Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Sayfa 15

Bu Konuya Puan Verin:
Güncelleme: 5 Ağustos 2013 Gösterim: 209.472 Cevap: 211
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Temmuz 2006       Mesaj #141
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sırlı Tuğlalar’da yer alan bir öykümün konusu bu idi: ‘Babailiğin iki kolundan biri Orhanilik öteki Müslimilik’tir ki, ikincisinin postnişini Müslüm Baba bir gün, yoksulların parasını alıp zenginlerin bankalarına aktaran bir zalime rastgelince fena halde sinirlenerek, ‘yav’ dedi, ‘sen yılan mısın, baykuş musun?

Sponsorlu Bağlantılar
Dokunduğunu zehirliyor, konduğun yeri yıkıyorsun?’ Zalim, Baba’nın sözlerine çok kızdı; ‘sen bu işe karışma moruk’ diyerek çekip gitti. O günün gecesi, adamın şirket binasında yangın çıktı, hisse senedi, dolar, Euro, Frank ne varsa yanıp kül oldu. Müslüm Baba, bir yakınının düğününden dönüyordu ki, Etiler’deki görkemli binanın yandığını görünce, ‘çek oraya’ dedi şoföre. Tefeci saçını başını yoluyor, ‘anlamıyorum nasıl olur, onca güvenliğe rağmen, bu ateş ocağıma nasıl düşer!’ diye dövünüyordu. ‘Yaklaş oğlum’ dedi şoföre Müslüm Baba. Camdan sarkarak, sızlanıp dövünen adama, ‘yoksulların ahından düşmüştür’ dedi ve uzaklaştı.’
Müslüm Baba bize gene yapacağını yaptı ve ‘aşkın tesadüfleri sevdiğine’ (favorim Sebahat Abla) ilişkin inançlarımızı gözden geçirmemize neden olmakla kalmadı, sesinin imkanlarının bu yaşta, bu yıpranmış gırtlakla dahi ne kadar geniş olduğunu gösterdi. Heidegger’in, bir Japon dostu Hisamatsu’nun katıldığı kollokyum sonrasında yapılan sohbette belirttiği üzere, “sanat” için geleneksel dönemlerde başka bir kelime vardı; bu, Avrupalı anlamından etkilenmemiş, daha derin bir anlamı olan eski Japonca bir sözcüktü. Bu, “gei-do” idi: Sanatın yolu. “Do” Çince “Tao”dur, sadece yöntem olarak yol anlamına gelmez; hayatla, özümüzle derin ve içsel bir ilişki içinde bulunur. Yani sanat hayatın kendisi için belirleyici bir önemi haizdi.’ Bu, inisiye edilmiş (olmuş mu demeliyim?) insanlardan oluşan geleneksel ‘toplum’larda böyleydi. İnisiyatik geleneğin izlerini taşıyan ‘kültür’lerde bunun kısmen sürdüğünü söylemek mümkündür.
Müslüm Baba’yı anlamanın yolu...
Müslüm Baba’nın kişiliğini (kimliğini), icra tarzını, sözlerini, bu sözleri yorumlama biçimini anlayabilmek için meseleye bu zaviyeden bakmak yerinde olabilir. Geçtiğimiz günlerde bir televizyon programında, kendisine su getiren görevliye, ‘su gibi aziz ol’ deyince, sunucu, ‘aziz ne demek baba?’ diye sormuş, Müslüm Gürses de, ‘aziz... aziz... yani sevgiliden de üstün olan’ diye cevap vermişti. El-Aziz, Allah’ın isimlerindendir ve ‘her şeyden üstün olan’ anlamına gelir. Müslüm Gürses’te bu türden ihsasların yanı sıra inisiye olmuş insanlara özgü bir ‘edep ve erkan’ hali gözlemek her zaman mümkündür. Milyonlarca ‘hayran’ı bulunan, her konserinde izdiham yaşanan, plakları, kasetleri, CD’leri on milyonlarca satan, hakkında onlarca fan kulübü açılan biri olarak öncelikle mütevazı olması için belirli bir kemal yaşamış olması gerekir. Bu olgunluğu sadece Müslüm ve Orhan Baba’lar gösterir. Onların meselesi, ‘derin’dir ve ‘ezelden ebede’dir. Müslüm Baba’nın iki golden şarkısından birisi, ‘Meselem’dir. Diğeri için bir kestirime ihtiyaç yoktur: Tartışmasız, ‘İsyankar’dır.
Müslüm Gürses’in bizatihi kendisi bir isyandır. Varlığı ve gördüğü kabul, özel yaşamlarında klasik Türk musikisi dinleyip on yıllarca yerli müziği yasaklayanların zihniyetine bizatihi isyankarlıktır. Bu muazzam boşluğun içinden büyüyen dip dalgalarıyla gelmiştir. Müslüm Gürses (Orhan Gencebay ve birkaç nitelikli yorumcu-besteci)’lerin önümüze getirdiği müzikal birikim, gecekondulaşmayla, yirmi milyona vuran İstanbul’un yönetimini, giderek merkezi yönetimi üstlenmiş ‘dindar/köylü/taşralı/demokrat/elit/devrimci/muhafazakar’ yeni kadrolarla, AB ile müzakereleri yürüten bir dindar/muhafazakar iktidarla, birinci ligde fırtınalar estiren bir Gençlerbirliği veya Eskişehirspor’la birlikte düşünülmelidir.
Şeyh Bedrettin’e uzanan gelenek
Düşünülmesi unutulan bir başka ‘mesele’, Müslüm Gürses’in Frank Sinatra gibi nice icracıyı cebinden çıkaran olağanüstü yorum yeteneğine ve ses aralığına sahip oluşudur. Özellikle İsyankar’da ve Aşk Tesadüfleri Sever’deki şarkılarında, Ortaçgil bestesinde, Teoman’ın şarkısında, Cohen’in papucunu dama atmıştır Müslüm Gürses. Okuduğu sözlere ruhuyla yaklaşan, eleştirildiğinin aksine son derece sağlıklı bir kader inancına sahip olan (ki bunu Yeşilçam sinemasında da görürüz. Bizim geleneksel filmlerimizdeki ahlakçı tutum, kader anlayışı, edep-erkan, sıcak insan ilişkileri, kardeşlik ve dostluk temaları bugün gereksinim duyduğumuz şeylerdir) Gürses’i üç Türkiyeliden birinin sevmesi, sevenlerin ‘niteliksizliğiyle, banallığıyla ve köylülüğüyle’ açıklanabiliyorsa, bu ülkede meşru bir iktidara muhalefet etmenin biricik yolunun ‘askeri göreve çağırmak’ oluşuna ve bunu eski Maocuların, sosyal demokrat anamuhalefet partisinin yapmasına şaşmamalı.
Ciğerinden yükselen havanın yüreğindeki bütün damarları dolaştıktan sonra gırtlağına çarparak buğulu ve ıstıraplı bir edayla çıktığı bu büyük şarkıcı, ‘talih bizi yazmış kara deftere/gideceğiz bir gün o meçhul yere/rastladın mı hiç geri gelene/sen de boyun eğersin bir gün ecele’ derken, ‘her nefis ölümü tadıcıdır’ gerçeğini; ama sadece sözle değil, adeta bir ‘gei-do’ üzerinde yürüyormuşçasına anlatır ki, bunu hiçbir klasik Batı, rock, pop müzikçisi yapamaz. Bunu biraz Bob Dylan yapar, biraz Cohen. Bizde Divriği-Çamşıhı türküleri böyledir, barak ağıtları, Türkmen/Dadaloğlu bozlakları, Arguvan havaları ve Yemen üzerine yakılmış ağıtlar... Müslüm Gürses bu alanda da yetkindir ve ‘Fincanın Etrafı Yeşil’i, ‘Bu Dağlarda Kar Olsaydım’ı, ‘Bir Şuh-ı Sitemkar Yine Saldı Beni Derde’yi ve ‘Meyrik’i onun gibi kimse söyleyemez.
Müslüm Gürses’in bize söylediği en değerli şey, Garipler şarkısında ifadesini bulan ve Babaileri, Şeyh Bedreddin’i hatırlatan, mazlumların, mağdurların, haksızlığa düçar olmuşların sesi olan, ‘Hor görülenlerin Tanrım, isyanıdır bu /Sevip sevilmeyenlerin isyanıdır bu / Düzensiz dünyanın günahıdır bu / Yakarsa dünyayı garipler yakar’ haykırışıdır. Meselesi, ‘alın yazısı’ olan bir Babai’dir Müslüm Gürses. Şeyh Bedreddin, Ekberi irfanın güzide bir bilgesi idi. Onu da Molla Lütfi gibi Bizans entrikaları boğdu. Nazım Hikmet ve diğerleri kendi görmek istedikleri Bedreddin’i yazdılar. Hiç kimse, onun Bayezid-i Bistami’den, İbn Arabi’den aldığı feyiz ve tasarrufun mahsulü Varidat’ına bakmayı, hele hele inisiyatik sözlüğün içinden okumayı düşünmedi, düşünemedi. Varidat’ındaki Şeyh Bedreddin’le, iktidarı köktenci biçimde dışlayan Bedreddin aynı kişilerdi. Sufilerin dünya ile ve dünyanın hükümranlarıyla araları hiç hoş olmamıştır. Tarihi, kronolojik dedikodular biçiminde okuyan kimi araştırmacılar, metinleri kendi menkıbesi olan bu bilgeleri doğru yorumlamakta acziyet içindedirler. Onlardan kalan ‘metin’ler, bizatihi kendi menkıbeleridir. Onlar ‘kendi derdim söylerem/gayri hikayet etmezem’ diyen şair gibi, kendi seyr-i süluklarını, ruhi seyahatlarını anlatmışlardır. Müslüm Gürses de böyledir ve bu yönüyle de inisiyatik bir koku tüter.
Neşet Ertaş’ı dinleyenler, ‘nasıl bir derttir bu böyle!’ demekten kendini alamaz. Aşk söyletir, dert ağlatırmış. Öyledir, gönül yarası olmayandan hayır gelmez. Bir belgesel çekimlerinde Pazar’ın bir dağ köyünde, doksanına yaklaşan bir nine, ekipteki arkadaşlara birer birer sormuştu: ‘Evli misun?’ Birisi, ‘değilim’ dedi. ‘Sevdan var midur?’ diye sordu. ‘Yok’ dedi arkadaş. ‘Uyy sevdasız adam mi olur?’ diye ünledi. Merhum Fethi Gemuhluoğlu da, Türk Petrol Vakfı’na burs için başvuran gençlere, ‘âşık olup olmadığını’ sorardı. Bir gönül yarası olmayana burs vermezdi. Bu toprağın çocuklarının gönlündeki yaradır onları anlamlandıran. Müslüm Gürses, bu yaraya dokunmaktadır, böylesi bir yaradan seslenmektedir. Baba İshak’la arasında kuşkusuz pek çok fark vardır lakin, dünyanın bir köprü oluşuna, oraya yerleşilemeyeceğine, dolayısıyla, bu geçici âlemde iktidar için insanların vicdanlarını kirletmelerinin asli doğalarına ihanet anlamına geleceğine, sevdasız insanın beş para etmeyeceğine ilişkin inançları bakımından benzeşirler. Müslüm Baba da, tıpkı Geyikli Baba gibi, Duğlu Baba gibi, İlyas Baba gibi, Üsküdari Horoz Baba gibi, ‘Tanrı istemezse yaprak düşmezmiş’ inancındadırlar. Sözü yol arkadaşı Muhterem Nur’a bırakıyorum: ‘Müslüm’den önce, Müslüm’den sonra. Allah bana ‘sonradan gül’ demiş. O benim için bir piyango gibi.’

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Temmuz 2006       Mesaj #142
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ulaşılamayan yerlere ulaşımı sağladığı, engelleri ortadan kaldırdığı, ekonomileri bütünleştirdiği ve insanların birbirleriyle tanışmalarını, yakınlaşmalarını kolaylaştırdığı için açılan, her yeni karayoluna, demiryoluna sevinirim.

Sponsorlu Bağlantılar
Ne var ki, geçen hafta cumartesi günü yeni açılan muazzam bir demiryolu hattı dolayısıyla bu duygu ve düşünceleri yaşamadım; aksine yeni demiryolu bu defa bana derin bir hüzün verdi.
Bu demiryolu Çin’in başkenti Pekin ile 1950 yılından bu yana Çin işgali altında yaşayan Çin’in Tibet Otonom Bölgesi diye adlandırdığı Tibet’in başkenti Lhasa arasında törenle açılan yeni demiryolu hattı...
Pekin’den başlayıp Qinhay eyaletini kat edip Tibet Platosu’nu baştan başa geçtikten sonra ‘dünyanın damı’ denilen Tibet’in başkenti Lhasa’ya ulaşan demiryolu çok zor coğrafi engellerle dolu 2.000 kilometre uzunluğunda bir hat. Hattın 1.200 kilometre kadarı 4.500 metre yükseklikteki çok soğuk ve oksijeni çok az olan bir alandan geçiyor ve bu yüzden vagonlar bu yükseklik ve oksijen azlığına göre yapılmış, aynen uçaklardaki gibi oksijen maskeleriyle donatılmış bulunuyor.
Hat yaklaşık 5 senede, 100 bin civarında işçi ve teknik personelin çalışmasıyla 4,2 milyar dolara mal olmuş, Batılı demiryolu mühendislik şirketlerinin çeşitli şekillerde yer aldığı bir mühendislik başarısı aynı zamanda. Kanadalı vagon uzmanı Bombardier şirketinin özel vagonları, lokomotif uzmanı Amerikan General Electric şirketinin ise özel lokomotifleri sağladığı hat; kumluk, rüzgarlı, buzlu ve permafrost denen donmuş topraklar üzerinden geçiyor ve bu yüzden çok özel imalat ve mühendislik tekniklerinin kullanılmasını mecbur kılmış olan dünyada bugün belki sadece Peru’da And Dağları’nda bulunan bir başka yüksek irtifadaki hatla mukayese edilebilir. And Dağları’ndaki hat da esasen artık dünyanın ikinci en yüksek demiryolu hattı sayılır; zira en yüksek birinci demiryolu hattı burada anlattığım Pekin-Lhasa hattı oluyor artık.
Çin yönetimini çok sevindiren bu hattın açılışını da Çin Devlet Başkanı Hu Şintao, hat üzerindeki Golmund istasyonunda geçen hafta bizzat yapmış, duyduğu sevinci açıkça ortaya koymuştu. Esasen Şintao’nun, açılışı bizzat yapmasının başka bir anlamı da var. Devlet Başkanı ve Çin Komünist Partisi lideri Şintao, Tibet Otonom Bölgesi’nin Çin ile entegrasyonu (bütünleşmesi) için yıllarını vermiş, Tibet’te 1998-2002 yılları arasında bölgenin Komünist Parti başkanlığını yapmış, başkent Lhasa’da 1989 yılında patlak veren ayaklanmayı sert metotlarla bastırmış, Çin liderliğinin Tibet uzmanı olarak bilinen birisi...
27 No’lu tren olarak tanıtılan ve 16 vagonuyla 48 saatlik yolculuktan sonra Lhasa’ya ulaşan hatla Tibet önceki yıllarda gerçekleştirilen hava ve karayolu bağlantılarından şimdi de demiryolu ile Çin’e sıkı sıkı bağlanıyor. Tren hoparlöründe ‘Çin’in yüz yıllık rüyası gerçekleşti’ anonsuyla tanıtılan bu hatla hem Çinli ve hem de yabancı turistlerin Tibet’e gelmesi ve hem de Çin’de hakim ve çoğunlukta olan Han Çinli unsurunun Tibet’e işçi, yatırımcı, tüccar olarak akın etmesi planlanıyor. Zaten Çinli yetkililer de bunu açıkça ifade ediyorlar. Bu konuda mesela, Qinghay Eyaleti demiryolu şefi Zu Zengşenk ‘Bu demiryolu hattı insanların, malların ve bilginin hızlı akışına ve bölgenin kalkınmasına hizmet edecektir.’ derken başka yetkililer de yılda en az 800 bin kişinin bu hat sayesinde Tibet’e geleceğine işaret ediyor, turizm gelirlerinin katlanacağını söylüyorlar.
Yeni hat söylendiği gibi sadece Tibet’in dünyaya açılmasına, kalkınmasına, Çin ile entegrasyonuna büyük katkı yapmakla kalmayacak, aynı zamanda Çin’in Tibet üzerindeki kontrolünü her bakımdan daha da artıracak. Maden kaynaklarının daha iyi aranmalarından işletilmelerine, merkeze uzak yerlerin merkeze daha sıkı bağlanmalarından Tibet’teki muazzam su kaynaklarının daha iyi kontrolüne kadar pek çok önemli alanda Çin, Tibet üzerindeki hegemonya ve asimilasyonunu bu hatla daha da tahkim edecek zaman içinde. Kısacası bu hatla Tibet’e dönük Çin modernizmi ve asimilasyonu daha da hızlanacak. Tibetliler bunlara ne diyorlar, hattı nasıl karşılıyorlar, doğrusu bilmiyoruz; ama herhalde bu hatla kültür ve kimliklerini daha da kaybetmekten endişe duyuyorlar, ülkelerinin ellerinden gittiğini görmekten dolayı derin bir hüzün yaşıyorlar. Aynen benim yaşadığım gibi...
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
9 Temmuz 2006       Mesaj #143
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
k bila

Adalet Bakanı'nın yetkisi var mı, yok mu?

Adalet Bakanı Cemil Çiçek, El Kadı olayıyla ilgili sorumuzu yanıtlarken, "yazılı emir" yetkisinin bulunmadığını anımsatmıştı. Çiçek, uyum yasaları çerçevesinde yapılan yeni düzenleme ile eski yasada bu yetkinin yeni yasa ile kaldırıldığını vurgulamıştı.
Bir savcıya neden soruşturma açtın veya açmadın diye yazılı emir yoluyla müdahalesinin söz konusu olamayacağını, El Kadı olayında da, genel olarak da 1.6.2006'dan itibaren böyle bir yetkinin bulunmadığını söylemişti.

Kart: Yetki var
El Kadı dosyasının yeniden açılması yolunda başvuruda bulunan CHP'nin hukukçu milletvekillerinden Atilla Kart ise yeni yasanın bakanın bu yetkisini kaldırmadığı görüşünde.
Kart, eski Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun (CMUK) 343. maddesinin 1. fıkrasında düzenlenen yazılı emir yolunun, yeni Ceza Muhakemesi Kanunu'nun (CMK) 309. maddesinin 1. fıkrasında korunduğunu belirterek şu bilgiyi verdi:
"Eski kanunda, hâkim veya mahkemeler tarafından verilen ve Temyiz Mahkemesi'nce tetkik edilmeksizin kesinleşen karar ve hükümlerde kanuna muhalefet edildiğini haber alırsa Adliye Vekili, o karar veya hükmün bozulması için Temyiz Mahkemesi'ne müracaat etmesi için Cumhuriyet Başsavcılığı'na yazılı emir verebilir, hükmü vardı.
Bu hüküm yeni kanunda, hâkim veya mahkeme tarafından verilen ve istinaf veya temyiz incelemesine geçmeksizin kesinleşen karar veya hükümde hukuka aykırılık bulunduğunu öğrenen Adalet Bakanı o karar veya hükmün Yargıtay'ca bozulması istemini, yasal nedenlerini belirterek Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na yazılı olarak bildirir, biçiminde yer alıyor. Yani bu bakanın bu yetkisi kalkmış değil. Devam ediyor. Dolayısıyla El Kadı olayında da bu yetkisini kullanabilir."
Kart'a iki hükümde de hâkim ve mahkeme kararından söz edildiğini, ancak savcının dava açma veya takipsizlik kararı vermesinden söz edilmediğini, dolayısıyla savcılık kararlarının hüküm dışında olup olmadığını sorunca şu karşılığı verdi:
"Çoğun içinde az da vardır. Hâkim ve mahkeme kararı konusundaki yetki, savcı kararı için de geçerlidir. Nitekim uygulamada örnekleri vardır. Mehmet Ali Ağca olayı da bir savcılık kararıydı ve Ocak 2006'da yaşandı. Bakan, bu olayda bu yetkisini kullandı."

Karşı görüş
Kart'ın bu yorumuna karşın, tartışmaya katılan bazı hukukçular ise Mehmet Ali Ağca olayında infaz savcılığının yine mahkeme kararına dayanarak düzenleme yaptığını, konunun mahkeme kararına geçtiğini ve bu nedenle bakanın yetkisi dahiline girdiğini savundular. El Kadı olayında ise savcılık kararının söz konusu olduğunu, konunun mahkeme kararına yansımadığını savundular. Bu itibarla Çiçek'in yazılı emir yoluyla ilgili "yetkim yok" değerlendirmesinin El Kadı olayı için doğru olduğunu belirttiler.
CHP'li Kart, El Kadı olayında dosyanın yeniden açılması için Adalet Bakanı'na yaptıkları başvurunun yanı sıra Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na (HSYK) başvuru yapacaklarını kaydetti. Kart, Yüksek Kurul'a, El Kadı hakkında takipsizlik kararı veren iki savcı hakkında disiplin cezası yönünden 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu'na dayanarak başvuru yapacaklarını duyurdu.
Başbakan'ın danışmanı Cüneyd Zapsu ile El Kadı hakkında CHP'nin girişimleri devam ederken, Çiçek'in yetkisiyle ilgili tartışmanın da gündemde olacağı anlaşılıyor.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Temmuz 2006       Mesaj #144
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hafta içinde yayınlanan Gallup anketinin sonuçlarını önemsemek gerekiyor.

Kurumlara duyulan güveni araştıran çalışma, ilginç gerçekleri de ortaya çıkarıyor çünkü. Görünen o ki herkes bu araştırmanın bir yönüne odaklanıyor. Mesela Hürriyet Gazetesi, 4 Temmuz tarihli haberinde “Orduya tam güven” diyor. Haberin sunumunda Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın bir vatandaşa sarılmış fotoğrafı tercih edilmiş. Gazete, “Anket sonuçları, halkların en fazla ordularına güvendiklerini gözler önüne serdi.” tespitinde bulunuyor. AB ülkelerinde orduya duyulan güven yüzde 67 iken bizdeki güven yüzde 86’ya kadar çıkıyormuş.
dumanli 1kHalkın ordusuna güvenmesi güzel bir şey. Aslında bu tür çalışmalar gösteriyor ki; halk ordunun şahs-ı manevisine (Kurumsal gereklilik ve kutsiyetine de diyebiliriz) güveniyor, ona saygı duyuyor. Bunu Türkiye’de test etme imkânı da var. Mesela üniformanın çıkarılmasıyla başlayan siyaset serüveninde halk, emekli komutanlara aynı teveccühü göstermiyor. Demek ki muvazzaf askere gösterilen saygı, askerlik mesleğinin özündeki manevî dinamizmle ilgili; o öz aslî hüviyetinden uzaklaşınca (mesela siyasete bulaşınca) ihtiramın rengi de kaçıyor.
Türk medyası güven bunalımında!
Zaten Gallup’un araştırmasında herkesin vurgu yaptığı sonuçtan daha ziyade, gözden kaçan bir başka gerçeğin altını çizmek gerekiyor. Önce güven sıralamasını hatırlayalım: 1- Ordu (% 86) 2- Hükümet (% 60) 3- Yargı ve dinî organizasyonlar (% 57) 4- Sağlık sistemi (% 48) 5- Seçimlerin dürüstlüğü (% 48) 6- Finans sektörü (% 37) 7- Medya (% 25). Bu tablonun ifade ettiği “şok gerçek” nedir sizce? Bu köşenin odaklandığı nokta medya, dolayısıyla bu sıralamada üzerinde duracağımız konu da budur. Neden medya güvenilirlik sıralamasında 7. sırada yer alıyor? Orduya güven duyulması ne kadar gurur verici ise medyaya itimat edilmemesi de o kadar onur kırıcı değil mi? Medya, ordu üzerine vurgu yaptığı ve bununla sevinç duyduğu kadar, kendisinin yitik itibarı üzerine de bir şeyler söyleyebilmeli. Ne var ki bunun üzerinde duran yok. Vahim olan da bu! Medyaya duyulan güven hükümetten daha aşağılarda. Bu durum medya yöneticileri için bir anlam ifade etmeli. Güya medya olarak hükümetleri denetlemekle mükellefiz, güya 4. kuvvet olmanın getirdiği sorumluluk içinde sistemin gözetleme kulesinde duruyoruz. Sıralamada yedinci olmak medya için bir anlam ifade etmeli.
Medya, işine gelmeyen konularda oyunu soğutmayı iyi biliyor. Topu taca atarak özeleştiri kapılarını hep kapalı tutabiliyor. Medyaya duyulan güven, siyasetten çok daha güçlü olsaydı, siyasîlere hayatı zehir etmez miydik? Gallup’un araştırması didik didik edilip haberler yapılıyor; hatta o haberler üzerinden ince mesajlar gönderiliyor; ancak laf bir türlü medyanın içine düştüğü duruma getirilmiyor.
Yasama, yürütme, yargı ve medya sıralaması demek ki gerçekten doğruymuş(!). Etkinlik ve denetim açısından sistemin sigortası gibi çalışan (daha doğrusu çalışması gereken) medya etkinlikte değil, güven sıralamasında en alttaki yerini almış. Güven sıralamasında yargıdan, sağlıktan, dinî organizasyonlardan, seçim sisteminden ve finans sektöründen geride kalmak, acı gerçeği gözler önüne sermiyor mu acaba?
Bizim gazeteler AB ülkelerindeki orduya duyulan güven ile Türkiye’dekini kıyaslamış. Güzel bir mukayese. Ancak AB ülkelerindeki medya güveni ile bizdekini de kıyaslasanıza! Mesela AB ülkelerinde medyaya yüzde 41 nispetinde güven var. Bu rakam hükümetlere duyulan güvenin daha önünde; yani AB vatandaşı, hükümetlere medyadan daha az güveniyor. Asıl haber bu! Çünkü vahim olan bu durum! Başımızı kuma sokmanın bir anlamı yok artık!
“Ne var yani bunda, dünyanın her yerinde medyaya çok fazla güvenilmiyor!” denebilir. Doğru değil bu çıkarım. Ne AB ülkelerinde ne de Amerika’da durum bu kadar kötü değil. Üstelik Irak Savaşı’ndan hem ABD basını hem de Avrupa basını ağır yaralar alarak çıktı. “İliştirilmiş gazetecilik” şokundan çarçabuk çıkması da mümkün gözükmüyor. Buna rağmen bu ülkelerde halkın basına duyduğu güven Türk milletinin basına duyduğu güvenden daha fazla.
Güvenilirlik sıralamasının baş köşesinde ordunun olması gayet doğal. Dünyanın pek çok yerinde de durum böyledir. Avrupa Birliği ülkelerinde ordu liste başı oluyor da Amerika’da olmuyor mu? Japon The Yomiuri Shimbun Gazetesi ile Gallup’un ortaklaşa yaptığı mukayeseli araştırmaya göre Amerika’da askere güven yüzde 81’i işaretliyor. Kaldı ki bizim gibi “asker millet” olmakla övünen bir toplumdan başka bir sonuç beklemek de hata olur. Kültürel altyapısı bu kadar sağlam bir seçeneğin liste başı olmasını takdir edenlerin, medyanın yaşadığı güven bunalımını da izah etmesi gerekiyor...
Gazete okuma oranı yüksek bir ülke olan Japonya’da durum farklı mesela. Güven ile tiraj arasında bir bağlantı olduğunu da ispat ediyor Japonya. The Yomiuri Shimbun ile Gallup’un 2005’te yaptığı ortak çalışmaya göre güvenilirlik sıralamasında ilk sırayı gazeteler alıyor. Yüzde 64 ile ilk sırada yer alan gazeteleri, mahkemeler yüzde 60, hastaneler yüzde 57, ordu yüzde 55, polis-savcı yüzde 52 ile takip ediyor. Japonya’daki tirajların yüksek olması, üstelik neredeyse tamamının abone usulüyle dağıtılması, okuyucu ile gazete arasında karşılıklı bir güvenin de göstergesi. Aynı araştırmada Amerika’da ordu güvenilirlikte ilk sırada, ardından hastaneler, polis-savcı, kilise ve okullar geliyor. Gazetelere duyulan güven % 52.
Demek istediğim şu ki; “Halk askere güveniyor” demek, “demokrasiye güvenmiyor” ya da “darbe yapılmasına dünden razı” demek anlamına gelmez. Bunu çağrıştıracak her ima askerin halk nezdindeki kıymetini bilmemek demektir. Herkes biliyor ki darbeler bu ülkeye çok zarar verdi. Darbe, yapanlara da yaramadı. Sonuçta faturayı herkes ödedi; halk, siyasetçi, ordu...
Gücün değil, halkın medyası olmak... Esasta kafa yorulacak konu şudur: Türk medyası, daha ilk günden girdiği yanlış yoldan dönmeye mecburdur. Medyanın gücü, gücün medyası olmaktan geçmiyor. Ne yazık ki Türk basını buzda yürümek gibi tehlikeli bir yolu tercih ediyor. Buzda yürüyene küçük bir fiske, hatta küçük bir korkutma bile yetebiliyor. Bir anda kendini yerde bulabiliyor medya. Bunda bağımsız ticarî yapının olmaması da rol oynuyor, ilişkiler yumağının pamuk ipliğiyle bağlı olmasının da. Kendi ayakları üzerinde durmak yetmiyor; aynı zamanda kaygan zeminlerde raks etme hevesinden de vazgeçmek gerekiyor. Zor bir iş! Hem ticaretin içinde olacaksın, hem bağımlı hale gelmeyeceksin. Hem siyasetin nabzını tutacaksın, hem siyasete esir düşmeyeceksin... Bağımsızlığın diyetini ödemek, tekellüf altında yaşamaktan daha şiddetli bir tercihtir. Yeter ki gücünü doğru bilgiden, dürüst yorumdan; daha açıkçası haktan ve halktan alsın! İşte o zaman vatandaş medyayı güvenilirlik listesinin baş köşesinde bir yerde misafir edecektir. Basamak basamak yükselmeden, halkla barışmadan, onun itimadını kazanmadan söylenen her söz laf-ı güzaftır.

EKREM DUMANLI
ramsstein - avatarı
ramsstein
Ziyaretçi
10 Temmuz 2006       Mesaj #145
ramsstein - avatarı
Ziyaretçi
Rıhtımları var kalbimin ve bekleme salonları. Ya bir bekleyiş ya da bir ayrılık var hep hayatımda. Onların ortak noktası kavuşma sevinci ve ayrılma hüznü ise hep iç içe, hep aynı noktada ve hep aynı durağanlıkta. Her şey ya var ya yok, ya da öyle olması gerekir hayatta. Oysa benim kaimde yokluğun keskin çizgisinde varlığa dair çıkarımlar var an be an yansıyan. Sadece bir illüzyon var yokluğun içinde varlığa dair. Hayat denilen oyunda iki kelam etmek de hep yokluğa düşer baş aktör olarak bu durumda. Ama o hep varlığı hatırlatır; varlık da onu hiç üzmez, katlanır dertlerine, kendini fark etmesini bekler, aslında ne kadar yakın olduklarını hatırlatmak ister yokluğa. Çünkü keskin çizgisinde bıçak sırtı yaşamlarımızın varlıkla yokluk bir bütünlüktür, asla kopmayan ve birinin yokluğu diğerini anlamsız kılan
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Temmuz 2006       Mesaj #146
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Birkaç gün önce Radikal’de (8 Temmuz) bir haber vardı. Orada verilen bilgiye göre “MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin görüşme talebini geri çevirdiği, Ülkü Ocakları’nın ‘aforoz’ ettiği Avukat Kemal Kerinçsiz ve avenesinin yeni adresi belli” olmuş.

Geçen hafta TESEV’in toplantısını basan, daha önce de beğenmediği her yazarı mahkemeye veren ve ülkenin tansiyonunu sürekli yükselten avukat, şimdi de Ülkü Ocakları başkanlığı görevinden alınan Levent Temiz ve Türk Ortodoks Patrikhanesi’nden Sevgi Erenerol ile birlikte yeni bir oluşuma destek veriyormuş.
Vatan’a konuşan Kerinçsiz, “İçimizde komünist arkadaşlarımız da dâhil olmak üzere her kesimden insan var. Bir saat içinde bin kişiyi toplayabiliriz.” demiş. Doğrudur; topu topu hepsi bu zaten. Her eyleme bu kadrolu mitingciler katılıyor...
Bu kaçıncı oluşum çabasıdır bilemiyorum; ulusalcılık çatısı altında toplanmaya çalışan şebeke bir türlü halka mal olamıyor. Bir kere, içlerinde karanlık bağlantıları olan çok sayıda adam var. Güya kendilerini sağdan, soldan insanların bir araya gelmesi gibi gösteriyorlar; ancak defolu insan sayısı kuşkulara sebep oluyor. Bir yandan havaalanını basıp “Patrik’i protesto ediyoruz” görüntüsü verip üstelik konu ile ilgisi olmayan kişilere hakaret ediyorlar, diğer yandan Türk Ortodoks Patrikhanesi’nde ittifak yapıp günah çıkarıyorlar. Milliyetçi camiaya göz kırpıyorlar; ama milliyetçilerden yüz bulamıyorlar. Maocularla aynı karede yer alıyorlar; ama solcuların sempatisini kazanamıyorlar; çünkü samimi bir görüntü vermiyorlar. Söylemlerindeki faşizm, davranışlarındaki hırçınlık, yaklaşımlarındaki ayrımcılık ulusalcıları her geçen gün daha da yalnızlaştırıyor. Bir de darbeci diye bilinen ve karanlık işlere adı karışmış emeklilerle irtibatları olunca, toplum bunların alnına kocaman bir soru işareti konduruyor. Bu karmaşık ilişkilerden sıyrılmadıkça Kızılelma’nın cehennem zakkumuna benzetilmesi kaçınılmaz...
Ikınıyorlar, sıkınıyorlar, üç-beş bin insanı bir araya getiremiyorlar. Geçenlerde Atatürk Hava Limanı’ndaki protestoda beş yüz kişi bile yoktu. “Millî bir tepki” söz konusu ise millet nerede? Bu grup neye el atsa kurutuyor. Mesela Kıbrıs meselesi hâlâ Türk halkı için “millî bir mesele”dir. Ancak bu konuya “ulusalcılar” el atınca, Rauf Denktaş bile yapayalnız kalıverdi. Hatırlanacağı üzere değişik isimlerle faaliyet gösteren ulusalcı oluşumlar, Kıbrıs’a destek mitingi yapıp on binlerce insanı Kızılay Meydanı’na dökmek istemişti. Sonuç? 3 bin adam bile toplanmadı. Üstelik Annan Planı sebebiyle Kıbrıs en sıcak günlerini yaşıyor ve Denktaş bile bu güruha yardımcı oluyordu.
Doğu Perinçek’in Talat Paşa’yı Berlin’de anma mitingini hatırlıyor musunuz? Kahramanlık edasıyla her gün ayrı bir toplantı düzenleyen İşçi Partisi (İP) lideri, Berlin’e 5 milyon insanı davet ediyordu. Bir işin içinde İP olur da bu güzel millet, o işe teveccüh eder mi hiç? Nitekim artistik bir gürültü sonrasında izin alınan mitingde 5 bin adam bile toparlanamadı. Olsun; adam(lar) alışmış yüzsüzlüğe, bildiklerini okuyor “mahşerî kalabalık” dedikleri toplulukları onar onar sayabiliyorsunuz.
Danıştay baskınından sonra maskeleri biraz daha düşen grupların aslında hiç de “vatansever” olmadıkları, rant kavgası verdikleri kendi itiraflarıyla ortaya çıktı. Oysa bu oluşumu duyururken internet üzerinden 2 milyon üyeye kavuşacaklarını iddia ediyorlardı. Değil 2 milyon, 2 bin adam bile bunların yüzüne bakmadı... Ulusalcılık maskesi altında darbecilik provası yapan anti-demokrat grupların şunu anlaması gerekiyor artık: Bu millet, bu ülkeyi yürekten sevmediği halde vatanperver gözüken, bu millete (diline, dinine, kültürüne) hayran kişilere karşı savaş açan grubu sev-mi-yor. Boş salonlardan, sinek avlayan toplantılardan bir ders çıkarmak çok mu zor “ulusalcılar” için. Anlayın artık kardeşim, Türk milleti sizi sevmiyor; çünkü amacınızı da, aracınızı da karanlık görüyor...

EKREM DUMANLI
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Temmuz 2006       Mesaj #147
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Günümüz Afrika’sında temel çatışmalar yavaş yavaş ortadan kalkıyor, demokrasi yayılıyor, sivil toplum kendi haklarına sahip çıkıyor, kadınlar siyasi hayatta daha fazla yer alıyor ve insan haklarına artan bir şekilde riayet ediliyor.

Afrika birliğini hedefleyen kurumların yenilenerek ön plana çıktığı bir kıtada, kendilerini ekonomi ve siyasette iyi yönetime adamış olan yeni nesil yöneticiler dizginleri ele alıyorlar. Elbette ki bunların hiçbiri gerçekleşmiş kabul edilmemelidir. Afrika’nın ekonomik gelişmesi daha fazla desteğe ihtiyaç duyuyor. Salgın hastalıklarla mücadele konusunda daha çok yardıma ihtiyaç var. Dahası, Afrika’nın boynuzundaki -özellikle Somali’yi kastediyorum- durumun hâlâ bir istikrara kavuşturulması gerekiyor. Ve Darfur trajedisine de bir son verilmeli. Bunu sağlamak için Avrupa Birliği 18 Temmuz’da Brüksel’de, Afrika Birliği, Birleşmiş Milletler ve Birleşik Devletler’in katılacağı bir konferansa ev sahipliği yapacak. Avrupa, Afrika ülkelerinin bu meselelerle baş edebilmeleri için yardımcı olmaya her zamankinden daha fazla kararlıdır. Bunlar arasında Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin istikrara kavuşturulması özellikle önem arz ediyor. Kongo barış, istikrar ve gelişme yönünde sağlam bir yapıya kavuşturulmadığı sürece gerçekleştirilecek bütün gelişmeler ve bu yönde ortaya konulan bütün umutlar tehdit altında olacaktır.
Bunun sebebi Kongo’nun Afrika kıtasının kalbinde yer almasıdır. Büyüklüğü, konumu ve potansiyel zenginlikleri gibi hususların tamamı ona anahtar bir konum kazandırmaktadır. Ne yazık ki ülke, uzun zamandan beri yağmaya maruz kalmıştır. Günümüzde Kongo’nun zenginliklerinin tamamından kendi halkının istifade etmesini sağlamamız gerekir. Ülke kıtadaki düzeni de sağlayabilir. Kongo Demokratik Cumhuriyeti aynı zamanda çok müstesna bir medeniyetin merkezinde yer alır ve onun yaratıcı kabiliyeti evrensel olarak da tanınmıştır. Bütün bu nedenlerden dolayı, Avrupa Kongo’nun başarılı bir şekilde barış ve gelişme ortamına geçişi konusuna özel ilgi duymaktadır. Avrupa’nın, hem tarihi olarak hem de coğrafi açıdan Afrika ile yakın bir bağı vardır. Kendi üzerine düşeni de yapıyor. 2003 Ağustos’unda ülkenin güneyindeki Bunia’da askeri bir güce ihtiyaç duyulduğunda, barış sürecinin çözülmesini önlemek için hemen harekete geçmiştir. Şimdi ise Avrupa geçiş süreci için önemli miktarlarda para tahsis etmektedir. Sadece Avrupa Komisyonu tarafından finanse edilen projelerin değeri 700 milyon Euro’dur. Buna ilaveten 25 üye ülkenin de önemli katkıları mevcuttur. Avrupa, aynı zamanda da Kongo’yu iyi yönetim istikametinde teşvik etmektedir. Bu yıl 30 Temmuz’da yapılacak olan seçimlerin maliyetinin neredeyse % 80’ini karşılamaktadır. Ve Avrupa, barış ve güvenlik alanında da katkıda bulunmaktadır. Yeni birleşik Kongo polis gücünün yeteneklerinin artırılması için de destek olmaktadır. Aynı şekilde Kongo ordusunun da yeniden organizasyonu için ve özellikle askerlerin ücretlerinin ödenmesi hususunda yardımcı olmaktadır. Bunlar belli başlı uzun vadeli yatırımlardır. Aynı ruhla, Birleşmiş Milletler bu yılın başında Avrupa Birliği’nden halen bölgede bulunan Birleşmiş Milletler gücünün (MONUC) seçim dönemi boyunca desteklenmesini istemiştir. Halihazırda yaklaşık 3.000 kişiden oluşan bir birlik BM gücünü desteklemek ve ihtiyaç olduğunda konuşlanmak üzere hazır durumdadır. Şu anda Avrupa’da hazır beklemekte olan bu birlik bölgede Kinshasa’da görev yapacaktır. 12 Haziran’da gerçekleştirilen bu operasyon açık bir şekilde Avrupa’nın karakterini yansıtmaktadır; Almanya tarafından idare edilecektir ve Türkiye de dahil 24 Avrupa Birliği ülkesine mensup unsurların katılımıyla oluşturulmuştur. Elbette ki bu birliğin hedefi Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin içişlerine müdahale etmek değildir. Onun amacı sadece ilave bir güvenlik sağlayarak uzun zamandan beri beklenen seçimlerin barış ortamında gerçekleşmesini sağlamaktır. Bunlar tarihî seçimlerdir. Avrupa, Birleşmiş Milletler ile birlikte orada, Kongo halkının yanında olacaktır. Bu onların ve onların temsilcilerinin sorumluluk ve uzlaşma için bir istek sergilemeleri amacıyladır, böylece hep birlikte başarılı olabiliriz.



JAVIER SOLANA
AB ORTAK DIŞ VE GÜVENLİK POLİTİKASI YÜKSEK TEMSİLCİSİ

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Temmuz 2006       Mesaj #148
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bütün bu hatların inşasının bir anlam kazanması ve Türkiye’yi uluslararası enerji arzı güvenliği alanında sahip olduğu potansiyele kavuşturması ancak Samsun Ceyhan hattının gerçekleşmesi ile mümkün olacak.

Bu proje yukarıda ayrıntıları ile değerlendirmeye çalıştığımız Avrasya stratejik vizyonunun geleceğe uzantısını oluşturmakta. Bakü-Tiflis-Ceyhan projesinin siyasi arka planı ve sonuçları, 1990’lı yılların Avrasya bölgesinin hızlı ve kapsamlı dönüşüm sürecinin etkilerini taşımakta. Bu tecrübe, Türkiye’nin enerji alanında iki temel hedefe odaklanmasını beraberinde getirdi.
Boğazların güvenliği
Bunlardan biri, hiç kuşkusuz boğazların güvenliğinin sağlanması. Yılda yaklaşık 150 milyon tona ulaşan petrol trafiği ile günümüzde dünyanın yüksek kapasiteli petrol boru hatlarıyla yarışır hale gelen Türk boğazları üzerine aşırı yüklenilmesi, çevre için büyük bir risk, petrol sahipleri için de önemli bir maliyet yaratmakta. Bugün, özellikle 67 milyon tona çıkacak yıllık taşıma kapasitesiyle CPC (Caspian Pipeline Consortium) hattı, tersine işletilmek üzere devreye girecek Brody-Odessa hattı ve gelecekte inşa edilmesi planlanan diğer boru hatları ile Karadeniz’e akıtılacak Orta Asya ve Hazar petrollerinin Türk boğazlarından geçirilerek dünya piyasalarına ulaştırılmasından kaynaklanacak potansiyel tehlike ve riskler, Türkiye’yi Kuzey-Güney koridorunda yeni güzergahları düşünmeye sevk ediyor. Türkiye bir taraftan Kuzey-Güney koridorunda yeni güzergah üzerinde çalışırken, bölgede faaliyette bulunan petrol şirketleri de, artan tanker trafiği nedeniyle, Türk Boğazları’nda tankerlerin bekletilmesinden doğan ve doğacak ticari riskleri azaltmak üzere Türkiye üzerinden geçecek “by-pass” hatları ile birlikte Türkiye’yi dışlayan Bulgaristan-Yunanistan güzergah seçeneği olarak şekillenen Burgaz-Dedeağaç ve Burgaz-Vlore başta olmak üzere, değişik alternatif hatları projelendirme gayreti içine girdiler. Bu girişimler, halen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’mızın yoğun mesaisi ve Dışişleri Bakanlığı’mızın enerji diplomasisindeki birikimleri sayesinde dengelenmekte. Diplomasimiz, Samsun-Ceyhan petrol boru hattına tüm platformlarda sahip çıkarak bu projeyi savunuyor. Türkiye’nin bu çabaları, diğer alternatif güzergahlara nazaran Türkiye’nin ön almasına imkan sağlayarak uluslararası alanda bu yeni güzergaha ilgiyi arttırdı. Aynı zamanda, enerji arz güvenliğinin en çok tartışıldığı bir dönemde Bakü-Tiflis-Ceyhan hattı dolayısıyla Türkiye’nin enerji tedariki güvenliğinde ne kadar önemli bir aktör olabileceğini kalın harflerle göstermekte.
Ceyhan yeni bir Rotterdam oluyor
İkinci temel hedef ise Ceyhan’ın, yukarıda değindiğimiz gibi dünyanın en büyük enerji terminallerinden biri haline gelmesi. Irak-Türkiye petrol boru hattının tekrar azami taşıma kapasitesine ulaşması ve Bakü-Tiflis-Ceyhan hattının işletmeye alınması nasıl önemliyse, benzer şekilde, Samsun-Ceyhan by-pass boru hattının gerçekleşmesi de, Türk Boğazları ve İstanbul’un güvenliği için olduğu gibi, aynı zamanda Türkiye’nin dünyadaki en önemli enerji koridorlarından biri olması ve Ceyhan’ın en büyük enerji terminallerinden biri haline gelmesi bakımından hayati önem taşımakta. Samsun-Ceyhan boru hattı, Bakü-Tiflis-Ceyhan ve Kerkük-Yumurtalık hatlarına ilave olarak gerçekleştiğinde, Ceyhan terminali yılda 190 milyon ton gibi bir kapasiteye ulaşacak, diğer bir ifadeyle Avrupa’nın en önemli limanı olarak kabul edilen Rotterdam terminal kapasitesinin (133 milyon ton/yıl) yaklaşık % 50 fazlasına ulaşan bir kapasite ile, dünya pazarlarına yönelik arzın güvenli bir merkezi olacak. Ceyhan terminaline ulaşan toplam miktarın bu düzeye gelmesi ile oluşacak işlem hacmi, Ceyhan’da Rotterdam’a benzer bir petrol işlem piyasasının yaratılmasına da öncülük edecek. Yine, Londra’da kurulu Brent petrolünün fiyatlandırıldığı IPE’ye benzer şekilde Ceyhan’da da özellikle Orta Asya ve/veya Hazar petrollerinin fiyatlandırılması (örneğin “Caspian Dated/Blend” veya “Asian Dated/Blend” markaları yaratılması imkanı) için bir petrol borsası da oluşabilecek.
Ortadoğu ve Uzakdoğu boyutu Samsun-Ceyhan petrol boru hattı projesinin hayata geçirilmesi halinde, Ceyhan terminali, sırf Akdeniz bölgesi ve Avrupa’nın hemen tamamına hizmet veren bir terminal değil, fakat aynı zamanda, halen müzakereleri süren İsrail Aşkelon-Eilat hattı bağlantısı ile Uzakdoğu gibi dünyanın en çok petrol tüketen bölgelerine enerji tedarik eden uluslararası bir petrol merkezi haline dönüştürülmüş olacak. Çin ve Hindistan’ın artan tüketim kapasiteleri ile petrol fiyatları dengelerini nasıl değiştirdiklerine her gün tanık olmaktayız. Arz güvenliği, bu iki ülke ile beraber Japonya’yı da yakından ilgilendirmekte. Bu kapsam, Türk enerji diplomasisinin çok boyutlu, derinlikli kapasitesini ve Türkiye’nin ulaşabileceği potansiyeli açıkça ortaya koyuyor. 21 Nisan’dan sonra 5 Temmuz itibarıyla varil başına 75,19 dolara ulaşarak tarihi bir rekor kıran petrol fiyatları da 1980’li yılların sonunda temelleri atılan Avrasya enerji stratejimizin isabetini vurgulayan bir başka önemli gelişme olarak ortaya çıkmakta. Yukarıdaki tablo, Ceyhan terminalinin gelecekte nasıl, Rus, Azeri, Kazak petrollerinin ve Türkmenistan dahil, tüm bu ülkelerin doğalgazlarının dünya pazarlarına arz edileceği gerçek bir enerji süpermarketi haline geleceğini ve Türkiye’nin de, Avrupa ve dünya enerji arzı güvenliğinde nasıl kritik bir önem kazanacağını ve enerji diplomasisinde nasıl bir rol oynama imkanına sahip olacağını bütün açıklığı ile ortaya koyuyor. Ülkemiz uluslararası enerji arzı güvenliği alanında merkezi bir konuma doğru yavaş fakat sağlam adımlarla ilerlemekte. Bu konuma ulaşması hiç şüphesiz bugünkü ve gelecekteki hükümetlerin, 15 yıl önce temelleri atılan Avrasya stratejimizin hedeflerinden saptırılmasına izin vermemelerine bağlı. Ayrıca, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney enerji koridorlarında, bölge içi ve bölge dışı güçlerin, özellikle Rusya ve Amerika’nın çelişik çıkarlarını bağdaştırabilme kapasitesini göstermeleri gerekiyor. Ve muhakkak ki, daha birçok hükümetler arası anlaşmalarla, çeşitli ekonomik, ticari ve çevresel düzenlemelere imza atmaları ve Hazar Denizi’ndeki sınır anlaşmazlıkların çözümüne katkıda bulunmaları lazım gelecek. Bu muhakkak ki ulaşılması kolay olmayan büyük bir hedef. Ama büyük devletlerin küçük hedefi olamıyor. Türkiye bu hedefi gerçekleştirme kapasitesine ziyadesiyle sahip. Unutmayalım, 21’inci yüzyılın soğuk savaşı enerji alanında cereyan edecek. Başladı bile. Türkiye bu yeni soğuk savaşın da odağında yer alıyor.
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
16 Temmuz 2006       Mesaj #149
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Altemur KILIÇ


GENERAL OLAYI

Korktuklarım oluyor… Harp Okulu Komutanı Tümgeneral Reha Taşkesen'in ani ve dramatik istifası ve emekliye ayrılması üzerine, açıklamalar ve sızdırılan dedikodularla, TSK'ni, her fırsattan yararlanarak yıpratmak isteyenlere, hem de 30 Ağustos öncesinde gün doğdu. .Aslında bu konuyu ayağa düşürmemek gerekirdi ama bu yapılamadı, "Kırılan kol yen içinde kalamadı. Maalesef, , kırıklar her gün ortaya dökülmekte. Genelkurmayın bu konuda yaptığı "muğlâk", ama telefonların kendisi ve ya askeri istihbarat tarafından dinlemediği hususundaki kesin ve fakat kimseyi tatmin etmeyen, açıklaması üzerine, malûm birileri, bulanık sularda balık avlamaya çalışıyorlar… Artık bu fesadın üzerini kapatmak bu noktadan sonra imkânsız! Ağzı olan konuşacak ve TSK'ne karşı kin besleyenler de, fırsattan yararlanacaklar. Tek çare bu olayı ucu nereye, kime, kimlere ve nelere, nerelere varırsa varsın, deşip tamamıyla aydınlatmak. Ufacık bir şüphe ve ima kalırsa, asıl bu Ordumuzu yıpratır!

KOMPLO
Olay bır yerde "Paşanın telefonlarını kim dinledi" sorusuna odaklanıyor. Bunu ortaya çıkarmak, komplonun boyut ve faillerimi belli eder, ama asıl, soru Generalin telefonlarının" neden" dinlendiği ve bu olayın şu bağlamda neden ortaya çıktığıdır? İlk akla gelen, 30 Ağustos öncesinde, ortalığı karıştırarak, Şemdinli'de vuramadıkları Orgeneral Büyükanıt a buradan vurmak istedikleri!

Olay bir bakıma, bır turnusol kâğıdı: bu konuda, TSK'ni, komutanları, yıpratmak için, fırsat çıktı diye ellerini ovuşturarak sevinenler, diğer tarafta da işin bu raddeye gelmesine içtenlikle üzülenler, belli oldu. Bu vesileyle de, bu fesadın altında, hangi tertiplerin olduğu anlaşılabilecek. . Tümgeneral hakkındaki "komplonun" "Ordu içi hesaplaşma ve generaller arasında rekabet" için yapıldığını, ben TSK'nin geleneklerine ve terbiyesine, diğer komutanlara yakıştırmam. Ama çok parlak, iyi eğitim ve öğretim m görmüş -bölücülük ve irticaya karşı, aydın bir subayın önünü kesmek isteyenlerle Genelkurmay önünde zarf dağıtanlar ve Şemdinli olayında -Danıştay Baskını olayında, askerleri irtibatlandırmak isteyenler arasında bit bağ bulunduğundan.- o zamanlarda medyaya "haber" sızdıranların da, bu "komplo"da, parmakları oldugundan kuvvetle şüpheleniyorum. Bu gurup veya cemaat, tahminlerin üzerinde, planlı, hesaplı çalışıyor… Birkaç yıl önce," Mançuryalı Aday" adlı bır film vardı. Bunda şer güçlerinin Amerika'da, bazı kişilerin beyinlerini yıkayarak, şartlandırarak, anahtar noktalara, düğmeye basınca faaliyete geçirilmek üzere, yerleştirildikleri anlatılıyordu. Benzer bır tartıp karşısında olmamız mümkün. Zira oradan, buradan, şu savcıdan, bu kaymakamdan, maksatlı deneme çıkışları oluyor! Tehlikenin farkında mıyız?

SON TAHLİLDE
Son tahlilde insani boyutuyla, . Sicili parlak ve önü yüksek rütbelere açık Komutanı Tümgeneral Reha Taşkesen'in 30 Ağustos öncesi Ordudan ayrılması. Ayrılış "candan can kopmasıdır"! Ben bu ziyana yanarım!
Ama daha da önemli olan, Ordumuzu onurunu ve geleneksel kural ve değerlerini korumaktır! . Bu da bu fesat çıbanının, yara bandıyla kapanamayacağına ve artık örtbas edilmeyeceğine göre, dağlanması ve bütün cerahatin, her ne pahasına olursa olsun, akıtılmasıyla olacak!
AB BAYRAGI VE MARŞI

Dışişleri Bakanlığımız AB'nin. Mavi yıldızlı bayrağının, okullarda vb Türk Bayrağıyla birlikte, nasıl asılacağı konusunda, yönerge hazırlıyormuş! Hazırlıyormuş. Bu, AB'ni ve çocuklara ısındırmak içinmiş! Yönergede, belki de AB Marşının da, İstiklal marşı ile birlikte çalınması için de madde vardır… Bakanlık, daha önce, Doğu Türkistan'ın mavi-beyaz, ay yıldızlı bayrağınım ülkemizde asılmasını. Çinlileri kızdırmamak için yasaklamaya kalkışmıştı. !
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Temmuz 2006       Mesaj #150
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Güzin Abla'yı kaybetti
Köşe Yazısı ve Makaleler

Yazılarıyla yıllardır Hürriyet okurlarının dertlerine çare olmaya çalışan Güzin Abla (Güzin Sayar) dün akşam sabaha karşı hayata gözlerini yumdu. Bir süredir tedavi gören Sayar'ın kızı Feyza Algan, Güzin Abla'nın okurlarına cevap veriyordu. Feyza Algan, "Anneciğimi kaybettim. Güzin Abla'mız hakkın rahmetine kavuştu. Bütün okurlarının başı sağolsun" dedi. Güzin Sayar'ın cenazesi yarın öğle namazında Erenköy Galip Paşa Camii'nde kılınacak namazın ardından Karacaahmet Mezarlığı'nda defnedilecek.

17 Temmuz 2006

40 yılı aşkın bir süredir okurlarıyla dertleşen, onlara destek olmaya çalışan Güzin Abla kimdir?


Güzin Sayar, sizin tanıdığınız adıyla “Güzin Abla”, kökeni Reşat Nuri Güntekin ve Refik Halit Karay’a uzanan, köklü bir ailenin kızıdır. Dedesi Mahmut Hayri Bey’e ait Erenköy, Ethem Efendi Caddesi'nde, Haremlik ve selamlık bulunan eski dönemin o bağ köşkü diye tabir edilen ahşap bir köşkte dünyaya geldi. Ne yazık ki, babasını çok genç yaşta kaybetti. Annesi Mediha Sayar, çok zeki ve çalışkan bir insandı. Babası üst düzey bir devlet memuruydu. O yine de eşini kaybettikten sonra, 3 yaşındaki küçük Güzin’i alıp baba evine döndüğünde, ailesine yük olmamak için çalışmaya başladı. Alman mektebi mezunuydu. Üç lisan biliyordu. O dönemde, Türkiye’nin ilk çalışan kadınlarından biriydi.

Güzin Sayar, Harbiye Orduevi’nin karşısındaki evlerinden, Notre Dame De Sion Fransız Kız Lisesi’ne gidip gelirken, genç bir subaya aşık oldu. Annesinin muhalefetine rağmen, 16 yaşında o subayla evlendi. Son derece ince ruhlu, piyano çalan, mürebbiyelerle büyümüş bir genç kadınla, daha zor koşullarda yaşamış ve yatılı bir askeri okulda büyümüş olan bu genç adam pek bağdaşamamışlardı. Küçük kızları dünyaya geldikten bir süre sonra, eşinin başka bir kadını; hem de evli ve 2 çocuklu bir kadını, sevmesi nedeniyle, ayrılmak zorunda kaldı. Birkaç yıl sonra evlendiği mimar Tayfur Şehbal ile de 5 yıllık evliliğini de yine bir başka kadının araya girmesiyle noktalamak zorunda kaldı.

Annesi Mediha Sayar, Yeni İstanbul gazetesinde muhasebe müdürü olarak çalışıyordu. Aynı gazetede tercüme yazılar yazarak mesleğe başlayan Güzin Sayar, daha sonra Son Havadis gazetesinde, “Sorun söyleyelim” adıyla 1960’lı yıllarda bir köşeye imza attı. Bu belki de, “Güzin Abla” köşesinin ilk işaretleriydi. İnsanların sorunlarına eğilme merakı onda gençlik yıllarında da varolan, özel bir yetenekti. İleriki yıllarda Akşam, Hür Vatan gibi gazetelerde “Derim ki” diye bir köşe yazısıyla devam etti. Bu arada magazin müdürü olarak çeşitli gazetelerde çalıştı. “Çocukluğundan itibaren gazeteci olmak istemişti. Gerçekten de Türkiye’nin ilk 3-5 kadın gazetecisinden biridir.

Saklambaç gazetesinde ilk kez kendi adını taşıyan dertleşme köşesini ise 1971 yılında yazmaya başladı. Zaten o sıralarda aynı gazetede “Feride” adlı bir dertleşme köşesi vardı. Yazıişleri müdürleri, bu köşeyi “Güzin Abla Dertlerinizle Başbaşa” başlığıyla, kendi adıyla sürdürmesini uygun gördüler. Ve “Güzin Abla" köşesi böyle doğmuş oldu.
“Güzin abla” olağanüstü güzel ve kültürlü bir kadın olduğu halde, ilginçtir; iki eşi tarafından da aldatılıp, terk edilmiş bir kadındı. Aynı zamanda çok onurlu bir insandı. İkinci evliliği ve ikinci hayal kırıklığından sonra, evliliğe noktayı koydu. Üstelik o sırada 35 yaşındaydı. Kendini kızına ve mesleğine adadı.
Bir bakıma bir ekol olarak yarattığı Güzin Abla kavramı, bu başarısız iki evliliğin sonucudur, denebilir.

Belki Güzin abla olarak hemcinslerinin, bitmek tükenmek bilmeyen dert ve sorunlarına eğilirken, bir anlamda kendi yaşadığı tecrübeleri onlarla paylaşmak istemiş olabilir. O sevgi dolu bir yürekti, insanlarla çok rahat iletişim kurabilen biriydi. Ve de en büyük özelliği inanılmaz hoşgörüsüdür.

Ne yazık ki, yıllarını okurlarının dertlerine adamış bu inanılmaz kadın, dün sabah saatlerinde hayata gözlerini yumdu. Yıllar onu da kayırmadı. Her varlığı bekleyen kaçınılmaz süreç onu da etkiledi. Yaşlılık onun da fani bedenini yıprattı. Sizlerden ayırdı, koparttı.

Yıllar acımasızca akıp gidiyor. Her şey gelip geçiyor. Her şey değişiyor. İşte bu nedenle Güzin Abla da köşesini kızına devrederek bu değişime uyum sağladı."

Benzer Konular

9 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
12 Nisan 2007 / kompetankedi Edebiyat
2 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap