Arama

Hadisi Şerifler - Sayfa 8

Güncelleme: 11 Kasım 2017 Gösterim: 262.435 Cevap: 447
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
22 Nisan 2006       Mesaj #71
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellemin duası:
"Allahım! Faydası olmayan namazdan sana sığınırım."
Sponsorlu Bağlantılar
Enes radıyallahu anh. Ebû Dâvud.


Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellemin duası:
"Allahım! Doğruyu bana ilham et! Beni nefsimin kötülüklerinden kurtar!"
imran radıyallahu anh. Tirmizî.

Son düzenleyen Safi; 12 Kasım 2017 23:47
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Nisan 2006       Mesaj #72
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ne zaman ve Ne İçin
HİCRET
Batıl düzenler, gerçekten hakka inananlara hayat hakkı tanımak istemezler. Onlar, gerektiğinde bütün zulüm mekanizmalarını inananların aleyhine çalıştır-maktan geri durmazlar.
Sponsorlu Bağlantılar

Lügatta terketmek, ayrılmak, ilgisini kesmek anlamına gelen hecr, hicrnan masda-rından isim olan hicret: “Kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen veya kalben ayrılıp uzaklaşması demektir; ancak kelime daha çok “bir yerin terkedilerek başka bir yere göç edilmesi” anlamına gelir. Istılah olarak genelde gayr-i müslim ülkesinden İslam ülkesine göçetmeyi, özelde ise Hazreti Peygamber ve Ashabının; dine hizmet etmek ve İslam devletini kurmak üzere Allah Tealâ’nın izni ile Mekke’den Medine’ye göç etmeleridir. Medine’ye göç eden müslümanlara muhacir, Rasûlü Ekrem Sallellahü Aleyhi ve Sellem’e ve muhacirlere yardım eden Medineli müslümanlara da ensar adı verilmiştir. Hicret, İslam tarihinin en önemli olaylarından biri ve bu tarihin bir dönüm noktası sayılır. İslam tarihinde iki önemli hicret olayı gerçekleşmiştir:
1. Habeşistan’a hicret; Peygamberliğin beşinci yılında onbiri erkek, dördü kadın olmak üzere toplam onbeş kişi; altıncı yılında da onüçü kadın yetmiş yedisi erkek olmak üzere toplam 90 kişi Habeşistan’a hicret etmiştir.
2. Medinei Münevvere’ye ki; hicret denildiği zaman akla bu gelir.
Kur’an’ı Kerim’de hicret kelimesi yer almamakla birlikte, otuz bir yerde hecr kökünden gelen çeşitli türemiş kelimelerin geçtiği görülür. Bunlar kullanışlarına göre Kur’an’ı terketmek(1), bir kişiden, bir guruptan ayrılmak(2), kötü şeyleri terketmek(3) ve terim anlamına uygun olarak Allah uğrunda başka bir yere göç etmek(4)”anlamlarına gelmektedir. Hicret eden kimse karşılığında da muhacir ve çoğul olarak ta muhacirîn, muhacirât kelimeleri kullanılmakta(5), bu ayetlerin ço-ğunda da Mekke’den Medine’ye göç eden müslümanlar kasdedilmektedir. Görüldüğü üzere Kur’an’ı Kerim’de olayın kendisinden çok, onu gerçekleştirenlerin bu amellerinin önemine dikkat çekilmiş, ayrıca bu hicret kelimesi hadisi şerifler’in pekçoğunda Mekke’den Medine’ye göç olayına işaret etmekte, ancak
farklı anlamlarda kullanıldığı da görülmektedir. Mesela bir hadisi şerif’te: “Muhacir Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahları terkeden kimsedirMsn Demon buyurulmakta; başka bir hadisi şerif’te de hicretin kötü şeyleri terketmek anlamına geldiği belirtilmektedir(7). Hicretin ahlak ve zühd ile ilgisine işaret eden ayet ve hadisi şerifleri dikkate alan mutasavvıflar, bu kavramı hem “haramları terkedip kötülüklerden uzaklaşmak”, hem de “nefsi terbiye etmek maksadıyla yolculuğa çıkmak” veya “kalben ve zihnen halkı terketmek” anlamında kullanılmış, seyr-ü sülük dedikleri manevi yolculuğu da bir çeşit hicret saymışlardır.
Tarihte Hicret
Kur’an’ı Kerim, Hazreti Peygamber Sallellahü Aleyhi ve Sellem’den önceki dö-nemlerde de peygamberlerin ve onlara inanan insanların kâfirlerce hicret etmeye zorlandıklarından ve bunların inançları uğrunda yurtlarını bırakıp başka yerlere gittiklerinden bahseder. Çünkü batıl düzenler, gerçekten hakka inananlara hayat hakkı tanımak istemezler. Onlar, gerektiğinde bütün zulüm mekanizmalarını inananların aleyhine çalıştırmaktan geri durmazlar. Çünkü, yarasanın ışıktan ürktüğü gibi, onlar da inananların gerçekleri ve mutlak doğruları gözleri önüne sermeleri ve böylece kendi menfeatlerinin ortadan kalkmasından, ilahlık davalarının sahteliğinin ortaya çıkmasından, sömürü çarklarının durmasından endişelenirler, korkarlar. Tarih boyunca inananlara, zalim düzenler eliyle yapılan zulüm, baskı ve şiddetin asıl nedeni budur. Bugün yeryüzünün her bölgesindeki müslümanlar üzerindeki baskı ve terör bundan kaynaklanmaktadır.
Ayeti kerimelerde belirtildiği üzere, Hazreti İbrahim Aleyhisselam kendi kavmine Allah’ın dinini anlatmada hiç bir engel tanımamış, Nemrut’un zorbalığına boyun eğ-memiş, bir bir işkencelere maruz kalmasına rağmen yolundan dönmemiştir. Fakat onun bütün gayretleri bir netice doğurmamış ve toplumunu küfür bataklığından çekip alamamıştır. Artık netice belli olmuştur; kavmi kendi doğrultusunda gitmektedir. Hazreti İbrahim Aleyhisselam’da tevhid üzere kendi yoluna devam etmektedir. Hazreti İbrahim Aleyhisselam, kavminin kendisini ateşte yakma teşebbüsünün ardından ve kavminin iman etmesine imkân ve ihtimal kalmadığın anlayınca: “Doğrusu ben Rabbımını emrettiği yere hicret ediyorum”Msn Note demiş, sapıklık ve küfür diyarından uzak kalmak gayesiyle herşeyiyle yalnız Allah’a kulluk edebilmek için önce Filistin’e, ardından Mısır’a göç edip, daha sonra da Ken’an diyarına yerleşmişti. Hazreti İbrahim Aleyhisselam’la beraber Filistin’e kadar bu hicrete katılan Hazreti Lût Aleyhisselam, Peygamberlik görevini yaparken, kâfirlerin azgınlık ve ahlaksızlıkları karşısında Cenab-ı Hak’tan aldığı emirle bir gece vakti inananlarla birlikte yurdundan çıkmış, arkasına dönüp bakmadan, gitmesi istenilen yere gitmişti.(9) Hazreti Şuayb’a kavminin ileri gelen kibirlileri: “Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız, yahut dinimize dö-neceksiniz”(10) demişler, O’nu ve mü’minleri hicrete zorlamışlardı. Hazreti Musa Aleyhisselam, Allah’ ın emriyle geceleyin Mısır’dan yola çıkardığı İsrailoğullarını göç ettirmeyi başarmış, peşlerine düşen Firavun ve ordusu ise denizde boğulmuştu.(11)
Kur’an’ı Kerim Ashab-ı Kehf’ten, “Rablerine iman eden gençler”(12) olarak söz etmektedir. Bunun üzerine; Allah’ta onların hidayetlerini artırmıştı. Ashab-ı Kehf’in kavimleri Allah’tan başka tanrılara taptıkları için onlardan uzaklaşmalarını Kur’ an övgüyle anlatmaktadır. Onlar bu davranışlarıyla doğru yolu bulmayı ve Allah’ın rahmetine kavuşmayı gaye edinmişlerdi.
“Şunlar, şu bizim kavmimiz, O’ndan (Allah’dan) başka tanrılar edindiler. Bunların üzerine bari açık bir delil getirseydiler ya! Artık yalan yere Allah’a karşı iftira edenlerden daha zalim kimdir? dediklerinde, onları kalplerini (sabır ve sebat ile) hakka bağlamıştık. (Birbirlerine şöyle demişlerdi): Madem ki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarınızdan ayrıldınız, o halde mağaraya çekilip sığının ki; Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizden de size fayda hazırlasın”(13) Böylece onlar, zalim bir toplum içinde yaşayıp, dinlerini açığa vuramamaktansa, mağaraya çekilip orada inançlarını yaşamayı tercih etmişler ve son derece az olduklarından mevcut düzene karşı duramayacaklarını anlamış bulunuyorlardı.
İşte bu gibi ayetlere dayanarak, hicretin bütün peygamerelerin hayatında yer aldığı söylenebilir; kâfirlerden görülen eziyet ve baskılar, hak dinini tebliğ imkânının ortadan kalkmış olması, onları göç etmek zorunda bırakmıştır. Nitekim İbrahim Sûresi’nde Mekkeliler’den öncekilerin, Nuh, Ad ve Semud kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin kıssaları anlatılırkan, kâfirlerin peygamberlerine: “Elbette sizi, ya yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka dinimize döneceksiniz” dedikleri belirtilerek, Rablerinin bu peygamberlerle, “Zalimleri mutlaka helak edeceğiz” diye vaadde bulunduğu belirtilir.(14)
Kur’an’ı Kerim’de özellikle cihadla ilgili ayeti kerimelerde hicret, büyük bir fedakârlık ve dinde gayretli olmak nişanı olmuştur. Ebu Hureyre Radiyallahü Anh’den rivayete göre Peygamberimiz Sallellahü Aleyhi ve Sellem: “İslam garib olarak başladı ve başladığı gibi (günün birinde) garip haline dönüşecektir. Ne mutlu o garip mü’minlere!” buyurmuştur.Yani yüce İslam dini ilk zamanlarda çok az insan tarafından kabul edildi. O dönemde müslümanların sayısı çok az olduğu için, İslam dini kimsesiz ve yabancı bir adam gibiydi. Sonra müslümanların sayısı çoğaldı. İslamiyeti uygulayanlar ve emirlerini yerine getirenler, yasaklarından sakınanlar her tarafa yayıldılar. Böylece, ilk zamanlarda görülen yabancılık ve gariplik kalmadı. Son zamanlarda fitnelerin çoğalması, insanların bozulması ve dini vecibeleri yerine ge-tirenlerin azalması sonucunda İslamiyet, ilk zamanlardaki haline dönüşecektir. Hadisi şerif’te geçen gureba-garibler kelimesinin tefsiri, İbni Mâce’nin rivayetinde: Ailesinden, kabilesinden veya vatanından İslamiyet için uzak düşen, Allah Tealâ yolunda hicret eden muhacirler şeklinde gelmiştir. Tirmizi’nin rivayetinde ise, Hazreti Peygamberimiz: Ne mutlu o garip mü’minlere ki, halkın benden sonra bozdukları sünnetimi (yolumu) ıslah ederler, buyurarak garipleri: O’nun sünnetini, yolunu izleyen, onunla amel eden ve olanca güçleriyle açıklamaya, ihya etmeye çalışan mü’minler olarak açıklamıştır.
Abdullah b. Amr Radiyallahü Anh’den rivayet edilen diğer bir hadisi şerif’te, Hazreti Peygamber Sallellahü Aleyhi ve Sellem: Allah Tealâ’ya en sevimli kimseler garip-lerdir, buyurdu. Ashab tarfından:
-Garipler kimlerdir? denildi. Hazreti Peygamberimiz:
-”Dinleri için yurtlarından firar edenlerdir. Allah Tealâ kıyamet gününde, oınları İsa Aleyhisselam ile birlikte diriltecektir” buyurdu. Hadisi şerifler kıyamete yakın za-manlarda, müslümanlığın başladığı devreye dönüşeceğini, yani müslümanların azalacağını ve meşekkatlere maruz kalacaklarını takrir etmektedir. Dünya müslümanlarının bugünkü hali nazar-ı dikkate alınırsa, hadisi şeriflerin geleceği haber veren bir mucize olduğunda şüphe etmemek gerekir.
Hazreti Peygamberimiz ve kendisine inananlar da daha önceki peygamberler ve ümmetlerinin akibetine maruz kaldılar. Mekke müşrikleri, Rasûlü Ekrem’e karşı İsla-m’ı tebliğe başladığı andan itibaren olumsuz bir tavır takındılar. Bu tavır sadece İslam’ı reddetmekter ibaret kalmadı. Hazreti Peygamberimiz alaya alındı, O’na inananlara baskı uygulandı ve bu baskılar İslamiyet’in Mekke’de yayılmaya başlaması üzerine eziyet ve işkenceye dönüştü. Hatta Ammar b. Yasir’in babası Ya-sir ve annesi Sümeyye işkenceyle öldürüldü. Amcası Ebu Talib tarafından himaye edildiğinden kendisi bu tür eziyetlere uğramamakla beraber, ashabının başına gelenlere son derece üzülen ve işkenceleri engellemeye de gücü yetmeyen Rasûlü Ekrem, aralarında Hazreti Osman ve karısı Hazreti Rukiyye (Peygamberimizin kızı), Cafer b. ebi Talib ve hanımı Esma binti Ümeys, Abdullah bin Mesud, Abdurrahman b. Avf, Ebu Ubeyde b. Cerreh, Mus’ab b. Umeyr gibi meşhur sahabilerin de bulunduğu bir gurup müslümanın Habeşistan’a gitmesine izin verdi. Habeşistan Necaşisi Ashame’nin semavi bir dine mensub adaletli bir hükümdar olması ve arapça bilmesi, hicret için Habeşistan’ın seçilmesinde önemli bir sebep teşkil edi-yordu. Ayrıca ulaşım kolaylığı ve muhacirlerin mali sıkıntılarını daha rahat şekilde giderebilme imkânı da bu seçimi etkilemişti. Onbir erkek ve dört kadından oluşan müslüman kafilesi, 615’te Mekke’ den Şuaybe Limanı’na, oradan da bir tekneyle Habeşistan’a gitti. Bu hicret Hazreti Peygamberimiz’in tebliğinin henüz ilk yıllarında iken Afrika ile temasa geçmesini sağladı. İlk muhacirlerin iyi karşılanması üzerine, ikinci hicret kafilesine yetmişten fazla müslüman katıldı.
Mekke o sıralarda gerçekten İslam gibi eşsiz, tevhide dayalı yüce bir inanç ve hayat düzenini kabul edenler için ağır şartları bulunan bir ortamdı. Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi İslam’ın ilk yıllarında, sahabilerin önemli bir kısmına ve özellikle zayıf ve kimsesizlere “Rabbımız Allah’tır” demeleri sebebiyle sayısız zulümler uygulanıyor, dinlerinden vazgeçmeleri için onlara büyük baskılar yapılıyordu. Habeşistan’da İslami bir düzenin varlığından söz edilemezdi ama, en azından orada dini hürriyet vardı ve zulüm yoktu. Diğer taraftan İslam ülkesi diyebileceğimiz bir yerin de varlığı söz konusu değildi. Henüz böyle bir teşebbüse girebilmek için gerekli şartlar ve imkânlardan da müslümanlar tamamıyla mahrum bulunuyordu. Bu nedenle Darü’l Küfr olan Mekke’yi bırakıp, Darü’l Emin(güven ülkesi)’e göç için bir izin verilmiş oluyordu.
Muhacirlerin sayısının artması üzerine endişeye kapılan Kureyşliler, Ashame en Necaşi’yi bir heyet gönderip müslümanların iadesini istediler. Tarafları dinleyen Ne-caşi, müşriklerin teklifini reddetti. Müşrikler de bir netice alamayınca bunun intikamını Mekke’da kalan müslümanlardan aldılar. Artık Mekke’deki müslümanlar çok daha kötü şartlarda var olma mücadelesi veriyorlardı. Bir müddet sonra mu-hacirlerin otuz üç kişilik bir bölümü, müslümanlara karşı Şi’bu Ebu Talib’te sosyal ve ekonomik boykotun kaldırılması ve Mekkelilerin müslüman olduğuna dair söylentilerin çıkması üzerine Mekke’ye döndü. Müşrikler Bedir’de uğradıkları bozgunun ardından, Ashame en Necaşi’ye ikinci bir elçilik heyeti gönderdilerse de, yine sonuç alamadılar. Habeşistan’da kalan son müslüman kafilesi daha sonra yine kendi arzularıyla ve Necaşi’nin hazırlattığı gemilerle önce Car Limanı’na geldiler, oradan da Medine’ye hareket ettiler. Rasûlü Ekrem, Hayber’ in fethi sırasında huzuruna çıkan muhacirlerin arasında Cafer b. Ebi Talib’i görünce çok sevinmişti.
Rasûlüllah Sallellahü Aleyhi ve Sellem Mekke’de tebliğ görevini sürdürürken, Kureyşliler de inkârlarında diretiyorlardı. Müslümanlara ve Hazreti Peygamberimizi koruyan Haşimoğulları’na karşı uygulanan üç yıllık boykotun ardından, Ebu Talib’in ölümü müşriklere fırsat verdi ve bizzat Hazreti Peygamberimiz dahi bir çok hakarete ve sataşmaya hedef oldu. Böyle bir ortamda İslam’ı tebliğ edemeyeceğini anlayan Rasûlü Ekrem, Taif’e giderek, yeni bir çevrede davasını anlatmayı denedi. Fakat Taif’liler de Kureyşliler gibi inkârcılıkta direnmişler ve Peygamberimizi taşa tutmak gibi çok sert bir tepkide bulunmuşlardı. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallellahü A-leyhi ve Sellem, Mekke’ye dönmek mecburiyetinde kaldı.
Hazreti Peygamberimiz onların bu cahilce hareketleri karşısında davasından yılmamıştır. Özellikle Hac mevsiminde Mekke dışından gelen insanlarla görüşüyor, onlara İslam’ı anlatıyordu. Peygamberimiz bir gün Akabe Mevkii’nde Medineli altı kişiyle karşılaştı. Onlara Kur’an okudu ve İslam’a davet etti. Medineliler Peygamberimiz ile konuştuktan sonra durumu kendi aralarında değerlendirldiler. Yahudilerin geleceklerini bildikleri ve kendisiyle bizi korkuttukları Peygamber bu olmasın, dediler. Yahudilerden önce müslüman olmanın gereğine inanıp, müslüman oldular. Medine’de bulunan Yahudiler bir Peygamberin geleceğini biliyorlardı. Medinelilerle araları açılan Yahudiler, onlara “Bir peygamber gönderilmek üzeredir, o peygamber gelince biz ona tabi olacağız. İrem ve Ad kavimleri gibi sizin kökünüzü kazıyacağız” diyorlardı.
Akabe’de müslüman olan Medineliler memleketlerine gittiklerinde, bu durumu yakınlarına anlattıktan bir sene sonra, daha önceki müslümanlarla birlikte oniki kişilik bir topluluk Hac için Mekke’ye geldi. Bunlar Peygamberimizle görüştü ve “hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, iftira etmemek, Allah ve Rasûlüne muhalefette bulunmamak hususunda” Peygamberimiz’e söz verip bey’at ettiler.
Peygamberliğin on üçüncü yılında Medineli müslümanlardan yetmişiki kişilik bir gurup Hac için Mekke’ye geldiler. Peygamberimizle Akabe Mevkii’nde görüşmek üze-re toplandılar. Hazreti Peygamberimiz amcası Abbas’la birlikte Akabe’ye geldi. Abbas henüz müslüman olmamıştı. Ebu Talib’in vefatından sonra Peygamberimizle daha çok ilgilenmeye başlamıştı. Bu ilgi kabile bağından ileriye gitmiyordu! Top-lantıda ilk konuşmayı Abbas yaptı. “Ey Hazreç topluluğu! Bu benim kardeşimin oğludur. Benim yanımda insanların en sevgilisidir. Siz O’nu tasdik ediyor ve O’nun getirdiklerine inanıyor ve kendisini alıp götürmek istiyorsanız, sizden bu hususta beni tatmin edici bir söz almak isterim. Siz O’na verebileceğiniz sözü yerine getirebilecek ve kendisin muhaliflerden koruyabilecek misiniz? Bunu gereği gibi yaparsanız ne iyi; yok eğer Mekke’den çıktıktan sonra kendisini yardımsız bırakacak, rüsvay edecekseniz, şimdiden bu işten vazgeçiniz, O’nu bırakınız. Yine kavmi arasında ve yurdunda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşasın”. Hazreti Abbas’tan sonra Hazreti Peygamberimiz konuştu. Bundan sonra Medineli müslümanlar düşüncelerini şöylece açıkladılar: “Allah’tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bey’at ediyoruz. Biz, Rabbimize bey’ at ediyoruz. Allah’ın kudret eli, ellerimizin üzerindedir. Kendimizi, oğullarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden, seni de e-sirgeyip koruyacağız. Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah’ın ahdini bozan yaramaz, bedbaht insanlardan olalım. Ya Rasûlallah! Biz ahdimize sâdıkız.
Peygamberimiz Sallellahü Aleyhi ve Sellem iki şart ileri sürdü: Rabbım için şartım: O’na hiç birşeyi ortak koşmamanız, yalnız O’na ibadet etmeniz, kendinizi, kadınla-rınızı, çocuklarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden beni de esirgeyip korumanızdır, buyurdu. Medineliler: Böyle yaptığımız zaman bizim için ne var? dediler. Allah Ra-sûlü’de: Cennet var, buyurdular. Medineliler: Bu kârlı alışveriştir, deyip Peygamberimize bey’at ettiler. Peygamberimiz Salellahü Aleyhi ve Sellem’in Akabe’de tanıştığı bazı Medine (Yesrib) sakinlerinin İslamiyete girmesi üzerine, şehir halkını oluşturan Hazreç ve Evs kabileleri arasında, müslümanlığın günden güne yayılması ve buna bağlı olarak yapılan Akabe Biatları, hicret açısından büyük önem taşımaktadır. Çünkü, yukarıda genişçe belirtildiği gibi, özellikle ikinci Akabe biatında Medineli Müslümanlar, Hazreti Peygamberimiz’i ve dolayısıyla Mekke’ li müslümanları şehirlerine davet ederek; geldiği takdirde canlarını, mallarını, kendi çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi O’nu koruyacaklarına, rahat günlerde de, sıkıntılı anlarda da O’na tabi olacaklarına and içerek, O’na biatta bulundular.
Bütün bu bilgilerden sonra hicreti mecburi kılan sebepleri şöyle özetleyebiliriz:
1. İslam bütün emir ve yasaklarıyla ortaya konulmaya başlanınca, özellikle putlar reddedilince büyük tepki gösteren ve tavırlarını değiştiren müşriklerin, müslümanlara reva gördükleri çeşitli sıkıntı ve işkence imtihanından başarı ile geçen mazlum müslümanların az da olsa, huzura kavuşmalarını, dinlerini huzur ortamında yaşayabilmelerini sağlamak.
2. İslami mücadeleyi Mekke’nin dışına çıkararak, bağımsız bir şekilde sürdürmek. Hicret olaylarında, yapılan zulüm ve işkenceden yılarak kaçıp kurtulmak ve bedenen rahata kavuşmak gayesi asla güdülmemiştir. Çünkü din hizmeti; sıkıntı, eziyet ve imtihan meydanlarında cereyan ediyor. Gerektiğinde aile ve efradın, memleket ve yurdun, makâm ve maaşın feda edilebilmesini istiyor.
Kaynaklar:

1. Furkan Sûresi; 30
2. Nisa Suresi:34, MeryemSuresi:46, Müzzemmil Suresi: 10
3. Müddesir Suresi: 5
4. Bakara Suresi: 218, Al-i İmran Suresi: 195, Nisa Suresi: 89-97, Tevbe Suresi: 20
5. Nisa Suresi: 100, Tevbe Suresi: 100-117, Nur Suresi: 22, Mümtehine Suresi: 10
6. Buharî, İman: 4, Ebu Davud, Cihad: 4, Vitr: 11
7. A.b.Hanbel,4/114
8. Ankebut Suresi: 26
9. Hud Suresi: 80-81, Hicr Suresi: 65
10. Araf Suresi: 88
11. Yunus Suresi: 90, taha Suresi: 77-78, Şuara Suresi: 52-67
12. Kehf Suresi: 13
13. Kehf Suresi: 14-16
14. İbrahim Suresi: 9-13

Son düzenleyen Safi; 12 Kasım 2017 23:47
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Nisan 2006       Mesaj #73
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
HADİS-İ ŞERİFLER VE DOLUNAY
İncelediğimiz bu yeni araştırmalar, bize Eyyam-ı Biyd tabir edilen ve kameri Ay'ın 13,14 ve 15. günleri tutulması sünnet olan orucu hatıra getirdi. Acaba Efendimiz (s.a.v.) bu orucu niye tavsiye ediyor? Araştırmamızın neticesi, binlerce ehl-i ilmin 14 asırdır önünde saygı ile eğildiği 0 ümmi Zatın (s.a.v.) doğruluğunu ve peygamberliğini bir kere daha tasdik etmektedir. "Evet doğru söyledin ve hakkı konuştun ya Resulallah". Şimdi mûteber hadis kitaplarının konuyla alâkalı hadislerine bir göz atalım:
1-Buhari, Müslim ve Nesei'nin ittifakla rivayet ettikleri hadiste, Ebu Hureyre (r.a), Efendimizden şöyle rivayet ediyor: "Dostum Halilim (s.a.v.) bana her ay 3 gün oruç tutmayı tavsiye etti.
2-Müslim'in Ebu'd-Derda (r.a)'dan rivayet ettikleri hadisi şerifte "Habibim yaşadığım müddetçe terk etmeyeceğim her ay 3 gün oruç tutmayı tavsiye etti." buyurulur.
3-Buhari ve Müslim, Abdullah Bin Amr'dan ittifakla şu hadisi şerifi rivayet ediyorlar: "Efendimiz buyurdu ki: Her aydan 3 gün oruç tutmak, bütün sene oruç tutmak gibidir." 4-Beyhaki, Taberani, Ebu Davud, Nesei, Tirmizi, Ahmet B.Hanbel, Bezzar, İbn-i Hibban sahihinde ve diğer hadis kitaplarında, bu konuyla alakalı bir çok hadise rastlıyoruz. Mesela: Tirmizi ve Nesei, Ebu Zer ( r.a)'dan şu hadisi rivayet ediyorlar: "Ey Ebu Zer, her ay üç gün oruç tutarsan, 13,14 ve 15.ci günleri tut." Bilindiği gibi ayın ortasına rastlayan bu üç gün, dolunay günleridir. Ve bütün bu hadisler, Efendimizin ümmetine eyyam-ı biyd (beyaz, ak günler) orucunu ısrarla tavsiye ettiğini ortaya koymaktadır. Bu günlere, gündüz güneşle, gece de dolunayla 24 saat aydınlık olmasından dolayı Eyyam-ı Biyd denmiş.
Efendimiz (S.A.V) bu orucu niçin tavsiye ediyor? Ahmed Bin Hanbel, İbn-i Hıbban sahihinde, Beyhaki, Bezzar, İbn-i Abbas'dan rivayet ediyorlar.Efendimiz (S.A.V) buyurdu: " Sabır ayı ( Ramazan)'ın orucu ve her aydan üç gün oruç tutmak, göğsün `vaharın'ını' giderir." Vahar kelimesi Arapça'da "kin, gayz, öfke, düşmancık, vesvese, hile, sinirlenme" manalarına gelmektedir. Ahmed Bin Hanbel'in Müsden'inde, Ebu Zer (r.a) Peygamber Efendimizden (s.a.v.) şu hadisi şerifi rivayet ediyor: "Her ay üç gün oruç tutmak, göğsün `mağalle'sini giderir." Sahabiler sordular: "Ya Resulallah, göğsün 'mağalle'si nedir?" Efendimiz buyurdular: "Şeytanın pisliğidir." Efendimiz ( s.a.v.) tarafından Dolunay'a rastlayan günlerde oruç'un tavsiye edilmesi gerçekten 0'nun kıyamete kadar devam edecek mucizelerinden biridir. Ebu Davud ve Nesei'de, Kudame B. Nilham şöyle söylüyor: "Efendimiz (s.a.v.) bize eyyam-ı biyd (beyaz günler)'de oruç tutmayı emrederdi ve "Bu, bütün sene oruç tutmak gibidir" buyururdu. Bu hadisleri bir bütün olarak incelediğimizde, Efendimizin ihbar-ı gaybi nevinden iki mucizesi zuhur ediyor:
dunya
1-Efendimiz (s.a.v.) Dolunay'ın insan vücudu üzerindeki menfi tesirlerinden haber veriyor ki ; bu hadise 14 asır sonra yeni anlaşıldı ve araştırmalar hala devam ediyor.
2-Efendimiz (s.a.v.), insanın bu menfi tesirlerden korunmasını tavsiye ederken tedavi yolunu da gösteriyor. Bu ikinci şık, henüz ilim adamlarınca tespit edilmiş değil. Ve araştırmacılar, Dolunay'a karşı vücudumuzdaki tabi dengeyi nasıl koruyacağımız hususunda yeterli bir şey söyleyemiyorlar, zira çok yeni bir konu (!). Ama maddede ve manada rehberimiz olan Hz. Muhammed (s.a.v.), mucizevi tıbbıyla asırlar öncesine ışık tutuyor, tekrar Tıbbı Nebevi'ye dikkatleri çekiyor, kafa ve kalp bütünlüğüne ermiş doktorları, bu sonsuz hazineye davet ediyor. Hadis şerhlerinde, eyyam-ı biyd'in faziletleri üzerinde durulurken, bu orucun sıkıntı, stres ve şeytanın pisliğini gidermesi hususunda bir şey söylenmiyor. Zira bu, eskiden bilinen bir şey değildi. 21. asrın başlarındaki bizler, dolunayın insan üzerindeki menfi tesirlerini öğrenince, Efendimizin (s.a.v..) orjinal ve her zaman taze tavsiyelerinin hikmetini daha iyi anlıyor ve bunu bütün dünyadaki ihtiyaç sahiplerine duyurmanın heyecanını yaşıyoruz. Bakalım dolunayın insanlar üzerindeki menfi tesirlerini tespit eden ilim adamları, bu tesirlere karşı korunma ve tedavi yollarını da keşfedecekler mi? (!) Ama ne yaparlarsa yapsınlar, 14 asırlık farkı kapayamayacaklardır.
Son düzenleyen Safi; 12 Kasım 2017 23:48
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #74
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Hadis-i Şerif: Resulullah (SAV) Efendimiz Rabbından naklen anlatıyor:“Allah-ü Teâlâ, şöyle buyurdu:
-Ben; uğrumda kalpleri kırık olanların yanındayım..."

Görüldüğü gibi bu da bir Kudsî Hadis-i Şeriftir. Manasına gelince, şöyle demek icab eder:
"Bizzat Ben, esma ve sıfatla, zatından, sıfatından ve efalinden geçip fena haline yıkılıp gelene tecelli edenim. Böylece, onun beka makamında tahakkuk edebilmesi için bir gözetici müşahid olurum. Bir bakıma onun kefili olurum... Çünkü o fena haline geçmiştir. Fena haline geçen ise her şeyi bir yana atar, dağınık olur, toparlanamaz. Beka makamına çıkamaz, fena denizinde boğulur... Orada helak olur. O kadar ki, istidadının zafiyeti icabı, sahile de dönemez... Meczublar sınıfına girer. Bir türlü beka makamına çıkamaz."

Şimdi, "Uğrumda" kelimesini biraz açalım. Bu, "Bende beka bulmak..." manasına alınmalıdır. Sebebine gelince, bizzat fena, aranan birşey değildir. Esasen matlub olan beka makamıdır...
Ne var ki, tahakkuk bunda olamaz. “O” olmadan imkansızdır.
Bir irfan sahibi, bu manaya, şu şiiri ile işaret eder:
Bir köşe vuslat köşesi olamaz heyhat;
Sadık dahi olsan... ki sende varsa hayat.


18. Hadis-i Şerif: Resulullah (SAV) Efendimiz Rabbından naklen anlatıyor:
"Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:
- Kıyamet günü Ben şu üç zümrenin hasmıyım:
Bir kimse ki: Kendisine ihsan ettim, ama o zulmetti... Bir kimse ki: Bir hürü sattı, parasını da yedi... Bir kimse ki: İşçi tuttu. Ondan istifade etti. Ama ücretini ödemedi."

Bu da Kudsî bir Hadis-i Şeriftir. Manasını aşağıdaki şekilde anlatabiliriz. Şöyle buyurulmaktadır:
"Bir kimse ki, kendisine ihsan ettim ama o zulmetti." Bu cümlenin mana derinliğinde şu cümleler saklıdır: "Ben ona varlık verdim. Ta ki Varlığımın mazharı, yani Zuhur yeri ola. Fakat o, Benim belli sebep için verdiğim varlığı kendisine mal etti. İddiası bu yolda oldu... Tıpkı Firavun'un "Ben sizin Yüce Rabbınızım..." (Nâziat Suresi, Ayet-24) dediği gibi...

"Bir kimse ki hürü sattı, parasını da yedi..." Bu da şu manayadır:
Bir kimse vardır; kalb nurunu nefsin zulmetinden kurtardı. Çeşitli taatle meşgul oldu. Yüce makamlara çıktı ve üstün mertebelere erdi. Sonra gerisin geri döndü. Şöyle ki: Kalbin nurundan çıktı. Nefsin karanlık yuvasına, onun yoluna girdi. İşbu mana, şu Ayet-i Kerime ile anlatılır: "Onlar ki kâfır oldular; dostları putlardır. Onları nurdan zulmete geçirir. Bunlar cehennem ehlidir. Orada sonuna kadar kalacaklardır." (Bakara Suresi, Ayet-257)

Anlatılan halin sonundadır ki, o, amellerine aldandı. Şehvet afetlerinin iptilâsına uğradı. Mal ve şöhret sıkıntısına çarpıldı.
İşbu hal üzerinedir ki: Nefsin hür başı hürlüğünü yitirir; boynuna yersiz istekler zinciri geçer, bağlanır. İşte bundan sonradır ki: Nefsin hürriyetini, görsünler ve işitsinler pahasına satmış olur...

Bu kudsî mana taşıyan Hadis-i Şerifın bir başka yönden şerhini yapmak gerekecek. Allah-ü Teâlâ adeta şöyle buyuruyor: "Bir kimse ki Mutlak Varlığı müşahede etmeden varlıkta bir yer iddiasında bulunur... Nefs de görsünler işitsinler dileği ve isteği ile kabarır... Zühde karşı bir arzu duyup, vera haline sahip olarak, taattan da, yine nefsin yersiz istekleri için bir yardım payı çıkarırsa... Ve nefse ancak hakettiği kadarını vermezse... Evet Ben, böyle olan bir kimsenin herşeyin ayrıldığı ceza günü geldiği vakit hasmı olurum."
En iyi bilen Allah-ü Teâlâ'dır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #75
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ebu Hureyre'nin (r.a.) haber verdiğine göre:
Allah Resulü (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Aziz ve Celil Allah şöyle buyurur: Ben kulumun beni zannettiği gibiyim. Kulum beni anarken ben muhakkak onunla beraber bulunurum. Eğer o beni gönlünde gizlice zikrederse, ben de onu gönlümde zikrederim. Eğer o beni bir cemaat içinde zikrederse, ben de onu o cemaatten daha hayırlı bir cemaat içinde zikrederim. Kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. o bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak varırım." Sahih-i Müslim'deki hadis numarası [Sadece Arapça]: 4832
Son düzenleyen Safi; 12 Kasım 2017 23:48
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #76
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Enes bin Malik hazretleri Rasulüllah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

Üç şey vardır insanı helake sürükler; üç şey de vardır ki insan için vesîle-i necattır. İnsanın helakine sebep olan üç şeyden ilki artık karakter haline gelmiş cimrilik, ikincisi hep peşinde koşulan heva ve heves, üçüncüsü de kişinin kendini beğenmesidir. Bir kimsenin kurtulmasına vesile olabilecek üç şeyden birincisi gizli-açık her hâlükârda Allah mehâbet ve mehâfeti içinde bulunmak, ikincisi fakirlikte de zenginlikte de ifrat ve tefritlere düşmeyip istikamet içinde olmak, sonuncusu da gazap anında da hoşnutluk anında da adaletten ayrılmam
(Mecmaü’z-Zevâid, 1/90; Müsnedü’ş-Şihab,1/214; Feyzü’l-Kadîr, 3/307)

Son düzenleyen Safi; 12 Kasım 2017 23:48
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
26 Nisan 2006       Mesaj #77
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellemin duası:
"Allahım, seni zikretmekte, sana şükretmekte ve senin ibadetini iyi yapmakta bana yardım et!"
Muaz radıyallahu anh. Ebû Dâvud.


. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellemin duası:
"Allahım! Kabir azabından, Mesihi Deccal fitnesinden, hayatın ve ölümün fitnesinden ve günah işlemekten ve borca batmaktan sana sığınırım."
Aişe radıyallahu anha. Buhârî.
Son düzenleyen Safi; 12 Kasım 2017 23:48
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
26 Nisan 2006       Mesaj #78
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellemin duası:
"Allahım! Acizlik, tembellik, korkaklık, yaşlılık, cimrilik, ihtiyarlık ve kabir azabından sana sığınırım.
Allahım! Nefsime takvasını ver ve onu temiz eyle! Onu yalnız sen temiz edersin. Onun koruyucusu ve efendisi sensin.
Allahım! Fayda vermeyen ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olunmayan duadan sana sığınırım."
Zeyd radıyallahu anh. Müslim.
Son düzenleyen Safi; 12 Kasım 2017 23:48
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
26 Nisan 2006       Mesaj #79
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Ebu Hureyre (r.a.) şöyle anlatır:
Allah Resulü'ne bir kimse geldi ve: Benim güzel hizmet ve ülfet etmeme insanlar içinde en layık ve en haklı olan kimdir? diye sordu. Allah Resulü: Anandır buyurdu. Sonra kimdir? dedi. Allah Resulü: Sonra anandır buyurdu. Sonra kimdir? dedi. Allah Resulü: Sonra anandır buyurdu. Sonra kimdir? deyince Allah Resulü: Sonra babandır, buyurdu.
Son düzenleyen Safi; 12 Kasım 2017 23:49
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
26 Nisan 2006       Mesaj #80
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Ben size, o duaların özeti olan bir dua bildireyim mi? Şöyle dersiniz:
"Allahım! Biz senden, Peygamberin Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin istediği hayrı dileriz. Peygamberin Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem sana hangi şerlerden sığınmış ise, biz de o şerlerden sana sığınırız.
Sen kendinden yardım dilenilensin. Varış yalnız sanadır. Kudret ve kuvvet ancak Allah iledir."
Ebû Ümâme radıyallahu anh. Tirmizî.
Son düzenleyen Safi; 12 Kasım 2017 23:49

Benzer Konular

29 Kasım 2009 / Misafir Cevaplanmış
4 Ekim 2009 / Misafir Cevaplanmış
8 Aralık 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış
6 Ocak 2009 / ziyaretçi Cevaplanmış
7 Mart 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış