İnsanın yüreğini üşüten bir kış gecesiydi, ayaz jilet gibi kesiyordu değdiği bütün yüzleri. Yerdeki sonbahardan kalma yapraklar sanki bir yerlerden bekleniyormuşluk hissi veriyordu insana. Kimse beklemez beni bu soğuk kış gecesinde diye söylendiği sırada kaldığı yerin gece bekçisi geldi aklına birden bire. Sıcacık kulübesinde radyosunu açmış, adını bir türlü koyamadığı, hayallerini süsleyen o yeri düşünüyordur, çayı da çoktan demlemiştir diye düşündü; Ancak Rıza Dayı’nın sıcacık kulübesinde ısınmak istemiyordu bu kış gecesinde. Biraz üşümek biraz da kendini dinlemek istiyordu becerebilirse…
Bu kocaman şehirde insan sülüetlerinden ince bir çalımla sıyrılıp kendi kendine kalabileceği tek yer Rıza Dayı’nın mütevazı kulübesi değildi elbette. Bazen bu şehrin en yüksek yerine; Kale’ye çıkıp Kaleiçi Mahallesi’ nin dar sokaklarında dolaşıp yıkık bir sur dibinde şehri seyrederdi, şehrin bütün karmaşasına inat. İçine girdiğinde ruhunu har vurup harman savuran, hoyratça çiğneyen bu şehir, uzaktan seyrettiğinde bütün ihtişamını ayaklarının altına seriverirdi, Yüzündeki Neron misali tavır yok olurdu, edebe gelirdi ister istemez ya da sadece Ona öyle gelirdi. Şehir Neron’luğundan hiç bir şey kaybetmemiş, Onu hala har vurup harman savuruyor olabilirdi…
Tırmanmaya başladı kalenin bitmek bilmeyen, hafiften karlı basamaklarını. Her bir basamağı tırmandığında kendini arşa biraz daha yaklaşıyormuş gibi hissediyordu, bu öyle bir duyguydu ki Onun için yeryüzüne gelmiş bütün diller anlatmaya kifayetsiz kalırdı... Kah oturup kah ikişer üçer tırmanarak sonu getirdi uçurumdan bozma basamakların. Şimdilik bir – sıfır öndeydi hayata karşı savaşında, muzaffer bir komutan edası vardı yüzünde. Biraz solukladıktan sonra dolaşmaya başladı Kaleiçi Mahallesi’nin bağrı yanık sokaklarında. Şehrin zenginlerinin gelip oturduğu, kahvelerini içtiği albenili mekanlardan bir an önce sıyrılıp gerçek insanların yanına bazı ağzı kalabalık üç beşinin tabiriyle varoşların yanına gitmek istiyordu. Biraz yürüdükten sonra derinden bir türkü ilişti kulağına öyle son sistem mikrofonlardan duyulan içki sofralarına meze olanlarından değil, bacasından incecik duman tüten teneke çatıların içindeki insanların gönül telinden çıkan, sokakların içinde perde perde yükselen duyanın eğer varsa yüreğini sızlatacak bir türkü:
“ gesi bağlarında dolanıyorum
Yitirdim yarimi aman aranıyorum…”
Yolunu değiştirdi, sesin geldiği yere, surlara doğru yöneldi, etrafındaki sıvası düşmüş, dar pencereli, bacasından incecik bir duman süzülen, çatısını kar kaplamış evleri geçtikten sonra nihayet sesin sahibini gördü. Adamın önünde yağ tenekesinden yapılma derme çatma bir soba duruyordu, etrafında kimse yoktu adamın, yanına varıp rahatsız ederim korkusuyla öylece durdu birkaç metre arkasında. Önünde bir tenekenin içinde çıtır çıtır yanan birkaç odun parçasıyla onları besleyen kuru otlar vardı, her yerde kar varken kuru otlar dikkatini çekmedi değil, ses etmedi zaten bir şeyler söyleyebilecek durumda da değildi. Hem yorgun, hem üşümüş hem de türkünün ahengine kapılmıştı. Derken türkü bitti, “ durma öyle sokul ateşin yamacına üşüyeceksin” diye bir ses duyuldu, öyle dalmış ki sözün kendisine söylendiğini duymamıştı bile. “ Durma öyle sokul ateşin yamacına, üşüyeceksin!” daha sert bir şekilde duyduğu bu sözler karşısında irkildi. Bir ara bana mı diyor diye bakındıktan sonra etrafta kimsenin olmadığını anladı, tenekenin yanında duran iki taştan birine oturdu. Adam “ oranın sahibi daha gelmedi, sen şöyle otur” dedi. Yan tarafa geçti. Adam fazla yaşlı sayılmazdı. Otuz üç – otuz beş yaşlarındaydı. Yüzünde pek bakımlı olduğu söylenemeyeceği sakalları, onu olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Başında duman renginde bir bere, sırtında eski ama bir zamanlar baya pahalı olduğu belli olan kaşmirden bir pardösü vardı. Yüzü uslanmaz bir çocukla bilge bir adam karışımı, az rastlanır bir ifade barındırıyordu. Bir süre sessizlikten sonra adam “ anlat bakalım “ dedi. Ne anlatabilirdi ki yorgun, uykusuz ve biraz da kırgındı, kırgındı ama kime niçin kırgın olduğunu bilemiyordu. “ Anlatabilmek için yaşamak gerekir, gerisi aynanın gözü yanıltmasıdır,ayna olmaktansa dinlemeyi yeğlerim” dedi. Derken bir yıldız kaydı gökyüzünden, adam tutmak istermişçesine ellerini açtı semaya doğru. Yıldız kaybolana kadar elleri öylece havada kaldı.Yıldız ortadan kaybolunca ellerini birleştirdi, kayan yıldız sanki avuçlarındaymışçasına ellerini sıktı. Sonra göğsünde birleştirdi yorgun ellerini. Bir süre öylece kaldı ve tekrar ceplerine gitti elleri. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü, niye hüzünlendiğini merak ediyordu ama sorup bu garibanı da üzmek istemiyordu. Kayan yıldızı avuçlarına alıyormuş gibi duruşu düşündürüyordu sadece. Henüz adını bilmediği bu adam cebinden mavi bir fular çıkardı ve gözlerini sildi. İri olmasın karşın bir çocuk eli gibi görünen ellerinin arasında tuttuğu mavi fular dikkatini çekti. Bir bayana ait olduğunu düşündü. Gözlerini sildikten sonra döndü. Tenekenin ötesinde demlediği çaydan birer bardak doldurduğu sırada adam adını sordu delikanlıya. Adını söylerken çekingen davranmıştır, layık olamam korkusuyla yine bu hal üzereyken. Bir arkadaşımın en sevdiği dörtlüğü geldi aklına ve o dörtlüğü okudu bu yeni arkadaşına.
“ Can tene düşünce hayat buluyor,
Hayat bedene düşünce sevgi arıyor,
Bana ismimi sorma,
İsim toprağa düşünce mezar oluyor…”
Biraz durduktan sonra “ hepimiz bir gün ya toprağa düşeceğiz ya da mezar olacağız, adını söyle de mahşerde buluşması kolay olsun” dedi.Arkadaşının bu sözlerinden oldukça etkilendi ve adını söylerkenki o çekingenliği üzerinden çekip atmış gibiydi ama adım Mustafa diyebildi sadece. Tenekenin yanındaki bardakları doldurdu, bardaktan süzülen buhar bile içini sıtmaya yetmişti, şekerini atıp karıştırdıktan sonra bir yudum aldı çaydan itiraf etmeliydi ki Rıza Dayı’nın çayından çok daha güzeldi. İçine karanfil mi koydun diye sordu, gülümsedi “ bizim mayamız aşktandır, mayası aşk olanın gıdası da aşktır” dedi. Sözü hazmetmeye çalışırken bir yandan da “aşk bu kadar güzel olabilir mi? aşk anca yüreği acıtır” diye devam etti. “ Mevlana’ ya sormuşlar aşk nedir diye; ben olda bil! Demiş, bu garip Ayaz’a soracak olursan; görene, bilene köre ne? derim” dedi. Adın Ayaz demek, iyi mahşerde bulmak kolay olur dedim. Tekrar gülümsedi. Aramızda bu konuşmalar geçerken hala yıldız kaydığında neden öyle garip davrandığını ve yanında duran boş taşın sahibini merak ediyordum. Yanımdaki taşın sahibi gelmeyecek galiba diye sordu. “ Geldi görmedin mi” diye cevapladı. Ya Allah dost, toprak post edasında bir dervişle ya da su katılmamış bir deliyle konuşuyorum dedi kendi kendine yalnız halinden şikayetçi olduğu söylenemezdi. Çayından bir yudum aldı, yanımdaki taşa göz ucuyla baktı ve “ Seneca’ nın bir sözü vardır der ki; sadece sıradan acılar dile gelebilir, derin acılar dilsizdir ” dedi. “ Bana adımı söyleten sen benden acını gizliyorsun, dile getir de paylaşalım acı dile getirmekle çoğalmaz, sevgidir paylaştıkça çoğalan ” dedim. Biraz daha durdu çaylarımızı tazelerken sözlerine başladı.
“ Bundan tam dört sene evvel yine böyle gökyüzü bir çocuğun gözlerinden ödünç alınmışçasına masum, ay ondördü gibi parlaktı. Yeni bir yıla girmemize sadece altı gece kalmıştı. Evet tam dört yıl önce bu gün birkaç dakika öncesine kadar yüreğim kanatlanıp uçacakmış gibi çarpıyordu.” Niye diye sormadım konuşmasını dinlemek daha zevkliydi. “ Vuslata altı saat vardı, sanki terminalde vakit daha çabuk geçecekmiş gibi terminale gitmiştim. Sevdiğim, kır çiçeğim, bir tanemin yolunu bekliyordum. O sıralar ikimizde öğrenciydik. Sen yaşlardaydık anlayacağın. Analarımız yine böyle bir gecede aynı mahallede peş peşe dünyaya getirmişler bizi, çocukluğumuz beraber geçti, ben burada O ise İzmir’de öğrenciydi. Bakma bu mahallenin böyle döküntü durduğuna çok okumuş adam çıktı bu bu ker***lerin içinden. Bu ayrılış ilk ayrılışımızdı ve de dayanılmaz derecede uzun bir ayrılıştı. Aslında gitmeyi hiç istememişti ya… Ben ısrar etmiştim yüreğime taş basıp. Gideceği gün ona son sarılışımda beni unutma demişti, çok kızmıştım o nasıl söz öyle diye. Gelip de bulmamak, gidip de …. Demişti. Bu söze çok içerlemiştim ama son sarılışımızdır diye fazla üstüne düşmemiştim. Neyse terminalde beklerden az önceki gibi bir yıldız kaydı, bir an önce kavuşmamız için dilek tuttum, saate baktım bir tanemin gelmesine daha altı saat vardı, güldüm kendi kendime biraz sonra da bir ses duyuldu İzmir’ den Ankara’ya gelmekte olan …. Turizm’in, …. Sefer nolu otobüsü kaza yapmıştır, maalesef kurtulan olmamıştır. … Turizm’in … sefer nolu otobüsünde yakınlarını kaybedenlere sabır diliyoruz. Bir anda donmuş kalmıştım. Nasıl olur, olamaz, bir yanlışlık var diye haykırıyordum kimse duymuyordu bile, altı saat sonra gelecek hiç gitmemiş gibi kendisi gelecekti mahalleye ama onu karşıladığımda şaşırtacaktım, sarılacaktık, o giderken ektiğim çiçeği verecektim. Ne de kolay söyleyivermişlerdi gözbebeğin gelemeyecek diye…. Ellerimle büyüttüm şu çiçek ( surların dibinde ki çiçeği göstererek ) şahittir yakarışlarıma ama veren nasıl verdiyse öyle aldı işte. Bana kala kala bir cebimdeki mavi fular bir şu göz yaşı çiçeği ( böyle bir çiçek var mıydı ya da çiçeğe isim mi takmıştı anlayamadı ) bir de her yıl başına altı gece kala, vuslata altı saat kala kayan yıldız kaldı. Her senenin bu zamanında o yıldızın kaymasını bekleyerek o yıldız kayana kadar çayı hazırlarım, yerini yaparım ve kaymasını beklerim. O yıldız kaydığında onu avuçlarıma alırım, kalbimde tekrar ısıtırım ve yanıma oturturum. Sabah olur, gün ışır, ilk horoz sesiyle gider bir tanemin hayali. Ben her sene onunla burada tekrar sarılabilmek için yaşarım.” Şu anda yanında oturuyor mu? diye sordum. Yaşlanan gözlerini sildi ve “ aşk gözün görebildiği kadar olsaydı, yaş olur akardı karanlığa, iş odur ki aşkı yürekte tutabilmektir” dedi. Çayımdan son yudumumu aldım, bardağımı tenekenin kenarına bırakacakken bir de baktı ki arkadaşının çayı bitmiş,oysa ki çayından bir yudum bile almamıştı, bundan emindi. Ve o sıra anladı ki Ayaz’ın göz bebeği yanında oturuyordu. Vuslatlarını bölmemek için alelacele müsaade istedi ve ayrıldı. Birkaç hafta sonra tekrar yanına gittiğinde artık orda yoktu. Mahalleliye sorduğunda en son Mustafa ile gördüklerini Mustafa ile beraber gittiğini sandıklarını söylediler. Mustafa, Ayaz’ ı surların dibinde bırakıp gelmişti oysa, tekrar oturdukları yere gitti, çiçeğin durduğu yerde ufacık bir not vardı. Notta şunlar yazılıydı:
Mustafa’ ya:
Mustafa aşk insanın içini acıtmaz, eğer birisini sevdiğin için acıyorsa yüreğin bir köşesi, hissettiklerin aşk değildir. Sana aşkın tarifini edecek değilim ama lütfen görenlerden ve bilenlerden ol, Körlerden olma. Son olarak beni arama, istesen de bulamazsın ancak önümüzdeki sene aynı ortamı kurmaya gerek kalmadığını söylesem gittiğim yerden ne denli memnun olduğumu anlatmış olursum herhalde.
Canım kardeşim unutma: aşk gözün görebildiği kadar değil, gönül sınırlarını zorlayabilecek kadar sevebilmektir, hatta var içinde yok olabilmekti çoğu zaman...
Sevgilerimle
Ayaz…