
Ziyaretçi
Dört Duvar Boşluğu
Sana ne yazmam gerektiğini bilmeden başlıyorum mektuba. Belki bir iki sözcüğün bile insanları birbirine daha fazla yaklaştırdığına inandığım için... Soluk desenli masa örtüsüne bakarken, kalemime teğet düşen duyguları anlatacağım sana. Hesabıma yatan kaderin akrebini ayrı yelkovanını ayrı yerlerde gördüğümü anlatacağım...
ilk tadışında anlayamayacağın harmanlık halinle okuyacaksın beni.
İşin zor... Ömrünün en vahşi bakireliğinden kaçış planları yapan beni anlaman zor. Zavallı bir insan öyküsünden, tüm olumsuzluklara rağmen hala nedenini bilmediğim bir içtenlikle hayatta kalışımı sayfalara geçirirken, kısa cümleler kurmak istiyorum.
Artık gülemiyorum.
Aralıksız her gece tarihini attığım günlüğümde en çok bu var. Taş medresenin yorgun duvarlarına bakarken, içimde öksüz kalan duygular izin vermiyor bana. Ağlayamıyorum da. Cezaevi sokaklarında adımlarımı sayan annemim gözyaşları oluyor... Her adımda bir damla hasret... Bense özlemeyi unuttum burada, sanki her geçen gün yüreğim küçülüyor, soğuk geliyor parmaklıklar... Hastane odalarında sabah gireceğim ameliyatları aklıma getiriyor biraz... Duyulmayan, oysa yakından tanıdığım yağmurlar çorak toprağa elini uzatırken, içime yığılan gözyaşımla teselli buluyorum... Buradaki ben miyim, inan bilmiyorum. Hem ne önemi var ki kulağıma gelen asılsız ihbarların. Biraz da sırf yaşanmış olsun diye... Elimde değil, içinde küçük bir parçası bile olmayan hayatımla, sanki eski bir şarkı dinler gibi, sanki aklımdan geçen onca resme takılmadan okumanı isterdim beni. Mektup bittiğinde bitmeli her şey. Sevdiğin şarkıyı bilmeden, sevdiğim şarkıyı öğrenemeden.
Yine de yazmak istiyorum. En iyi yapabildiğim bu.
Bazı cümlelerin üstünü karalayarak, bazılarını da silip yeniden kurarak. Kaç kişiyi birden yaşadığımı unutuyorum, kaç kişinin içinde olduğumu da... Bazen bana benzemeyen oluyorum, bazen de tam kendim. Hala beklemeler ve vazgeçmelerle dolu günler yaşamaktayım...
En çok da buradayken özlüyorum önceki benleri. Her yerde bir şeyler bana eski günleri hatırlatıyor zaten. Elle tutulur değil bunlar. Öylesine de değil ama, isteyerek. Tüm bunları, küçük kağıtlara sığmayan nice şeyleri, hatta yaşamın her bir ayrıntısını yazmak zor değil de, sayfalar ses getirmiyor işte. Sonrasını nasıl tamamlamam gerektiğini bilmiyorum. Sanki bir son yok ve peşi sıra devam eden iki zaman kalıntısının tam ortasındayım.
Başım ağrıyor, ağlamak, hatta bazen hıçkıra hıçkıra gülmek istiyorum. En azından vazgeçmedim, gidemeyeceğim onca fotoğraf karesini yırtmak istiyorum... Bunca zaman sonra geri dönmek için neden buluyorum, bulmak istiyorum.
Her şey geçiyor işte. Bir çok şeyi geride bırakarak... İstediğin kadar iste, fark etmiyor.
Nasılsa hayat kendi bildiği gibi sahibine sormadan son buluyor. Aptalca. Tenimin içinde bir yerde hiç bilmediğim başka bir benle göz göze gelememekten korkuyorum sadece... Belki herhangi bir gece birine söylenmiş cümlenin içinde, belki de bir köşeye attığım mektupların üstünde, önemi yok.
Birbirinden kopuk cümlelerle dolu, bir türlü bulamadığımız bulmacalar arasında, duvarlara sorduğum sorulara cevaplar arıyorum şimdi. Hani sizi aramasını beklediğiniz biri olmaz ya, öyle bir şey. Tuhaf bir yanılgı... Sanırım darmadağınık bir hayatın içinde bütün düzenleri yıkan da bu oldu. Henüz söyleyemediğim son sözleri aramakla mutluyum. Ben böyle yorgun halimle var oluyorum... Yalnızım, umutla dağlanıyor nefrete haykırışım. Artık nasıl yaralanacağımı biliyorum... Gece geliyor, yağmalanıyorum. Gittiğimi düşünürken, aklımdaki yeni resimlerle, içime yeniden dönüyorum. Kimsesiz bir yerde, kimseye bakmadan, kimseyi hissetmeden, öylesine. Biraz da gizlice. Bir yokuştan iniyorum sanki. Ayaklarım çıplak, kendimi bu kadar çaresiz bulurken, hiçbirimizin söyleyemediği mapushane türkülerinin ardına saklanıyorum. Kızıyorum. Düne kadar karşımda duran hatıralarıma dalgın cümleler kuruyorum.
Gülememek örneğin. Unutmayı hatırlayamamak.
- Belki ben, kendimi herhangi bir sabah gün doğarken uyandırdığımda, yönünü kaybetmiş uzaklarda olduğumu hissedeceğim. Birlikte kurulmuş anılarımın, birlikte paylaşılmış duygularımın henüz başlamadığı ve birlikte çoğulunun ilk tekili olarak...-
Böylesi bir parçalanmayla içimde olan, içimden yağan, içime yürüyen onca güne, belki bir gün rastlamak umuduyla, yaşamımın hiçbir parçasını birbirine yapıştırmıyorum artık. Onca ben arasından, onca toplama kaderler arasından en diri olanını yanıma alıp kaybolursam eğer, haklı çıkacak tanrı.
Hep sordum bu soruların sonu olmayacak mı diye?
Çoğu zaman hiçbir şeyin sonunun olmadığı kanısında buldum düşüncemi... Oysa hayatım boyunca olmayan sonuma hazırlandım. Bitmek bilmeyen, bilinse de yaşanmayan duygularımdan kaçmanın gereksizce bu sonu hızlandıracağını umdum. Sustum, sustu, hatta susuldu, ama hiç kimse neden diye sormadı.
Neden ben susunca onlar da sustu?
Emin ol, ayaklarımın altında gökyüzü yok... Geceyle gündüz arasındaki renkler yok. Uzak bir şehrin telefonsuz kulübesinde tahtadan yapılmış basit oyuncaklar da yok. Ne bileyim, bunca yokluğun arasında, acaba ben de mi?
Geride kaldı.
Göremediğim, görmek için beklediğim ışık kümesi, parmaklığın ardında kaldı. Mermer mezarlı tarih kadar eskide. “ Daha kötüleri de var. “ gibi bir cümle, beni ikna etmiyor artık. İlle de ölmem mi gerek daha kötüsünü tatmak için.
Düşünüyorum, her şeyin yolunda olduğunu söylemeli yüreğim. Böyle bir darbe bekliyorum düşünürken. Dışarıda yaşanması gerekenleri düzene koyup, istediğim kadar kalabileceğim bakışları düşünüyorum... Bıraksalar kuşatılmış dağlarımın üstüne özgürlüğü, patlayacak gamzeleri aydınlığımın, bunu düşünüyorum. Bir gerillanın namlusunda, ateşlenmeye hazır gibi duruyor yalnızlığım. Ben böyle düşünüyorum... Belki de ilk kez hiçbir şey beni incitmiyor... Kendimi nasıl bu kadar güçlü hissettiğime şaşırmak istiyorum, ancak sadece şaşırmış rolüyle düşünüyorum. Belleğime kazınan her ayrıntıdan bir parçayla oturmuş, sana mektup yazıyorken, hiç tanımadığın bir insanı okumanın nasıl bir şey olduğunu düşünüyorum. Bundan böyle, hiçbir şeye üzülmeyeceğim diye düşünürken, bu sözümün bile gerçek olmadığını biliyorum. Yaşamak zorunda kalacağım bir çok günde, küçük ya da büyük olayların eksik kalma uyumuna aldanacağını biliyorum... Biliyorum, çünkü sallantılı bir gevşemenin içinde, yer çekimine teslim oluyorum. Unutmadım, her onarıldığım günde, en dokunulmaz, en zayıf yanımla düşünüyorum... Kendimi kucaklayamadığım gecelerde bile, hiçbir şey beklemediğim hayatı düşünüyorum.
...
Yazmak istiyorum bu yüzden.
Zamanını son bir atılımıyla, boşa geçmeyen yaşamımı dile getirmek istiyorum. Birileri gizlenirken, onlar adına savaşmayı anlatmak, henüz bilmediğim, ama yaşadıkça kendiliğinden dilime göçen kelimeleri yazmak istiyorum. Abartısız, sadece içimi dökmek... Bugünkü halime bile razı olacak türden düşüm yok benim. Koşulsuz yıkabileceğim kentlerim var sadece. Hepsi bu... Hatırlıyorum, ve kelimeler birikiyor önümde. Dokunamadan da sevebileceğim çıkıyor ortaya... Serçe kanadına atlayıp düşler ülkesine gidiyorum. Bir an için bile olsa, benim konuşup telefonumun sustuğu gecelerde, şaşkına çevirmeye yeter sesler duymak istiyorum. Fazlalığım yok, eksik yanımla ellerimin titrediği, o bildik mide sancılarına benzeyen aşk ağrılarına göz yummadan, sadece ben olmak istiyorum...
Neredeyse gün doğacak. Sıradan bir gün daha. Ağır kokular içinde basit korkular taşıyarak. Bütün bunları sırf yazmak için yaşamadığımın farkındayım şimdi... Tek başınayım, yalnızım, özlemiyorum, olması gerekeni yaşıyorum. Bana bakmaya cesaret edemeyen bakışımı, görüş günlerine saklıyorum... Demir kapının ardından içime yığılan dağlara dalıp, ölesiye küfretmek için, o günlere ait düşler kuruyorum.
Karartılı, biraz da silik.
Beklenenlerle yaşananlar hiçbir zaman birbirini tutmaz zaten. Yazık. Elimden kaçıp, benden kurtulan hayatı nasıl kandırabileceğim kuşkusuyla bütün oyunları denemek zorundayım. Beni oluşturan, bazen çözemediğim karmaşıklığın içinde, bazen de çocukken yaptığım gibi masallar okuyarak, onca umudu yarına bırakıyorum. Bir sabah uyandığımda, bir başkasına verecek parçam kalmayana kadar yaşamak, her elveda dediğimde başkalarından sakladığım benle nefes almak istiyorum. Yarına bıraktığım tenimin içinde gezen benle...
Belki bir gün.
Şu an olduğun yerde,
hiç tanımadığın bir sen’e rastlarsan, kağıtların yakılıp darmadağın düşlere döndüğü havayı kokla. Bir ara gözlerine bak.
Yaşa.
Hep böyle gerçekken...
Seninle birlikte hiç konuşmadan oturan yüreğinden, güneşin göz kamaştırdığı yerlere göç istersen. Aklına esip, herhangi bir bakışın kapısını çal, sanki dünyanın her yerinde olan, ama o anda sende olmayan yaşamı özlüyormuşçasına bak.
İçinde yağmurlar olan resimler yap. Nasılsa her şeyden kaçarak sığındığın çizgiler; gerçeğini görüntüle...
Evet, kaçmak, yaşamın basitliğini gidermek biraz da... Hep öteye devretmek, hatta en çok içinde olduğunu sandığın, ama ulaşamayacak kadar uzakta bıraktığın kendini yakalamak. Bir daha asla geri dönemeyecek korkusuyla yaşamak... Dalgınca korkularını gözetirken, sığınacak liman aramak.
Ama anlaşılmayı beklerken yapmak bunu!
İşte bunlar senin yüzün, senin yüzlerin. İçindeki acıyı taşımakta zorlandığını hissettiğim, sanki çocuk kandırır gibi yapılacaklardan söz ederken anladığım yüzlerin. Belki de içtenlikle gülerken durgunluğunu saklayamaman. Durup dururken ortadan kaybolan, bir çılgınlığın peşinden gidip, her şeyi unutan biriymiş gibi duruyorsun karşımda... Günün birinde, başka bir rastlantıyla yine gelecekmişsin gibi, yaptığın resimlerde olmak istiyorsun.
Küçük bir kızın gözbebeklerinde akıyorcasına,
Yaşamak gibi yeniden...”
Sana ne yazmam gerektiğini bilmeden başlıyorum mektuba. Belki bir iki sözcüğün bile insanları birbirine daha fazla yaklaştırdığına inandığım için... Soluk desenli masa örtüsüne bakarken, kalemime teğet düşen duyguları anlatacağım sana. Hesabıma yatan kaderin akrebini ayrı yelkovanını ayrı yerlerde gördüğümü anlatacağım...
Sponsorlu Bağlantılar
İşin zor... Ömrünün en vahşi bakireliğinden kaçış planları yapan beni anlaman zor. Zavallı bir insan öyküsünden, tüm olumsuzluklara rağmen hala nedenini bilmediğim bir içtenlikle hayatta kalışımı sayfalara geçirirken, kısa cümleler kurmak istiyorum.
Artık gülemiyorum.
Aralıksız her gece tarihini attığım günlüğümde en çok bu var. Taş medresenin yorgun duvarlarına bakarken, içimde öksüz kalan duygular izin vermiyor bana. Ağlayamıyorum da. Cezaevi sokaklarında adımlarımı sayan annemim gözyaşları oluyor... Her adımda bir damla hasret... Bense özlemeyi unuttum burada, sanki her geçen gün yüreğim küçülüyor, soğuk geliyor parmaklıklar... Hastane odalarında sabah gireceğim ameliyatları aklıma getiriyor biraz... Duyulmayan, oysa yakından tanıdığım yağmurlar çorak toprağa elini uzatırken, içime yığılan gözyaşımla teselli buluyorum... Buradaki ben miyim, inan bilmiyorum. Hem ne önemi var ki kulağıma gelen asılsız ihbarların. Biraz da sırf yaşanmış olsun diye... Elimde değil, içinde küçük bir parçası bile olmayan hayatımla, sanki eski bir şarkı dinler gibi, sanki aklımdan geçen onca resme takılmadan okumanı isterdim beni. Mektup bittiğinde bitmeli her şey. Sevdiğin şarkıyı bilmeden, sevdiğim şarkıyı öğrenemeden.
Yine de yazmak istiyorum. En iyi yapabildiğim bu.
Bazı cümlelerin üstünü karalayarak, bazılarını da silip yeniden kurarak. Kaç kişiyi birden yaşadığımı unutuyorum, kaç kişinin içinde olduğumu da... Bazen bana benzemeyen oluyorum, bazen de tam kendim. Hala beklemeler ve vazgeçmelerle dolu günler yaşamaktayım...
En çok da buradayken özlüyorum önceki benleri. Her yerde bir şeyler bana eski günleri hatırlatıyor zaten. Elle tutulur değil bunlar. Öylesine de değil ama, isteyerek. Tüm bunları, küçük kağıtlara sığmayan nice şeyleri, hatta yaşamın her bir ayrıntısını yazmak zor değil de, sayfalar ses getirmiyor işte. Sonrasını nasıl tamamlamam gerektiğini bilmiyorum. Sanki bir son yok ve peşi sıra devam eden iki zaman kalıntısının tam ortasındayım.
Başım ağrıyor, ağlamak, hatta bazen hıçkıra hıçkıra gülmek istiyorum. En azından vazgeçmedim, gidemeyeceğim onca fotoğraf karesini yırtmak istiyorum... Bunca zaman sonra geri dönmek için neden buluyorum, bulmak istiyorum.
Her şey geçiyor işte. Bir çok şeyi geride bırakarak... İstediğin kadar iste, fark etmiyor.
Nasılsa hayat kendi bildiği gibi sahibine sormadan son buluyor. Aptalca. Tenimin içinde bir yerde hiç bilmediğim başka bir benle göz göze gelememekten korkuyorum sadece... Belki herhangi bir gece birine söylenmiş cümlenin içinde, belki de bir köşeye attığım mektupların üstünde, önemi yok.
Birbirinden kopuk cümlelerle dolu, bir türlü bulamadığımız bulmacalar arasında, duvarlara sorduğum sorulara cevaplar arıyorum şimdi. Hani sizi aramasını beklediğiniz biri olmaz ya, öyle bir şey. Tuhaf bir yanılgı... Sanırım darmadağınık bir hayatın içinde bütün düzenleri yıkan da bu oldu. Henüz söyleyemediğim son sözleri aramakla mutluyum. Ben böyle yorgun halimle var oluyorum... Yalnızım, umutla dağlanıyor nefrete haykırışım. Artık nasıl yaralanacağımı biliyorum... Gece geliyor, yağmalanıyorum. Gittiğimi düşünürken, aklımdaki yeni resimlerle, içime yeniden dönüyorum. Kimsesiz bir yerde, kimseye bakmadan, kimseyi hissetmeden, öylesine. Biraz da gizlice. Bir yokuştan iniyorum sanki. Ayaklarım çıplak, kendimi bu kadar çaresiz bulurken, hiçbirimizin söyleyemediği mapushane türkülerinin ardına saklanıyorum. Kızıyorum. Düne kadar karşımda duran hatıralarıma dalgın cümleler kuruyorum.
Gülememek örneğin. Unutmayı hatırlayamamak.
- Belki ben, kendimi herhangi bir sabah gün doğarken uyandırdığımda, yönünü kaybetmiş uzaklarda olduğumu hissedeceğim. Birlikte kurulmuş anılarımın, birlikte paylaşılmış duygularımın henüz başlamadığı ve birlikte çoğulunun ilk tekili olarak...-
Böylesi bir parçalanmayla içimde olan, içimden yağan, içime yürüyen onca güne, belki bir gün rastlamak umuduyla, yaşamımın hiçbir parçasını birbirine yapıştırmıyorum artık. Onca ben arasından, onca toplama kaderler arasından en diri olanını yanıma alıp kaybolursam eğer, haklı çıkacak tanrı.
Hep sordum bu soruların sonu olmayacak mı diye?
Çoğu zaman hiçbir şeyin sonunun olmadığı kanısında buldum düşüncemi... Oysa hayatım boyunca olmayan sonuma hazırlandım. Bitmek bilmeyen, bilinse de yaşanmayan duygularımdan kaçmanın gereksizce bu sonu hızlandıracağını umdum. Sustum, sustu, hatta susuldu, ama hiç kimse neden diye sormadı.
Neden ben susunca onlar da sustu?
Emin ol, ayaklarımın altında gökyüzü yok... Geceyle gündüz arasındaki renkler yok. Uzak bir şehrin telefonsuz kulübesinde tahtadan yapılmış basit oyuncaklar da yok. Ne bileyim, bunca yokluğun arasında, acaba ben de mi?
Geride kaldı.
Göremediğim, görmek için beklediğim ışık kümesi, parmaklığın ardında kaldı. Mermer mezarlı tarih kadar eskide. “ Daha kötüleri de var. “ gibi bir cümle, beni ikna etmiyor artık. İlle de ölmem mi gerek daha kötüsünü tatmak için.
Düşünüyorum, her şeyin yolunda olduğunu söylemeli yüreğim. Böyle bir darbe bekliyorum düşünürken. Dışarıda yaşanması gerekenleri düzene koyup, istediğim kadar kalabileceğim bakışları düşünüyorum... Bıraksalar kuşatılmış dağlarımın üstüne özgürlüğü, patlayacak gamzeleri aydınlığımın, bunu düşünüyorum. Bir gerillanın namlusunda, ateşlenmeye hazır gibi duruyor yalnızlığım. Ben böyle düşünüyorum... Belki de ilk kez hiçbir şey beni incitmiyor... Kendimi nasıl bu kadar güçlü hissettiğime şaşırmak istiyorum, ancak sadece şaşırmış rolüyle düşünüyorum. Belleğime kazınan her ayrıntıdan bir parçayla oturmuş, sana mektup yazıyorken, hiç tanımadığın bir insanı okumanın nasıl bir şey olduğunu düşünüyorum. Bundan böyle, hiçbir şeye üzülmeyeceğim diye düşünürken, bu sözümün bile gerçek olmadığını biliyorum. Yaşamak zorunda kalacağım bir çok günde, küçük ya da büyük olayların eksik kalma uyumuna aldanacağını biliyorum... Biliyorum, çünkü sallantılı bir gevşemenin içinde, yer çekimine teslim oluyorum. Unutmadım, her onarıldığım günde, en dokunulmaz, en zayıf yanımla düşünüyorum... Kendimi kucaklayamadığım gecelerde bile, hiçbir şey beklemediğim hayatı düşünüyorum.
...
Yazmak istiyorum bu yüzden.
Zamanını son bir atılımıyla, boşa geçmeyen yaşamımı dile getirmek istiyorum. Birileri gizlenirken, onlar adına savaşmayı anlatmak, henüz bilmediğim, ama yaşadıkça kendiliğinden dilime göçen kelimeleri yazmak istiyorum. Abartısız, sadece içimi dökmek... Bugünkü halime bile razı olacak türden düşüm yok benim. Koşulsuz yıkabileceğim kentlerim var sadece. Hepsi bu... Hatırlıyorum, ve kelimeler birikiyor önümde. Dokunamadan da sevebileceğim çıkıyor ortaya... Serçe kanadına atlayıp düşler ülkesine gidiyorum. Bir an için bile olsa, benim konuşup telefonumun sustuğu gecelerde, şaşkına çevirmeye yeter sesler duymak istiyorum. Fazlalığım yok, eksik yanımla ellerimin titrediği, o bildik mide sancılarına benzeyen aşk ağrılarına göz yummadan, sadece ben olmak istiyorum...
Neredeyse gün doğacak. Sıradan bir gün daha. Ağır kokular içinde basit korkular taşıyarak. Bütün bunları sırf yazmak için yaşamadığımın farkındayım şimdi... Tek başınayım, yalnızım, özlemiyorum, olması gerekeni yaşıyorum. Bana bakmaya cesaret edemeyen bakışımı, görüş günlerine saklıyorum... Demir kapının ardından içime yığılan dağlara dalıp, ölesiye küfretmek için, o günlere ait düşler kuruyorum.
Karartılı, biraz da silik.
Beklenenlerle yaşananlar hiçbir zaman birbirini tutmaz zaten. Yazık. Elimden kaçıp, benden kurtulan hayatı nasıl kandırabileceğim kuşkusuyla bütün oyunları denemek zorundayım. Beni oluşturan, bazen çözemediğim karmaşıklığın içinde, bazen de çocukken yaptığım gibi masallar okuyarak, onca umudu yarına bırakıyorum. Bir sabah uyandığımda, bir başkasına verecek parçam kalmayana kadar yaşamak, her elveda dediğimde başkalarından sakladığım benle nefes almak istiyorum. Yarına bıraktığım tenimin içinde gezen benle...
Belki bir gün.
Şu an olduğun yerde,
hiç tanımadığın bir sen’e rastlarsan, kağıtların yakılıp darmadağın düşlere döndüğü havayı kokla. Bir ara gözlerine bak.
Yaşa.
Hep böyle gerçekken...
Seninle birlikte hiç konuşmadan oturan yüreğinden, güneşin göz kamaştırdığı yerlere göç istersen. Aklına esip, herhangi bir bakışın kapısını çal, sanki dünyanın her yerinde olan, ama o anda sende olmayan yaşamı özlüyormuşçasına bak.
İçinde yağmurlar olan resimler yap. Nasılsa her şeyden kaçarak sığındığın çizgiler; gerçeğini görüntüle...
Evet, kaçmak, yaşamın basitliğini gidermek biraz da... Hep öteye devretmek, hatta en çok içinde olduğunu sandığın, ama ulaşamayacak kadar uzakta bıraktığın kendini yakalamak. Bir daha asla geri dönemeyecek korkusuyla yaşamak... Dalgınca korkularını gözetirken, sığınacak liman aramak.
Ama anlaşılmayı beklerken yapmak bunu!
İşte bunlar senin yüzün, senin yüzlerin. İçindeki acıyı taşımakta zorlandığını hissettiğim, sanki çocuk kandırır gibi yapılacaklardan söz ederken anladığım yüzlerin. Belki de içtenlikle gülerken durgunluğunu saklayamaman. Durup dururken ortadan kaybolan, bir çılgınlığın peşinden gidip, her şeyi unutan biriymiş gibi duruyorsun karşımda... Günün birinde, başka bir rastlantıyla yine gelecekmişsin gibi, yaptığın resimlerde olmak istiyorsun.
Küçük bir kızın gözbebeklerinde akıyorcasına,
Yaşamak gibi yeniden...”