Arama

Hayata Dair - Sayfa 8

Bu Konuya Puan Verin:
Güncelleme: 2 Ekim 2013 Gösterim: 252.394 Cevap: 1.657
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mart 2006       Mesaj #71
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Sponsorlu Bağlantılar
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle O daha az sever seni,
Senin O'nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mart 2006       Mesaj #72
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
HIRS VE KİBİR

Sponsorlu Bağlantılar
Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacıyla aynı boya gelmiş.

Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa: "Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?"

"10 yılda" demiş kavak

"10 yılda mı?" diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak "Ben neredeyse 2 ayda seninle aynı boya geldim bak!"

"Doğru" demiş ağaç "doğru"

Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgarları başladığında kabak önce üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış.

Sormuş endişeyle kavağa: "Neler oluyor bana ağaç?"

"Ölüyorsun" demiş kavak

"Niçin?"

"Benim on yılda geldiğim yere sen iki ayda gelmeye çalıştığın için"

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mart 2006       Mesaj #73
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hayat ve sen aynı anda çekilmiyordunuz sevgili…



Hiç acı çekmeden yaşamak gibi saçma sapan isteği olan bir adam değildim senden önce. Ama öyle acılar yaşadım ki: Senin sevgin sayesinde ben mutluluk nedir unutur oldum. Bu yüzdendir hep mutluluk isteyişi gözlerimin ve mutluluk yollarına hasret kalışı ayak bileklerimin. İşin kötü yanı artık isteyemiyorum sadece mutluluk. Biliyorum ki seni sevmekten vazgeçmeden bu olmayacak hiç bir zaman. Zaten hayat ve sen başlı başına iki yüksünüz benim için. En az hayat kadar yaşamak kadar ağır seni sevmek. İkisinden birinden vazgeçmek gerekiyor; her zaman olmasa da arada sırada mutlu olmak adına…

Yaşamdan vazgeçmek ölmeyi gerektiriyor anlamsızca ama ben daha o kadar sıkılmadım oyuncaklarımdan. Ölmek istemem benden çok daha kötü durumdaki insanlara yaptığım en büyük haksızlık olur. Senden vazgeçmekse ölümden beter bir şey gibi geliyor bana. Eğer ki geri dönüşü olunacağını bilsem denerdim seni unutmayı, ama dedim ya yaşamak gibi bir şeysin sen benim için. Sanki bir anlık unutsam seni ben bir ömür boyu geri dönüşü yok öleceğim. Kim bilir belki bu ölümüm; diğer ölümlerimden bile daha keyifli gelecek bu anlamsız yaşayışıma…
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mart 2006       Mesaj #74
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hayattan Beklentin Nedir?


Hayattan beklentin nedir? dedi adam...
'iyi bir eş... rahat bir hayat... yetecek kadar para... Sağlıklı çocuklar...bunlar beklentilerim'. dedi kadın...

'Nasıl bir eş istersin?' dedi adam...

'Anlayışlı, müşvik, ilgili ve sevgi dolu' dedi kadın...

Sustu, düşündü bir süre adam... Hayattan kendi beklentilerini değil, kadının
beklentilerine uygun bir erkek olup olmadığını düşünüyordu... Ya da kadının onun hayallerine denk olup olmadığını... Yeterince anlayışlı mıydı acaba? Anlayışlı erkekten beklentisi neydi kadının? Evde yemek bulamayınca
susmak mıydı anlayışlı olmak, yoksa mutfağa dalıp makarna yapmak mı?. Oysa o hep birgün eşinden önce eve gelip ona sofralar donatmanın hayalini kuruyordu ortak hayatta... Beklenti ile gelen anlayışlı erkeklik bu kadar basit
miydi? Bir tencere makarna pişirmek kadar kolay mıydı anlayışlı olmak? Beklenmedik bir günde sofralar donatan bir eş olmak istiyordu oysa o.Karnı doyan değil, gözleri parlayan bir kadındı onun aradığı...

Yeterince müşvik miydi acaba?... Müşvik bir eşten beklentisi neydi kadının? En üzgün anında onu dizlerine yatırıp okşamak mıydı müşvik olmak, yoksa konuşarak onu rahatlatmak mı?... Oysa o hep bir gün eşini çok üzgün görürse elinden sımsıkı tutup en uzun yolda saatlerce yürümeyi hayal etmişti... Deniz kenarında, ormanda başbaşa uzun bir yürüyüşün sonunda onu eve getirip üstünü örmek, uyumasını seyretmekti onun hayali... Bu kadar basit miydi müşvik eş olmak? Herhangi bir yakın dostun yapabileceğini yapmak kadar
kolay mıydı? Varlığının önemini hissettireceği, ona sonuna kadar yanında olduğunu göstereceği bir eş olmak istiyordu oysa o... Kıvrılmış bir kedi değil, ayakta duran bir kadındı onun aradığı...

Yeterince sevgi dolu muydu acaba? Sevgili olmaktan beklentisi neydi kadının? Her an yanyana olmak mı? Hep onu düşünmek mi? Her şeyden birlikte keyif
almak mı? Tüm arkadaşlarıyla tanışmış olmak mı? Sevgilim diye tanıştırılmak mı? Sürekli dokunmak mı? Öpmek... öpmek... Bu muydu sevgi dolu erkek? Oysa o hep onu sadece sevmeyi hayal etmişti... Sadece sevmeyi... Sevdiğini, sevildiğini hissetmeyi... Doğduğu şehre götürüp ona sürpriz yapmayı düşlemişti... Kadınına hiç beklemediği bir anda, en olmadık yerde, markette, belki de asansörde, durduk yerde 'Seni seviyorum' demenin hayalini kuruyordu ortak hayatta... Beklenti ile gelen ilgili ve sevgi dolu erkeklik bu kadar basit miydi? Gözüne bak, yeni boyattığı saçını anla, telefonla ara... Beklenmedik bir günde beklenmedik hoşluklar yapmak istiyordu oysa o.. Saçı bembeyaz olduğunda ilk kez 'çok güzelsin' diyebileceği bir kadındı onun aradığı...

'Peki benden beklentin nedir?' dedi adam kadına...
'Hiç' dedi kadın. 'Hiç bir Beklentim yok'. 'Ya senin?. Senin beklentin ne benden?'...
'Bilmem hiç düşünmedim' dedi adam...
Oysa ikisinin de idealleri sandıkları beklentileri, iki kişilik sandıkları tek kişilik hayalleri vardı... Gün gün hayatın planları vardı kafalarında... Ama 'Hiç' diyorlardı, 'Çok'yerine... Dürüst değillerdi... Korkuları vardı... Ya değişirse?,Düşlediğim gibi olmazsa her şey?.... Ya terk ederse? Giderse gitsin... Biterse bitsin... Yeter ki sadece sevsin... Bunu diyemiyorlardı... Düşünüyorum da, biz insanlar hep karşımızdaki ile hayalimizdekini aynı görmeye çalışırız. Ya da aynı yapmaya... Olmayınca suçlarız, kızarız, hatta terk eder gideriz... Terk edemezsek sızlanırız... Mutsuz olur, mutlu edemediği için mutsuz ederiz karşımızdakini... Ne umdum ne buldum deriz... Peki ya hiç ummasak nasıl olur... Hiç beklemesek... Beklentisiz seviversek.. Onu bensizken, sensizken olduğu gibi sevsek... Kıskanarak değil de, özgürlüğünü seyrederek sevsek... Özel günlerde hediyelerle gelişini değil de, ummadık bir anda öpüşünü, olmadık bir anda kapıyı çalışını sevsek... Sevgiye beklentileri karıştırmadan, sevgiye başka şey katmadan koşulsuz ve katıksız sevsek...
Sonunu düşünmeden, hesaplayıp çarpıp bölmeden, kurgulamadan, sorgulamadan, hayallere dalıp gerçeklikten kopmadan sevsek... Sadece sevsek...
Sevgi denizi sakin ve tek başına ama yan yana yüzebilenler için mavi ve sonsuz bir yolculuktur... Beklentiler ile yüklü dalarsanız denize bu ağırlığı kaldıramaz... Beklentilerinize uygun bulduğunuz sevgilinizin boynuna atlarsınız büyük bir aşkla... Beklentiler ile atladığınız sevgi denizinde size ne olur biliyor musunuz? Ya beklentilerin ağırlığı yüzünden, karanlık derinlikte birlikte boğulursuz.... Ya da sevgiliniz sizi ölüme terk eder... Özgürlüğün ve hayatın beklentisiz tadına varmaya gider...


GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
8 Mart 2006       Mesaj #75
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Hayat
Karıştığın zaman hayata Arkadaşların olacak,güzel anları paylaştığın Şanslıysan eğer dostluğu öğreneceksin Başka birisi için düşünmeyi,üzülmeyi öğreneceksin Acıyacaksın bi dolu anlamsızlığa hayatını adamış insanlara Anlayacaksın ama anlatamayacaksın Gün gelecek biriyle tanışacaksın Eğer öğrenmişsen bu dünyada saklanmayacak tek şeyin sevgi olduğunu Ve sevmekten gurur duyabilmeyi Düşünmeden hiç bir şeyi konuşma sırasını yüreğine devredeceksin Hayır derse eğer sevginle mutlu olma vakti demektir kızmadan hiçbir şeye ve hiç kimseye Kabul ederse,işte o zaman hayat tüm servetini sunmuştur sana Her anında onla olacaksın Ne birlikte olmak yetecek sana ne ayrı olmak En güzel yalanları onla paylaşacaksın Her seferinde doğru olduğuna inandığın ve öyle olması gereken yalanları Beni hiç bırakma diyecek sana Bunun imkansızlığına inandırmaya çalışırken onu Ve sen de inanmışken hiç ayrılmayacağınıza Birkaç veda sözcüğünü duyacaksın onun ağzından Hayatında duyduğun en berbat sözcükler olacak bunlar Anlamayacaksın nedenini Sözcüklerin tükendiğini hissedeceksin ve nefes almanın zorlaştığını Göz yaşların akmak için yalvaracak sana Kalbin her seferinde tonlarca yükü kaldırıyormuşçasına atacak Telefona bakacaksın,elin uzanacak tuşlara; Arayamayacaksın,aramayacak Kederlerin olacak umutların Her yapmayı planladığın aklına geldiğinde bir ağrı duyacaksın göğsünde Ne olursa olsun Unutmaya çalışma sakın Çünkü unutmaya çalıştıklarındır bu hayatı yaşanabilinir kılan Gülümse! Yaşadıkların için mutlu....
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
8 Mart 2006       Mesaj #76
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
HayatBir kompozisyon misali yaşıyoruz hayatı... Giriş, gelişme ve sonuç(!)

Giriş(!)

Sorunlar, ihanetler, gidenler yok bu sayfasında hayatın. Çünkü gidenlerin neden gittiğini, sorunların neden olduğunu bilmiyoruz Hayat bir sahneyse yani, en güzel bölümünde rol alıyoruz bu sahnenin. Ağlayanlara, yüzümüzü asarak bakıyoruz, niye acaba? Dercesine.... En ağır sorunun içinde de olsak parka gidiyoruz oyun oynamaya....

Gelişme(!)

İşte burada bitiyor hayaller,oyunlar,masallar....Şimdi karşımızda gerçekler. Ben bu bölümün her anında yaşadım seni. Aradım da bulamadım eski kişiliğini... Sende getirmişsin sevgilim aşkın son kullanma tarihini... Gizli ağlamalar başlıyor, gözyaşları saklanıyor. "Niye ağlıyorsun?" diye soranlara ne cevap verirsin sonra... Senin de hayatına giriyor, ihanetler,yalancı sevgiler ve beraberinde tutkulu aşklar ah hayatımızın bu sahnesinde oyun oynayabilseydik(!) Ne olurdu? anlamasaydık da olanlara ağlamasaydık! Gene de her başlangıç bir ayrılık değildir diyorum... Fakat ilginçtir teoride başlayabiliyorum yeni aşklara... Sen farkında değilsin ama yanımdasın gene de.. Bir gülüş olup yanağımda, ağladığımda gözyaşımsın ve sevgilim işte kalem olup yazdığımsın.... Sen hayat oyununda baş rolleri paylaştığım tek aşkımsın.

Sonuç(!)

Sonuç mu? Henüz yok ortada....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Mart 2006       Mesaj #77
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
avusekmekkirintisi2wi9ct6uc7ol
Lord Of The Worlds - avatarı
Lord Of The Worlds
Ziyaretçi
8 Mart 2006       Mesaj #78
Lord Of The Worlds - avatarı
Ziyaretçi
hayat yalan...ömür kısa...Msn Clock
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Mart 2006       Mesaj #79
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hayatı aramak



KONUŞMAMA başlarken şunu belirtmeliyim ki İslam medeniyeti tarihi boyunca olmadığı gibi, ben de hiçbir zaman inancım ile, yaptığım bilimsel çalışmalar arasında bir çatışma veya uyumsuzluk hissetmedim. Tam tersine İslâm medeniyeti, muhteşem ilmî başarılarıyla benim bilim sahasına yönelmemde teşvik unsuru oldu. Tarihçiler Orta Çağ’ı Avrupa için karanlık bir çağ olarak nitelerlerken, aynı zaman dilimini İslâm medeniyetinin altın çağı olarak adlandırıyorlar. O zamanlarda âlimler ve öğrenciler şehirden şehire, ülkeden ülkeye ilim merkezlerini birinden diğerine dolaşıyorlardı. El-Harizmi, Cezerî, İbn-i Sina gibi dünyaca ünlü pek çok İslâm âlimi etraflarına bilgi ışığı saçıyorlardı. (Ancak doğudan gelen Moğol saldırıları ve batıdan gelen tahripkâr Haçlı seferleri, zamanla İslâm medeniyetinin zayıflayarak bilimde öncülüğü kaybetmesinde başrolü oynadı.) İslâm âlimlerinin günümüz medeniyetini netice veren bu başarılarının altında İslâmiyet’in bilgiye ve âlimlere verdiği önem yatmaktadır. Daha ortada okunacak bir kitap yok iken, okuma yazma bilmeyen bir Peygamber’e ilk emir olarak ‘Oku’ emrinin gönderilmesi oldukça dikkate değer bir durumdur. Okumamız için önümüzde başlıca iki kitap vardır biri Kur’ân-ı Kerim, diğeri ise kâinat kitabıdır. Önemli bir nokta da İslâmiyet kainat kitabını okuma vazifesini sadece bilim adamlarına değil, kadın erkek her Müslümana vazife olarak vermiştir. İslâm her Müslümanın etrafını saran güzelliklerin, mükemmel nizamın, âyet ve işaretlerin farkına varmasını istiyor. Kâinat Rabbimizden bize gelen bir kitaptır, bir mektuptur. Her ağaç bir sayfa, her yaprak bir kelime, her hücre içinde daha nice mektupçukların yazılı olduğu atomlar kalemiyle yazılmış harflerdir. Çoğu zaman günlük meşgaleler ve koşuşturmalarımız yüzünden etrafımızı saran bu mektubu okumayı unutuyoruz. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim bize tekrar tekrar bu görevimizi hatırlatıyor:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.”(3:190)
“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız! Onda hiçbir çatlak da yok. Yeryüzünü de döşedik ve ona sabit dağlar koyduk. Orada gönül açan her türden (bitkiler) yetiştirdik. Allah’a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ibret vermek için (bütün bunları yaptık).” (50:6-8)
PEKİNEDEN Kur’ân, kâinata bakmamızı ve incelememizi ısrarla tavsiye ediyor? Çünkü eser, ustasından haber verir. İnsan bilmediği birini nasıl sevebilir ki? Allah’ı sevmenin yolu Allah’ı bilmekten geçer. Doğada gördüğümüz herşeyde yaratıcısını anlatan ipuçları, işaretler, mühürler vardır. Hem kâinatta gördüğümüz varlıklar sadece bize bir Yaratıcı’dan haber vermekle kalmıyor, aynı zamanda bize O’nun isim ve sıfatlarını da gösteriyor, öğretiyor. Ne zaman annesinin yanında yavru bir kutup ayısı görsem Rahim ismi, ağaç ve nehirlerle süslü bir manzara seyretsem Musavvir ismi, başımı kaldırıp gökyüzündeki muhteşem yıldızları seyredip galaksileri düşünsem Kebir, Azim isimlerini hissediyorum.
Kısaca özetleyecek olursam arkamda yüzyıllarca dünyaya öğretmenlik yapmış binlerce Müslüman âlimi, önümde ise sevgili Peygamberimi ve Kurân-ı Kerim’i bana bilim çalışmakta teşvik edici ve destekleyici olarak hissediyorum. Dinimi ve dünyamı öğrenmemde de, Said Nursî’nin Risaleleri bana yol gösteriyor:
“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile tal****** himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”2

‘HAYAT’I ARAMAK

BİRAZDA bilim olarak biyokimyayı seçme amacımdan bahsedeyim sizlere. Biyokimya kitabımın hemen girişinde Albert-Szent Györgi’den şöyle bir alıntı var:
“Benim bilimsel kariyerim, hayatı anlama isteğimin neticesi büyük boyuttan küçük boyuta inmekle geçti. Hayvanlardan hücrelere, hücrelerden bakterilere, bakterilerden moleküllere, moleküllerden elektronlara gittim. Hikâyenin kendi ironisi vardı, moleküller ve elektronlar tamamen hayattan yoksunlar. Yolumda ilerlerken hayat parmaklarımın arasından akıp gidiverdi.”3
Benim biyokimyayı seçmemdeki amaç da Albert Szent-Györgi’den fazla farklı değil. Kimya mühendisliği bölümünde öğrenci iken seçmeli ders olarak biyokimya, moleküler biyoloji ve biyoteknoloji dersleri aldım. Daha sonra hayatı ve hayat sahiplerini daha iyi anlayabilmek için biyokimya konusunda yüksek lisansımı tamamladım. Şu güzel kırmızı domates neden yapılmış, mercan balıkları nasıl yaratılmış? Şu soluduğum havanın içinde bulunan renksiz, kokusuz ve tatsız karbondioksit ile yediğim tatlı üzüm arasındaki ilişki nedir? Şu dünyada gördüğüm varlıkların ardında ne sır var, “hayat”ın sırrı nedir?

ÜNİVERSİTEDE okuduğum her ders moleküllerin farklı ve muhteşem dünyasını aralıyor; glikoz metabolizmasını, DNA’nın replikasyonunu ve protein sentezini öğrenmek beni heyecanlandırıyordu. O mini mini hücreciklerde meydana gelen olayların kompleksliği bu konuda çalışan herkes gibi beni de büyülüyor, hayretten hayrete düşürüyordu.
Albert Szent-Györgi gibi ben de anladım ki hayat bir bilmeceden ibaret. Hayat bilmece çünkü bilim adamları henüz onun ne olduğu sırrını maddî sebeplere dayanarak açıklayamıyorlar. Ama bu öyle bir bilmece ki aynı zamanda şeffaf. DNA’nın çift sarmal yapısını keşfederek Nobel ödülü kazanan ünlü bilim adamı Francis Crick’in tarif ettiği şekilde soğan kabuğunu soyar gibi tek tek kabukları aralayıp sonuna kadar inceleyebiliyoruz. Bu incelemeden sonra ise Francis Crick; “her seviyede özellikle de moleküler seviyede karşılaşılan düzen ve kompleks yapı karşısında şok olmamak ve etkilenmemek mümkün değil” diyor.4

GELİN HEP birlikte hayatı, hayat tabakalarını tek tek aralayarak inceleyelim, bakalım en ortada bizi neler bekliyor. İsterseniz organizma olarak insanı, organ olarak da deriyi seçelim. Biraz detaya indiğimizde deriyi meydana getiren epidermis dokusunu buluyoruz. Baktığımız boyutu, milimetreden (metrenin binde biri), mikrometreye (metrenin milyonda biri) indirdiğimizde epidermis dokusunun binlerce küçük hücrecikden meydana geldiğini görüyoruz. Bu hücreciklerin her biri bizim gibi beslenir büyür, çoğalır, yaşlanır ve ölürler. Yani her bir hücrenin kendine ait bir hayatı var. Bazen düşünmeden edemiyorum, eğer fen derslerinde öğretilmeseydi vücudumun binlerce küçük hücreden yaratıldığından habersiz yaşayacaktım. Vücudum yaşayan ve ölen binlerce küçük canlıdan yaratılmış iken, ben kendimi nasıl onlardan farklıymış gibi, bir bütün olarak ‘Yıldız Bozkurt’ olarak hissediyorum? Aslında bu da düşünülmesi gereken bir muamma değil mi?.. Her neyse biz yine hayat yolculuğumuza geri dönelim. Hücrelerde her biri değişik vazifelerle görevli organeller vardır. Bu organellerden biri olarak hücrenin enerji üreten santrallerini mitokondrileri ele alalım. Mitokondrilerde iç ve dış zar/membran vardır. Bu zar yapılarını incelediğimizde ise bunların lipid dediğimiz yağ molekülleri ile proteinlerden meydana geldiğini görüyoruz. Peki bu lipidler veya proteinler neden yapılmış? Proteinler ve lipidler başlıca karbon, oksijen, azot ve hidrojen içeren dev moleküllerden ibarettir. Yani mitokondri organeli tamamen cansız atomların oluşturduğu moleküllerin bir araya gelmesinden yapılmıştır.
Son yüzyılda insanoğlu öğrendi ki, etrafında canlı olarak gördüğü herşey (kendisi de dahil) aslında tamamen cansız atomlardan yaratılmış. Hayattar bir varlığı, kendimizi, büyük boyuttan küçüğe incelerken işte son durağımıza geldik. Ve ne garipdir ki bu son durakta cansız atomlardan başka birşey bulamadık! Aynı Albert Szent-Györgi, Francis Crick veya diğer ‘hayat’ı arayan bilim adamları gibi, ararken o bizim ellerimizin arasından uçup gidiverdi. Evet bu gerçek de gösteriyor ki; hayat perdesiz ve vasıtasız, doğrudan doğruya bir Kudret elinin eseri olarak, diğer varlıklar gibi görünür sebeplerle perde edilmeden, Hay isminin sahibi tarafından yaratılmış müstesna bir mahluktur.

SONUÇ OLARAK belirtmek isterim ki, biyokimyadan ve kimyadan öğrendiğim herşey beni Yaratanıma daha ziyade bağlıyor. Çalıştığım bilim dalı hakkında bilgim arttıkça Rabbim’i daha iyi tanıyorum ve O’na olan sevgim de çoğalıyor. Çalıştığım bilim dalı ile inandığım dinim arasında herhangi bir ikilem ya da çatışma yaşamak yerine, bilakis hissediyorum ki, benim inancım, bilimsel çalışmalarım ile kuvvet buluyor ve gelişiyor. Hayatı aramak



KONUŞMAMA başlarken şunu belirtmeliyim ki İslam medeniyeti tarihi boyunca olmadığı gibi, ben de hiçbir zaman inancım ile, yaptığım bilimsel çalışmalar arasında bir çatışma veya uyumsuzluk hissetmedim. Tam tersine İslâm medeniyeti, muhteşem ilmî başarılarıyla benim bilim sahasına yönelmemde teşvik unsuru oldu. Tarihçiler Orta Çağ’ı Avrupa için karanlık bir çağ olarak nitelerlerken, aynı zaman dilimini İslâm medeniyetinin altın çağı olarak adlandırıyorlar. O zamanlarda âlimler ve öğrenciler şehirden şehire, ülkeden ülkeye ilim merkezlerini birinden diğerine dolaşıyorlardı. El-Harizmi, Cezerî, İbn-i Sina gibi dünyaca ünlü pek çok İslâm âlimi etraflarına bilgi ışığı saçıyorlardı. (Ancak doğudan gelen Moğol saldırıları ve batıdan gelen tahripkâr Haçlı seferleri, zamanla İslâm medeniyetinin zayıflayarak bilimde öncülüğü kaybetmesinde başrolü oynadı.) İslâm âlimlerinin günümüz medeniyetini netice veren bu başarılarının altında İslâmiyet’in bilgiye ve âlimlere verdiği önem yatmaktadır. Daha ortada okunacak bir kitap yok iken, okuma yazma bilmeyen bir Peygamber’e ilk emir olarak ‘Oku’ emrinin gönderilmesi oldukça dikkate değer bir durumdur. Okumamız için önümüzde başlıca iki kitap vardır biri Kur’ân-ı Kerim, diğeri ise kâinat kitabıdır. Önemli bir nokta da İslâmiyet kainat kitabını okuma vazifesini sadece bilim adamlarına değil, kadın erkek her Müslümana vazife olarak vermiştir. İslâm her Müslümanın etrafını saran güzelliklerin, mükemmel nizamın, âyet ve işaretlerin farkına varmasını istiyor. Kâinat Rabbimizden bize gelen bir kitaptır, bir mektuptur. Her ağaç bir sayfa, her yaprak bir kelime, her hücre içinde daha nice mektupçukların yazılı olduğu atomlar kalemiyle yazılmış harflerdir. Çoğu zaman günlük meşgaleler ve koşuşturmalarımız yüzünden etrafımızı saran bu mektubu okumayı unutuyoruz. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim bize tekrar tekrar bu görevimizi hatırlatıyor:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.”(3:190)
“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız! Onda hiçbir çatlak da yok. Yeryüzünü de döşedik ve ona sabit dağlar koyduk. Orada gönül açan her türden (bitkiler) yetiştirdik. Allah’a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ibret vermek için (bütün bunları yaptık).” (50:6-8)
PEKİNEDEN Kur’ân, kâinata bakmamızı ve incelememizi ısrarla tavsiye ediyor? Çünkü eser, ustasından haber verir. İnsan bilmediği birini nasıl sevebilir ki? Allah’ı sevmenin yolu Allah’ı bilmekten geçer. Doğada gördüğümüz herşeyde yaratıcısını anlatan ipuçları, işaretler, mühürler vardır. Hem kâinatta gördüğümüz varlıklar sadece bize bir Yaratıcı’dan haber vermekle kalmıyor, aynı zamanda bize O’nun isim ve sıfatlarını da gösteriyor, öğretiyor. Ne zaman annesinin yanında yavru bir kutup ayısı görsem Rahim ismi, ağaç ve nehirlerle süslü bir manzara seyretsem Musavvir ismi, başımı kaldırıp gökyüzündeki muhteşem yıldızları seyredip galaksileri düşünsem Kebir, Azim isimlerini hissediyorum.
Kısaca özetleyecek olursam arkamda yüzyıllarca dünyaya öğretmenlik yapmış binlerce Müslüman âlimi, önümde ise sevgili Peygamberimi ve Kurân-ı Kerim’i bana bilim çalışmakta teşvik edici ve destekleyici olarak hissediyorum. Dinimi ve dünyamı öğrenmemde de, Said Nursî’nin Risaleleri bana yol gösteriyor:
“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile tal****** himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”2

‘HAYAT’I ARAMAK

BİRAZDA bilim olarak biyokimyayı seçme amacımdan bahsedeyim sizlere. Biyokimya kitabımın hemen girişinde Albert-Szent Györgi’den şöyle bir alıntı var:
“Benim bilimsel kariyerim, hayatı anlama isteğimin neticesi büyük boyuttan küçük boyuta inmekle geçti. Hayvanlardan hücrelere, hücrelerden bakterilere, bakterilerden moleküllere, moleküllerden elektronlara gittim. Hikâyenin kendi ironisi vardı, moleküller ve elektronlar tamamen hayattan yoksunlar. Yolumda ilerlerken hayat parmaklarımın arasından akıp gidiverdi.”3
Benim biyokimyayı seçmemdeki amaç da Albert Szent-Györgi’den fazla farklı değil. Kimya mühendisliği bölümünde öğrenci iken seçmeli ders olarak biyokimya, moleküler biyoloji ve biyoteknoloji dersleri aldım. Daha sonra hayatı ve hayat sahiplerini daha iyi anlayabilmek için biyokimya konusunda yüksek lisansımı tamamladım. Şu güzel kırmızı domates neden yapılmış, mercan balıkları nasıl yaratılmış? Şu soluduğum havanın içinde bulunan renksiz, kokusuz ve tatsız karbondioksit ile yediğim tatlı üzüm arasındaki ilişki nedir? Şu dünyada gördüğüm varlıkların ardında ne sır var, “hayat”ın sırrı nedir?

ÜNİVERSİTEDE okuduğum her ders moleküllerin farklı ve muhteşem dünyasını aralıyor; glikoz metabolizmasını, DNA’nın replikasyonunu ve protein sentezini öğrenmek beni heyecanlandırıyordu. O mini mini hücreciklerde meydana gelen olayların kompleksliği bu konuda çalışan herkes gibi beni de büyülüyor, hayretten hayrete düşürüyordu.
Albert Szent-Györgi gibi ben de anladım ki hayat bir bilmeceden ibaret. Hayat bilmece çünkü bilim adamları henüz onun ne olduğu sırrını maddî sebeplere dayanarak açıklayamıyorlar. Ama bu öyle bir bilmece ki aynı zamanda şeffaf. DNA’nın çift sarmal yapısını keşfederek Nobel ödülü kazanan ünlü bilim adamı Francis Crick’in tarif ettiği şekilde soğan kabuğunu soyar gibi tek tek kabukları aralayıp sonuna kadar inceleyebiliyoruz. Bu incelemeden sonra ise Francis Crick; “her seviyede özellikle de moleküler seviyede karşılaşılan düzen ve kompleks yapı karşısında şok olmamak ve etkilenmemek mümkün değil” diyor.4

GELİN HEP birlikte hayatı, hayat tabakalarını tek tek aralayarak inceleyelim, bakalım en ortada bizi neler bekliyor. İsterseniz organizma olarak insanı, organ olarak da deriyi seçelim. Biraz detaya indiğimizde deriyi meydana getiren epidermis dokusunu buluyoruz. Baktığımız boyutu, milimetreden (metrenin binde biri), mikrometreye (metrenin milyonda biri) indirdiğimizde epidermis dokusunun binlerce küçük hücrecikden meydana geldiğini görüyoruz. Bu hücreciklerin her biri bizim gibi beslenir büyür, çoğalır, yaşlanır ve ölürler. Yani her bir hücrenin kendine ait bir hayatı var. Bazen düşünmeden edemiyorum, eğer fen derslerinde öğretilmeseydi vücudumun binlerce küçük hücreden yaratıldığından habersiz yaşayacaktım. Vücudum yaşayan ve ölen binlerce küçük canlıdan yaratılmış iken, ben kendimi nasıl onlardan farklıymış gibi, bir bütün olarak ‘Yıldız Bozkurt’ olarak hissediyorum? Aslında bu da düşünülmesi gereken bir muamma değil mi?.. Her neyse biz yine hayat yolculuğumuza geri dönelim. Hücrelerde her biri değişik vazifelerle görevli organeller vardır. Bu organellerden biri olarak hücrenin enerji üreten santrallerini mitokondrileri ele alalım. Mitokondrilerde iç ve dış zar/membran vardır. Bu zar yapılarını incelediğimizde ise bunların lipid dediğimiz yağ molekülleri ile proteinlerden meydana geldiğini görüyoruz. Peki bu lipidler veya proteinler neden yapılmış? Proteinler ve lipidler başlıca karbon, oksijen, azot ve hidrojen içeren dev moleküllerden ibarettir. Yani mitokondri organeli tamamen cansız atomların oluşturduğu moleküllerin bir araya gelmesinden yapılmıştır.
Son yüzyılda insanoğlu öğrendi ki, etrafında canlı olarak gördüğü herşey (kendisi de dahil) aslında tamamen cansız atomlardan yaratılmış. Hayattar bir varlığı, kendimizi, büyük boyuttan küçüğe incelerken işte son durağımıza geldik. Ve ne garipdir ki bu son durakta cansız atomlardan başka birşey bulamadık! Aynı Albert Szent-Györgi, Francis Crick veya diğer ‘hayat’ı arayan bilim adamları gibi, ararken o bizim ellerimizin arasından uçup gidiverdi. Evet bu gerçek de gösteriyor ki; hayat perdesiz ve vasıtasız, doğrudan doğruya bir Kudret elinin eseri olarak, diğer varlıklar gibi görünür sebeplerle perde edilmeden, Hay isminin sahibi tarafından yaratılmış müstesna bir mahluktur.

SONUÇ OLARAK belirtmek isterim ki, biyokimyadan ve kimyadan öğrendiğim herşey beni Yaratanıma daha ziyade bağlıyor. Çalıştığım bilim dalı hakkında bilgim arttıkça Rabbim’i daha iyi tanıyorum ve O’na olan sevgim de çoğalıyor. Çalıştığım bilim dalı ile inandığım dinim arasında herhangi bir ikilem ya da çatışma yaşamak yerine, bilakis hissediyorum ki, benim inancım, bilimsel çalışmalarım ile kuvvet buluyor ve gelişiyor.

DİPNOTLAR:

1. http://www.cam.net.uk/home/interfaith
2. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 30. Lem’a, 5. nükte.
3. D.Voet, J. Voet, Biochemistry, John Wiley & Sons, 1995.
4. Francis Crick, Life Itself-Its origin and nature, Macdonald & Co (Publishers) Ltd., London&Sydney, 1982, s.49-50.


DİPNOTLAR:

1. http://www.cam.net.uk/home/interfaith
2. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 30. Lem’a, 5. nükte.
3. D.Voet, J. Voet, Biochemistry, John Wiley & Sons, 1995.
4. Francis Crick, Life Itself-Its origin and nature, Macdonald & Co (Publishers) Ltd., London&Sydney, 1982, s.49-50.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Mart 2006       Mesaj #80
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
MUTLU YAŞAMANIN ON ANAHTARI

Her ülkenin binlerce atasözü var, özdeyisi var. Bunlar birikimlerin hap halinde ifade edilmis sekli. Ünlülerin, toplumlari etkileyen kisilerin özdeyisleri var, çogu zaman yazarlar anlatmak istedikleri konuya giris yaparken "ufuk açma" niyetine alinti yaparlar.

Philip E. Humbert adli bir psikiyatri profesörü, "Insanlara mutlu yasamin anahtarini 10 kuralda toplayacak olsam, hangi deyisleri seçerdim" diye kapsamli bir çalisma sonrasi bir liste çikartmis.

1. Kendini tani. (Sokrat)
Kendi içinde yolculuk yap. Günlük tut. Kalbin, gönlün, vicdanin ne diyor? Neyi öne çikartiyor? Dünyaya bilinçli bakmanin yolu basta bu iç yolculuktan geçiyor.
2. Oldugun gibi görün ya da göründügün gibi ol. (Mevlâna)
Dürüst ol, adil ol, hakça düsün. Içinden gelen sesin öne çikardigi degerleri koru. Hayatta birseyleri korumak için ayakta kalmazsan her sey seni düsürür.
3. En yukarda ask var. (Aziz Paul)
Sesi müzige dönüstüren asktir. Ask olmazsa, sevgi iliskileri yoksa, ihtimam eksikse hayatin kuru bir daldan farki kalmaz.
4. Dünyayi hayal gücü döndürür. (Albert Einstein)
Yaptigimiz her sey hayal kurarak baslar. Hayat -herkes için- hayalleri gerçeklestirmek ve yapabileceginin en iyisi, olabileceginin en güzeli pesinde gitmektir. Bobby Kennedy'nin sözü gibi: Digerleri dünyaya bakiyor ve "Neden" diye soruyor. Ben bambaska bir dünya düsünüyor ve "Neden olmasin" diye soruyorum
5. Fazla güzellik göz çikarmaz. (Mae West)
Güzel hayat doya doya yasanir. Mutluluk paylasilir, hayati sevme hissi coskuyla beraber gelir. Ruhun müziginde "Haydi bastir, göster kendini" temposu vardir. Kibir degil, çosku!
6. Firsatlar yakalandikça çogalir. (Sun Tzu)
Basari cesaret ister, baslangiçtaki cesaret sonradan inanca dönüsür. Inanç insanliga daha iyi hizmet arzusuna dönüstügünde firsatlar yelpazesi yukari bir seviyede tekrar açilir.
7. Ya yap ya yapma. Denemek yok! (Yoda - Yildia Savaslari)
Hayat seri hareket, karar ve kararlilik gerektirir. Tereddütte kalanlar geride kalir. Hayatin üstüne gitmezseniz hayat sizin üstünüze gelir.
8. Mükemmellik, ekleyecek bir sey kalmadiginda degil, alinacak bir sey kalmadiginda olusur. (Antoine de St.Exupery)
Hayatinizi basitlestirin. Basite indirge, indirge, bir kere daha indirge... O zaman ne kaliyor, ona bak. Istekler listenizi kisa tutun. Kisa tutun ki fokus edebilesiniz. Günes isigina büyüteç tutmak gibi, odaklamazsaniz hayati yakamazsiniz.
9. Kabiliyet yoksa sanatçi olmaz, ama çalisilmadikça kabiliyet hiç bir ise yaramaz. (Emile Zola)
Ancak akilli, bilinçli ve odagi sasmayan çabalar sonrasi olasi potansiyelin yapabilecekleri gerçeklesir. Elmasi yontmadikça elinizde sadece bir tas parçasi vardir.
10. Hayati yasamanin iki yolu var. Biri hiçbir sey mucize degilmis gibi yasamak... Digeri hersey mucizeymis gibi yasamak. (Albert Einstein)
Sükretmeyi unutmamak gerek!

Benzer Konular

27 Kasım 2010 / Ziyaretçi Cevaplanmış
7 Mart 2012 / Misafir Soru-Cevap
20 Temmuz 2009 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri