Ziyaretçi
GEL
Aşkımız sembolleşsin iğde çiçeklerinde
Olgunlaşan meyveler dalları eğerken gel
Duru bir yaz sabahı Toros eteklerinde
Akdeniz dalga dalga kıyıyı döğerken gel.
Seher yeli çamları, çavdarları tararken
Dağlar göller üstüne sisten perde örerken
İlkbaharın ilk gülü kılıfını yararken
Sonbaharda son yağmur yollara yağarken gel.
Suların sessiz akıp, kuşların ötme vakti
Yollar daha bitmeden düşlerin bitme vakti
Semada yıldızların uykuya yatma vakti
İster ay batarken gel, ister gün doğarken gel.
ABDURRAHIM KARAKOC
Sen Varsın
Gönül tezgahında şiir dokudum
İplik iplik nakışında sen varsın
Aşk yolunun kanunu okudum
Madde madde yokuşunda sen varsın
Fikir vadisinden bir ırmak geçer
Eğilir serviler suyundan içer
Bağrında ay doğar zambaklar açar
Sessiz sessiz akışında sen varsın
Öz suyusun hayat denen şişenin
Nedenisin keder ile neşenin
Sevda cephesinde şehit düşenin
Donuk donuk bakışında sen varsın
Hep senin renginde görünür bahar
Yaprakta yeşilin gülde kokun var
Yama yama kalbimdeki yaralar
Sıra sıra dikişinde sen varsın
Gidip de yorulma çok uzaklara
Sen-seni gel benim içimde ara...
Umut güneşimin mor bulutlara
Girip girip çıkışında sen varsın
Abdurrahim Karakoç
HANGI AYRILIK
Hangi gün karar verdin,
Küt diye çekip gitmeye?
Hangi lafım dokundu sana,
Böyle inceden inceye?
Hangi otobüs söyle,
Hangi uçak, hangi tren;
Seni benden götüren,
Beni bir kuş gibi öttüren?
Hangi kırılası eller dolanır şimdi,
Kırılası belinde?
Hangi rüzgar şarkı söyler,
O ay tanrıçası teninde?
Hangi çirkin gerçek uğruna,
Tükettin güzel ütopyamızı?
Hangi boşboğazlara deşifre ettin,
En mahrem sırlarımızı?
Hangi cama kafa atsam;
Hangi kapıyı omuzlayıp kırsam?
Hangi meyhanede dellenip,
Hangi masaları dağıtsam?
Ben de bu sersem başımı,
Karakolun duvarına vursam!
Kendimi caddeye atıp,
Arabaların altına savursam!.
Hangi tercih beni,
En hızlı şekilde öldürür?
Hangi şekil öldürmez de
Ömür boyu süründürür?
Kayıp ilanı mı versem,
Şehir şehir dolanmak yerine?
Ödül mü koysam, ölü veya diri,
Seni bulup getirene?
Hangi ayrılık var ki,
Böyle diş ağrısı gibi, durmadan zonklasın?
Hangi cam kesiği var ki
Böyle musluk gibi, içime damlasın?
Hiç sanmam, hasta kalbim,
Bunu bir süre daha kaldıramaz..
Feriştah olsa, böyle
Eli-kolu bağlı, bekleyip duramaz!..
Hangi mübarek dua,
Hangi evliya tesir eder, seni döndürmeye?
Hangi aptal mazeret ikna eder,
Ateşimi söndürmeye?
Olur mu be, olur mu?
Bu da benim gibi adama yapılır mı?
Aşk dediğin mendil mi;
Buruşturup bir kenara atılır mı?
Vefa bu kadar basit mi?
Alınır mı, satılır mı?
Hangi hırsız çaldı
Seni yırtık cebimden?
Hangi pense kopardı,
Bizi birbirimizden?
Hangi uğursuz hamal taşıdı valizini?
Hangi çöpçü süpürdü,
Yerden bütün izini?
Hangi yaldızlı otel,
Çarşaf serip barındırdı?
Hangi süslü manzara,
Seni kolayca kandırdı?
Hangi şarlatan imaj,
Böyle çabuk ilgini çekti?
Hangi pembe vaatler,
O saf kalbini cezbetti?
Dağ gibi adamı eze-eze,
Hangi anası tipli parlak çömeze
Hangi alemlerde kahkahanı ettin meze?
Hangi yamyamlara yedirdin,
O masum rüyamızı?
Hangi mahluklar çiğnedi,
El değmemiş sevdamızı?
Hangi bıçak keser şimdi,
Benim biriken hıncımı?
Hangi mermi dağıtır,
İnsanlara olan inancımı?
Hangi bekçi,
Hangi polis artık zapteder beni?
Ve hangi su bağışlatır,
Hangi musalla temizler seni?
Hangi sevgili var ki
Senin kadar duyarsız ve kalpsiz?
Ve hangi sevgili var ki
Benim kadar çaresiz?
Hangi ayrılık var ki
Böyle kanasın ve böyle acısın?
Ve hangi taşyürek var ki
Benim kadar ağlasın?
Yusuf Hayaloğlu
Yaşayabilme İhtimali
soğuk ve şehirlerarası
otobüslerde vazgeçtim
çocuk olmaktan
ve beslenme çantamda
otlu peynir kokusuydu babam...
Ben seninle bir gün Veyselkarani`de haşlama yeme ihtimalini sevdim.
İlkokulun silgi kokan, tebeşir lekeli yıllarında
(ankara`da karbonmonoksit sonbaharlar yaşanırdı o zaman)
özlemeye başladım herkesi...
Ve bu hasret öyle uzun sürdü ki,
adam gibi hasretleri özlemeye başladım sonra...
Bizim Kemalettin Tuğcu`larımız vardı...
Bir de camların buğusuna yazı yazma imkanı...
Yumurta kokan arkadaşlarla paylaşılan
kahverengi sıralarda, solculuk oynamaya başladık...
Ben doktor oluyordum sen hemşire, geri kalanlar kontrgerilla...
Kırmızı boyalarla umut ikliminde harfler yazılıyordu, pütürlü duvarlara
ve Türk Dil Kurumu`na inat bir Türkçeyle...
Ağbilerimizden öğrendik, Ş harfinden orak çekiç figürleri türetmeyi...
Ankara`ya usul usul karbonmonoksit yağıyordu.
Ve kapalı mekanlarda sevişmeyi öneriyordu haber bültenleri
Oysa Ankara`da hiç sevişmedim ben.
Disiplin kurulunda tartışılan aşkım olmadı benim...
(Sınıfça gidilen pikniklerde kıçımıza batan platonik dikenleri saymazsak...)
Ankara`ya usul usul kurşun yağıyordu...
Ve belli bir saatten sonra sokağa çıkmamayı öneriyordu haber bültenleri...
Oysa hiç kurşun yaram olmadı benim...
Ve hiçbir mahkeme tutanağına geçmedi adım...
çatışmaların ortasında sevimli bir çocuk yüzüydüm sadece...
sana şiirler biriktiriyordum fen bilgisi defterimde
ama sen yoktun...
Ben, senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum, suni tenefüs saatlerinde...
Okul servisi seni hep zamansız, amansızca bir lojman griliğine götürüyordu...
Ben, senin benimle Tunalı Hilmi Caddesi'ne gelebilme ihtimalini seviyordum...
Ben, senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum.
yaz sıcağı toprağa çekiyordu tenimin çatlamaya hazır gevrekliğini...
Sonra otobüs oluyordum,
kırık yarık yoların çare bilmez sürgünü...
Ne yana baksam dağ ve deniz sanıyordum Muş ovasının yalancı maviliğini...
Otobüs oluyordum bir süre...
Yanımızdan geçen kara trenlerle yarışıyordum,
yanağım otobüs camının garantisinde...
Otobüs oluyordum...
Bir ülkeden bir iç ülkeye...
Çocukluğuma yaklaştıkça büyüyordum...
Zap suyunun sesini başına koyuyordum şarkılarımın listesinin...
Korkuyordum...
Sonra iniyordum otobüsten...
Çarşıdan bizim eve giden,
ömrümün en uzun,
ömrümün en kısa,
ömrümün en çocuk,
ömrümün en ihtiyar yolunu koşuyordum...
Çünkü sonunda annem oluyordum
babam kokuyordum sonunda...
Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim, çocuk olmaktan...
Ve beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu babam...
Ben seninle bir gün Van`daki bir kahvaltı salonunda...
Ben seninle (sadece bilmek zorunda kalanların bildiği) bir yol üstü lokantasında...
Ben seninle, Ağrı dağına mistik ve demli bir çay kıvamında bakan Doğubeyazıt`ın herhangi bir toprak damında...
Ben seninle herhangi bir insan elinin terli coğrafyasında olma ihtimalini sevdim...
Ben senin,
beni sevebilme ihtimalini sevdim!
Yılmaz Erdoğan
Aşk Bitti
Bir aşk nasıl biterse öyle bitti bu aşk da
Uzun bir hastalık gibi
Aralıksız dinlediğim alaturka bir fasıl gibi
Gökyüzüne bakmayı, dostlara mektup yazmayı
Çiçekleri sulamayı unutmuşluğum gibi
Bitti.
Bir aşk nasıl biterse öyle bitti bu aşk da
Yürümeyi yeniden öğrenen felçli bir çocuk gibi
Sokağa çıkmalıyım şimdi ve çoktandır
İhmal ettiğim dostlara yeni bir adres bırakmalıyım
Pencereleri açmalı, kitapları düzenlemeliyim
Belki bir yağmur yağar akşama doğru
Yarıda bıraktığım şiirleri tamamlarım
Aşk da bitti diyordu ya bir şair
Aşk bitti işte tam da öyle
AHMET TELLI
Sponsorlu Bağlantılar
Olgunlaşan meyveler dalları eğerken gel
Duru bir yaz sabahı Toros eteklerinde
Akdeniz dalga dalga kıyıyı döğerken gel.
Seher yeli çamları, çavdarları tararken
Dağlar göller üstüne sisten perde örerken
İlkbaharın ilk gülü kılıfını yararken
Sonbaharda son yağmur yollara yağarken gel.
Suların sessiz akıp, kuşların ötme vakti
Yollar daha bitmeden düşlerin bitme vakti
Semada yıldızların uykuya yatma vakti
İster ay batarken gel, ister gün doğarken gel.
ABDURRAHIM KARAKOC
Sen Varsın
Gönül tezgahında şiir dokudum
İplik iplik nakışında sen varsın
Aşk yolunun kanunu okudum
Madde madde yokuşunda sen varsın
Fikir vadisinden bir ırmak geçer
Eğilir serviler suyundan içer
Bağrında ay doğar zambaklar açar
Sessiz sessiz akışında sen varsın
Öz suyusun hayat denen şişenin
Nedenisin keder ile neşenin
Sevda cephesinde şehit düşenin
Donuk donuk bakışında sen varsın
Hep senin renginde görünür bahar
Yaprakta yeşilin gülde kokun var
Yama yama kalbimdeki yaralar
Sıra sıra dikişinde sen varsın
Gidip de yorulma çok uzaklara
Sen-seni gel benim içimde ara...
Umut güneşimin mor bulutlara
Girip girip çıkışında sen varsın
Abdurrahim Karakoç
HANGI AYRILIK
Hangi gün karar verdin,
Küt diye çekip gitmeye?
Hangi lafım dokundu sana,
Böyle inceden inceye?
Hangi otobüs söyle,
Hangi uçak, hangi tren;
Seni benden götüren,
Beni bir kuş gibi öttüren?
Hangi kırılası eller dolanır şimdi,
Kırılası belinde?
Hangi rüzgar şarkı söyler,
O ay tanrıçası teninde?
Hangi çirkin gerçek uğruna,
Tükettin güzel ütopyamızı?
Hangi boşboğazlara deşifre ettin,
En mahrem sırlarımızı?
Hangi cama kafa atsam;
Hangi kapıyı omuzlayıp kırsam?
Hangi meyhanede dellenip,
Hangi masaları dağıtsam?
Ben de bu sersem başımı,
Karakolun duvarına vursam!
Kendimi caddeye atıp,
Arabaların altına savursam!.
Hangi tercih beni,
En hızlı şekilde öldürür?
Hangi şekil öldürmez de
Ömür boyu süründürür?
Kayıp ilanı mı versem,
Şehir şehir dolanmak yerine?
Ödül mü koysam, ölü veya diri,
Seni bulup getirene?
Hangi ayrılık var ki,
Böyle diş ağrısı gibi, durmadan zonklasın?
Hangi cam kesiği var ki
Böyle musluk gibi, içime damlasın?
Hiç sanmam, hasta kalbim,
Bunu bir süre daha kaldıramaz..
Feriştah olsa, böyle
Eli-kolu bağlı, bekleyip duramaz!..
Hangi mübarek dua,
Hangi evliya tesir eder, seni döndürmeye?
Hangi aptal mazeret ikna eder,
Ateşimi söndürmeye?
Olur mu be, olur mu?
Bu da benim gibi adama yapılır mı?
Aşk dediğin mendil mi;
Buruşturup bir kenara atılır mı?
Vefa bu kadar basit mi?
Alınır mı, satılır mı?
Hangi hırsız çaldı
Seni yırtık cebimden?
Hangi pense kopardı,
Bizi birbirimizden?
Hangi uğursuz hamal taşıdı valizini?
Hangi çöpçü süpürdü,
Yerden bütün izini?
Hangi yaldızlı otel,
Çarşaf serip barındırdı?
Hangi süslü manzara,
Seni kolayca kandırdı?
Hangi şarlatan imaj,
Böyle çabuk ilgini çekti?
Hangi pembe vaatler,
O saf kalbini cezbetti?
Dağ gibi adamı eze-eze,
Hangi anası tipli parlak çömeze
Hangi alemlerde kahkahanı ettin meze?
Hangi yamyamlara yedirdin,
O masum rüyamızı?
Hangi mahluklar çiğnedi,
El değmemiş sevdamızı?
Hangi bıçak keser şimdi,
Benim biriken hıncımı?
Hangi mermi dağıtır,
İnsanlara olan inancımı?
Hangi bekçi,
Hangi polis artık zapteder beni?
Ve hangi su bağışlatır,
Hangi musalla temizler seni?
Hangi sevgili var ki
Senin kadar duyarsız ve kalpsiz?
Ve hangi sevgili var ki
Benim kadar çaresiz?
Hangi ayrılık var ki
Böyle kanasın ve böyle acısın?
Ve hangi taşyürek var ki
Benim kadar ağlasın?
Yusuf Hayaloğlu
Yaşayabilme İhtimali
soğuk ve şehirlerarası
otobüslerde vazgeçtim
çocuk olmaktan
ve beslenme çantamda
otlu peynir kokusuydu babam...
Ben seninle bir gün Veyselkarani`de haşlama yeme ihtimalini sevdim.
İlkokulun silgi kokan, tebeşir lekeli yıllarında
(ankara`da karbonmonoksit sonbaharlar yaşanırdı o zaman)
özlemeye başladım herkesi...
Ve bu hasret öyle uzun sürdü ki,
adam gibi hasretleri özlemeye başladım sonra...
Bizim Kemalettin Tuğcu`larımız vardı...
Bir de camların buğusuna yazı yazma imkanı...
Yumurta kokan arkadaşlarla paylaşılan
kahverengi sıralarda, solculuk oynamaya başladık...
Ben doktor oluyordum sen hemşire, geri kalanlar kontrgerilla...
Kırmızı boyalarla umut ikliminde harfler yazılıyordu, pütürlü duvarlara
ve Türk Dil Kurumu`na inat bir Türkçeyle...
Ağbilerimizden öğrendik, Ş harfinden orak çekiç figürleri türetmeyi...
Ankara`ya usul usul karbonmonoksit yağıyordu.
Ve kapalı mekanlarda sevişmeyi öneriyordu haber bültenleri
Oysa Ankara`da hiç sevişmedim ben.
Disiplin kurulunda tartışılan aşkım olmadı benim...
(Sınıfça gidilen pikniklerde kıçımıza batan platonik dikenleri saymazsak...)
Ankara`ya usul usul kurşun yağıyordu...
Ve belli bir saatten sonra sokağa çıkmamayı öneriyordu haber bültenleri...
Oysa hiç kurşun yaram olmadı benim...
Ve hiçbir mahkeme tutanağına geçmedi adım...
çatışmaların ortasında sevimli bir çocuk yüzüydüm sadece...
sana şiirler biriktiriyordum fen bilgisi defterimde
ama sen yoktun...
Ben, senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum, suni tenefüs saatlerinde...
Okul servisi seni hep zamansız, amansızca bir lojman griliğine götürüyordu...
Ben, senin benimle Tunalı Hilmi Caddesi'ne gelebilme ihtimalini seviyordum...
Ben, senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum.
yaz sıcağı toprağa çekiyordu tenimin çatlamaya hazır gevrekliğini...
Sonra otobüs oluyordum,
kırık yarık yoların çare bilmez sürgünü...
Ne yana baksam dağ ve deniz sanıyordum Muş ovasının yalancı maviliğini...
Otobüs oluyordum bir süre...
Yanımızdan geçen kara trenlerle yarışıyordum,
yanağım otobüs camının garantisinde...
Otobüs oluyordum...
Bir ülkeden bir iç ülkeye...
Çocukluğuma yaklaştıkça büyüyordum...
Zap suyunun sesini başına koyuyordum şarkılarımın listesinin...
Korkuyordum...
Sonra iniyordum otobüsten...
Çarşıdan bizim eve giden,
ömrümün en uzun,
ömrümün en kısa,
ömrümün en çocuk,
ömrümün en ihtiyar yolunu koşuyordum...
Çünkü sonunda annem oluyordum
babam kokuyordum sonunda...
Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim, çocuk olmaktan...
Ve beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu babam...
Ben seninle bir gün Van`daki bir kahvaltı salonunda...
Ben seninle (sadece bilmek zorunda kalanların bildiği) bir yol üstü lokantasında...
Ben seninle, Ağrı dağına mistik ve demli bir çay kıvamında bakan Doğubeyazıt`ın herhangi bir toprak damında...
Ben seninle herhangi bir insan elinin terli coğrafyasında olma ihtimalini sevdim...
Ben senin,
beni sevebilme ihtimalini sevdim!
Yılmaz Erdoğan
Aşk Bitti
Bir aşk nasıl biterse öyle bitti bu aşk da
Uzun bir hastalık gibi
Aralıksız dinlediğim alaturka bir fasıl gibi
Gökyüzüne bakmayı, dostlara mektup yazmayı
Çiçekleri sulamayı unutmuşluğum gibi
Bitti.
Bir aşk nasıl biterse öyle bitti bu aşk da
Yürümeyi yeniden öğrenen felçli bir çocuk gibi
Sokağa çıkmalıyım şimdi ve çoktandır
İhmal ettiğim dostlara yeni bir adres bırakmalıyım
Pencereleri açmalı, kitapları düzenlemeliyim
Belki bir yağmur yağar akşama doğru
Yarıda bıraktığım şiirleri tamamlarım
Aşk da bitti diyordu ya bir şair
Aşk bitti işte tam da öyle
AHMET TELLI
Son düzenleyen Blue Blood; 25 Ocak 2006 16:59
Sebep: Flood yapmayınız..