Arama

Anunnaki

Bu Konuya Puan Verin:
Güncelleme: 17 Ocak 2012 Gösterim: 8.257 Cevap: 1
bhye - avatarı
bhye
Ziyaretçi
17 Ocak 2012       Mesaj #1
bhye - avatarı
Ziyaretçi
İbrani folklorunda adları "Nefilim". Eski Mısır'da "Neter" olarak adlandırılıyorlar. Sümer, ilk kez adlarının duyulduğu yer. Bütün bu kültürlerde ortak olan ve "Gözcü" olarak nitelenen bu "sıra dışı" "Gözcü"ler?
İbrani mitlerinde ve Tevrat'ta onlara "Nefilim" diyorlar. Eski Mısır'da adları, "Neter". Sümer mitlerinde "Anunnaki" diye geçiyorlar. Diğer yandan "Sümer" sözcüğü, "Gözcü'lerin ülkesi" "gözcüler" olarak adlandırıldıklarını söylüyorlar. Sözünü ettiğimiz dönem, İsa'dan en az 3000 yıl öncesi. İyi ama, "geç neolitik" olarak adlandırılan dönemin bütün uygarlıklarının literatürlerine benzer ifadeler ve anlatılarla girmiş bu "Gözcü"ler kimler? Neyi ya da kimi "gözlüyorlar"? Bütün bunlar yalnızca antik Çağ insanlarının düş güçlerinin bir ürünü mü, yoksa gerçekten bugün anıları silinmiş, izleri bulunamayan, haklarında hiçbir şey bilmediğimiz birileri, bu gezegende yaşamışlar mı?
Sponsorlu Bağlantılar

Mitler ve gerçekler
Sürekli vurguladığımız gibi, bilginin az olduğu ya da bazen üzerinin örtüldüğü yerlerde, spekülasyonların başını alıp gitmesini engellemek mümkün değildir. Bilimsel yöntemlerden, bilimsel şüphecilikten (scepticism) ve somut bulgulardan başkasına güvenmemekten söz ederken, aynı şüpheciliği şu anda bildiğimizi varsaydığımız alanlara uygulamamak, bazen spekülasyonlardan da olumsuz sonuç verir. Bilim eğer "gerçeği aramak" amacını içeriyorsa bizler için, bu aynı zamanda kurumlaşmaya, bilimsel otokrasiye de karşı çıkmamızı da gerektirir. Herhangi bir alanın "spekülasyona açık" olması bizi ürkütmemeli; verileri doğru okumak, burada anahtar sözcük niteliğine sahip. Ortodoks bilim ve akademisyenler, çoğu kez içinde bulundukları "bilimsel bürokrasi"nin ellerini kollarını bağlayıcı hantallığı ve "ağaçlardan ormanı görememe" alışkanlığı nedeniyle; yeni ve sarsıcı düşüncelere baştan olumsuz tepki vermeye eğilimlidirler. Hele bu, onların "Akademisyenler Olimpos'u"nun dışından geliyorsa. Arkeoloji ve arkeoastronomi, yirminci yüzyılın başlarından bu yana bu sorunu yoğun biçimde yaşıyor. sıra dışı olduğu varsayılan düşünce ve teoriler yalnızca dışlanmakla kalmıyor, bir de aşağılanıyor kendilerini "bilimsel şüpheci" diye adlandıran Ortodoks çevrelerde. Oysa tarih, uzun ve yavaş bir yürüyüş. Geniş dilimler halinde onu incelediğimizde, her aşamasında ortodoksinin engellemelerini ve inanılmaz tutuculuğunu fark ediyor, ama uzun vadede "sıra dışı" varsayılan fikirlerin yaşadığını görüyoruz.
"Neter"ler ya da "Gözcüler" sorunu da yirminci yüzyılın bitmeyen tartışmalarından biri. Dogmalarla gözünü bağlamayan ve açık fikirli olmaya çaba gösterenler, bugün "mitler" deyip geçtiğimiz anlatıların bu denli geniş bir coğrafyada ve neredeyse birbirinin aynı ayrıntılarla varolmasından yola çıkarak, bu metinlere daha farklı bakmamız gerektiğine işaret ediyorlar. Oysa Ortodoks bilim akademisyenlerinin yaklaşımı, oldukça farklı. Onlar, eski toplumları bütünüyle çözümlediklerine inanıyor ve ekliyorlar: "Din dindir, mitoloji de mitoloji. Bunları gerçek tarihsel olgularla karıştırmayın." Bunu söylerken de, bilerek ya da bilmeyerek, bugünün egemen dinlerinin yörüngesinde duruyorlar. Eşine az rastlanır bir ikiyüzlülük ve çifte standart uygulaması bu. Bir yandan somut bilimsel bulgular dışında hiçbir şeye prim vermemekten söz ediyorlar, bir yandan da yaşadıkları çevrenin egemen diniyle sürtüşmemeye çaba gösteriyorlar. Bunun kendilerine göre "etik" bir yolunu da bulmuşlar: "Bilim ayrıdır, din ve inanç ayrı." Oysa "inanmak ve inanç""bilimsel" kurumların birçoğunun bütçesini, Kilise'yi destekleyen holdingler, hatta bazen bizzat dini vakıflar sağlıyor. Çoğu üniversitede kürsü başkanları arasında en az bir Musevi var. Bilimin "beşiği" olduğu varsayılan ABD'de halkın ezici bir çoğunluğu İncil'e bütün kalbiyle inanıyor. Ortalığı bulandırmanın anlamı var mı şimdi?
"Gözcüler" sorunu, Antik Çağ tarihi ve modern arkeolojiye ilişkin en kilit noktalardan biri. Bir biçimiyle, felsefe ve ilahiyat akademisyenlerini, hatta dilbilimcileri de bu tartışma çemberi içinde düşünebiliriz. Şimdi, bu uzun girizgahtan sonra meseleyi olabildiğince yalın biçimde ortaya koyalım.

Eski Mısır'ın "Neter"leri

Bütün Antik Çağ metinlerinde, kendi tarihlerini derleyen toplumlardan kalmış belgeler, geriye doğru giden kronolojilerinin sıfır noktasına, net olarak çözümlenemeyen bir tür "başlangıç dönemi" yerleştiriyorlar. Bu, onların tarihlerinde, "yönetimin tanrılardan insanlara geçmekte olduğu" bir ara dönemi belgeliyor. Belirsiz bir başlangıç döneminden beri bizzat "tanrılar" tarafından yönetildiğini söyledikleri ülkelerinin, bu ara dönemde "Gözcüler" adı verilen üstün yaratıklarca yönetildiğini ve sonuçta krallığın insanlığa devredildiğini anlatıyorlar. Eski Mısır'da bunların adı, "Neter"ler. Son olarak Osiris'in oğlu Horus tarafından yönetilen ülke, belli bir dönem sonrasında, bir "Kral yaratma" (Kingmaker) töreninden sonra insanlara bırakılıyor ve Neterler geri plana çekiliyorlar - sonra da, izleri siliniyor. Bu ilk "insan kral", bugün arkeolojinin değişmez bir gerçek biçiminde kabul ettiği, Firavun Menes. Bildiğimiz, yazılı tarihe göre İ.Ö 3100 dolaylarında Yukarı ve Aşağı Mısır'ı bir tek ülke halinde birleştiren Menes, Mısır tarihinde "Hanedanlar Dönemi" denen bir evrenin de başlatıcısı.

Mısır kronolojisi üzerine bildiklerimiz, iki ana belgeye dayanıyor: Bunlar Mısırlı tarihçi Manetho'nun yazdığı krallar listesi ve bugün "Torino Papirüsü" olarak bilinen bir yazıt. Her iki belge de birbiriyle uyumlu. Bu sayede arkeologlar ve ejiptologlar, Mısır'ın kronolojik gelişimini formüle edebiliyorlar. Buna göre, Firavun Menes'le başlayan Hanedanlar Dönemi, alt evrelere ayrılıyor: Eski Krallık, 1. Ara Dönem, Orta Krallık, 2. Ara Dönem (Hiksoslar Devri) ve Yeni Krallık. Bugün okutulan tarih kitaplarında da bu kronolojik düzen aynen böyle. süreç içindeki arkeolojik bulguların Manetho'yu ve Torino Papirüsü'nü doğrulaması sayesinde, Yeni Krallık ve sonrası, neredeyse bütünüyle tarihlenebilmiş durumda. Eski Krallık'ta, en fazla 150 yıl yanılma payıyla arkeologlar hanedan listesini ve Kralları sıralayabiliyorlar. Yani bu iki belge, doğruluğu desteklenmiş veriler içeriyor. Bütün sorun da aslında burada: Çünkü Manetho'nun listesi ve Torino Papirüsü, yalnızca hanedanlar dönemi Mısır'ını değil, ondan çok daha öncesini de kronolojik sıra içinde sunuyor. Yalnız burada yöneticiler insanlar değil, Neterler. Normal insanlara göre çok daha uzun yaşayan, ülkeyi binlerce yıl yöneten, esrarengiz varlıklar. Ejiptoloji ve modern arkeoloji bunun üzerine ne yapıyor? "Alt paragraflarını" "üst paragraflarını" ya yok sayıyor, ya da "Bunlar mitoloji" deyip işin içinden çıkıyor. Neden? Çünkü hayranlıkla benimsediği alt paragraflarda "normal insan"lar krallık yapıyor; üstteyse, kim oldukları anlaşılamayan üstün yaratıklar. Böylece bilimsel ortodoksi, aynı belge üzerinde işine gelen bölümü "olgu" diye benimseyip dosyalarken, işine gelmeyen, çünkü anlayamadığı, işin gerçeği "dini inanışlarına aykırı düşen" bölümleri "mitolojik" bulup ayıklıyor!
Mezopotamya'da aynı şeyle karşılaşıyoruz: Layard ve Wooley'nin yaptığı araştırmalarda, son derece değerli ve ilgi çekici kil tabletler ele geçiyor. Bunlar, Sümer Kral Listeleri olarak adlandırılıyor. Aynı Mısır'da olduğu gibi, listenin en üst sırasında, yani "normal krallar"dan önce, her biri neredeyse 10.000 yıl, 15.000 yıl yaşayan yöneticiler var. Bunlar, "Tufan'dan önce" uzun süre ülkeyi yönetmişler, sonra insanlara devretmişler. Babil metinleri bu olayı "Krallık gökten indiğinde" gibi bir deyişle açıklıyor. Bütün Mezopotamya'da aynı kült var aşağı yukarı. Bulunan belgeler, "en eski metin" olduğuna inanılan Tevrat'ın, Tufan başta olmak üzere bir sürü temayı Sümer ve Babil anlatılarından ödünç aldığını ortaya koyarak Kilise'de ve dini çevrelerde buz gibi rüzgarlar esmesine neden oluyor. Üstelik, Tufan öncesi ülkeyi yöneten "tanrılar"dan söz ediliyor, tek bir tanrıdan değil!
Bu durumda Ortodoks arkeoloji ne yapıyor? Mısır'da yaptığının aynısını. Yani Sümer Krallar Listesi'nin "normal insan ömrüne sahip" kralları doğru kabul ediliyor ve belgenin bu bölümü "somut bulgu" sınıfına sokuluyor ama Tufan öncesi ülkeyi yönettiği anlatılan, 200.000 yıl hüküm sürmüş "tanrılar" ve onların sonrasında, "ara dönem"de insanlara yönetimin geçişini üstlenen ve denetleyen "Gözcü"ler, "mantıksız" bulunarak "mitoloji" sınıfına sokuluyor yine. Aynı belgenin alt kısmı doğru, üst kısmı "masal"!

Enoch'un Şaşırtıcı Hikayesi
Benzeri durum, Tevrat'la ilgili incelemelerde de söz konusu. Mezopotamya bulgularından sonra, çok daha eski metinlerden esinlendiği belli olan Tevrat, bütün o eski metinlerdeki "Tanrılar" sözcüğünü tek bir "Tanrı" olarak düzeltmiş. Bu arada, Tanrı'ya verilen sıfat ve onun genel adı, "Efendi" ya da "Sahip" anlamına gelen "Lord" sözcüğünde somutlaşıyor. Yahudi toplumunun mesken tuttuğu bölgenin eski mitleri, büyük tanrı Baal'den söz ediyor. "Baal"in sözlük anlamı da "Efendi" ve "Sahip". Aynı sıfatların, daha sonraki yıllarda bütün Batı toplumlarında yöneticiler için kullanılması ilginç. Ama daha ilginç olan, bütün o eski anlatıları ayıklayarak "Tanrılar" sözcüğünü "Tanrı""Elohim" sözcüğü, Tevrat'ta birkaç kez geçiyor. İbranice'deki anlamı, "ilahlar"; yani, "çoğul" bir sözcük. İlahiyatçılar bunun tartışma konusu yapılmasına bile karşı çıkıyorlar - arkeologlarsa, sessiz. Ama bundan daha kafa karıştırıcı olanı var: Yaratılış (Genesis) bölümünün 6. Bab'ında "O günlerde ve sonrasında da, dünyada Nefilimler vardı" diye bir ifadeye rastlıyoruz. Sözü edilen zaman, Tufan'dan öncesi. "Nefilim" sözcüğü, İngilizce'ye "devler" diye çevriliyor. Oysa İbranice'deki fiil yapısına göre tam ifadesi, "yukarıdan aşağıya inmiş olanlar". Yaratılış'taki hikayede "devler"in hiçbir anlamı yok - daha sonra da Nefilim sözcüğüne rastlanmıyor zaten. Sanki "araya yanlışlıkla girmiş" gibi bir sözcük. İğreti duran, ne anlatmak istediği belli olmayan bir ifade. Oysa aradan yıllar geçip 1947'de Ölü Deniz yakınındaki bir mağarada orijinal el yazmaları bulunduğunda, "Nefilim"in aslında son derece önemli, neredeyse kilit denebilecek bir kavram olduğu çıkıyor ortaya. Bunun yanı sıra, Tevrat'ın din adamlarınca "edit edildiği" de anlaşılıyor. Çünkü İ.Ö 4. yüzyıldan kalma yazıtlar arasında yer alan ve daha önce Etiyopya'daki Kutsal Kitap'ta rastlanmış olan kopyası "sahte" sanılan "Enoch'un Kitabı"nın orijinal nüshası da bulunuyor Ölü Deniz mağaralarında.
Yaratılış'ta yalnız birkaç satırda adı geçen ve "Tanrı'yla birlikte yürüdüğü" söylenen Enoch'un, aslında son derece ilginç bir hikayesinin olduğunu ve Tevrat'tan çıkarılan bu parçaların "Nefilim" sözcüğüne de açıklık getirdiğini fark ediyoruz. Boşluklar Enoch'un Kitabı'nda yazanlarla doldurulduğunda, Bap 6'nın aynı satırında sözü edilen "..ve Tanrı'nın oğullarını insanın kızlarını gördüler ve onlar güzeldi. Onları kendilerine eş seçip onlardan çocuk sahibi oldular" ifadesi de anlamlı hale geliyor. İlahiyatçıları, dilbilimcileri ve tarihçileri yıllardır uğraştıran "Tanrı'nın oğulları" ile insanın kızları arasındaki ilişki, Tevrat'ta yalnızca o cümlede geçiyor ve bir daha sözü edilmiyor. Ama Enoch'un Kitabı'nı okuduğumuzda, bunun müthiş sonuçlar doğuran bir olay olduğu çıkıyor ortaya. Evinden, ailesinden ayrılan ve "Tanrı katında" yaşamını sürdüren Enoch, "Gözcülerden" söz ediyor anlatısında. Bunlar, Tanrı ile insanlar arasındaki ilişkinin bazen "ara halkası" olma görevini üstlenen, insanlara nezaret eden, üstün varlıklar. Ama hepsi, "emir kulu" "gözcülük" görevi sırasında "insan kızları"nı arzuladığı ve bu fikrini diğer "gözcü"lere de söylediği belirtiliyor. Bir grup Gözcü (ya da Nefilim - "yukarıdan inen") aralarında karar alıyor ve yemin ediyorlar: Hepsi insan kızlarıyla sevişip onlardan birer karı alacak ve bu bir sır olarak kalacak. Çünkü öğreniyoruz ki, yapılan aslında "yasak". Sonuçta bu birleşmeden "melez" çocuklar doğuyor ve genetik sorunlar yüzünden bu çocuklar sağlıksız, vahşi, garip yaratıklar oluyorlar. Diğer yandan, "insan kızlarıyla" birlikte oldukları süre boyunca Nefilimler, onlara bilgi aktarıyor, bir şeyler öğretiyorlar ki, bu da çok büyük bir yasağı çiğnemek anlamına geliyor. Sonuçta Tanrı hem Nefilimleri cezalandırıyor, hem de yarattığı Tufan'la insanları.
Sümer ve Babil metinlerini bulmuş olmamız, Enoch'un kitabının da, Tevrat'ın diğer bölümleri gibi Mezopotamya anlatılarından esinlenilerek, daha doğru bir deyişle bunlar "revize edilerek" yeniden yazıldığını anlıyoruz. Ama bu, bir garip durumu fark etmemize engel değil: Çok eski zamanlarda "Gözcü"ler denen birilerinin dünya üzerinde dolaştığı ve yaptıklarıyla dünyadaki hayatı derinden etkilediğine ilişkin en az on toplumun kültüründen gelen tanıklıklar var elimizde. İşin en kafa bulandırıcı yanı, çok benzeyen anlatılara, Antik Yakın Doğu'yla fiziksel teması hiç bulunmadığı varsayılan eski İnka ve Maya folklorunda da rastlıyoruz! Şimdi, bütün bunlara "Mitoloji işte canım" deyip, elimizin tersiyle bir yana mı itmemiz gerekiyor, "bilimsel tavır" sergilemiş olmamız için. Yoksa eski metinleri farklı bir bakışla bir daha inceleyip, "Kim bu Gözcüler?" diye sormak mı daha mantıklı bir davranış.


Kaynak
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
bhye - avatarı
bhye
Ziyaretçi
17 Ocak 2012       Mesaj #2
bhye - avatarı
Ziyaretçi
Anunnaki veya Anunnaku, bir grup Sümer ve Akad mitolojik tanrılarıdır. Bazı durumlarda Büyük 50 Tanrı Annuna ve Igigi ile çakışır. İsim bazen "a-nuna", "a-nuna-ke-ne", veya "a-nun-ne" olarak yazılır ki bu bir tür "kraliyet kanından olanlar" gibi bir anlama gelir.
Eski Sümer metinlerinde “gökten yere inenler” anlamına gelen ve “büyük tanrılar” için kullanılan “Anunnaki” kavramı düş ürünü mitolojik tanrıları değil yüz binlerce yıl önce Marduk gezegeninden dünyamıza inen ve üzerinde bir koloni kuran “yabancıları” betimlemekte kullanılan bir özel isimdi!
Sponsorlu Bağlantılar
Benzeri biçimde Tevrat'ın ilk bölümü olan Tekvin'in altıncı babında Tufan öncesi dönemi anlatan ayetlerde geçen “O zamanlar yeryüzünde Nefilim vardı; bunlar eski zamanın güçlü ve ünlü adamlarıydılar” ifadesi de bizzat bu yabancı ırka gönderme yapıyordu Sitchin'e göre. Çünkü kimi modern çevirilerde “Devler” olarak değiştirilen “Nefilim” sözcüğü de eski İbranice'de tıpkı Sümer dilindeki “Anunnaki” gibi “Yukarıdan aşağı inenler” anlamına da gelmekteydi.

Anunnaki kelimesinin Sümer dilindeki anlamı "gökyüzünden dünyaya gelenler" demektir. Eski ahitte geçen "Nefilim" kelimesinin gerçekteki anlamı "aşağı gönderilenler" anlamına gelirken neden devler olarak tercüme edildiği sorgulanmış ve antik medeniyetlerdeki izlere kadar gidilmiştir.
Anunnaki Sümerlerde "An"ın çocukları; hükümdarın dölü anlamına gelmektedir. özellikle Sümer dilinde tanrılar özellikle ilk doğan ve kişisel isimlerle birbirlerinden farklılaşmamış tanrılar için kullanılan bir kelime olarak metinlerde görülür. bir Sümer ilahisinde Girsu'daki tapınağın inşaatına yardımcı olmakla görevlendirildikleri söylenir ve iyi kalpli lama-tanrıçaları ile bağlantılandırılır. Gök tanrı Anu Anunnakilerin kralı olarak tanımlanır. Yaratılış efsanesinde tanrılar güruhu göğün ve yerin Anunnakileri olarak anılır.
Anunnaki dünyaya Nibiru gezegeninden 450.000 yıl kadar önce geldi. Bizim güneş sistemimize ait ama yörüngesini 3600 yılda tamamlayan bir gezegendi bu. Buraya atmosferlerini korumak için gerekli olan altını almaya geldiler. Altın çıkarma faaliyetinden yoruldukları ve enerjilerini tükettikleri bir anda şeflerinden bilim adamı Enki ilkel işçiler üretmek için genetik bilgilerini ortaya koymayı önerdi. Diğer Anunnaki liderleri sordu: Yeni bir varlığı nasıl yaratacaksın?
"İhtiyaç duyduğumuz varlık zaten var bütün yapmamız gereken üzerine kendi işaretimizi koymak."
Bundan 450.000 yıl önce uzayda yolculuk yapabilen Anunnaki'nin şu an bizim ancak kıyısına yaklaşabildiğimiz genetik bilgisine o zaman sahip olduğu yalnızca eski metinlerde değil DNA'yı gösteren ikili sarmalın birbirine sarmalanmış çift yılan olarak gösterildiği çizimlerde de (sağlık ve tıp simgesi) son derece açıktır.
Anunnaki liderleri projeyi kabul ettiğinde (Kutsal Kitap'taki "Adem'i yaratalım" ayeti) Enki Anunnaki'nin Tıp Bilimleri Yöneticisi Ninhursag'ın da yardımıyla bir genetik mühendislik projesi üzerinde çalıştı ve varolan ilkel hominide bir miktar Anunnaki geni aktardı.
Oldukça uzun süren deneme yanılma süreçlerinin sonunda eski metinlerde belirtildiği gibi "kusursuz model" geliştirildi. Ninhursag haykırdı: "Ellerimle yaptım onu!" Bu sahne eski silindir mühürler üzerinde de çizilidir.
Güneş sistemimize uzak bir gezegen olan Nibiru (Marduk) gezegeninin atmosferinin bozulması nedeniyle yaşam sönmeye başlar. Gezegen'de Anunnakiler (Nefilimler) yaşamaktadır. Hükümdar Alalu Annu tarafından tahtından indirilir. Alalu Uzay gemisinden kaçar ve Dünyada sığınacak bir yer bulur. Dünyanın içine sahip olmuştur ve Nibiru'nun atmosferini korumak için altın gerektiğini keşfeder ama altın Nibiru'da yoktur.
Sitchin in yaptığı araştırmalarının sonucu İncil'de geçen Nefilim ile Sümer in sözünü ettiği Anunnaki aynı şeydir.Ve bu düşünce Farmasonluktan Thule derneğine kadar tüm üst yönetimlerin bildiği ve benimsediği bir düşüncedir. Anunnaki'nin hikayesi şudur 450000 yıl önce bir grup insan benzeri uzaylı varlık dünya denen gezegene geldiler.Geldikleri gezegen Sümerlilerin adına Nibiru dedikleriantik Sümer edebiyatında 12 gezegen olarak tanımlanmaktadır.
Sitchin'in yaptığı araştırmalarının sonucu İncil'de geçen Nefilim ile Sümer'in sözünü ettiği Anunnaki aynı şeydir.Ve bu düşünce Farmasonluktan Thule derneğine kadar tüm üst yönetimlerin bildiği ve benimsediği bir düşüncedir. Anunnaki'nin hikayesi şudur 450000 yıl önce bir grup insan benzeri uzaylı varlık dünya denen gezegene geldiler. Geldikleri gezegen Sümerlilerin adına Nibiru dedikleri antik Sümer edebiyatında 12 gezegen olarak tanımlanmaktadır.

Anunnakiler, Nibiru ve Dünyamız
İnternetteki birçok forumda veya gökbilim sitelerinde Anunnaki veya anunnaku denen üstün bir ırkın geçmişinden bahsedilen konular tartışılmaktadır. Aşağıda okuyacağınız Anu anlatıyor isimli yazı diziside Anunnakilerden, daha önce yaşadığı iddia edilen üstün ırklardan, İnsanoğlunun çok eski tarihinden, Nibiru gezegeninden (Marduk, belki de Nibiru Savaş Gemisi) bahsetmektedir. Bir arkadaşımızın gönderdiği ve birçok yerde gördüklerinizden daha ayrıntılı olan bu yazı dizisinin kaynağı Jelaila Starr adında bir yazarın 12. Gezegenin Dönüşü adlı kitabıdır. Belki bir bilimkurgu, belki yaşanılmış gerçekler, belkide çocuk masalı olarak nitelendirebileceğiniz Anu Anlatıyor yazı dizisi hakkındaki yorumları sizlere bırakıyoruz.

Anu Anlatıyor Yazı Dizisi -1-
Dünyanın sevgili insanları; size selamlar. Ben sizin ebeveyn ırkınız “Pleaidian”ların bir üyesi olan Anu’yum; daha belirgin ifade etmek gerekirse, Pleaidian savaş yıldızı Nibiru’dan olduğumu söyleyebilirim. Bu evrende yalnız olmadığınızı ve gerçekten de sizi seven ve koruyan bir ırk olduğunu anlamanız için size evreninizin ve gezegeninizin tarihini anlatacağım. Anlatacaklarımın bir noktasında, Jelaila’nın size bazı kitap ve yazar isimleri vermesini sağlayacağım; ama her şeyi başka kaynaklardan kendinizin de araştırmanızı öneririm. Bu ancak kendi kendinize kanıtlayabileceğiniz bir konudur.
Öncelikle biraz kendimden ve insanlarımdan, yani atalarınızdan söz ederek başlamak istiyorum.
Sümer, Mısır ve Babil kültürlerinize ait tarih metinlerinizde benden sıkça söz edilmektedir.
anunnaki nibiru
Lyran soyundan gelen safkan bir Pleaidian’ım; diğer bir deyişle, Avyon Kraliyet Soyu’ndan geliyorum. Kraliyet kelimesiyle, İnsan prototipinin DNA sarmalına örnek oluşturması için yaratılmış olan Sananda’nın bir görünümü olan atamız Amelius’tan söz ediyoruz. Irk olarak, sizlere göre çok uzun boyluyuz; boylarımız sizin ölçülerinizle ortalama 3 metre civarındadır. Altın ya da platin sarısı saçlarımız, mavi gözlerimiz, beyaz tenlerimiz vardır. Ben 2.97 metre boyunda, platin sarısı saçlı ve mavi gözlüyüm. Lyra insanları orijinlerinde platin sarısı saçlı, mavi gözlü ve beyaz tenlidir. Bedenlerimizin ve saçlarımızın etrafındaki altın renkli ışık huzmesi, aslan insanlarla ya da bazılarının onlara verdiği isimle, Feline’ ler ile birleşmemiz sırasında ortaya çıkmıştır. Atalarım, Lyran takım yıldızında bulunan Vega yıldız sistemindeki Avyon adlı gezegenden gelmişti. Kurucuların ve Evrensel Ruhsal Hiyerarşi tarafından öngörüldüğü üzere Felineler tarafından tohumlanan ve geliştirilen insan ırkının kökeni Avyon’a dayanır. Aynı zamanda evrenimizin dokuz kurucusundan biri olan Sananda’nın da kendisini Amelius olarak gösterdiği yerdir. Amelius, Avyon gezegenindeki ilk insan bedenindeki ilk ruhtu. Onun soyu, Amelius soyu olarak bilinir; yani Avyon Kraliyet Soyu.
Sizin zamanınıza göre milyonlarca yıl önce, Avyon Kraliyet Soyu, Pleaides’e göç etti ve oraya yerleşti. Samanyolu Galaksisi’ndeki diğer yıldız sistemleriyle kıyaslandığında, gezegenler ve yıldızlar arasında, Pleaides en yenilerdendir. Ailenin babası Devin tarafından yönetilen atalarımız, Pleaides’i dokuz Kurucu’nun yeni evi olarak teslim almışlardı; çünkü orijinal gezegenleri Lyran Avyon yaşanmaz hale gelmişti.
Bizler bağımsız insanlarız. Ama her zaman öyle değildi. Nibiru’nun yaratılmasından önce, kendilerini sadece dişil özelliklerle ifade eden bir ırktık. Nibiru’da yaşamaya başladığımızdan beri, bize bağımsızlık eğilimini getiren eril özelliği deneyimliyoruz. Irk olarak, ikisinin arasında bir denge kurmak için çalışıyoruz; buna entegrasyon aşaması diyebilirsiniz.
Şimdi biraz da Nibiru’nun kendisinden söz etmek istiyorum. Nibiru kızıl renkli, yüzeysel açıdan zengin, güzel bir gezegendir; yeni bir güneş olarak gelişimini başlatan ama uzun, çok uzun zaman önce yaşanan küresel bir felaket yüzünden bu gelişimi duran Jüpiter’e çok benzer. Güç alanımızdaki altın rengi, ona morumsu bir hale kazandırır. Bizler sizin gibi gezegenin yüzeyinde değil, içinde yaşıyoruz. Gezegenimizin dış yüzeyi, sizinkinde bulunmayan bir tür metalden oluşmuş bir tabakayla kaplı. Gezegen/gemimizin etrafını saran koruyu güç alanları, gezegeninizde yaşamış eski kültürlerin – bunlardan biri de Mısır idi – insanlarının sözünü ettiği parlaklığı yaratır. Gezegenimizin etrafındaki halkalar, uzayda yolculuk yapmamızı sağlayan itici gücü oluşturur ve Nibiru’nun etrafındaki parlaklığı güçlendiren de budur. Nibiru, Galaktik Federasyon tarafından barışı korumakla görevli bir savaş yıldızı/gezegen olarak tasarlanmıştı. Amacı, galaksimizdeki farklı ırklar arasındaki uyumu sağlamaktır. Pleaides, galaksimizdeki tüm insan ırkının asıl vatanıdır ve uzun bir süre önce Vega sistemiyle yer değiştirmiştir.
Nibiru, Dünya’dan dört kat daha büyüktür. Kuşaklar boyunca uyum içinde yaşayabilecek birçok ırk ve türü alacak kadar yere sahiptir. Güzel gölleri, denizleri, okyanusları, dağlan ve vadileri vardır; tıpkı Dünya gibi. Aklmıza gelebilecek her tür ağaç ve bitki yetişir. Nibiru, asıl vatanımız olan Avyon’un bir kopyası olarak tasarlanmıştı.
Avyon’un iki güneşi vardı ve bu da gezegeni tropik bir cennete çeviriyordu. Gezegen/gemimizin içindeki ışık yapay olmasına karşın, Nibiru hâlâ yeşil bir cennettir. Gezegenin bizim yaşadığımız iç tarafında yapay gündüz ve gece oluşturulmuştur. Dünya’da gördüğünüz bitkilerin çoğunun tohumları, Nibiru’daki zengin laboratuarlarımızda geliştirilmiştir. Tıpkı sizin gezegeninizde olduğumuz gibi, bizim de şehirlerimiz ve kasabalarımız vardır.
Anunnaki ufo
Barışı koruyan bir savaş yıldızı olduğumuzdan, savunma ve keşif gemileri için devasa boyutlarda bakım ve depo birimlerimiz vardır. Uzay Yolu adlı dizinizdeki Enterprise adlı gemi, amacı göz önüne alındığında Nibiru’ya çok benzer.
Ruhsal açıdan yaklaşırsak, Nibiru’nun dişil eğilimli Pleaidianlar’ın negatifliği deneyimlemesi için büyük bir fırsat sunduğunu söyleyebiliriz. Kolonileri korumak zorunda olmak, bizi negatiflikle karşı karşıya getirdi ve dolayısıyla da korkuyu deneyimleyerek kökenlerini anlamamızı sağladı. Irk olarak, fazla negatiflikle karşılaşmadığımız için durgun bir hale gelmiştik. Negatiftik, ruhsal büyüme açısından büyük önem taşır. Gezegenimizde hiç negatiftik olmadığı için, gelişme de olmuyordu. Bu sorunun çözümü, Nibiru’nun yaratılmasıydı.
Nibiru, evrendeki en üstün teknolojiyle donatılmıştır. Ben henüz çocukken, gezegenin operasyona başlatıldığı o büyük günü anlatmışlardı. Fazlasıyla eğlence, ziyafet ve kutlama vardı. Nibiru, bir savaş yıldızı olmaktan öte önem taşır. Bizim için, ruhsal gelişimimiz için kendimizi fiziksel ortamda ifade edebilmek için bir araçtı. Aynı zamanda yeni evimizdi. Nibiru’nun açılışı, görülmesi gereken bir zamandı.
Atam Niestda, Nibiru’nun ilk hakimi ve kumandanıydı. On yedi kuşak sonra, Galaktik Federasyon üvey ağabeyim Alalu’nun görevini bırakmasını isteyince, Nibiru’nun yönetimi bana verildi. Babamın ölümünden sonra yönetimi devralmış ve soylu bir şekilde görevini sürdürmüştü. İyi bir kumandandı ama o zamanlar artık insanların ve pozisyonunun ihtiyaçlarını karşılayamıyordu.
Alalu, Sürüngenlere karşı verilen bir savaşta karısını ve kızını kaybetmişti. Uzaklaşması gerektiğini hissediyordu. Altın araması için Dünya’ya gönderildi. Bu tür yolculuklardan hoşlanırdı ve karısıyla kızının acısını hafifletmesi açısından yardımcı oldu. Büyük bir savaşta onunla aramda iktidar mücadelesi olduğu konusunda yazılar olduğunu biliyorum ama bu doğru değil. Bunu yapan kişi, torunum Marduk idi. Marduk hakim/kumandan olduktan sonra, tüm yazılı belgeleri değiştirdi.
Sizin zamanınızla M.Ö.2200 yılında Marduk güç kullanarak elimden alana kadar, Nibiru’nun hakimiydim. 480,000 yıl önce gezegeninize ilk kez gelmemden uzun zaman önce yönetmeye başlamıştım. Şimdi kardeşim ve eşim Antu, kızım Ninhursag, oğullarım Enlil ve Enki, ayrıca bir grup aile üyesiyle birlikte Pleaidian ana gemisinde yaşıyorum. Şu anda, zengin laboratuarlarımızın bulunduğu Satürn gezegeninin yörüngesinde 5. boyuttayız.
Bu Pleaidian ana gemisinde Nibiru’dan, diğer gezegenlerden ve galaksilerden gelen ırklar, Dünya ile ilgili İlahi Plan’ın yerine getirilmesi için ortak görevlerini sürdürüyorlar. Bunların birçoğu, siz Dünya insanlarının yıldız tohumlarını veren diğer ırklardır. Ayrıca, yıldız tohumlarının ebeveyn ırklarının bazı temsilcileri de bizimle birliktedir; Dünya’da enkarne olmuş çocuklarına rehberlik vermek amacıyla transfer ruhlar da bu gemidedir.
Dünya üzerindeki insanlarımız aracılığıyla sizinle çalışmak çok heyecanlı bir iş. Onlar Galaktik Federasyon‘un Nibiruan Konseyi’nin elçileri ve aynı zamanda da “Avyonian”lar olarak bilinmektedir. Aranızda enkarne olmuş bu çok sayıdaki elçiler, gerçek atalarınızla ilgili bilgileri yaymakta, sizler 3. Boyut gerçekliğindeki son sahneyi oynamaya hazırlanırken, bizim getirdiğimizi yardımla ilgili güzel haberi vermektedirler. Yalanda bu büyük oyunu bitirecek ve 5. Boyut gerçekliğine geçerek yeniden bizlere katılacaksınız. Çoğumuz 5. ve daha yüksek boyutlarda yaşamamıza karşın, şimdi Nibiru 4. Boyut’tadır. Pleaidian ana gemisindeki bizler ise 9. Boyut kanalıyla 6. Boyut’tayız ve bu zamanda enkarne olduk.
Ben, Galaktik Federasyon’un Nibiruan Konseyi’nin 6. Boyut Bölümü’nün başıyım. Şu anda en önemli görevimiz, adına “DNA Kodlaması ve Yeniden Bağlantı” süreçte insanlığa yardımcı olmaktır ama aynı zamanda evreninizin ve gezegeninizin tarihini öğrenmeniz için de çalışıyoruz. Bu süreçte, Dünya Ruhsal Hiyerarşisi’nin Christos Ofisi ile de çalışıyoruz. Biraz sonra bu konuda biraz daha bilgi vereceğim. Nibiruan Konseyi, oldukça büyük, çok katmanlıdır ve Dünya’nın yanı sıra gezegeninizdeki diğer gezegenlere de yardım sağlar. Birçok galaksiden ve yıldız sistemlerinden gelen varlıklarla birlikte çalışıyoruz.
Şu anda rehber ırkımız olan ve Sirius A’da yaşayan Felineler ile yakın bağlantıdayız. Buna Sirian/Pleaidian İttifakı deniyor. Sözünü ettiğim bu DNA Kodlaması üzerinde birlikte çalışıyoruz. Size ebeveynlik etmemizin dışında, aynı zamanda tarihinizle ilgili yeterince bilgi almanızı da sağlıyoruz. Felineler, astral bedenlerinizdeki DNA implantasyonunu ayarlıyor ve eterik bedenlerinizdeki on iki sarmallı DNA liflerini endokrin sisteminize yerleştiriyorlar.
Christos Sirianları Dünya üzerinde Yeniden Kodlama sürecine girmeye hazır olanlara ulaşabilmemiz için bize yardım ediyorlar. Bu kişilerin rehberleriyle birlikte çalışıyor, süreç için temizliğin ve arınmanın sağlanmasına uğraşıyorlar.
Şimdi, evreninizin tarihini sizlerle paylaşmak için birlikte bir zaman yolculuğuna çıkmamızı öneriyorum.


Kaynak
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.