Merhaba...
Yazacak, sana anlatacak o kadar çok şeyim olduğu halde saatlerdir ekrana bakıyorum. Radyoda bir semah var. Sabahat Akkiraz söylüyor.
Turgenyev’in söylediği ne kadar da doğru... Acaba ben pencereden mi baktım, sağanağına mı yakalandım?
Peki ya sen...
Biliyorum, sağanağına yakalandım diyeceksin... Aşıksın ya...
Ve daha önemlisi gençsin...
Ama ben de aşığım. Kaldı ki bu ilk kez de olmuyor.
Önemli olan bu mu bilmiyorum. Yani yaşam sadece aşık olmaktan mı ibaret Belki, olabilir, kimbilir...
Seni neden bu kadar çok seviyorum. Ve sen neden başkasına aşıksın?
Bu sorunun yanıtı yok.
Hiçbir zaman da olmayacak sanırım.
Ve sen orada kalacaksın. Bundan eminim. Gelmemek için o kadar çok bahane buldun ki...
Bahane de değil aslında.
Gelmeyeceksin, çünkü aşıksın.
Ben olsam ne yapardım? Belki senin yaptığını... Ama emin değilim doğrusu.
Zor bir durum. Sana demiştim ya
“bir yanım seviyorsan gitme tehdidin de,
seviyorsan kal diyemiyor dilsiz yüreğim...”
Diyemiyorum işte, ne yapayım. Bunu demeyi çok isterdim. Yani seviyorsan kal diyebilmeyi. Bu ne kadar doğru olurdu. Böyle bir şey söylemeye cesaretim olur muydu?
Gençlik denen yaz yağmurunun sağanağına keşke hiç yakalanmasaydık ...
Çünkü çoğunlukla mutsuz oluyoruz.
Bazen keşke camdan seyretmekle yetinseydik dedirtiyor insana... Camdan seyretseydim de bu kadar acı çekmeseydim. Bir sürü şey var işte.
Yaşam o kadar garip ki...
Çelişkiler ve mutluluklar yumağı. Senin mutluluğun benim acı çekmem ya da tersi... Ama aynı anda ikimiz de mutlu olamıyoruz işte. O zaman bir başkası mutsuz oluyor.
Neden ama, neden böyle?
Bir gece yatağa girdiğinde, bir daha hiç kalkamayacağını düşündün mü?
Yaşam bu kadar kısa işte.
Ne yapmalı o zaman. Neyi yapmak istiyorsan onu...
Geceler...
Yine karanlık, ıslak ve neon ışıklarıyla keskin gölgelerle parçalanmış...
Arka sokaklar yaşamın yoksullaşan yüzü, kahramanlar, sıradışılar, sıradan insanlar... Ve bu arka sokaklarda, dışardan bakıldığında cazibeli, içeri girmek için can atılan mekanlar. Bu mekanlardan herhangi birinde her akşam aynı tanıdık yüzler, hiç değişmeden anlatılan bildik hikayeler...
Şehir ve gece...
Kornalar, egzost, asfalta yapışmış kedi ölüsü, çöp kamyonu, çıldırtıcı ambülans sireni, arka sokaklarda patlamış kanalizasyondan akan pis sular, birbirini tanımayan insanların doldurduğu caddeler...
Anzavur’un önünde çalan “Yalnızlık Kemanı”...
Sanal aşklarımız...
Bir rüyadaydım dün gece
Umudumun iplerini ben mi koparmışım
Benim mi bu okunaksız yazılar
Senin mi?
Balıklama daldığım yaz yağmuru
Bir yanım eski bir haziran başı
Bir yanım kurumaya yüz tutmuş papatya
Kaç,
Kaç git uzaklara...
Yaşam bir rüya mı, ya da rüyalarımız mı gerçek olan...
Yaz yavaş yavaş bitiyor.
Bugün İstanbul rüzgarlı ve serindi...
Orası hala sıcak mı?
Televizyonda hava durumu sunucusu Pazartesi’nden itibaren serin ve yağışlı bir havanın etkili olacağını söylüyor. Başımı çevirip gökyüzüne bakıyorum. Bir tek bulut bile yok... Keşke her şey gökyüzüne bakar gibi kolay olsaydı. Keşke yaşamımızdaki her şey az bulutlu ve güneşli olsaydı... Ne yazık ki değil işte... Yaz, güze dönüyor...
Ama bu neyi değiştirir ki...Yalnızca kendimi biraz daha yaşlanmış hissediyorum. Gelecek mi aşk bana, gelmeyecek mi? Nasıl bir aşk, büyük mü, ufacık mı? Gerçek mi, yalancı mı? Sorularına cevap arayarak koca bir mevsimi, uzun, upuzun bir yaşamı geçirebilir miyiz?
Belki böylesi daha iyiydi...
Yaşamı anlamsızlaştırmak ya da kendimizi inandırmak.
Böylece ha gri –siyah gökyüzüne bakmışız doya doya ha sevgilinin gözlerine, ne farkeder...
Değil mi sevgili arkadaşım...
Yanılmak her şeyi yeni baştan görmek demek mi?
En son ne zaman yanılmışım?
Ya sen, sen ne zaman yanıldın en son...
Çok olmadı sanırım. Bu kadar çok yanılıyorsam kusuru kendimde mi aramalıyım? Eğer bu yanılgıları kusur olarak kabul edersem dönüp kendime mi bakmalıyım?
Güven, önyargı ve yanılgı...
Sonra her şey silbaştan. Yeniden başladığım noktadayım. Kırk yaşını aşmış bir adamın hayatını oluşturan insanları, anıları, benliği oluşturan ayrıntıları... Bir noktadan sonra bütün bunlar o adamın hikayesi olmaktan çıkar. Hepimizin yaşam deneyimleriyle benzerlik taşıyan, hayatın anlamı üzerine düşünen şiirsel bir film haline gelir...
Artık bu filmde kişisel olmayan anılar, belgeler, görüntüler vardır. Sonra sende yanıldığını, ve her şeyi silbaştan görür gibi olduğunu hissedersin.
Ah be sevgili!
Elimizden neyi aldılar da biz kendimizi yeni ve canlı tutmaktan vazgeçtik.
Yaşamın normal , güzel ya da hayal edilebilir olduğunu bildiğimiz halde neden kendimize hüzün kentleri imal ettik...
Bizi ne kurtaracak?
Günlük yaşamın günlere ve saatlere bölünüşü,
Çalışma ve kendi başına bırakılışımız, özel ve ayrılmış zamanlarımızın olması veya olmaması mı?
İnsana ait var olma üslubunun ve kendini yeniden üretebilmenin, bu bölünmüşlüğün içinde mutlak bir yabancılaşmaya ve ortak deneyime dönüşmesidir bu az önce sözünü ettiğimiz film...
Hafta ortasında çalışıp, hafta sonlarında dinlenir ve hala yeteneğimiz kaldıysa fantezi kurabilir, öyküler yaratabiliriz... Yaşamı, kendini ve toplumu yeniden üretmek birbirinden ayrı düzenlenmiş, uzmanlık isteyen eylemlere dönüşmüştür çünkü...
Ah Pazar günleri...
Bir hiç olmanın ve bunu hatırlamanın günleri...
Bir Pazar kalkar, bir hiç olduğumuzu hatırlayarak kendimize gelir ve yeniden yaşamı, kendini, toplumu üretebilecek bir varlık olarak yeniden bulabilmek için arta kalan zamanı kullanabiliriz.
İnsanların kendi dünyalarını yeniden kurma ve üretebilme ihtiyacıyla herkesin kendi öyküsünü yaratabileceği, herkesin bir senaryosunun ve yönetecek bir filminin olabileceği bir gerçek... Bu gerçek bizi filmin tam da ortasına çeker. Sadece onu hissetmek yeter. Kırkını aşmış bir adam düşlerinden yararlanarak bir film çekmek istiyorsa ve senin de o film içinde olmanı istiyorsa hiç düşünme...
İçindeki yaratıcı insanı yok etmek isteyenlere acı bir manifestodur bu film...
Zaman zaman yanıldığımızı düşünsek de işte bu yanılgılardır bizi her zaman en başa götüren. Başlangıç noktasına her döndüğümüzde daha duyarlı, daha üretken olduğunu unutma ...
Geçen sürede ne çok yanıldığımı gördüm yeniden.
Başlangıç noktasına her dönüşümde daha üretken, daha duyarlı olduğumu anlıyorum. Gerçekten...
Şimdi sen,
Değer verdiğim ne varsa en başında geliyorsun. Yanılıyor muyum?
Hayır...
Aynaya baktığımda yorgun, sakallı yüzümü gördüğümde soruyorum kendime.
“Bir kez daha yanılmaya hazır mısın” diye...
Ben kimim, ne yapıyorum.
Bugün neler konuştum, neler düşündüm...
Uyuyup uyandığımda neler hatırlayacağım dünden.
Yaptıklarımla konuştuklarım örtüşüyor mu ...
Yanılmak her seferinde en başa dönmek miydi sahiden?
Bu kez yanılmak istemiyorum. Yeniden başa dönmek istemiyorum.
Sonunda yine bir başıma kalacağımı biliyorum. Ama en azından yanıldığımı hemen görmek istemiyorum.
Sensizlik ne kadar zor. Bunu sen bilemezsin.
Acı çekiyorum evet. Hele şimdi, bu mektubu yazarken.
Sen burada olmazsan acı çekmeyeceğimi mi sanıyorsun.
Her an yanında olma isteği olacak. Geldiğimde seni ne kadar görebileceğim, ya da görebilecek miyim?
Gelmeyişin ikimiz için de yenilgi. Bunu kabul et. Ve ben yenilgiyi sindiremiyorum artık.
Biliyor musun?
Her yakınlığa aşk dediklerinde boynu bükülmüştü aşkın...
Benimki yalnızca yakınlık mıydı sence?
Geldim, geldin, gittin ve sevdim seni. Ne var?
Her öpüşe aşk dediklerinde ölmüştü aşk...
Ben seni hiç öpmedim ki...
Uykuydu zaman.
Dokunamamanın cehennemi.
Bir şey daha;
Uykusuzluk özlemi
Sevişirken ve bir çocuğa kızarken ve kucaklarken bir çocuğu farklıydı onlar.
Ne oldu, değişen ne?
Uykularını bölecek bir patlama gerekli
Hemen şimdi... Acele...
Papatyanın hangi yaprağında geldin
Yaseminin hangi yaprağında gittin hatırlamıyorum bile.
Uykuda düş
Uykusuzlukta şiir olmayanlar aşk olamazlar ki...Şimdi nasılda yalnızım.
Saat gece yarısını geçeli çok oldu.
Radyo hala açık
Ama ne çalıyor duymuyorum. Kulağım ve gözüm telefonda.
Aradım seni telefonun ulaşılamazdı.
“Günler gitgide kısalıyor. Yağmurlar başlamak üzre. Kapım ardına kadar açık bekledi seni. Niye böyle geç kaldın ?”
Bu dize Nazım Hikmet’e ait.
Ve devam ediyor Nazım Hikmet.
“....Ben galiba şahsi hayatımda, anlıyor musun, sırf şahsıma ait ve hiç kimseyi ilgilendirmemesi gereken hayatımda bir dönüm noktasındayım”
Hepimizin yaşamında dönüm noktaları olmuştur.
Ve yaşamımızın bu dönüm noktalarını tıpkı Nazım gibi, yalnızca sevdiklerimizle ve yanımızda hissettiklerimizle paylaşırız.
Bazen de kimseyle paylaşmak istemeyiz. İşte o zaman belki de en üretken günlerimizin başındayızdır.
Sonbahar gibi...
Ve şimdi mevsim sonbahar. Ama ben hiç de üretken değilim. Elim kolum bağlandı sanki. Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Belgesel de çekmek istemiyorum.
Ama bu geçici bir durum diyeceksin. Belki öyledir.
Senden beni sevmeni isteyemem.
(Bu dünyanın sonu gibi bir şey olurdu herhalde. Ama burada olmanı isteyebilirim.)
Bir gün seninle, Çamlıca Millet Parkı’nda oturup düşen yaprakları izliyorduk konuşmadan, hatırladın mı?
Hiç de olağanüstülüğü yoktu. Sıradan bir beklemeydi işte. Senin miden bulanmıştı. Başın da ağrıyordu.
Hava çok güzeldi. Park çok yeşil, çok sessizdi.
Eylüldü... Yapraklar önümüze düşüyordu.
Yer yabani kestane doluydu. Topladım...
Sonra yine gittim o parka. Yine topladım ve eve götürdüm. Masanın üzerinde duruyorlar. Geldiğinde belki bir şeyler yaparsın diye düşündüm.
Aşk nedir, bilmiyorum değil... Onu nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum...
Ama artık tanımlayabilirim.
Bu kadar zamandan sonra... Gülme ama. Biliyorum gülüyorsun şimdi.
Aşk; bir türlü fotoğraflayamadığım senin gülüşün işte.
Evet aşk budur.
Belki sence aşk’da o çok sevdiğin adamın gülüşüdür.
Daha çok yazmak istiyorum. Ama vakit geç oldu.
Yarın bir dolu işim var.
Bana acı çektirmek istemediğini söylemiştin.
Artık nerede olursan ol ben acı çekeceğim. Ve biliyorum ki sen de çekeceksin.
Yüreğim kanıyor, ciğerim yanıyor
olmasaydı sonumuz böyle..
O zaman neden ayrı kentlerde acı çekelim ki
Ve neden be kent İstanbul olmasın ki...
Eğer acı çekmek özgürlükse
İşte ikimizde özgürüz
Acı çekmek aşk demekse ikimizde aşık’ız
Farklı insanlara olsak da... Ne çıkar bundan.
Senin burada olman gerekiyor.
Yanımda olman gerekiyor.
Ben senin yanında olamasam da...
Senin için her şeyi yapacağımı biliyorsun.
Beni senden mahrum etme n’olur
Neden seni bu kadar çok seviyorum ki...
Bunu hiç düşündün mü ?
Ne var sende?
Yalnızca fotoğraflayamadığım gülüşün mü?
Eğer sen olmayacaksan ben neden olayım ki ?
Neden ama neden söyler misin bana,
Seni her şeyden ve herkesten çok seviyorken birbirimize acı çektiriyoruz.
Neden benin acılarımı sen, seninkileri de ben dindiremiyoruz.
Buna ne engel ki... Bunu neden anlamıyorum.
Bana çok kızıyorsun biliyorum. Bu mektuptan sonra benimle bir daha konuşmak bile istemeyeceksin belki. Bağışla n’olur.
Ben seni seviyorum diye sen de beni sevecek değilsin elbette.
İçim acıyor...
Keşke oraya hiç gelmeseydim demeyeceğim hiçbir zaman. Bunu benden bekleme. İyi ki geldim ve iyi ki seni tanıdım. Bunun için kendimi mutlu sayabilirim.
En azından seni sevdiğimi söyledim. Ya bunu da beceremeseydim...
İşte o zaman kahrolurdum.
Seni üzmek için yazmadım. Seni etkilemek için de değildi bilesin. Hoş zaten sen de yazdıklarımdan etkilenecek değilsin.
Yazmam gerekiyordu sadece..
Uyumak istemiyorum. Sen şimdi ne yapıyorsun bilmiyorum.
Sabah olmasını istiyorum bir an önce. Sesini yeniden duyabilmek için.
Dayanmalıyım... direnmeliyim...
Ben burada acıdan geberirken sana mutluluk dilemek erdem midir yoksa başka bir şey midir bilemem.
En iyisi bir süre bu şehirden, bu ülkeden gitmek olacak. Seni unutmak mümkün değil ama ne kadar uzak olursam o kadar iyi.
Ama şunu unutma. Bir gün ikimizin bu kısa öyküsü bir film olarak karşına çıkarsa şaşırma.
Yalnızca;
Dur,
Düşün,
Ve ağla...
Ve beni hatırla olmaz mı ?
De ki; “ bu adam beni gerçekten de çok sevmişti”
Onu anlamıştım ama yapacak bir şeyim de yoktu de...
Mutlu olmak varken bu dünyada,
Kendimize hüzün kentleri imal ettik ya ona yanarım.
Eğer her şeye rağmen bir daha görüşemeyeceksek, ve sesini duyamayacaksam eğer, gözlerindeki ışıltı hiç sönmesin. Ve o gülüşünün fotoğrafını kimse çekmesin.
Çünkü o bana ait.
Onu bari bana sakla olmaz mı?
Kendine iyi davran.
Ve Sevgiyle kal her zaman...