Arama

Sahipsiz Mektup'lar - Sayfa 11

Güncelleme: 2 Haziran 2012 Gösterim: 268.646 Cevap: 628
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Ağustos 2006       Mesaj #101
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sahibinden çalıntıdır:

Sponsorlu Bağlantılar
İntihar Mektubu
Artık gelmiş gitme vakti. Ziller benim için çalıyor. Aslında çanlar olması gerekiyor biliyorum, ama çan mı kaldı, her şeyi bir tuşla halleder olduk. Lanetler yağdırdığım bu hayat, artık dört duvar oldu bana. Yazık şu hayatımın gidişatına deyip başarısız intihar girişimlerinde bulunmuştum daha önce de. Olmadı. Büyük ihtimalle arkamda intihar mektubu bırakmadığımdan ölemiyorum her seferinde. Ama bu sefer olacak kısmetse. İşte mektup da burada. Siz bu satırları okurken öyle sanıyorum ki ben çoktan tarağı yemiş olacağım. Bu mektubu bırakıyorum ki arkamdan üzülebilesiniz. Mezarımın başında ağlarken en son yazdıklarımı düşünebileceksiniz. Üzülmeyin demiyorum. Artist miyim kardeşim ne diye üzülmeyesiniz? Eşekler gibi ağlayacaksınız arkamdan. Hatta beni çok sevenler vursun kendini sokaklara bezsin hayatından. Az sevip yine de üzülenler üzülmeyenleri tekmelesinler. Arkamdan üzülmeyenler ... gitsin, sevinenler ... yesin. Ama şunu bilmenizi isterim ki bu bir kırık kalp hikayesi değil, daha çok kaybedilmiş bir akıl sağlığının getirisi. Götürüsü de olabilir, ona da siz karar verin. Her şeyi ben düşünecek değilim ya..
Bugün aklımı yitirmiş olmanın bana yazdırdığı bu mektup tüm sinir bozuculuğuyla uzanıyor şimdi karşımda. Ya bu kadar yazdıktan sonra vazgeçmek de olmaz iyi mi? Neyse en iyisi kimse görmeden saklayayım bu mektubu bir köşeye, intihar edeceğim zaman çıkarayım. Ya da Istanbul trafiğinde yanımda bulundurayım, ki olası bir kazada insanlar bu mektuptan bihaber olmasınlar. Yine de kararlıyım, ölmeliyim. İnançlı insanlar bilsinler ki hep onları izliyor olacağım cennetten. Bu yüzden oturmalarına kalkmalarına dikkat etsinler. Ölmüş bir adama otuzbir malzemesi olmak isteyen varsa onlar dikkat etmeyebilir. İnanmayan kafir dostlarımsa bilsinler ki onları izlediğim falan yok. Onlar dağıtabilir keyiflerine göre. Şimdi evdeki tüm hapları içeceğim, eğer ölmezsem evin maliyesini ... etmiş olacağım. Böyle bir durumda yardımlarınızı bekliyorum ya da en iyisi ben Deniz Feneri’yle görüşeyim…

Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
5 Ağustos 2006       Mesaj #102
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Selam,
Ben hariç herkesi düsündüğümü, ben hariç herkesi sevdiğimi farketmem 40 yılımı aldı. Yıllar boyu yaşamdaki asal işlevimin çevremdeki insanları mutlu etmek olduğuna inandırmıştım kendimi. Kimseyi kırmadığım sürece kırılmaya, kimsenin benden talebini geri çevirmediğim sürece incinmeye hazırdım adeta. Evet, çok fazla ve çok sık incindim; ama şimdi biliyorum ki beni inciten "onlar" değildi aslında, "ben"dim...
Sponsorlu Bağlantılar
Ama bir gece, deyim yerindeyse, bir tür acı eşiğinden geçtim ve farklı bir bilinçlilik haline uyandım. Ve yürümeyi öğrenen bir çocuk misali kendimi sevmeye adım attım ve kendimin en iyi dostu olmaya -- çünkü dişarıda değildi aradığım... İşte içimde barışı sağladım dediğimde kastettiğim buydu, yoksa farklı olmasını dilediğim pek çok şey olduğu şüphesiz. Sadece olanı olduğu gibi kabul etmeyi ve sevmeyi öğrenmeye çalışıyorum.
Yasanan her an yaşamı anlatıyor zaten, yeter ki biz dinlemesini bilelim.
Dinlediğin için sağol...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Ağustos 2006       Mesaj #103
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sabah kalktığımda ilk aklıma gelensin. Ağladığım, güldüğüm ve sevgilim sen benim tek sevdiğim, aşık olduğum adamsın... Sen karanlıklar arasında kaldığımda tek ışığımsın. Ne ayrılıklar yaşadık seninle... Çok düşündüm neden diye(!)
Her ayrılıkta dönmeyeceğim desem de, döndüm dayanamadım sensizliğe! Senden sonrası yok bilirim. Sen benim ilk sevdiğim,gizlice buluştuğumsun... Her gideceğini duyduğumda yüreğim benden önce ağlıyor. "Gitmeeee" olmaz diyor, başkasını değil, tek seni istiyor. Senin sevginden başkası ona yetmiyor. Sensizlikte her gün bitiyor. Her sensizlikte ölüyor ama sevgilim gören olmuyor.
Bu kalp seni hep sevdi ve sonsuza kadar sevecek!!! Seni yanındayken bile özlüyor. Bak gene bu türkü çalıyor:
"sana sevdiğim diyemem
yalan yalan yalan
sen karasevdamsın benim
duman duman
ah leyar yar
yine başımda sevdan
ah leyar yar.."
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
6 Ağustos 2006       Mesaj #104
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Selam,
Ben hariç herkesi düsündüğümü, ben hariç herkesi sevdiğimi farketmem 40 yılımı aldı. Yıllar boyu yaşamdaki asal işlevimin çevremdeki insanları mutlu etmek olduğuna inandırmıştım kendimi. Kimseyi kırmadığım sürece kırılmaya, kimsenin benden talebini geri çevirmediğim sürece incinmeye hazırdım adeta. Evet, çok fazla ve çok sık incindim; ama şimdi biliyorum ki beni inciten "onlar" değildi aslında, "ben"dim...
Ama bir gece, deyim yerindeyse, bir tür acı eşiğinden geçtim ve farklı bir bilinçlilik haline uyandım. Ve yürümeyi öğrenen bir çocuk misali kendimi sevmeye adım attım ve kendimin en iyi dostu olmaya -- çünkü dişarıda değildi aradığım... İşte içimde barışı sağladım dediğimde kastettiğim buydu, yoksa farklı olmasını dilediğim pek çok şey olduğu şüphesiz. Sadece olanı olduğu gibi kabul etmeyi ve sevmeyi öğrenmeye çalışıyorum.
Yasanan her an yaşamı anlatıyor zaten, yeter ki biz dinlemesini bilelim.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Ağustos 2006       Mesaj #105
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ABÉLARD VE HÉLOISE
Asagidaki satirlar Fransiz tarihinin (belki de insanlik tarihinin) en dramatik askinin kahramanlari sair, filozof Abélard ile ögrencisi Héloise'in birbirlerine yazdiklari mektuplardan alintilanmistir. 1079 yilinda Nantes yakinlarinda dogan Abélard gençliginde felsefe ile ilgilenir. Egitimini sürdürmek için Paris'e gider, dinbilim dersleri alir ve konusmalari ile Paris'i adeta fetheder. 37 yasinda iken 12. Yüzyilin siradisi kadinlarindan; akilli, egitimli, güzel, Héloise ile tanisir. Héloise o sirada 15 yasindadir. Felsefe egitimi ile baslayan bu tanisiklik tutkulu bir aska dönüsür ve Héloise 1118'de bir erkek çocuk dogurur. Gizlice evlenirler. Héloise evliligin Abélard'in filozof kisiligi ile bagdasmayacagini düsünmektedir. Héloise'in dayisi Fulbert gayrimesru çocuk dogurdugu gerekçesi ile(kimilerine göre yegeninde gözü de vardir) çifte karsi son derece acimasiz elestirilerde bulunur ve onlari taciz eder. Abélard karisini
Fulbert'ten korumak için bir manastira gönderir. Karisini korur, ama kendisini koruyamaz... Fulbert bir iddiaya göre kendi elleri ile Abélard'i hadim eder. Abélard'in tüm eserleri mahkeme karari ile yakilir. Abélard rahip, Héloise rahibe olmustur. Bir gün Héloise'in eline bir mektup geçer :
"Elin. elin degmis bu mektuba "satiri ile baslayan mektupla Abélard'a cevap yazar... Gerçekte 7 mektup vardir; ve bu mektuplari Ronald Duncan oyunlastirmistir.

ABÉLARD VE HÉLOISE

Elin. . . elin degmis bu mektuba.
Tesekkür ederim; bana yazmamissin ama.
Asik oldugum elin. O aska susamisim.
Hakkim var o elin yazdigi mektubu açmaya.
* * *

Çünkü askim ölümüm oldu benim.
Sairlik taslamiyorum.
Gerçek bu: Sen olmayan her sey için ölüyüm ben.
Her gün seni unutacagim diye yeminler ediyorum,
Sonra seni düsünürken kendime yakalaniyorum.
Zaaflarima kizip köpürüyorum,
Sonra iyi ki zayifim diye sükürler ediyorum.
* * *
Inkar etme beni, kendini, ya da bizi.
Yaz bana, gizli düsüncelerini ögreneyim.
Kiskanmaya gücün varsa,
Tek rakibin, öptügüm mektuplari kiskan.
Küçücük bir kus gibiyim.
Havam sensin es üstüme.
Küçücük bir balik gibiyim.
Suyum sensin ak üstüme.
Suskunlugun çöl olur bana.
Suskunlugunda bogulurum.
* * *
Tanrim! Nasil da gipta ediyorum,
Sevgisi bizim gibi olmayanlarin mutluluguna.
Nasil da ugrastim kendimce sana kara çalmaya.
Aklimdan tüm kusurlarini tekrarladim durdum.
Bu da ise yaramadi.
Hatalarinda da sen vardin.
Onlari hatirlarken erdemlerin geliyordu aklima.
Filozof dedigin, lafin tek gerçeginin yine laf oldugunu iyi bilir.
Edebiyatin en iyisi bile küçücük bir yaprak kadar hayat dolu degildir.
* * *
Bu satirlari yazarak beni inciten elinden nefret ediyorum simdi.
En tembel adam bile bir tohum ekebilir,
Marifet bakmakta ektigin tohuma.
Baskalarinin maliysak eger tutkunun araci oluruz da,
Asla dillendiremeyiz onu.
Köpege tasma takmasan da,
Sadakati baglar onu sana.
Bilirsin ki isteyerek kalmaktadir yaninda.
Iste ben bu özgürlügü istiyordum...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
6 Ağustos 2006       Mesaj #106
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Bir zamanlar Afrika'daki bir ülkede hüküm süren bir kral varmış. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazmış. Nereye gitse onu da beraberinde götürürmüş.

Kralın bu arkadaşının ise sıradışı bir alışkanlığı varmış. İster kendi başına gelmiş olsun,ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep
"Bunda da bir hayır var!" dermiş.

Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıkmışlar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da avlanıyormuş. Arkadaşı , tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yapmış ve kral ateş ederken tüfeği geri tepmiş, kralın başparmağı kopmuş. Durumu
gören arkadaşı her zamanki sözünü
söylemiş: "Bunda da bir hayır var!" Kral acı
ve öfkeyle bağırmış:
"Bunda hayır falan yok! Görmüyor musun,
parmağım koptu!" Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırmış.

Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyormuş. Yamyamlar onları ele geçirip köylerine götürmüşler. Ellerini, ayaklarını bağlayıp köy meydanında yaktıkları kocaman ateşin başında toplanmışlar. Kral ve adamlarını pişirmeye hazırlanıyorlarmış ki , kabile reisi, kralın başparmağının olmadığını farketmiş. Kabilenin, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanlar yenmiyormuş. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlarmış. Korkuyla, kralı çözmüş, serbest bırakmışlar. Diğer adamları ise pişirip yemişler.

Kral , kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini düşündükçe,onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman olmuş. Hemen zindana , arkadaşının yanına koşmuş ve başından geçenleri bir bir
anlatmış."Haklıymışsın! Parmağımın
kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım bu haksızlıktan ötürü beni affetmeni istiyorum." "Hayır" diye karşılık vermiş arkadaşı.
"Bunda da bir hayır var... ve asıl ben size teşekkür etmeliyim." "Ne diyorsun Allah aşkına?" diye haykırmış kral. "En yakın arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir?" Arkadaşı yanıt vermiş; "Düşünsenize, ben zindanda olmasaydım,
sizinle birlikte avda olurdum...Ve sonra!!!..."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Ağustos 2006       Mesaj #107
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Okunmayacak Mektup


Biliyormusun sevgili susadım...şair 'asıl maharet susuzken suyu içmek değil, karşısına geçip seyretmektir.' demiş. Ne de güzel söylemiş susadım, kanmak istemiyorum nedense. Uzaklığından değil, aşkım'dan sadece aşkım'dan.
çocuk oluyorum bilirsin bazen. Dokunmak isteyince titrer ellerim, bakamaz gözlerim, konuşamaz dilim. Galiba ben sevdim. İlk mi? yoksa yenidenmi bilmem, sevdim, sadece sevdim.
Özlemek nedir bilirmisin? zamanı eritiyorum içimde. Geçen zamanla bilikte eritmek istiyorum bu belirsizliği, belki de sensizliği...
Aslında kocaman bir yüreğim var benim. neler yokki içinde. Dağlar, taşlar, onca sevgi.Okyonuslar sığdı, sevdan sığmıyor işte, sabrım aklımı zorlar oldu yine...
Hayalinle süslenen uzun geceden sonra tanyeri ağarmaya başladı.biliyorum sen yoksun bu şehirde. Olsun bir ümit dedimya, ümit ediyorum. Yalnızlık takviminden birgün daha düştü avuçlarıma diyerek, TANRI'ya kaldırıyorum ellerimi, sevebilme gerçeğini istiyorum en sevgiliden...
Yorgun bir sevda ateşi benimkisi,ikinci bahar belki, harebelerle dolu bir hayatın ortasında güneşe küsmüş hüzün bahçesi; zor sevdanın her meyvası kan kusuyor üzerime, boğuluyorum. Sensiz denizsiz, mavisiz.
Sırılsıklam bir sevda. Rutubet kokar oldu hayellerim ıslanmaktan. yalnızlığa adım adım yaklaşmaktan. Sevdamı maviye boyadım ben. Aşığım en adi suçluyum belki, belki yorgun bir savaşcı, mağlubiyeti kabullenen asker; belki bir mülteci. Kalbimi denize(mavi) attım, sevmeleri sana bıraktım...
Şair hasrete benzetmiş seni. 'sen bir hasretin tamlananı, bense umutları sana değen her cümlenin tamlayanı olacaktım.' seni imkansız aşklara inat; mecnuna, kereme, ferhata, hatta mehmet'e inat sevecektim...
Sevdim de aslında....
Kör bıçakla kesildi umutlarım gelmeden gittin. Yürek bu, daha kaç gidiş kaldırır bilmem. Kal diyemiyorum. Yoksun, gelmedin ki nasıl dur gitme diyeyim. Yalnızlık örse inen çekiç gibi yüreğimde.Hayatın beni sensizliğe çakışı ve ben bir türlü başımı kaldırıp dur gitme diyemiyorum.
Gelmedin ki....
Yaşarken ölmek... bilirmisin? yokluğunda binlerce sen üretirsin. sigara dumanında, bazen rakı kadehinin dibinde, bazende birdefa götüpte gösterilmeyen resimlerde, hülyalarda...
Bazen tersine akıtmak istiyorum hayatı, yazık ki olmuyor, yine sensizim...

' unutma zor sevdam... bana bir sen borçlusun beklediğim özlediğim sen... Bana bir aşk borçlusun'

uzaklarda bir yabancı......
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
8 Ağustos 2006       Mesaj #108
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Selam...

“Belki duymuşunuzdur, bir hikaye anlatılır...

Kral karışık bir rüya görür. Rüyayı yorumlayan sarayın müneccimi der ki, ‘Efendim bütün akarbalarınız ölecek, sadece siz yaşayacaksınız. Kral bu yoruma kızar ve müneccimi idam ettirir. İşi bilen bir başka yorumcu getirilir. O da aynı rüyayı dinler ve şöyle der: ‘Kralım, o kadar çok yaşayacaksınız, o kadar çok ki şimdi yaşayan bütün akrabalarınızın ölümünü göreceksiniz...’ Bu yorumdan hoşlanan kral, kendisini ödüllendirir.

Aynı içeriğin iki farklı yorumu, çok farklı sonuç getirmede…
Bütün, parçaların birleşmesinden meydana gelmiş bütün... Parça ne, neler...? Parçalardan oluşan bütün ne…? Sınırsızın parçası olmayacağına göre siz hangi anlamda kullanıyorsunuz...?”

Bütün sonsuz, sınırsız ve tanımsız olan...

Ne demeli...?
Bütün parçalarının toplamından ibaret değildir…
Bütün bölünemez olandır; cüzde de varolandır;
Bilgiyi saklayan cüz, bütünü doğurandır.
Bütün tohumdur, tohumdan fışkıran yaşamdır;
Toprağa karışan beden, ilkbaharda yeşeren fidandır.
Bütün canda, kanda, tende, tinde ortak olandır;
Var edeb, yar eden, kah da har edendir.
Bütün, sevgiyi doğuran rahim, sevgiyi yoğuran candır.
Değiştiren ama değişmeyendir, hem geliştiren, hep gelişendir.
Bütün tek olan, tüm olan, tümel olandır.
Ben olan, bin olan, BİR olandır...

"Akıl, somut beynin soyut alanıdır… Soyut nedir, somut nedir...? Her insanın soyutu, somutu aynı mı? Soyut ve somut, farklı kapılar açacak önemli iki kavram… Fikirlerinizi beklerim.”

Somut, beş duyunun algı alanına girenler olarak tanımlanıyor… Duyularımız belli frekanslardaki titreşimlere duyarlı. Ancak frekans aralıkları kişiden kişiye farklılık gösterdiği gibi, kişi için de sabit değil. Bilinç yolculuğunda, kişinin alıcısı olduğu titreşim aralığı da genişliyor. Ve adım adım, soyut somuta dönüşüyor bu yolda…
Mevcut realitede duyu alanlarının sınırlaması dahilinde, beyin fizik bedenin bir parçası olarak somut iken, beynin melekesi olan akıl beş duyu ötesi bir olgu… Salt somut tezahürleriyle değerlendirilebiliyor. Ola ki mantal bedenin titreşim alanına uyumlanabilsin kişi, akıl da görülür, koklanır hatta…

‘Vicdan nedir...? İçteki, ÖZdeki ses denir… İçimizdeki hakim de denir... Her yüzde zuhur eden vicdan aynı değil... Bana vicdanlı gelen başkasına göre vicdansızca gelebiliyor... Ego, malum ne anlama geldiği... Vicdandaki bu kadar farklı yüzü nasıl açıklayabiliriz...?"

Vicdan, çoğunlukla ahlak olgusuyla ilişkilendirilir zihinlerde ve bu nedenle onca farklı anlamla çıkar karşımıza. Şüphesiz, tanımlamaya aşık olan ekollerce binlerce yıldır binbir tanımı konulmuştur insan önüne… Kah “edimin ruhu” denmiştir vicdan için, kah “tanrısal iradenin organı”… Kaçınılmaz bir doğru-yanlış terazisi olarak değerlendirenlerin yanısıra, vicdanı terkedilmesi gereken geleneksel, göreneksel ilkelerin bütünlüğü olarak görenler de vardır.
Tanımlamanın, sınıflamanın yarattığı sınırlılık içinde “vicdansal” olanın görecelik taşıması şaşırtmamalı. Oysa vicdan, varlığımızın bütünle bağlantılı olduğunu “bilen” veçhesidir ve bu yüzdendir ki sınırsız ve sonsuz olanın tanımlanamazlığını içerir. Vicdan kaynaklı seçimler, anlıktır -- öncesiz ve sonrasız, plansız ve beklentisiz… Ve vicdansal olanın ölçütü, kişide uyanan şaşmaz bir “uygunluk” duygusudur.

“Bilim hür akla, düşünceye gereken önemi verip, konuyu enine boyuna her yönü ile inceleyip sağlıklı bağlantıları kurduğunda, bağlantıları kurarken bireysel, toplumsal kirleri, yanlışları, çıkarları karıştırmadan yaparsa doğru sonuçlara erecek… “

Bilimin içinde bulunduğumuz fizik evrene uyumlanmamızdaki katkısı doğaldır ki tartışma götürmez. Belki sorgulamamız gerekenbilimsellik adı altında kişilerin benimsediği ve kullandığı belirgin düşünsel kalıplar ve bunların yansımaları...
Bir olgunun bilimsel olarak kabul görmesi için kanıtlanabilir olması beklenir. Kanıt kabul edilen niteleme ise, olgunun istenilen anda tekrarlanabilmesi, aynı koşullar altında aynı sonuçları vermesi ve bu sonuçların herkes tarafından gözlemlenebilir olmalısıdır. Ancak kanıtın algılanması beş duyuyla sınırlıdır ve bu da kaçınılmaz olarak en az katı madde kadar gerçek ve işlevsel olan düşünce ve düşüncenin türevi duyguları devre dışı bırakır.
Bilimsellik arayışı içinde dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, bilimin düşünsel evreni anlamadaki mevcut yetersizliğini gözden kaçırmamaktır. Bilimsel gelişmedeki sınırları zorlayan ivmeye rağmen, gelinen noktada yaradılışın asal ve belki de tekil parametresi olan düşünce enerjisini sınıflamak, ölçmek, tartmak mümkün mü? Veya sarsıcı bir fiziksel sonuç doğuran bir düşünsel süreci yeniden, aynen tekrarlama olasılığı var mı?
Bilimsel çevrelerde rastlanan başka bir zaaf ise bir olgu kabullenilmeden önce tüm vecheleriyle araştılırken, reddetme konusunda aynı titizliğin gösterilmemesidir.





Bilim, din ve felsefe... Aynı gerçeğe üç farklı pencereden bakan, birbiriyle örtüşemez olduğu varsayılan ve bu yüzden bir diğerini yadsıyan veya çatışmayı seçen üç temel öğreti... Tıpkı bir fili tanımlamaları istenen gözü bağlı üç kişinin, bulundukları noktadaki algılarına göre farklı sonuçlara ulaşmaları gibi, çalışma evreni sınırlandığında bütünsel bir senteze ulaşmak mümkün görünmüyor.
Oysa kuantum fiziğindeki gelişmelerle ilk kez bilim, din ve felsefe bir ortak payda bulma şansını yakaladı. Maddeyle enerjinin bu kadar içiçe ve sürekli etkileşim içinde olduğu bir makrokozmoz içinde, herşeyin temelinde yatan sonsuz bir enerji ağıyla bağlı olduğumuzun bilincine varınca, birbirimizle çatışmanın kendimizle çatışmak anlamına geldiğini düşünmeden edemiyor insan...
“Hep şaşan yanımız, ‘BANA GÖRE’ diye başlayan mantık yanımız…”
Bense ‘BENCE’ kelimesini, fikirlerin göreceliğini vurgulamak amacıyla kullanırım hep. Ben de ‘Bu böyledir!’ demek yerine ‘BENCE bu böyledir’ demeyi yeğledim hep… Umarim, dilerim bunu hissetmişsindir…

“Dost o ki, senin egonu beslemez, seni öldürür, seni benliğinden öldürür; koş ona…”

Oysa nasıl kaçmak isteriz, egomuza dokunan sözden, gözden… Öz olandan kaçıştır bu aslında, bilene…
Bilsek de, gülümsesin isteriz DOST yine de…
Ve sevgiyle…
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
10 Ağustos 2006       Mesaj #109
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Selam...

“Bir düşünürün tespiti şöyle: Geçmişe, geleceğe yönelik istek ve beklentiler üzerinde pek etkili olamayız. AN içinde istemeyi bilmek gerek...”


Gökkubbenin altında 'suç' mevcut ise eğer,
'En büyük suçlu bellektir' mi demeli?
Karmaşa içinde anılar ve beklentiler,
Neler yaşandı neler, şimdi neler istemeli?

Zaman doğar ve sürer bellek ile beraber,
Başlangıçlar an be an sona doğru ilerler...
Kah neşe, kah gam yüküyle trenler,
Bellek peronundan geçerler, birer birer...

Bellek cömertçe sunar, parça, bütün verileri,
Niceliği niteler, niteliği nicelerken zihin...
Ağ atıp yakalarken son moda değerleri,
Yeniden biçimlenir senin kriterlerin...

Kaydedilen hatırlanır, hatırlanan sorgulanır,
Beynin mahkemesinde dost, düşman yargılanır...
Neden-sonuç zinciri gerilir huzursuzca,
Hedefler kurgulanır, olgular kıyaslanır...

Oysa 'an' anımsamaz, unutamaz da,
'An' biriktirilmez, saklanamaz da...
Onu hapsedemezsiniz belleğinizde,
’An’ sonsuzlukta devinmektedir hala...


'Akan bir nehirde, aynı suda iki kez yıkanamazsın' diye bir söz vardır. Yıkandığın su, bu 'an'a aitir, önceki veya sonraki değil… Geçmişe veya geleceğe sarılmak, giden suyu yakalamak için ileriye, gelmekte olan su için geriye, koşup durmaya benziyor. Ama ne kadar uğraşsak da, her noktada karşılaştığımız yine o ‘an’ oluyor… Gerçek olan sadece ‘an’da mevcut… Tüm yaratı, tüm tezahür, an içinde… ‘OL’ emri ile yaratılmış olan sonsuz ‘şimdi’ içindeyiz. Bilinçte farklılaşmayla, varolan ‘şimdi’nin farklı gerçeklik alanlarına dahil oluyoruz sadece.

Bu yüzdendir ki, zihni aşmak gerek, çünkü zihin, tüm sınırlılığıyla, oluşu anlama çabası içinde ‘zaman’ denilen bölünmeye gereksinim duyuyor ve zamanı yaratıyor an içinde. ‘Zaman yaratma’nın diğer bir anlamı ise ‘gecikme’… Yaşadığımız bu işte… Bu ‘an’ın sunduklarını farketmiyecek derecede bir kurguya kapılmışız, gecikmeler içinde…

“Bu oluş, dediğiniz gibi, yağmur-toprak ilişkisi gibi olmalı, her ikisi de gerekeni yapmada... Yağmur ayırmaz, ayrımsız damlalarını verir, nice nice doğuşu hazırlar… Suyu alan hayat bulur. Toprak, üzerindekileri ayırmaz, kucak açar hayat sürenlerin hepsine. Veren kime vermiş, niye vermiş önemli değil, ayrımsız verir... Böylesine vermek, verebilmek, beklentisiz olmak...

Olanları vermek… Genelde cimrilik ön plana çıkar, eksilecek korkusu galip gelir… Maddi, manevi, her ne ise vermek EKSİLTMEZ...
Vermenin sonuçlarını daha da açmak gerek... önemli mesajar var.”
Bu boyutta yaşamla eşdeğer bir olgu nefes alıp vermek… Ve pek çok alanda en güzel örneklemeyi sunuyor bence. Gündelikte farkında bile değilizdir nefes alış verişimizin, alınan veriliyordur doğallıkla… Sonra, yeniden alış ve yeniden veriş… En uygun ritmde gerçekleşir ve yaşam verir bedene… Bir rahatsızlık söz konusu değilse, düşünmeyiz alınanı, verileni --saymayız, hesaplamayız, ölçüp biçmeyiz… Herşey olması gerektiği gibidir çünkü ve olanın doğasına hissedilen bir güven söz konusudur temelde. İşte hayata, ilişkilere katılım da bunca doğal olmalı… Yaşamın muhteşem düzenine inandığımız taktirde, gelen ve gidenin paniğine düşmeden paylaşırız niceliği, niteliği…
Çoğu kavram öylesine nasırlaşmış ki zihinlerde, duygusu bile hissedilmiyor bellenirken… , Çoğu kavram, uğruna nice kavgalar, savaşlar verilen… Öyle çok ki klişelerimiz… Bir örnek, “ben kendimi kullandırmam!” deriz. Kişiliğimiz adına öylesine önemli bir savdır ki bu!… “Öyleyse hiçbir işe yaramazsın!” demek geçer içimden… Aslında bize ait gördüğümüz herşey sadece bir araç, bütüne hizmet adına… Ve evet, bu yolda her araç, kullanılmak içindir. Ama buradaki ince çizgiyi de belirtmek gerek -- kullanalım, kullanılalım, ama, “hizmet” egolara olmasın… “Ben kendimi kimsenin, ben dahil, egosuna araç kılmam!” demek çok daha doğru bence…
Dileyelim ki tüm paylaşımlar, güzelliğin paylaşımı olsun…

Aynı bardaktan içmeyin, birbirinizin ekmeğini yemeyin, sevgi bağ olmasın... Harika mısralar... ama daha da açmak gerek...

Her yaşamın belli bir teması, belli bir işlevi söz konusu… Ruhsal yolculuğun en önemli aşamalarından biri, yaşananların sembolizmasında kişinin kendi özgün temasını farketmesi… Bu farkındalıkla birlikte, temayı daha da netleştiren deneyimleri kendine çekmeye başlar. Aynı temel mesajı içeren deneyimlerin yoğunluğu içinde, kendini dengelemek adına yaşanandan alması gereken “ders”leri alması, başka bir ifadeyle “karma”sını temizlemesi kolaylaşır.
Herkes kendi yaşam sahnesinin başrol oyuncusudur şüphesiz, çevresindekiler ise onun rolünü destekleyen yardımcı oyuncular. Amaç o ki, kişi diğer rollere kendini kaptırıp, kendi rolünü unutmasın!… İşte bilhassa, yakın ilişkilerde yaşanan en önemli hata bu… Karmaların içiçe girmesiyle, netleşmekten öte, daha da KARMAşıklaşan yaşam öyküleri…
Takıntılar, zaaflar, aşırılıklar,vs. kişilerin bu okuldan mezun olmak adına “halletmek” zorunda oldukları konuları işaret ederler aslında. Bu yol işaretleri doğru okunduğunda, yolculuğun yönü ve kulvarı netleşir yolcu için. Diyelim, bireyin halletmesi gereken “kendine güven” sorunu var --tüm düşünce, duygu kalıpları, davranışları bu güvensizlik nüvesinden kaynaklanır ve form bulur. Kişi bu temel zaafın tesiriyle, çoğunlukla da farkında olmadan, birini seçer ve ona yaslanır… Bu desteğin sahte güvencesinde, içsel çırpınışı dinlenir bir süre, kısa veya uzun. Aslında salt kendini değil, karmasını da yüklemiştir yanındakinin hayatına… İki taraf için de, yaşanırken sevimli, hatta muhteşem bile gelse bu birliktelik, bir gecikmedir, geciktirmedir ruhsal boyutta… Oysa en güzel birliktelik, kişinin kendisiyle olan randevusunu unutturmayan, hatta bu yönde hızını arttıran ve yolculuğunu kolaştıran bir paylaşım olmalı…
Evet, Cibran Usta’nın dediği gibi “cennetin rüzgarları” dolaşabilmeli kişiler arasında, nefes aldıran, besleyen, büyüten…

Y
ine bir hoşcakal an’ı...
DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
10 Ağustos 2006       Mesaj #110
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
Hiç olmadığın kadar yoktun hayatımda ve belki yaşadığım bir hayat bile yoktu...
Tutunamadım sevdana...
Yosun tutmuş dallar gibiydi kolların hep
Her dokunduğumda kayıyordum sevdandan
Ve ne acı ki, benden başka bana destek verecek kimse yoktu
Sen bile yoktun!...


Ben hep senin yokluğunda yaşadım sevdamı
Dalların kaygandı çünkü...
Hiç olmadığın kadar yoktun hayatımda ve belki yaşadığım bir hayat bile yoktu...
Hatırladığım tek şey senin yokluğun...
Hep kimsesizliğin...
Hep sessizliğin...


Sen hep çalmayan telefonlarımdın,
Duyulmayan aşk fısıltılarım,
Dünyayı suskunluğa bürümem bile yetmezdi sana
Sen hep kendine yeni bir dünya yaratırdın
Bense senin o yeni dünyanın kapısında kimsesiz bir çocuk gibi beklerdim
Güneş doğardı... Güneş batardı... Ama senin kapıların asla kımıldamazdı
Bense susardım... Yokluğunu sessizliğe kurban ederdim
Hıçkırıklarımı bile sustururum. Susar ve kapını açmanı beklerdim.
Sense beni her fark edişinde beni bilmediğim kimsesizliklere bürürdün.
Üzerime zorla giydirilmiş gibi hissettiğim kimlikler yüzünden kapının açılmasına bile sevinemezdim. Çünkü bilirdim, açılan her kapının ardında yine sensizliğin olurdu.
Aslında beni dünyana almak için açmazdın kapılarını
Açılan kapılarında sadece kendine yeni bir dünya yaratma telaşın olurdu


Bilmezdin sen... Bilemezdin...
Yarattığın dünyalarının kapılarında bekleyen o sessizlik olmasa, dört duvardan başka bir şeyin olmayacağını bilemezdin. Senin dünyalarının gizemi bendim.
Benim varlığımı kapının ardında bilmekti dünya...
Ve hep bu yüzden başka kapıları özlerdin. Hep yeni beklemeleri...
Yeni sessizlikleri... Bilirdin ki, kapının önü hep dolu olacak...
Bilirdin ki, sessizlik orada öylece dinginliği bozmadan bekleyecek...
Ama bende bilirdim ki;
HAYAT SONSUZ SESSİZLİK...

Benzer Konular

17 Haziran 2009 / _PaPiLLoN_ Taslak Konular
19 Haziran 2014 / By_Dark Cevaplanmış
16 Ağustos 2014 / Misafir5 Cevaplanmış
3 Şubat 2016 / Safi X-Sözlük
15 Eylül 2015 / Safi X-Sözlük