Karanlık Liman önündeki mayın hatları ise tamamen temizlenmişti.

Uzun süreli bu temizlik çalışmalarının ardından Müttefik donanmasının boğazı geçme girişiminde bulunacağı kesinde. Bunun üzerine Müstahkem Mevkii komutanlığı daha önceden düşündüğü gibi, bir Alman subayının da teklifiyle elde kalan son 26 Mayını Karanlık Liman'a dökme kararı aldı.

Bu olayın içinde yaşayan Müstahkem Mevkii Kurmay Başkanı Selahattin Adil anılarında şöyle yazmaktadır :
"Düşman kesin saldırısının birkaç gün içinde yapılacağı belli oluyordu. Deniz işlerine bakan ve izleyen tecrübeli, sevimli, uysal bir ihtiyar olan Alman Amirali Menter Paşa'nın teklifine uyularak, geride kalan yedek mayınların atılmasına karar verilmiş ve 30 kadar mayın Nusret gemisinde hazırlanmıştı."

Böylece Müstahkem Mevkii Komutanı Cevat Paşa'nın da görevlendirilmesiyle, Yüzbaşı Tophaneli Hakkı Bey komutasındaki Nusret Mayın gemisi 7/8 Mart gece yarısından az sonra göreve çıkıyordu. Müstahkem Mevkii Mayın Grup Komutanı Yüzbaşı Hafız Nazmi (Akpınar) Bey'de Nusret Mayın Gemisi'ndeydi.

7/8 Mart gece yarısından az sonra sisli bir havada Çanakkale'den ayrılan Nusret Mayın Gemisi bütün ışıklarını söndürmüş, kıvılcım atmasın diye ocaklarını bastırmışlardır. Daha önceden dökülmüş olan mayınların arasından, Nazmi Bey'in kılavuzluğunda geçerek karanlık Liman'a doğru ilerlemeyi sürdürürler. Kıyıya paralel olarak 100'er metre aralıklarla ve suyun 4,5 metre altında 26 mayın da sessizlik içinde dökülür. Görev tamamlandığında yine aynı sessizlik ve dikkatle geriye dönen Nusret Mayın Gemisi, bir savaşın kaderini değiştirecek 26 Mayınlık imzasını bırakmıştır geride.

Ertesi günlerde, Müttefikler tarafından yeni keşif uçuşları ve mayın taramaları yapılmıştır. Her nasılsa bu 26 sürpriz mayın kendilerini saklamayı başarmıştır. Hatta Karanlık Koy'da mayın bulunmadığına dair rapor veren İngiliz Pilot, bu sürpriz mayınların başarısından bir gün sonra kurşuna dizilmiştir.

18 Mart günü yaşananlar Türk tarihinde gerçek bir zaferdir. Bu zaferde Nusret Mayın Gemisi'nin başarısı tartışılmazdır. Winston Churchill 1930'da ""Revue de Paris" dergisinde bu olayı şöyle yorumluyordu.
"Birinci Dünya Harbi'nde bu kadar insanın ölmesine harbin ağır masraflara mal olmasına, denizlerde 5,000 tane ticaret ve savaş gemisinin batmasına başlıca neden, Türkler tarafından bir gece önce atılan ve incecik bir çelik halat ucunda sallanan 26 adet mayındır."

Görüldüğü gibi Nusret Mayın Gemisi ve 18 Mart Zaferi bütünleşmiş ve bu zaferle birlikte anılan bir destana dönüşmüştür.
Nusret Mayın Gemisi 2000 yılı itibariyle hala Mersin'de bulunmakta, batmaması için vakıflar ve gönüllüler yardımı ile içindeki su boşaltılmaktadır. Belki Yavuz ve Midilli gibi jilet olmayacaktır, ama bu kaderi paylaşmamak için yardıma ihtiyacı vardır.

Son düzenleyen _Yağmur_; 23 Aralık 2015 13:18
AriThmetiCs - avatarı
AriThmetiCs
Ziyaretçi
6 Aralık 2006       Mesaj #44
AriThmetiCs - avatarı
Ziyaretçi
BiLinmeyenLer..

SEÇME SÖZLER..
“Çanakkale Zaferi, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”

M. Kemal ATATÜRK

“Harpte iki meş’um (uğursuz) şey vardır. Bunlardan biri taş duvara körükörüne yüklenmek, diğeri kuvvetleri birtakım ayrı ve bağlantısız harekata dağıtıp körletmektir. Biz bu iki ahmaklığı yapmanın tehlikesiyle karşı karşıyayız.”
İngiliz Başbakanı Asquith

“Ordunun yardımı olmaksızın Filo’nun başarı sağlayabileceği ümidine kapılmıştım; fakat şimdi bu işte müşterek bir harekatın zorunlu olduğunu anlıyorum.”
Churchill

"Türkler, Çanakkale’yi zorlayan çağının en ileri tekniğine sahip güçler karşısına adeta bir kale gibi dikilmişlerdir.”
Churchill

“... Bu Türk kıtaatının cesaret, metanet ve se’bat cihetiyle takdir ve senaya liyakatı, her şüphenin fevkinde bulunmuştur. Donanmasının ateşiyle de, en müessir surette muavenet gören pek cesur bir düşmamn taarruzlarına karşı sayısız muharebelerde bu kıtaat mevkilerini muhafaza etmişlerdir.” [439]
Alman Generali Liman von Sanders

“Avrupa’da hizbir asker yoktur ki, bu ifadenin altını çiziyorum, Türklierle mukayese edilebilsin. Almanların müdafaada gayet iyi oldukları kabul olunabilir. Fakat siperlerde onlar dahi Türklerle kıyas edilemez. Misal olarak Gelibolu’yu zikretmek isterim. Orada bizim gemi ateşlerimizle büyük zayiata uğrayan kıtalar, Türk olmasalardı. Yerlerinde kalamaz ve derhal değiştirilirlerdi. Halbuki, Türkler, bütün muharebe müddetince yerlerinde kaldılar.”
General Tawshend

“Çanakkale Seferi, Türk milletinin eski kudret ve kuvvetini muhafaza ettiğini, can çekişen bir imparatorluk içinde kahraman bir milletin varlığını meydana koydu.”
General Fahri BELEN

“Müttefiklerin gayreti kalmamıştır. Türkiye insan menbalarını (kaynaklarını) sarf ederek bitab (bitkin) kalmış, müttefikler, hissolunur derecede zayıflamamışlardır. Fakat Çanakkale Muharebesi’nin Rusya’nın akibeti ve Balkanlar’daki tesiriyle Türkler müteselli olabilirler.”
Larşer

“... Türk askerinin savaş ve dövüş hususunda haiz bulunduğu evsafın bidayette layikiyle takdir edilmemiş olması, Ingilizler için felaket olmuştur.... Türk askerinin ne yaman muharip olduğunu, Ingilizler kendileriyle dövüştükten sonra bittecrübe anlamışlardır.”
Ingiliz Generali Oglander

“Yenilmez Ingiliz donanmasının uğradığı akibetten komutanlar değil, strateji kurallarını ihmal eden devlet adamları sorumludur. Boğazlar ve Trakya bölgesinde altı Türk kolordusu varken, donanmayı tahkim edilmiş bir Boğaz’dan geçirmek ve Boğaz kıyıları işgal edilmeden beş tümenlik bir kuvvei seferiyeyi Istanbul’a getirmek planının şansı çok azdı.”
General Fahri BELEN

“Çanakkale Savaşları, Avusturalya ordusunun gelişimine birçok etkide bulunmuştur. İlk olarak Avusturalya ordusu kuvvetlerinin bir yabancı tarafından değil, bir Avusturalyalı subay tarafından idare edilmesini temin edecek bir uygulamaya başlanmıştır. Ve Çanakkale olayları, bu uygulamayı başlattı.”
Avustralyalı Yarbay D. M. HORNER

“Çanakkale Savaşları, savaşa İngiliz bayrağı altında katılan Yeni Zelanda’nın uluslaşma sürecine çok önemli katkılarda bulunmuştur. 1915’te Yeni Zelandalılar, kimliklerini İngiliz İmparatorluğu içerisinde tanımlamaktaydılar ve bağımsızlık kazanmak gibi istekleri yoktu.”
Yeni Zelandalı Prof. Dr. J. PHİLLIPS

“Çanakkale Savaşları, modern savaş tarihinde birleşik kara ve deniz savaşlarımn başlangıcı ve ilk örneğidir.”
Japon Prof. Dr. Em. Krg. Hideo MIKI

“Avrupa diplomasisinin çıkmazlarında ihtiyatla yolunu arayan ve Avrupa devletleri’nin birbirine düşmüş meclislerinde kendi lehinde fırsatlar kollamaya çalışan ürkek ve tereddütler içindeki Osmanlı, artık yerini, dimdik adeta mağrur ve kendine güvenen, kendi hayatını yaşamaya azmetmiş, Hristiyan düşmanlarına tam bir istihfafla bakan şahsiyete bırakmıştı.”
Alan Moorhead

“Çanakkale Boğazı’ndaki Türkler ve Almanlar da 18 Martı aralıksız takip eden sessiz günler, şaşkınlık ve sonra da, büyük bir sevinç uyandırdı. Moral, son derece yüksekti. Kaleler ve tabyalardaki hasar da kolaylıkla giderilmiş olmakla beraber, ağır bataryaların cephane durumu ciddiyetini koruyordu.”
Robert Rhodes James

“Çanakkale Müharebelerinde Türk ordusunun başında daha başlangıçtan itibaren orayı, üç kez ve yalnız kendi inisiyatifiyle kurtarmış olan Türk Başbuğu (Atatürk) bulunmuş olsaydı, bu gün tarih, bir Çanakkale Savaşı yerine, karaya ayak basmasıyla beraber, akim kalan bir Çanakkale teşebbüsünden bahsederdi.”
M. Şevki YAZMAN

“Çanakkale fecayi’ine (çok acıklı olaylarına) ait mesuliyetin, her iki taraftan hangisine ait ve raci olduğu keyfiyeti henüz tahakkuk edemediyse de, bahri hücumun (deniz hücumu) altında mündemiç (saklı) olan hakayik (gerçekler), o kadar basittir ki, bu hususta en müptedi (ilkel) olanlar bile bunu anlarlar.

Biz en müşkülü’l-icra (yapılması zor) harekete tasaddi ettik (başladık) ve esas noktalara dair maluunatı sahiha (gerçek bilgiler) elde etmeden evvel mutadımız (adetimiz) olduğu üzere, düşmanı hakir (küçük) görerek, böyle bir külfetli işe sarıldık. Neticedeyse, herkesin kabul ve itiraf edeceği bir hezimete, mağlubiyete uğradık ki, bunun izin, hiçte şikayete hakkımız yoktur.

18 Martta mağlup olduk. Bu bapta tevile felana (başka anlam vermeye falan) hacet yoktur.”
İngiliz Yazar Ellis Ashmit BARTLETT

“Çanakkale müdafaası, üç mucizeler muharebesidir Hali kurtardı; maziye hamaset ve azametini iade etti; vatanımızı bir vatanı ebedi yaptı.”
Sami Paşazade Sezai

Son düzenleyen _Yağmur_; 23 Aralık 2015 13:21 Sebep: sayfa düzeni
AriThmetiCs - avatarı
AriThmetiCs
Ziyaretçi
7 Aralık 2006       Mesaj #45
AriThmetiCs - avatarı
Ziyaretçi
BiLinmeyenLer..

ÇANAKKALE CEPHESİNDE KADIN SAVAŞÇILARIMIZ

Çanakkale Savaşları’nın henüz araştırılmayı bekleyen bir çok siyasal, sosyal ve askeri yönünün daha olduğu bir gerçek. Örneğin; bu savaşların bizde belki de hiç bilinmeyen bir diğer yönü, Çanakkale’de bazı kadın Türk kadın savaşçılarının da, Mehmetçik ile birlikte çarpıştıklarıdır.

Konuyla ilgili ilk belgesel bilgilere Avustralya ve Yeni Zelanda arşivlerinde, Anzac askerlerinin Çanakkale’de siperlerde yazdıkları günlük ve mektuplarda rastlanmaktadır. Örneğin, The Age adlı Avusturalya gazetesinde, 8 Eylül 1915 tarihinde şu başlıkta bir haber yer almaktadır.

“Kadın bir keskin nişancı: ilk günkü çarpışmada vuruldu: J. C. Davies adlı bir asker annesine yazdığı mektupta şöyle demektedir: “... Vurulduğum 18 Mayıs günü, keskin nişancı bir Türk kızı vardı. Güzel, iri yapılı ve 19-21 yaşları arasında görünüyordu. Günün uzunca bir bölümünde sürekli olarak ateş etti. Gerçi bir çok adamımızı vurdu ama gün bitiminden önce Avusturalyalı bir asker tarafından vurulunca, gene de üzüldüm. Ölüsünü ele geçirdiğimizde yanında bir Türk erkeğinin cesedini de bulduk. Kadının vücudunda tam 52 kurşun vardı... Bu savaş korkunç”

Arşivlerde aynı konuyu dile getiren birkaç mektup ya da günlük daha bulunmaktadır. Gerçi bu tür haberlerin Anzak askerlerinin, zor siper koşullarında, aylarca süren çarpışmaların yıpratıcı etkisinde geliştirdikleri hayal ürünü şeyler olduğu da düşünülebilir. Ancak, “Keskin nişancı Türk kadınları” ve “Türk kadın savaşçılarını” anlatan diğer asker mektupları da incelenip, birbirleriyle karşılaştırıldığında, anlatılanların doğru olma olasılığının çok yüksek olduğu söylenebilir. Kısacası, Çanakkale Savaşları’nın daha birçok yönü, genç araştırmacılarımızın çalışmalarını ve aydınlatılmayı beklemektedir.

AriThmetiCs - avatarı
AriThmetiCs
Ziyaretçi
8 Aralık 2006       Mesaj #46
AriThmetiCs - avatarı
Ziyaretçi
BiLinmeyenLer..

TÜRKLER NEDEN ZEHİRLİ GAZ KULLANMADILAR?


Çanakkale Savaşları yüzyılın son centilmen savaşları olarak değerlendirilir. Bu değerlendirme savaş ahlâkı ve kuralları açısından bakıldığında sonuna kadar doğrudur. Birinci Dünya Savaşı'nın diğer cephelerine ve bundan sonra günümüze kadar yapılan savaşlara bakıldığında neden bu savaşların "centilmence" yapıldığı anlaşılabilmektedir.


Çanakkale Cephesi'ne çıkarma yapan müttefik askerleri karşılarında yamyam ve barbar Türkleri bekliyorlardı. 25 Nisan gününden başlayarak kanlı savaşların yaşandığı bu cephede kısa sürede başarı sağlanamayınca Müttefik Kuvvetleri sekiz buçukay sürecek maceralarına başlamışlardı. Her geçen gün Türklerle Müttefik askerleri arasındaki ilişkiler artıyor, birbirlerini tanımaya başlıyorlardı.

Her iki taraf askerleri de zafer için bulundukları bu topraklarda, karşılarındaki askerlerin de kendileri gibi insan olduğunu, öldüklerini, ölürken acı çektiklerini, kan döktüklerini ve kısacası farksız olduklarını anlıyorlardı.

Başlangıçta Müttefik askerleri için, Türklere esir düşmek korkulu rüya idi. Esir düşerlerse Türklerin onlara neler yapabileceklerini hayal bile edemiyorlardı. Zaman geçtikçe yaşanan olaylar bu düşünceleri siliyordu. Yaralı müttefik askerlerine Türklerin gösterdiği ilgi, esirlere yapılan iyi muamele ve Türklerin dürüst savaşçılar olması müttefik askerlerinin bu düşüncelerini tamamen değiştirmişti.

Gazeteci C.E.W.Bean, 10 Kasım 1915'te defterine "Türkler: Yaşamın Güzel Yanları" başlığıyla, siperlerdeki bu ilginç durumu şöyle anlatıyor. :

"Son zamanlarda Türklerle iyi iletişim kuruyorduk. Siperlerine, Mısır'daki Türk savaş esirlerinden gelen ve çok iyi bakıldıklarını anlatan mektuplarıyla, sağlıklı ve mutlu olduklarını gösteren fotoğraflarını atmıştık. (Gerçi bizim askerler bunu yapmamızı pek istemiyor ama...) Her neyse, karşıdan şu yanıtı aldık: "Sadaka ile yaşayan bir adam, domuzun, lanetin tekidir. Karnımız tok olduğu gibi yedek yiyeceğimiz de bol. Ellerimizde tüfeklerle hazırız. İngilizlerin çok silah ve cephanesi olabilir. Ancak, bizim de süngülerimiz ve inancımız var. Eğer iddia ettiğiniz gibi büyük bir millet iseniz, neden üstün ilkeler doğrultusunda hareket etmiyorsunuz da, başkalarının aklını çelerek sadakatlerini bozmaya çalışıp alçalıyorsunuz?...

Çok asilce bir cevap! Bu tür çabaları yoğunlaştırıp, Türklerin teslim olmalarını sağlayabiliriz sanıyordum. Kaldı ki onlar da -ya da Almanlar-, benzer yöntemleri bizim üzerimizde denemişlerdi."

"Üç hafta kadar önce, Türklerin üç günlük bir bayramı vardı. Bizim siperlere, üzerine silinmez kalemle ve aceleyle şunlar yazılı iki paket sigara attılar: Prenez, fumez avec plaisir notre heureux énnemis. (Alın, afiyetle için mutlu düşmanlarımız)

Karşılığında biz de onlara, konserve sığır eti yolladık. Paketi, üzerinde "Bully beef non" (sığır bifteği istemeyiz) mesajı yazılı olarak geri yolladılar."

Avustralyalı bir albay ise, Ekim ayı sonunda ülkesine yolladığı mektupta, "Siperlerdeki Yaşam ve Türkler" başlığı altında durumu şöyle dile getiriyor:

"Türkler çok dürüst savaşçılar. Kahramanlık ve cesaretleri tartışılmaz. İşkence, zulüm ve dumdum kurşunu konusundaki tüm iddialar yalandır. Geçen gün, yanlışlıkla atılan bir şarapnel ile Kızılhaç katırlarından birisini öldürdüler. Anında özür dilediler. Daha önce de yaralılarımızla ilgilendiler. Onları, kıyıya bırakıp bize haber verdiler. Burada hiçbirimizin, Türklere karşı büyük bir düşmanlık beslediğini sanmıyorum..."

Öte yandan, Çanakkale Cephesinde Müttefiklerin en çekindiği şeylerden bir, Türklerin zehirli gaz kullanma olasılığıydı. Genel olarak yüksek noktaları tuttukları için ve rüzgar da uygun estiği zaman, zehirli gaz kullanılması çok büyük can kaybına yol açabilirdi. Almanların elinde bu gazdan bulunduğu biliniyordu. Batı Cephesi'nde, Fransa'da kullanmışlardı da...Özellikle İngilizlerin, zehirli gaz kullanımından endişe ettiği ve askerlere gaz maskesi dağıtıp, olası bir tehlikede neler yapılması gerektiği konusunda özel eğitim verdiklerini öğreniyoruz.

Ancak Türk subay ve komutanları, Almanların isteğine ve önerisine karşılık bu yöntemi, "mertçe ve adil" bulmayıp, savaş kurallarına da aykırı olacağı gerekçesiyle onaylamamış ve zehirli gazı, savaşın son gününe kadar kullanmamışlardır.

Çanakkale Cephesi'nde zehirli gaz kullanıldığına ilişkin haberlerin asılsız olduğu ve endişeye gerek bulunmadığı, Avustralya ve Yeni Zelanda basınında sık sık dile getirilmiştir. Örneğin, Wellington'da çıkan "Otago Times" Gazetesi, 1 kasım 1915 günü, "Savaşçı olarak Türk" başlıklı bir yazı yayınlamıştır. Yazıda aynen şunlar yer almaktadır:

"...Hastaneye ateş edilmiyor, zehirli gaz kullanılmıyor. Triumph (savaş gemisi) isabet alıp batmaya başlayınca, tekrar ateş edilmiyor. Türk, ikili oynamıyor. Bunun aksini iddia edenler Gelibolu'ya değil, en çok Mısır'a kadar gelenlerdir.

The Age adlı Avustralya gazetesi, 11 Aralık 1915'te, gene Türklerin zehirli gaz kullanması sorununu ele almış ve "gaz bombası saldırısından korkulmuyor" başlığı altında yayınlanan yorum yazısında, cepheden gelen raporlara dayanarak konuyu şöyle değerlendirmiştir.

"...Şu ana kadar bu cephede Türklerin savaş yöntemlerinin hakça olduğunu kabul etmek dürüstlük gereğidir. Türklerle Avustralyalılar arasındaki savaş mertçeydi ve sonuna kadar öyle olacağını umuyoruz. Bu savaştan önce Türk'ü hor görüyorduk. Artık öyle bir şey söz konusu değil. O'nu yendiğimizde -ki o gün uzak değildir- hepimiz onları Almanların etkisine girmekle birlikte, ahlâksızca savaş yöntemleri kullanacak kadar tötonikleşmemiş (Almanlaşmamış) olarak hatırlamak istiyoruz."

Türklerin zehirli gaz kullanmama nedenlerinden biri de yüksek noktaları tutuyor olmalarıydı. Özellikle Arıburnu'nda yukarıdan aşağı doğru atılacak gaz bombası denizden esen rüzgarla yukarılara çıkabilir ve Türk askerlerini de etkileyebilirdi. Hatta Çanakkale'nin meşhur rüzgarı, zehirli gazı yarımadanın hesaplanamayan bölgelerine sürükleyebilirdi.

Ayrıca Türklerin elinde gaz maskesi de bulunmuyordu. Herhangi bir gaz kullanımında gaz maskeleri olmadan dayanmak olanaksızdı.

Bu arada Türklerin elinde zehirli gaz bulunup bulunmadığı da araştırma konusudur. Gerçi olsaydı da bu gazın sonuç itibariyle kullanılmayacağı açıktır. Böylelikle Müttefik askerlerinin Türklere olan güvenleri boşa çıkmamış, "Türkler zehirli gaz kullanmaz, onlar dürüst savaşçıdırlar" diyerek gaz maskesi takmayarak bu güveni sürdürmüşlerdir.

Görüldüğü gibi savaşın her türlü çirkinliğine rağmen, savaşın içinde bile böylesi bir imaj yaratmak, Çanakkale Savaşları'nı yüzyılın, hatta yarınların son centilmen savaşı haline getirmiştir.

Rüya_Güzeli - avatarı
Rüya_Güzeli
Ziyaretçi
9 Aralık 2006       Mesaj #47
Rüya_Güzeli - avatarı
Ziyaretçi
Üç aylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer “zabit namzedi” olarak Çanakkale’de idi. ( Mart 1916) müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale’ de uğradıkları mağlubiyetlerden ve verdikleri yüzellibin zayiattan sonra Boğaz ’ı aşamayacaklarını anlamışlar , 1915’in son haftasıyla 1916’nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip çıkıp gitmişlerdi.

Galatasaray Lisesi öğrencisi iken gönüllü Çanakkale cephesine giden zabit (subay) adayı Mehmet Muzaffer Bey'in alayının otomobillerine lastik satın almak için bir gecede (1916 yılı baharı) yaptığı sahte 100 liranın ön yüzü. Paranın altında "bedeli Çanakkale'de altın olarak ödenecektir" yazılıdır. Teğmenliğe yükselen bu vatanseverimiz, 1917 yılında Gazze'de şehit düşmüştür.


Muzaffer Çanakkale’ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman İmroz ve Bozcaada’da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da 1915 Nisan ’ın da Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı boğuşmalarla kıyasla bu bombardımanlar “ hiç mesabesindeydi.” Çanakkale’de ki birliklerin büyük bir kısmı Kafkas, Irak, ve Filistin cephelerine sevk edeceklerdi. Hazırlanma ve noksanlarına ikmal emri aldılar. Muzaffer birliğinin alay karargahında görevliydi. Alay ’ın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlar ise ancak İstanbul’dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi basit mübayalar için arttırma yapmak ilanlarda bulunmak ne adetti, ne de bunları kaybedilecek vakit vardı. Her şey “itimat” ile yürürdü. Muzaffer açıkgözlü ve becerikli İstanbul çocuğu olduğundan Karargah, gerekli malzemenin temin ve mübayaasına onu memur etti. İcabeden paranın kendisine itası içinde Erkan-ı Harbiye Riyaseti’ne hitaben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.

O yıllarda İstanbul’da otomobil ve kamyon nadir rastlanan vasıtalardı. Bunların lastikleri de yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı. Muzaffer aradı,uğraştı,nihayet Karaköy’ de bir Yahudi de istediklerini buldu. Fiyatlar pek fahişti , ama yapacak başka bir şey yoktu. Anlaşmaya vardı. Lazım gelen parayı almak üzere Erkan-ı Harbiye’ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye merciine havale ettiler. Muzaffer az sonra yaşlı b,r kaymakam Yarbay ’ın huzurundadır. Kaymakam uzatılan tezkereyi okudu. Karşısında hazırol da duran ihtiyat zabitine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan ,”Ne alınacak” dedi. “ Oto kamyon lastiği” cevabını verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer’e dik dik baktı :

“ bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun. Haydi yürü git ,insanı günaha sokma para mara yok!...

Muzaffer selamı çaktı dışarı çıktı. Harbiye Nezareti’nin ( bugünkü hukuk fakültesi binası) bahçesinden dışarıya ağır ağır yürürken ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere Alay ’ın ihtiyacı vardı. Elindeki( Almanların verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemelerde mutlaka lazımdı. Kendisi bulur alır diye görevlendirilmişti. Malzemeyi bulmuştu fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi ,bir çaresini bulmak lazımdı...

Muzaffer bunları düşüne düşüne Beyazıt Meydanı’na vardı birden durdu. Kendi kendine gülmüştü aradığı çareyi bulmuştu.

Doğru tüccar Yahudi’ nin yanına gitti:

“ Paranın tediye muamelesi akşamüstü bitecek,ezandan sonra gelip malları alamam . gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapur Çanakkale’ye kalkıyor, yetiştirmem lazım. Onun için sabah ezanında geleceğim malları mutlaka hazır edin...”

Tüccar “peki” dedi. Muzaffer tam ayrılırken ilave etti.

“Altın para vermiyorlar kağıt para verecekler”

yahudi yine “peki” dedi. Ertesi sabah Muzaffer Merkez Kumandanlığından sağladığı araba ve neferlerle ezan vakti Yahudi’nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Tüccar malları hazırlamıştı. Hava gazı fenerinin yarım yamalık aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer bir yüzlük kaime ( yüz liralık kağıt para) verdi. Araba dörtnal Sirkeci ’ye yollandı. Malzeme şat’a oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.

Üç gün sonra Yahudi elindeki yüzlük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası’na gitti. Bozmadılar zira elindeki para sahte idi.

Sahte 100 Lira


Muzaffer, evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kağıtın aynını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş bütün gece oturmuş çini mürekkebi ve boya ile gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek nefasette taklit bir para yapmıştı. Tüccara verdiği ve yutturduğu para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerindeki yazılar arsında bir de şu ibare bulunuyordu: “ Bedeli Dersaadet’te altın olarak tesviye olunacaktır.”Muzaffer yaptığı taklit paradaki bu ibareyi değiştirerek şöyle yazmıştı:

“ Bedeli Çanakkale ‘de altın olarak tesviye olunacaktır.”

Onun burada altın dediği Çanakkale’de Mehmetçiğin akıttığı, altından daha kıymetli kanı idi.

Sahte paraya gelince...

Yahudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi bilinemez. Ancak olay bütün İstanbul’da yayıldı. Dünyada emsali olmayan ve olmayacak olan bu hadise Şehzade Halim Efendi ’nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yahudi tüccarı buldurdu. Yüzlük taklit evrak-ı nakdiyeyi bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul polis okulundaki emniyet müzesine hediye etti. Bu emsalsiz parça müzede şeref mevkiinde muhafaza olundu.


Conkbayır

23 Nisan 1915 günü Conkbayırı’nda Türkler ve İtilaf Kuvvetleri arasında korkunç siper savaşları oluyor. Siperler arasında 8–10 m. mesafe var. Süngü hücumundan sonra savaşa ara verildi. Askerler siperlerine çekildi. Yaralılar ve ölüler toplanıyor. İki siper arasında açıkta ağır yaralı ve bir bacağı kopmak üzere olan İngiliz Yüzbaşı avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor, kurtarın diye yalvarıyordu. Ancak hiçbir siperden kimse çıkıp yardım edemiyor. Çünkü en küçük bir kıpırdanışta yüzlerce kurşun yağıyordu. Bu sırada akıl almaz bir olay oldu. Türk siperlerinden beyaz bir iç çamaşırı sallandı. Arkasından aslan yapılı bir Türk askeri silahsız siperden çıktı. Herkes donup kaldı. Kimse nefes alamıyor, ona bakıyordu. Asker yavaş adımlarla yürüyor siperdekiler kendisine nişan almış bekliyordu. Asker yaralı İngiliz subayını okşar gibi yerden kucakladı, kolunu omzuna attı ve karşı gücün siperlerine doğru yürümeye başladı. Yaralıyı usulca yere bırakıp geldiği gibi kendi siperlerine döndü. Savaş alanlarında günlerce bu kahraman Türk askerinin cesareti güzelliği ve insan sevgisi konuşuldu.
Rüya_Güzeli - avatarı
Rüya_Güzeli
Ziyaretçi
9 Aralık 2006       Mesaj #48
Rüya_Güzeli - avatarı
Ziyaretçi
Yıl 1915, yer Birinci Tayyare Bölüğü Havaalanı, Çanakkale. Adları Ali, Hüseyin, Veli, Mehmet... Mehmetçik...

Elde yok, avuçta yok. Ne düşmana atacak kurşun kalmış ne de giyecek potin. Elbiseler yırtık pırtık, yama dahi tutmuyor. Heybelerinde bir dilim kuru ekmek, içecek bir tas suları bile yok. Her şeye rağmen objektifin karşısında öylesine dik, öylesine mağrur durmuşlar ki, askerlikte 'esas duruş'un ne olduğunu dosta düşmana göstermişler. Henüz yaşları 17'den küçük. Zaten posta olarak görevlendirilmelerinin sebebi de bu. Yaşlarına aldırmadan, vatanları uğruna ölmek için geldikleri Çanakkale'de, komutanları sırtlarına tüfek yerine çanta asmış. Şimdi ne isimleri belli, ne de savaştan sağ kurtulup kurtulamadıkları... Onlardan geriye, sadece objektife verdikleri bu poz kaldı.
  • Kelimeleri 'lal' eden resimler bunlar Bugün Çanakkale'de kazanılan zaferin yıl dönümü. Bu zafer, bu toprağın insanın yalnız düşmana karşı değil, aynı zamanda yokluğa ve yoksulluğa karşı da kazandığı bir zaferdi.
  • Kelimelerin lal olduğu zamanlar vardır. Konuşamaz, diliniz tutulur, ağzınızdan veya kaleminizden bir kelime bile çıkmaz.
  • Görünen karşısında bilinen her şeyin unutulduğu anlardır o zamanlar.
  • Her şeyi karşınızda gördüğünüz size anlatır.
  • Tıpkı bu iki Çanakkale kahramanının anlattığı gibi.
  • Sırtına üniforma diye geçirdiği kıyafet, lime lime olmuş. Ayağına ayakkabı niyetine geçirdiği kılıfı anlatabilmek kolay değil.
  • Ama bütün bunlar onların umurunda değil. Çanakkale'yi geçilmez kılmak için herşeyini vermeye hazır.
Son düzenleyen _Yağmur_; 23 Aralık 2015 13:23 Sebep: boşluklar kapatıldı
Rüya_Güzeli - avatarı
Rüya_Güzeli
Ziyaretçi
9 Aralık 2006       Mesaj #49
Rüya_Güzeli - avatarı
Ziyaretçi
MUCİZE OLAY

Sabahın sekizi sıralarında düşman donanmasının yoğun topçu atışlarıyla Çanakkale Boğazı'nda başlayan savaş cephe boyunca tüm şiddetiyle sürer.Gümbürtüden,uğultudan iniltiden boğaz yıkılır.Sırtlar; tepeler; kara toprak, dağ taş duman olur.Boğazın mavi suları düşen ateşten güllelerle yanar alev, alev...

Her dakika, her saniye cephede ölüm kusan düşmanların en gelişmiş

savaş gemilerinden oluşan güçlü donanması, emperyalist efendilerini utandırmamak,mutlaka masa başında planlandığına uygun kesin zafere ulaşmak tutkusuyla olanca çabalarını gösterip,olanca gayretlerini harcarlar.

Önceleri İngiliz zırhlısının dev toplarından yükselen iri,tahrip gücü yüksek ve etkili güllelerle korkunç gürültülerle Mecidiye Bataryası da düşmanın yoğun ateşi altında olduğu halde hiç paniğe kapılmadan cesaretle,özveriyle görevini sürdürür.Komutan Yüzbaşı Hilmi Bey'in yükselen sesiyle attıkları her topu şehit düşmüş olan arkadaşları şereflerine atarlar.

Bir ara sığınaktaki telefon çalar.Çalmasıyla birlikte Komutan Yüzbaşı Hilmi Bey telefonun bulunduğu sığınağa koşturur işte tam o anda yeri,göğü inleten müthiş bir patlama olur.Patlamanın şiddetinden her taraf zelzele olurcasına sarsılır ve aynı anda da Mecidiye Bataryası'nın bulunduğu sahaya koyu bir kara duman çöküverir.

Ne acıdır ki bu olay sürecinde ve sonucunda Mecidiye Bataryası toz duman içerisinde havaya uçar.

Batarya Komutanı Yüzbaşı Hilmi Bey feci patlamadan üç,beş saniye sonra sığınaktan ok gibi dışarı fırlar.Fırladığı gibi de bataryasının,acıklı,yürekleri sızlatan korkunç manzarasını görür.Görünce de olduğu yere çakılır kalır.Bataryasında herşeyin bittiğini farkeder.Toparlanınca yaralıların acı acı feryatları,haykırışları arasında dolanmaya başlar.Şehitlerin cansız vücutlarından,güllelerin acımasız darbeleriyle kopan parçalara bakar.Yaşaran gözleriyle “sanki ne diye sağ kalıp da bu dayanılmaz manzarayı gördüm?Allahım bunları bana ne diye gösterdin?Şuracıkta neferimle,birlikte benim de cancazımı alaydın ya!Ya şimdi benim sağlığım neye yarar?olan oldu,giden gitti bir kere!” diyerek üzülür.Bitmiş,tükenmiş Mecidiye Bataryası'nın toprak yığıntıları ve çöküntüleri arasında;

“Gomutanım,gomutanım!... N'olursun gurtar beni gomutanım. Aman yetiş ölüyorum, boğuluyorum gomutanım!” diye bir ses duyor. Hemen sesin gittiği yöne doğru koşar. Bu ses nefer Niğdeli Ali' nindir. Cephaneliğin patlamasıyla havaya ucmuşMecidiye Bataryası'nda toprak altında komutanı tarafından ilk kurtarılan nefer Niğdeli Ali'dir.

Niğdeli Ali, yatırıldığı yerde acı acı inleyip duran bir yaralı arkadaşına yardım etmek veya bir ihtiyacını karşılamak için onun bulunduğu tarafa giderken ayağına birşeyler takılır ve sendelemesi sonucu yere düşer. Kendisini düşüren şeyin ne olduğunu öğrenmek için arkasına dönüp bakar. Arkasına baktığında birde ne görsün? Oracıkta meydanda bir insan ayağı durupdurur. Hemde ayak diklemesine ve açıkta durupdurur. Ali önce bedenden kopmuş bir parça sanır. Sanır ama sonradan düşünürki bedeninden kopmuş parça olsa öyle diklemesine durup ta beni düşürmez. Geriye dönüp, ayağın yanına varır. Önce üstündeki toprakları temizler, sonrada eliyle ayağı hafifce iki yana sallayıp yoklar. O zaman onlar ki ayak bedeninden kopmuş parça kesinlikle değildir. Hemen komutanını çağırır.

İlk onlarda toprak altından çıkarılan iri kıyım koca neferden hayat belirtileri çok az gözlenir. Ancak komutan eliyle yoklayınca nabzının ve kalbinin hafifte olsa henüz atmakta olduğunu fark eder. Bir süre sonra nefer iyileşir. Neler olduğunu öğrenmek ister. Niğdeli Ali olanları ağlayarak anlatır.

Bataryasının inanılması güç yıkık, dökük, çökük, bitik halini görür. Beş on saniye bu dayanılması güç sahneyi sessiz soluksuz süzer. Gördüğü yürekleri sızlatan, parçalayan manzara karşısında koca nefer'in tüm vücudu ürperir, her tarafı hırsından zangır zangır titrer ve yüzü renkten renge girer.

Bogazı daha iyi görebilmek, savaşın seyir durumunu daha iyi izleyebilmek için iki üç adım ileri atar. Bogazın karşı tarafına bakar. Bu sırada boğazda savaş tüm şiddeti ile devam etmektedir.

Koca nefer neden sonra aklına bir şey gelmişçesine, bir şeye karar vermişçesine keskin bir dönüşle ok gibi geriye fırlar. Daha sonrada her nasılsa ayakta kalabilmiş tek topun başına gelir ve durur.

Ali bakar ki ayakta kalmış görünen tek topunda durumu sağlıklı değil, o da yürümeye başlamıştır. Bir kez topun en önemlisi hasar görmüştür. Topun ikiyüzyetmişbeş kiloluk ağır güllelerini iki metre yükseklikteki namluya çıkararak matazarası yani vinci görev yapamaz hale gelmiştir. Kaldıki başka bir ağrızanında olup olmadığı belli değildir. Matazaranın çalışmaması, onun arızalı oluşu dahi topun görev yapmamasına, doldurulup ateşlenememesine geçerli neden sayılır. Çünkü koca ağır gülleyi tam iki metrelik yüksekliğe çıkarıp ve de namluya yerleştirebilmek değil iki kişinin on kişinin bile belki yapamayacağı bir iştir.
Son düzenleyen _Yağmur_; 23 Aralık 2015 13:24
Rüya_Güzeli - avatarı
Rüya_Güzeli
Ziyaretçi
10 Aralık 2006       Mesaj #50
Rüya_Güzeli - avatarı
Ziyaretçi
BAYRAĞIMIZIN DERİN ANLAMI
Türk Bayrağı rengini şehitlerin kanından, ilhamını da kan gölüne yansıyan ay ve yıldızdan aldığını biliyoruz.
Fakat bayrak hakkındaki bu bilgi, bayrağın taşıdığı kutsal anlamı, o anlamdaki sembolizmi, ondaki derinliği ve yüceliği anlatmaya yetmez.

Bilindiği gibi, genellikle Hıristiyan milletler bayraklarına Haç şeklinde semboller yer almaktadır. Müslüman milletlerde ise Hilal görünmektedir.

Haç'ın anlamı Hazreti İsa (a.s.)'nın çarmıha gerilerek haç şeklinde şehit edildiğine inandıkları için Hıristiyanlar onu sembol olarak alırlar.

Peki ya Hilal? Müslümanlarca sembol olarak kabul edildiğini biliyoruz. Ancak bunun sembolik değeri nereden gelmektedir?

Dolunay (Bedir) ayın ondördüncü gecesindeki haliyle daha parlak olmasına rağmen niçin ayın en az ışık verdiği yay şeklindeki zayıf şekil sembol almıştır? İşte burada Hilal'in gücü burada çıkmaktadır. Çünkü Hilal, Haç gibi doğrudan şekil olarak alınsaydı Dolunay kullanmak daha uygun olurdu. Hâlbuki "Hilal" şekli dolayısıyla değil, ismi dolayısıyla sembol olmuştur.
Hilal sadece bayrağımızda değil, kandil geceleri yapılıp dağıtılan ayçöreğinde de görülür. Camide ve kışladaki ders nizamı da, Mehter Takımının nöbet vurma sırasında aldığı şekil de hep Hilal şeklidir.

Benzer Konular

26 Ağustos 2022 / nünü Osmanlı İmparatorluğu
8 Ekim 2015 / kompetankedi Sanat
19 Nisan 2010 / The Unique Eğitim Bilimleri
20 Ocak 2016 / Misafir Soru-Cevap