Mühendislik ve Teknoloji
MsXLabs.org
Mühendislik, insanların ihtiyaçları doğrultusunda, doğadaki kaynakların yapılara, makinelere veya sistemlere dönüştürülmesi amacı ile bilimsel ilkelerin uygulamaya konulması mesleğidir. Bu tanım, zaman içinde koşullara göre değişiklik göstermekle birlikte, mühendislik, genel olarak, insanoğlunun doğa ile mücadelesinin, yani doğaya üstün gelme çabalarının bir ürünüdür. İnsanlar, mühendislik mesleği ile teknoloji üretmişler ve bu sayede doğa koşullarından etkilenmemeyi ve doğadaki kaynakları kendi yararları için kullanmayı başarmışlardır.
Yaklaşık 5 milyar yaşında olduğu tahmin edilen dünyamızda, insanların 2,5 milyon yılı aşkın bir süreden bu yana yaşadığı bilinmektedir. İnsanlık tarihini araştıran bilim adamlarının 2 milyon yıl öncesine ait aletler bulmuş olmaları teknolojinin yeryüzünde ilk insandan itibaren bilindiğini göstermektedir.
İnsanlar, M.Ö. 1.000 yıllarında, o güne kadar hemen hemen tamamen içgüdülerini kullanarak ve deneme-yanılma yoluyla buldukları teknoloji için bir takım kurallar geliştirmeye başladılar; bu ise fen ve matematik biliminin doğuşu oldu. Bugün artık teknolojiyi fen ve matematik biliminden ayrı düşünmenin mümkün olmadığı tartışmasız kabul edilen bir gerçektir.
Latinceden alınan teknoloji sözcüğünün temelde; sanat ya da hüner anlamına gelen “techne” sözcüğü ile bilim ya da çalışma anlamına gelen “logia” sözcüğünün birleşiminden oluşması da bu birlikteliği doğrulamaktadır. İngilizcedeki “engineer” sözcüğünün kökeni de Latincedir ve icat etme, yaratıcı olma özelliğine sahip kişi anlamına gelen “ingeniatorem” sözcüğünden gelmektedir. Dilimizdeki karşılığı olan “mühendis” kelimesi ise “hendese” yani geometri, aritmetik yapan anlamındadır. Böylece, dilimizde de teknoloji ile uğraşan insanların temel bilimle olan ilişkisi vurgulandığı görülmektedir.
Tarihsel gelişimine bakılacak olursa, uzun zaman teknolojinin sadece zengin ve asillerin kullanma üstünlüğü olan ve bir fantezi gibi görüldüğü söylenebilir. Bu, maliyet unsurunun hiç dikkate alınmadığı ve teknolojinin sadece belirli fonksiyonları yerine getirmesinin beklendiği bir dönemdir. Sanayi devrimi ile birlikte, toplu üretim süreci başlamış; dolayısıyla, teknoloji ürünleri toplumların beğenisine sunulabilmiştir. Doğal olarak bu beraberinde ekonomi kavramını da getirmiştir. Yani, artık sadece yeni bir şey bulmak veya üretmek yeterli olmaktan çıkmış, aynı zamanda, bu sürecin ekonomik olması da gerekmiştir. Böylece, mühendislik bir ucunda temel bilimler diğer ucunda da ekonomi ve işletme bilimleri olan bir disiplin haline gelmiştir.
2000’li yıllara gelirken teknoloji ve mühendislik konusunda iki önemli değişiklik daha yaşandı:
Birincisi, insanlar doğaya hakim olmaya çalışırken teknoloji ile doğayı ne kadar kirlettiklerini ve doğanın dengesini bozduklarını fark ettiler. Bu durumun yaratacağı tehlikeleri önlemek amacıyla “çevre dostu teknoloji” kavramı ortaya çıktı.
İkincisi ise, bilgisayar teknolojisindeki gelişmeler sonucu sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçilmiş ve toplum “soft” teknoloji ürünleri ile tanışmıştır. Böylece, üretim ve pazarlama tekniklerinde ve terminolojilerinde de köklü değişiklikler olmuştur. Bugün artık gerçek dünyamızın yanısıra bir de sanal dünyamız var!
Bu uğraşın, yani doğa ile insan arasındaki mücadelenin, insan var olduğu müddetçe devam edeceği açıktır. Dolayısıyla, mühendislik mesleği, geçmişte olduğu gibi bugün de, toplumsal yaşamda önemli bir yere sahiptir. Bu önemine paralel olarak bu mesleğe olan ihtiyaç ve buna bağlı olarak da gençlerin mühendisliğe olan ilgisi sürekli artmaktadır. Bu talebi karşılamak için de devlet ve vakıf üniversitelerinde mühendislik eğitimi veren birim sayısı her yıl artırılmaktadır. Daha 30 yıl öncesine kadar mühendislik eğitimi veren üniversite sayısı 5 iken, bugün Türkiye’deki 70 universitenin 60 tanesinde mühendislik eğitimi yaptırılmaktadır.
Ülkemizde mühendislik eğitimi veren kurumların tarihsel gelişimine baktığımızda, bir çok ülkede olduğu gibi, mühendislik eğitiminin askeri amaçlı başladığını görüyoruz. İlk mühendislik okulu, Hendesehane adıyla, 1773’te İstanbul’da açılmış ve 1776’da Mühendishane-i Bahr-i Humayun (Deniz Mühendishanesi) adını almıştır. Ardından 1795’te Mühendishane-i Berr-i Humayin (Kara Mühendishanesi) kurulmuştur. Sivil mühendis yetiştirmek amacıyla kurulan ilk okul ise Mühendis Mekteb-i Alisi’dir. 1884’te kurulmuş olan Hendese-i Mülkiye Mektebi’nin yeniden örgütlenmesiyle 1909 yılında kurulmuştur. Bu okula 1928 yılında Yüksek Mühendis Mektebi, 1941 yılında Yüksek Mühendis Okulu ve 1944 yılında da İstanbul Teknik Üniversitesi adı verilmiştir. Bilindiği gibi, bu kurum Türkiye’deki sivil mühendisliğin temelini kurmuş ve bugün faaliyet göstermekte olan bir çok mühendislik fakültesinin de kuruluşunda önemli katkılar yapmıştır.
Son yirmi yılda mühendislik eğitimini veren kurum sayısını 5’ten 60’a çıkarmak Türkiye’nin bu konudaki sorununu çözmeye yetecek midir? Ülkelerin gelişmişlik durumunun sahip oldukları teknoloji düzeyi ile belirlendiği bir devirde üniversite sayısındaki artış Türkiye’yi gelişmiş ülkeler sınıfına terfi ettirmeye yetecek midir?
Tabii ki yetmeyecektir; çünkü, henüz Türkiye’de yeterince teknoloji kültürü oluşmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama döneminden bu yana teknoloji hep başkalarından alınıp kullanılmıştır.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ise yokluktan ve mecburiyetten başlatılan yerli sanayiyi destekleme politikaları giderek ülkedeki gelişmenin önünü tıkayan bir rol oynamıştır.
Yerli sanayi, gümrük duvarları ile çevrelenmiş bu ülkede uzun yıllar rekabet kavramını duymadan; kalite, maliyet ve ürün çeşitliliği gibi konuları kendine dert etmeden yaşama lüksünü bulmuştur.
Ancak, 1980’li yıllara gelindiğinde, hem dünya ekonomisinde ortaya çıkan sorunlar hem de Türkiye gümrük mevzuatındaki bazı değişiklikler nedeniyle sanayicilerin rahatı bozulmaya başlamıştır.
1990’lı yıllarda ise gümrük birliği anlaşmasının imzalanmış olması ve dünyanın değişik yörelerindeki ekonomik krizler sanayicileri bir yol ayrımına getirmiştir.
Sanayiciler bugün artık teknoloji transferi ile yollarına devam edip edemeyeceklerini ciddi olarak düşünmektedirler.
Bir kısmı bu sıkıntıyı aşmanın yolunun uluslararası şirketlerle evlilik yapmakta görmektedir.
Bu tip beraberliklerin, yabancı sermaye transferi ile birlikte ülke açısından kısa vadede yararlı olacağı kuşkusuzdur.
Ancak tehlikeli ve yanlış olan, her şeyi bu evliliklerden bekleyerek geçmişte olduğu gibi yine ülke hiç bir şey yapmama tembelliğini gösterip, kolaycılığa kaçmak olacaktır.
Olayın diğer boyutunu ise yaklaşık 20 yıldan bu yana devletin her kademesinde üniversite-sanayi işbirliğinin gerekliliğinden bahsedilmektedir. Bir ülkenin, gelişebilmesi yani teknolojiyi yakalayabilmesi ve gelişmiş ülkeler arasındaki yerini koruyabilmesi için AR-GE altyapısına önem vererek kaynak ayırması gerektiği, herkesin bildiği ve kabul ettiği bir gerçektir. Gelişmiş ülkelerin AR-GE potansiyeline bakıldığında; üniversitelerin payının % 20’nin altında, sanayinin payının ise % 50’nin üstünde olduğu görülür. Türkiye’de ise sanayinin payı sadece % 23’tür ve üniversitelerin payı % 65’in üzerindedir. Bu nedenle, Türkiye’de ekonomik kalkınmayı ve bağımsızlığı sağlayacak AR-GE çalışmalarına giden yol üniversitelerden geçmek zorundadır; yani, ülkenin üniversite-sanayi işbirliğini kurma mecburiyeti vardır. Her ne kadar, üniversite-sanayi işbirliğinin hayata geçirilmesinde ve sürdürülmesinde etkili olabilecek bir çok unsurun gerekliliğinden söz edilebilirse de, en önemli unsur insan gücüdür; yani, üniversitelerde görev yapmakta olan öğretim üyeleri ve yardımcılarıdır.
Acaba üniversitelerimiz kendilerinden beklenen görevleri yapabilecek durumda mıdır?
Burada çok büyük bir tehlike söz konusudur:
Devlet üniversitelerinin mühendislik fakültelerinde çok ciddi bir erozyon yaşanmaktadır; şu anda yetki ve sorumluluk taşıyan kişiler, ne yazık ki genç meslektaşları da akademik hayata özendirmeyi başaramamaktadır. Şu anda üniversitelerde çalışmakta olan araştırma görevlileri, ya bir ideal uğruna ya da yapacak daha iyi bir iş bulamadıkları için buradadırlar ve ilk fırsatta da üniversiteyi terk etmektedirler.
Öğretim üyeliği dervişlik anlayışı ile yürütülecek bir meslek olarak görülmemelidir. Yunus Emre kendi felsefesini anlatırken der ki:
Peki, mevcut öğretim üyesi kadrosu sanayinin AR-GE ihtiyacı için çalışma yapmayı kendi adına bir misyon olarak görmekte midir?
Ne yazık ki bu soruya da olumlu yanıt verebilmek bugün için mümkün değildir.
Prof. Dr. A. Hamit Serbest
Çukurova Üniversitesi, Mühendislik-Mimarlık Fakültesi Dekanı
MsXLabs.org
Sponsorlu Bağlantılar
Mühendislik, insanların ihtiyaçları doğrultusunda, doğadaki kaynakların yapılara, makinelere veya sistemlere dönüştürülmesi amacı ile bilimsel ilkelerin uygulamaya konulması mesleğidir. Bu tanım, zaman içinde koşullara göre değişiklik göstermekle birlikte, mühendislik, genel olarak, insanoğlunun doğa ile mücadelesinin, yani doğaya üstün gelme çabalarının bir ürünüdür. İnsanlar, mühendislik mesleği ile teknoloji üretmişler ve bu sayede doğa koşullarından etkilenmemeyi ve doğadaki kaynakları kendi yararları için kullanmayı başarmışlardır.
Yaklaşık 5 milyar yaşında olduğu tahmin edilen dünyamızda, insanların 2,5 milyon yılı aşkın bir süreden bu yana yaşadığı bilinmektedir. İnsanlık tarihini araştıran bilim adamlarının 2 milyon yıl öncesine ait aletler bulmuş olmaları teknolojinin yeryüzünde ilk insandan itibaren bilindiğini göstermektedir.
İnsanlar, M.Ö. 1.000 yıllarında, o güne kadar hemen hemen tamamen içgüdülerini kullanarak ve deneme-yanılma yoluyla buldukları teknoloji için bir takım kurallar geliştirmeye başladılar; bu ise fen ve matematik biliminin doğuşu oldu. Bugün artık teknolojiyi fen ve matematik biliminden ayrı düşünmenin mümkün olmadığı tartışmasız kabul edilen bir gerçektir.
Latinceden alınan teknoloji sözcüğünün temelde; sanat ya da hüner anlamına gelen “techne” sözcüğü ile bilim ya da çalışma anlamına gelen “logia” sözcüğünün birleşiminden oluşması da bu birlikteliği doğrulamaktadır. İngilizcedeki “engineer” sözcüğünün kökeni de Latincedir ve icat etme, yaratıcı olma özelliğine sahip kişi anlamına gelen “ingeniatorem” sözcüğünden gelmektedir. Dilimizdeki karşılığı olan “mühendis” kelimesi ise “hendese” yani geometri, aritmetik yapan anlamındadır. Böylece, dilimizde de teknoloji ile uğraşan insanların temel bilimle olan ilişkisi vurgulandığı görülmektedir.
Tarihsel gelişimine bakılacak olursa, uzun zaman teknolojinin sadece zengin ve asillerin kullanma üstünlüğü olan ve bir fantezi gibi görüldüğü söylenebilir. Bu, maliyet unsurunun hiç dikkate alınmadığı ve teknolojinin sadece belirli fonksiyonları yerine getirmesinin beklendiği bir dönemdir. Sanayi devrimi ile birlikte, toplu üretim süreci başlamış; dolayısıyla, teknoloji ürünleri toplumların beğenisine sunulabilmiştir. Doğal olarak bu beraberinde ekonomi kavramını da getirmiştir. Yani, artık sadece yeni bir şey bulmak veya üretmek yeterli olmaktan çıkmış, aynı zamanda, bu sürecin ekonomik olması da gerekmiştir. Böylece, mühendislik bir ucunda temel bilimler diğer ucunda da ekonomi ve işletme bilimleri olan bir disiplin haline gelmiştir.
2000’li yıllara gelirken teknoloji ve mühendislik konusunda iki önemli değişiklik daha yaşandı:
Birincisi, insanlar doğaya hakim olmaya çalışırken teknoloji ile doğayı ne kadar kirlettiklerini ve doğanın dengesini bozduklarını fark ettiler. Bu durumun yaratacağı tehlikeleri önlemek amacıyla “çevre dostu teknoloji” kavramı ortaya çıktı.
İkincisi ise, bilgisayar teknolojisindeki gelişmeler sonucu sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçilmiş ve toplum “soft” teknoloji ürünleri ile tanışmıştır. Böylece, üretim ve pazarlama tekniklerinde ve terminolojilerinde de köklü değişiklikler olmuştur. Bugün artık gerçek dünyamızın yanısıra bir de sanal dünyamız var!
Bu uğraşın, yani doğa ile insan arasındaki mücadelenin, insan var olduğu müddetçe devam edeceği açıktır. Dolayısıyla, mühendislik mesleği, geçmişte olduğu gibi bugün de, toplumsal yaşamda önemli bir yere sahiptir. Bu önemine paralel olarak bu mesleğe olan ihtiyaç ve buna bağlı olarak da gençlerin mühendisliğe olan ilgisi sürekli artmaktadır. Bu talebi karşılamak için de devlet ve vakıf üniversitelerinde mühendislik eğitimi veren birim sayısı her yıl artırılmaktadır. Daha 30 yıl öncesine kadar mühendislik eğitimi veren üniversite sayısı 5 iken, bugün Türkiye’deki 70 universitenin 60 tanesinde mühendislik eğitimi yaptırılmaktadır.
Ülkemizde mühendislik eğitimi veren kurumların tarihsel gelişimine baktığımızda, bir çok ülkede olduğu gibi, mühendislik eğitiminin askeri amaçlı başladığını görüyoruz. İlk mühendislik okulu, Hendesehane adıyla, 1773’te İstanbul’da açılmış ve 1776’da Mühendishane-i Bahr-i Humayun (Deniz Mühendishanesi) adını almıştır. Ardından 1795’te Mühendishane-i Berr-i Humayin (Kara Mühendishanesi) kurulmuştur. Sivil mühendis yetiştirmek amacıyla kurulan ilk okul ise Mühendis Mekteb-i Alisi’dir. 1884’te kurulmuş olan Hendese-i Mülkiye Mektebi’nin yeniden örgütlenmesiyle 1909 yılında kurulmuştur. Bu okula 1928 yılında Yüksek Mühendis Mektebi, 1941 yılında Yüksek Mühendis Okulu ve 1944 yılında da İstanbul Teknik Üniversitesi adı verilmiştir. Bilindiği gibi, bu kurum Türkiye’deki sivil mühendisliğin temelini kurmuş ve bugün faaliyet göstermekte olan bir çok mühendislik fakültesinin de kuruluşunda önemli katkılar yapmıştır.
Son yirmi yılda mühendislik eğitimini veren kurum sayısını 5’ten 60’a çıkarmak Türkiye’nin bu konudaki sorununu çözmeye yetecek midir? Ülkelerin gelişmişlik durumunun sahip oldukları teknoloji düzeyi ile belirlendiği bir devirde üniversite sayısındaki artış Türkiye’yi gelişmiş ülkeler sınıfına terfi ettirmeye yetecek midir?
Tabii ki yetmeyecektir; çünkü, henüz Türkiye’de yeterince teknoloji kültürü oluşmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama döneminden bu yana teknoloji hep başkalarından alınıp kullanılmıştır.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ise yokluktan ve mecburiyetten başlatılan yerli sanayiyi destekleme politikaları giderek ülkedeki gelişmenin önünü tıkayan bir rol oynamıştır.
Yerli sanayi, gümrük duvarları ile çevrelenmiş bu ülkede uzun yıllar rekabet kavramını duymadan; kalite, maliyet ve ürün çeşitliliği gibi konuları kendine dert etmeden yaşama lüksünü bulmuştur.
Ancak, 1980’li yıllara gelindiğinde, hem dünya ekonomisinde ortaya çıkan sorunlar hem de Türkiye gümrük mevzuatındaki bazı değişiklikler nedeniyle sanayicilerin rahatı bozulmaya başlamıştır.
1990’lı yıllarda ise gümrük birliği anlaşmasının imzalanmış olması ve dünyanın değişik yörelerindeki ekonomik krizler sanayicileri bir yol ayrımına getirmiştir.
Sanayiciler bugün artık teknoloji transferi ile yollarına devam edip edemeyeceklerini ciddi olarak düşünmektedirler.
Bir kısmı bu sıkıntıyı aşmanın yolunun uluslararası şirketlerle evlilik yapmakta görmektedir.
Bu tip beraberliklerin, yabancı sermaye transferi ile birlikte ülke açısından kısa vadede yararlı olacağı kuşkusuzdur.
Ancak tehlikeli ve yanlış olan, her şeyi bu evliliklerden bekleyerek geçmişte olduğu gibi yine ülke hiç bir şey yapmama tembelliğini gösterip, kolaycılığa kaçmak olacaktır.
Olayın diğer boyutunu ise yaklaşık 20 yıldan bu yana devletin her kademesinde üniversite-sanayi işbirliğinin gerekliliğinden bahsedilmektedir. Bir ülkenin, gelişebilmesi yani teknolojiyi yakalayabilmesi ve gelişmiş ülkeler arasındaki yerini koruyabilmesi için AR-GE altyapısına önem vererek kaynak ayırması gerektiği, herkesin bildiği ve kabul ettiği bir gerçektir. Gelişmiş ülkelerin AR-GE potansiyeline bakıldığında; üniversitelerin payının % 20’nin altında, sanayinin payının ise % 50’nin üstünde olduğu görülür. Türkiye’de ise sanayinin payı sadece % 23’tür ve üniversitelerin payı % 65’in üzerindedir. Bu nedenle, Türkiye’de ekonomik kalkınmayı ve bağımsızlığı sağlayacak AR-GE çalışmalarına giden yol üniversitelerden geçmek zorundadır; yani, ülkenin üniversite-sanayi işbirliğini kurma mecburiyeti vardır. Her ne kadar, üniversite-sanayi işbirliğinin hayata geçirilmesinde ve sürdürülmesinde etkili olabilecek bir çok unsurun gerekliliğinden söz edilebilirse de, en önemli unsur insan gücüdür; yani, üniversitelerde görev yapmakta olan öğretim üyeleri ve yardımcılarıdır.
Acaba üniversitelerimiz kendilerinden beklenen görevleri yapabilecek durumda mıdır?
Burada çok büyük bir tehlike söz konusudur:
Devlet üniversitelerinin mühendislik fakültelerinde çok ciddi bir erozyon yaşanmaktadır; şu anda yetki ve sorumluluk taşıyan kişiler, ne yazık ki genç meslektaşları da akademik hayata özendirmeyi başaramamaktadır. Şu anda üniversitelerde çalışmakta olan araştırma görevlileri, ya bir ideal uğruna ya da yapacak daha iyi bir iş bulamadıkları için buradadırlar ve ilk fırsatta da üniversiteyi terk etmektedirler.
Öğretim üyeliği dervişlik anlayışı ile yürütülecek bir meslek olarak görülmemelidir. Yunus Emre kendi felsefesini anlatırken der ki:
Dervişlik dedikleri hırka ile taç değilBöyle dervişler artık yoktur, bulmayı da kimse ümit etmemelidir. Devletin bu tavrı devam ettiği takdirde, bu mesleği bir hobi gibi yapma lüksüne sahip insanlardan başkalarını üniversitelerin mühendislik fakültelerinde bulmak mümkün olmayacaktır.
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil
Peki, mevcut öğretim üyesi kadrosu sanayinin AR-GE ihtiyacı için çalışma yapmayı kendi adına bir misyon olarak görmekte midir?
Ne yazık ki bu soruya da olumlu yanıt verebilmek bugün için mümkün değildir.
Prof. Dr. A. Hamit Serbest
Çukurova Üniversitesi, Mühendislik-Mimarlık Fakültesi Dekanı
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!