Arama

Kıssadan Hisseler - Sayfa 5

Güncelleme: 10 Aralık 2018 Gösterim: 78.405 Cevap: 180
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
5 Nisan 2006       Mesaj #41
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Her şeyi veren Allah'tır. Mesela manava gideriz, elmayı alır parasını öderiz. Elma ağacı elma verdi. Onun ücreti nedir? Topraktan elma ağacını yaratan, elmanın odundan gövdesini laboratuvar gibi çalıştıran, elmanın dallarından renkli, kokulu faydalı meyveyi yaratan Allah'a inanmak ve güvenmek, elmanın manevi ücretidir.

Sponsorlu Bağlantılar
Şimdi bilmem kaç milyona böbrek satıyorlar. Peki, böbreklerimizi kaça aldık? Gözümüze, kulağımıza ne kadar verdik? Beynimizi kaça aldık? Görülüyor ki Allah organlarımızın bütününü bize bedava vermiştir. Organlarımızı Allah'a satabiliriz. Mesela elimizi haramdan geri çekip helale uzatmak, yani Allah'ın verdiği organları onun istediği yolda kullanmak elimizi Allah'a satmaktır. Bunun karşılığında Allah bize ebedi cenneti vaat ediyor. Gözümüzü haramdan çekip helale yöneltmek gözümüzü Allah'a satmaktır. Bunun karşılığı cennettir. Nasıl ki sanat değeri olan kıymetli eşyaları, taşları, kılıçları, elbiseleri müzelerde saklıyorlar. Bizim organlarımız müzedeki eşyalardan daha kıymetlidir. Allah'ın yarattığı her şey kıymetlidir, güzeldir, iyidir.

İbrahim Hakkı Hazretleri şöyle diyor:

"Hoştur bana senden gelen,

Ya gonca gül, yahut diken

Ya hayattır yahut kefen,

Narın da hoş, nurun da hoş,

Kahrın da hoş, lütfun da hoş.

Gelse celalinden cefa

Yahut cemalinden vefa

İkisi de cana safa

Narın da hoş, nurun da hoş,

Kahrın da hoş lütfun da hoş"

Allah bizden razı mı? Biz Allah'tan razıysak, Allah da bizden razı olur. Yani başımıza gelen musibetler karşısında sabır gösterebiliyor muyuz? Her halimize şükredebiliyor muyuz? Allah'ın bizim hakkımızdaki tasarrufatından razı mıyız? Her mümin bunu kendi kendine sormalıdır.

Hiçbir şey başıboş değildir. Allah'ın izni olmadan sinek kanadını oynatamaz. İnsanlar Allah'a hakaret etmesin diye Allah perdeler yaratmıştır. Mesela çocuğu ölen anne, "hastalığın gözü kör olsun" der. Veya trafik kazasına kızar. Halbuki insanı dünyaya getiren de ahirete götüren de Allah'tır. Şuursuz insanlar haşa "Azrail'in gözü kör olsun, yavrumu aldı" der. Mukaddes şeylere dil uzatılmaması için Allah kullarının önüne bir sürü perdeler koymuştur. Şuurlu Müslüman perdelerin arkasında işleyen kudreti fark eder. Senden gelen hoştur, der, rahat eder. Razı olmak dertleri azaltır. Razı olmamak dertleri arttırır. Yangın çıkmış, ev sahibi 'mahvoldum' diye başını taşlara vuruyor. Ev yandı, birinci felaket, adam çıldırma noktasına geldi ikinci felaket. "Dünyaya geldiğimde bu evi bana vermediler, sonradan bana nasip oldu. Ev şimdi elimden gitti, inşaallah yine nasip olur" dese rahat eder. Razı olmak hayatı güzelleştirir. En önemlisi çocuğumuzdan, evimizden, ailemizden razı olmak. Yani hayatımızdan razı olmaktır.

Duamız şöyledir:

"Elhamdülillahi ala külli hal" yani her halimize Elhamdülillah.

Hastalığa da sağlığa da... Açlığa da tokluğa da... Varlığa da yokluğa da... Zenginliğe de fakirliğe de... Elhamdülillah...
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:25
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
5 Nisan 2006       Mesaj #42
arwen - avatarı
Ziyaretçi

Ağızdaki Taşın Hikmeti


Birgün hazret-i Ebû Bekr 'r.a.', hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin 's.a.v.' huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken;
Sponsorlu Bağlantılar
Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.
Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki:
- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.

Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:25
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Nisan 2006       Mesaj #43
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yeryüzünde işlenen vahşet bir zıpkın gibi sineme saplanıyor. Teknolojinin, canavar ruhluların elinde ne hâle geldiğini gördükçe ürperiyor ve dünyanın pırıl pırıl altın bir nesle ihtiyacını iliklerime kadar hissediyorum.
***
Hicret ettikten sonra o işten vazgeçmiş gibi geriye dönenler kendilerini helâke sürüklemiş sayılırlar. Hicret gibi bütün peygamberân-ı izâmın kaderi olmuş yüksek bir pâyenin hakkını vermeye bakmak lazım!
* * *
İnsan bütün güzel amellerini engin mülahazalarıyla daha derin hale getirebilir.
* * *
Ah Rab! Seni bilmek Cennet; bilmemek ne büyük nikmet!
* * *
Allah (celle celâlühû) müessiriyetteki temadîyi, aşk ve heyecanın sürekli dorukta olmasına bağlamıştır ki, bu bir âdet-i ilâhiyedir.
* * *
Sadık kullara göre insanın iradesiyle önleyebileceği gözyaşını önlemeyip izhar etmesi bir çeşit riyadır ve insana kazanma kuşağında kaybettirebilir.
* * *
“Adam sen de; dünyayı sen mi ıslah edeceksin!?” düşüncesi kendini rehavete salmış insanların nâhoş hırıltısından başka bir şey değildir.
* * *
İman aksiyonu lüzumlu hale getirir. Dolayısıyla inanan bir insanın âtıl olması düşünülemez.
* * *
Konumu ve kıvamı koruma ancak sürekli derinleşme peşinde bulunmakla mümkün olabilir.
* * *
Bazı yakışıksız ifadeleri dilimize bilerek yerleştirmişler. “Arap saçı”, onlardan sadece birisi. Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) içinde neş'et buyurduğu milleti bu kadarcık olsun saygısızca zikretmeyi hakaret saymalı ve ondan uzak durmalı.
***
Bütün tiranlar herkesi kendilerine benzetmek isterler; benzemeyenleri de fişlerler.
***
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:25
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
5 Nisan 2006       Mesaj #44
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
"Bir zamanlar, bir çakal şehre yakın bir yerde vatan tutmuştu. Her gece şehrin çarşılarını ve pazarlarını geziyor, ekmek ve kemik parçalarını topluyor, bunlarla karnını doyuruyordu.
Bir gece bu çakal çarşı pazar dolaşıp nafaka ararken bir dükkanın kapısının açık olduğunu gördü, içeri girdi. Meğer burası bir boyacı dükkanıymış. Karanlıkta dolaşıp araştırmaya başladı. O sırada açık bulunan bir boya küpüne düştü. Neye uğradığını bilemeyen çakal, zor güç dışarı çıktı. Lakin bir öteki küpe düştü. Böylece küpten küpe sekiz on türlü boyanın içine girip çıktıktan sonra kendini güç bela dükkanın dışına attı. Acaip ve garip bir görünüme bürünmüştü.
Ertesi gün sahrada kendisini gören bütün hayvanlar hayret ettiler. O zamana kadar görmedikleri bu hayvanın ne olduğunu bir türlü anlayamadıkları için büyük bir topluluk halinde yanına gelip kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini sordular. Çakal, bunların hiçbirinin kendini tanımayışından istifade etmek istedi. Bu amaçla cevap verdi:
- Benim adım tavustur. Aslım cennettendir. Bütün hayvanlara hükmetmek için dünyaya geldim. Emirlerime itaat edenler, huzur ve rahat içinde yaşayacaklardır. En küçük bir muhalefette bulunan olursa derhal öldürürüm.
Bu sözleri dinleyen diğer hayvanlar, çakala bağlılıklarını bildirdiler, onu başlarına geçirdiler. çakal arslan, kaplan,kurt, ayı gibi iri cüsseli canavarları kendine yardımcı yaptığı gibi, diğer hayvanlara da birer görev vererek mükemmel bir ordu meydana getirdi. Onlara emirler vermeye başladı. Ne var ki bütün bu olanlara rağmen öteki hayvanlar, hâlâ onun ne olduğunu merak edip araştırmaktan geri kalmıyorlardı. Çakal ise son derece tedbirli ve ciddi hareket ediyor, kendi cinsine mahsus aşağılık hareketlerden hiçbirine yanaşmıyor, herkesi kendine saygı göstermeye sevk ediyordu.
Bir gün makamında oturduğu ve diğer hayvanlar da etrafına dizildiği sırada, civardaki bir bağa giren bir sürü çakal, adetleri olduğu üzere bağrışmaya ve ulumaya başladılar. Bunu gören tavus, kendini unuttu. Hemcinslerine uyarak onlar gibi ulumaya başlayınca diğer bütün hayvanlar, bunun adi bir çakal olduğunu anladılar. Kolundan tutup dışarı attılar. Arslanı önceki makamına geçirdiler. "
Kıssa bu. Tûtînâme'de Süleyman Tevfik merhum zikrediyor. Hisseye gelince:
insan ne kadar tedbirli davranırsa davransın, ****** sopunu saklamak için ne derece gayret gösterirse göstersin, - bir süre başarılı olsa bile - sonunda asıl karakterini ortaya çıkarır.
Çevrenize bir bakın. Çevrenizdeki insanlara alıcı gözle bir bakın. Hatta kendinizi de aynı mikyaslara vurun ve neticeyi büyük bir özeleştiri ile kabullenin. Çevremizde çakalların cirit attığını göreceksiniz. En candan ve samimi, toz kondurmadığınız kimselerin zaman içerisinde sizi hayretten hayrete düşürdüğü hakikat ise çakala arslan kıymeti verdiğinizdendir.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #45
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

YILANCININ HİKAYESİ


yakaza bildirdi:: Zavallı hırsız, yılan oynatıcısının yılanını çaldı. Hırsızlar her çaldıklarını ganimet bilirler ya!... Bu da öyle!.. Aptallığından kârda zannetti kendini!... Yılan hırsızı soktu, bütün zehrini akıttı, inleterek, kıvrandırarak öldürdü, canından etti!...

Yılanın sahibi ölü adamı görüp tanıdı. Dedi ki :

- Onu benim yılanım soktu öldürdü. “Hırsızı bulayım da yılanımı ondan alayım...” diye dualar ediyordum. Gönlüm yılanımı bulmayı istiyordu. Allah’a şükürler olsun ki duam kabul edilmedi. Bunu ben ziyan sanıyordum ama değilmiş, en büyük faydalardan biriymiş.

Nice dualar vardır ki ; zararın, helâk olmanın ta kendisidir. Tertemiz olan Allah, onları kereminden kabul etmez!...
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:26
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Nisan 2006       Mesaj #46
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
13-14 yaşındaydım. Bugünkü gibi hafızamda canlı. Hafta içinde bir gün güzel bir yaz akşamı babamla dükkanımızı kapatıp eve gitmiştik. Rahmetli dedem her nedense o gün erken ayrılmıştı işten. Eve geldiğimizde ne görelim; rahmetli ninem kapının eşiğinde oturmuş babamı bekliyor. ‘Derhal araba tut gel. Bu adamdan canıma ciğerime doydum. Kaçacağım artık!” Babamın ‘nereye gideceksin anne' dediğini hatırlıyorum solgun ve ölgün bir sesle. “Dayına tabii ki” dedi ninem. Çünkü annesi de, babası da toprağın altına gireli uzun yıllar olmuştu. İknaya çalıştı babam ninemi ayak üstü. ‘Yemin ettim oğlum, gideceğim bu evden. Israr etme, tut arabayı gel' dediğini hatırlıyorum sert bir ses tonuyla. Sonunda ninemin dediği oldu. Ninem erkek kardeşine gitti belli bir süreliğine. Sonra geldi eve.
Sizin de dikkatinizi çekti mi bilmem, yaşları kemale ermiş, 13-14 yaşında torunları olan -ki halamın çocukları benden büyüktü- çiftin birbirlerinden uzaklaşmayı gerektirecek ölçüde kavga etmeleri. Hani derler ya ‘aşk ferman dinlemez', aynen öyle de ‘kavga da yaş dinlemiyor' çiftler arasında. Tıpkı ecel gibi ne zaman kapıyı çalacağı belli olmuyor her nedense!
Yaşın eşler arası geçimsizliğin önlenmesi adına mutlaka etkisi var ama her zaman değil. Ya da herkes için geçerli değil. Batı toplumunda bugün yaşlılarda boşanma oranı hayli yüksek. Dedemle ninemin tartışma sebepleri neydi bilmiyorum ama gelenek ve göreneklerimizin gerektiğinde insanın hür iradesini baskı altına alan karakteri olmasaydı belki de ninem ‘kaçma' yerine boşanmayı tercih edebilirdi.
Bu hatırayı hatırlamama sebep gariptir yine memleketimde karşılaştığım yaşlı bir çift arasında geçen hadiseler zinciri ve bu zincirden bana şikayet olarak yansıyan halkalar. Torunlarının çocuklarını görmeyi bekleyen, yaşları 70'i aşkın bir çift sözünü ettiğim insanlar. Bir vesile ile önce kadın ile karşılaştık. ‘Dertli söylegen olur' derler ya, beni görünce hemen başladı kocasından şikayete. ‘Yaşlandıkça aksileşiyor. Beni sıfırlıyor. Ben onun için var mışım, yok muşum hiç anlam ifade etmiyor' Bu arada ağlamaya başladı. ‘Ne olur, seni sever ve dinler, gelsen bizim eve de benden duymuş gibi yapmadan bir şeyler desen bu adama! Eğer bir de benim dediğimi duyar veya anlarsa iyice didik didik eder benim etimi' dedi.
Güler misin ağlar mısın bu manzara karşısında. Ben henüz karar veremedim. Ama çifti, kısmen mazileri ile tanıdığım için bir tek soru sordum kocasından yana yakıla şikayet eden ve torunu yaşındaki insandan medet uman kadına. “Gençliğinizde nasıldı sana karşı tavırları? Yine böyle miydi?” diye sordum. Cevabını bildiğim bir soruydu bu, çünkü çocukluğumdan hatırlıyorum, o zamanlar 10 bin nüfusu ancak olan ilçemizde bir çokları o kocanın karısının sözünden çıkmadığını biliyordu. İç güveğinden beter bir hali vardı. Kılıbık fıkralarının konusu haline gelmişti.
Kadının cevabına dönelim. Dedi ki: ‘ Ne münasebet! Yüzüne başına okurdum onun ben. Bir dediğimi iki yapmazdı, yapamazdı. Haddine mi düşmüş! Bir yapsındı da göreydim onu!' Şöyle mukabelede bulundum: ‘O zaman roller tersine dönmüş gibi şu anda değil mi?' ‘Evet aynen öyle' dedi.
Ne anlatıyor size bu kıssa? Ama hayali değil, gerçek hayattan alınmış bir manzara. Kocasının karısına karşı olan bu tavırlarının doğru veya yanlış olduğunu bir kenara bırakarak düşünelim ve konuşalım; insanın ektiğini biçtiği hakikatını değil mi? Gerçekten her bir insan yaptığının karşılığını mutlaka ama mutlaka er veya geç görüyor. Bununla da Adil-i Mutlak olan Allah adaletinin tecellisini gösteriyor.
Ben ne yaptım? Gittim o eve. Yemek, çay derken bir şekilde mevzuyu açtım. ‘Kalb ameliyatından sonra insanlar aksileşiyormuş. Sende de var mı böyle bir tavır değişikliği' dedim. Keşke demez olaydım, hemen karısı atıldı ortaya ve başladı bir-iki gün önceki şikayetlerini dile getirmeye. Hem de ağlaya ağlaya. Ortam birden bire ciddileşti. Karısının şikayet esnasında 'beni tutup atıyor, bir kenara koyuyor' tesbitine, haklılığını isbat sadedinde bir teşbihle mukabelede bulundu koca: “nasıl şu sofra bezini silktikten sonra bir kenara koyuyor ve tekrar kullanıyorsun, bu da ayne öyle oğlum!” dedi gülerek. Ne kadar ciddiyet payı vardı bu şaka veya teşbihte bilmiyorum ama bu gergin olan ortamı yumuşattı. Ben de bunu fırsat bilerek mevzuyu başkaları üzerinden ele alıp anlatmayı tercih ettim. Her ikisinin de rahatladıklarını zannediyorum.
Bu hatırayı şunun için kaleme aldım; genç karı-kocalar arasında var olan tartışmalar, ihtiyarlar arasında da olabiliyor. Bu da eşler arasındaki karşılıklı sevgi, saygı ve güvene dayalı münasebetlerin dur durak bilmeden kabir kapısına kadar devam ettirmeleri gerçeğini bize anlatıyor. Eşler hayatlarının hiç bir döneminde karşılıklı ilişkileri itibariyle kendilerini salmamalıdır. Başlarının üzerinde, düşürmekten, kırmaktan korktukları değerli hazine misali birbirlerini başlarının üzerinde kabir kapısının eşiğine kadar taşımalıdır.
Ne güzel demiş atalarımız; ‘herkesin evi kabir.' Akşam kapılar kapanıp herkes evine, odasına çekilince o dünyada neler olduğunu herkes kendisi biliyor. Misalde olduğu gibi, dünyevi hiç bir sıkıntıları olmayan ve dışarıdan bakılınca mutluluğun zirvelerinde dolaştığını zannettiğimiz nice ailelerde ne fevvareler kaynıyor. Ah bir bilseniz.!!!
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:26
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
8 Nisan 2006       Mesaj #47
arwen - avatarı
Ziyaretçi

'ARKADAŞINI AL, BERABERCE CENNETE GİRİN'


Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:
'Resûlüllah (s.a.v.) ile beraber bulunuyorduk. Bir ara azı dişleri görülecek şekilde gülümsedi. Sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular:
'Ümmetimden iki kişi Allâh'ın huzuruna gelirler. Birisi,
-Yâ Rab, benim bunda hakkım var; hakkımı bundan al, bana ver, der. Allah Teâlâ da ötekine,
-Hakkını ver, buyurur. Adam,
-Yâ Rab, bende sevap nâmına bir şey kalmadı, der. Cenâb-ı Hakk,
-Baksana, bu adamın sevabı kalmadı, ne dersin? buyurur. Adamcağız,
- O halde benim günahlarımdan alsın, der. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bunu anlatırken gözleri yaşardı ve, 'O gün büyük bir gündür. İnsan; günâhının alınmasını ister' dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ hak sahibine,
-Başını kaldır ve cennete bak, buyurur. Adamcağız,
- Yâ Rab, inci ile işlenmiş, gümüşten apartmanlar ve altından köşkler görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehitler içindir? der. Allah Teâlâ,
-Bunlar, bana ücretini verenler içindir, buyurur. Adamcağız,
-Bunların hakkını kim ödeyebilir? der. Hz. Allah,
-Sen istersen bunlara sahip olabilirsin, buyurur. Adam,
-Nasıl olur, yâ Rab? deyince, Cenâb-ı Hakk,
-Hakkını bu adama bağışlamakla, buyurur. Adam,
-O halde ben bunu affettim, der. Allahü zû'l-Celâl hazretleri de,
-Arkadaşını al, beraberce cennete girin, buyurur.

Sonra Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz,
'Allah'tan korkun, Allah'tan korkun ve siz de kendi aranızı düzeltin. Bakınız, bizzat Hazret-i Allah mü'minlerin arasını buluyor' buyurmuşlardır.
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:26
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Nisan 2006       Mesaj #48
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Dünya imtihanının sonunda kazanılacak veya kaybedilecek şeyler o kadar büyüktür ki; böyle ciddi bir akıbetle karşı karşıya bulunan akıllı kimselerin lâubâlîce yaşamaları düşünülemez.
***
Tarihte yapılmış yanlışları tashih etmek mümkün değildir; fakat, Allah'ın izniyle aynı hataları yapmamak mümkündür.
***
“Bizden olmayan kim olursa olsun öteki sayılır” düşüncesi tiranca ve tabiî mel'unca bir düşüncedir.
***
Herkes imanı ölçüsünde Allah karşısında ciddi durur, dolayısıyla hakiki bir mü'minin gülüşleri bile damla damladır; dahası o, kalbinden süzülen ciddiyet boyasını çevresine de çalar.
***
Allahım! Beni kendi sığ ve boş isteklerimin peşinde yıpratma! Senin muradının mürîdi olmayı nasip buyur!.
***
Değil mi ki Allah'a inanıyoruz, günahkar da olsak bahtiyarız!.
***
Haklı olmak sert olmayı gerektirmez; yumuşak bir üslup haklılığa ayrı bir güzellik ve derinlik katar.
***
Dişini kırana ve başını yarana karşı dahi “Allahım, bunları affet ve hidayete erdir, beni bilmiyorlar; bilselerdi böyle yapmazlardı!” diyen Rasûl-ü Ekrem'in ümmeti olduğumuzu unutmamalı ve o En Ciddi İnsan'ın meselelerini taşkınlıklarla sokağa döküp ayak altına aldırmamalıyız.
***
Mü'minlerin tepkileri de Kabe'yi tavaf ediyormuşçasına ya da Arafat'ta vakfeye durmuşçasına derin bir ibadet ciddiyeti içinde olmalıdır.
***
Allahım! Beni bana unuttur ve kendimden bahsetmeyi ruhuma kerîh göster!.
***
Olana teslim olunur, olacağa değil.. zira, geçmişe kader, geleceğe ise irade açısından bakılır.
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:26
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Nisan 2006       Mesaj #49
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Bir Kaşık Suda Boğulanlar.

..
Müritlerden biri anlatmıştı:
- Şah-ı Nakşibend Hazretleri, bir gün Şeyh Şâdî’den bir sığır satın almasını istedi. Şeyh Şadi, alaca bir inek satın aldı. Aradan birkaç gün geçti, Hace Hazretleri Gadyut’a geldi. Ancak Şeyh Şâdî’ye hiç iltifat etmiyordu. Sohbette Gadyutlu çok sayıda mürit vardı. Bu sırada Şeyh Şâdî’ye bir hâller oldu. Şeyh Şâdî’den, sanki biri içinde ceviz kırıyormuş gibi şiddetli sesler gelmeye başladı. Hace Hazretleri Şeyh Şâdî’ye döndü, şöyle dedi:

- Biz, sana eziyet etmiş değiliz. Bu sesler o alaca ineğin, kafa darbelerinden kaynaklanıyor! buyurdu.

Bu söz üzerine müritler sese, biraz daha dikkat kesildiler. Gerçekten ses, süsme sesine benziyordu! Nihayet müritler Hace Hazretlerinin, Şeyh Şâdî’yi affetmesi için devreye girdiler. Böylece Şeyh Şâdî affedildi.

Müritlerden biri anlatır:
- Şah-ı Nakşibend Hazretleri, Gadyut’a gelmişti. O sırada tanıdığım bir arkadaşım, tasavvufî terbiye almak için Şah-ı Nakşibend Hazretlerini, kendisine mürşit kabul etmek istiyordu. Sevgisini anlatmak için olsa gerek, Şah-ı Nakşibend Hazretlerine sunmak üzere bir miktar kır çiçeği toplamıştı. Bunları, Hace Hazretlerine ulaştırmamı istiyordu. Ben de çiçekleri alıp Hace Hazretlerine takdim ettim. Ancak Hace Hazretleri kabul etmedi. Bunun üzerine çiçekleri alıp sahibine geri verdim, olanları anlattım. Bu olanlardan sonra arkadaşım: ‘Artık ben, Hace Hazretlerinin velâyetine hiç inanmıyorum zaten çiçekleri verirken, ‘Hace Hazretleri gerçek bir veli ise, bunları kabul eder!’ diyordum, demeye başladı.

Kendisinden bu sözleri işitir işitmez, elinden kır çiçeklerini alarak tekrar Hace Hazretlerine gittim ve bir kez daha onları takdim ettim. Bu kez Hace Hazretleri, çiçekleri kabul etti, bana şöyle dedi:

- Bu çiçekleri korumalısın!

Daha sonra Hace Hazretleri başka bir yere gitmek üzere yola çıktı. Yolda önüne bir sufi çıktı, elinde nar dolu bir sepet vardı. Sufi, Hace Hazretlerine narları ikram etti. Şah-ı Nakşibend Hazretleri ise nar sepetini bana verdi. Ardından ‘Bunları o kişiye ver, bu narlarda bir sır olduğunu söyle.’ dedi.

Narları kendisine verdiğimde, arkadaşımda müthiş bir değişiklik oldu. Bana şöyle dedi:

- Kır çiçeklerini ikinci kez sana teslim ettiğimde, ‘Şah-ı Nakşibend Hazretleri bu kez çiçekleri kabul edip karşılığında nar gönderse...’ diye düşünmüştüm!

Ve...Arkadaşım, Hace Hazretlerinin büyük bir veli olduğuna artık kesinlikle inanmıştı. Hace Hazretlerinin teveccühlerinin bereketiyle bu yola girdi.

Bir gün Buhara zalimlerinin, yardakçılarından biri kaçıp Kasr-ı Ârifan’a gelmişti. Yolda Hace Hazretleriyle karşılaşmış, durumunu anlatmış, Hace Hazretleri kendisine köye gitmesini söylemişti. Ancak bu zalim kişi, Şah-ı Nakşibend Hazretlerine karşı edepsizlikte bulunarak onu tekmeledi, ardından Hace Hazretlerinin sırtında bulunan eski kürkünü alıp Gadyut’a kaçarak kayıplara karıştı.

Sonradan işittiğime göre, bu zalim kişi, o gece giderken köy halkından birinin namusuna göz dikmiş. Çıkan arbede esnasında kafası kesilmişti. Böylece insanlar da artık bu kimsenin şerrinden kurtulmuş oldular. Bu zalimin helâk olması, ihtimal onun Hace Hazretlerine karşı göstermiş olduğu edepsizliğinden kaynaklanıyordu. Bu hâdise, bazı kimselerin kurtuluşuna sebep olmuştu.

Müritlerden biri anlatır:
- Şah-ı Nakşibend Hazretleri Gadyut’taki nehir kıyısındaydı. O civarda turfa ağaçları olur, bu ağacın dalından çok güzel kaşık yapılırdı. Hace Hazretlerini nehrin kıyısında gören bir mürit kendisine yaklaştı. Elinde turfa ağacından kestiği bir dal vardı. Şah-ı Nakşibend Hazretlerinden kendisi için bir kaşık yapmasını istedi. Derken o esnada Gadyut’un meşhur zorbası oraya geldi. Başladı bu müridi tartaklamaya. Hace Hazretleri, ‘Bu müridin bir suçu yok. Eğer ortada bir suç varsa, onu ben işledim. Beni döv!’ dedi. Ancak o zorba, müride vurdukça vuruyordu. Bir ara, Hace Hazretlerine de sol ayağıyla bir tekme attı.

Bu nehir kenarında av kuşları çok olurdu. Aynı zamanda burası çok güzel bir mesire yeriydi. Aradan günler geçti. İşte bu zorba kişi, bir gün kuş avlamak amacıyla yine nehir kenarına geldi. Karşıdan karşıya geçerken atından düştü. Sol ayağı üzengiye takılı kalmıştı. At, bu zalimi üzengide bulunan ayağı kırılıncaya kadar yerlerde sürükledi. Nihayet götürüp nehrin sularına attı. Zorba, nehrin sularında boğulup helâk oldu.

Şah-ı Nakşibend
Şeyh Ahmed es-Sıddıkî
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:27
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Nisan 2006       Mesaj #50
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
saffetbeyMuavenet-i Millîye; 1909 yılında, padişahın öncülüğü ile kurulan ‘Donanma-yı Osmanî Muavenet-i Millîye Cemiyeti’nin halktan topladığı yardımlarla Almanya’dan alınan savaş gemisidir. Çanakkale Harbi’nin kazanılmasında önemli roller üstlenen bu muhribin komutanı, Yüzbaşı Ahmet Saffet Bey’di. Muavenet muhribinin ilk vazifesi, Marmara Denizi’ne giriş yaparak, İstanbul’dan cepheye asker, cephane, erzak taşıyan Osmanlı gemilerine musallat olan düşman denizaltılarını kovalamak ve tahrip etmekti. Yani Muavenet-i Millîye’nin gâyesi, Gayret-i Vataniye Muhribi ile birlikte Marmara’nın sakin gecelerinde suyun üstüne çıkacak olan denizaltıları avlamaktı.

Çanakkale Boğazı’nda savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu. 18 Mart 1915 günü Çanakkale Boğazı’nı geçmeye çalışan, İngiltere ve Fransa savaş gemileri binlerce tonluk mermileriyle Boğaz’ı yangın yerine çevirmişler; ama “Üç günde geçeriz.” dedikleri Boğaz’ı geçememişlerdi. Bu başarısız denemeden sonra, İngiliz ve Fransızlar, mevcut kara birliklerine ilâveten, sömürge ülkelerinin halklarını da zorlayarak zamanın en güçlü ordusunu hazırladılar. Millî şairimiz M. Akif’in Çanakkale Destanı’nda belirttiği gibi, ‘eski dünya yeni dünya’ el ele vermiş; başka başka çehreli ve lisanlı, rengarenk derili bir vahşet ordusu, Müslüman Türk’ü bozguna uğratmak niyetiyle, 25 Nisan 1915’te, Gelibolu Yarımadası’na yüklenmişti.

25 Nisan’dan 10 Mayıs 1915’e kadar geçen sürede; İtilâf donanması ve orduları, Gelibolu Yarımadası’nda hayata dâir ne varsa, yakıp yıkmıştı. Gündüzünde sergilenen bu vahşet, gecesinde ayrı bir yoğunluk kazanıyor; sahile yaklaşan zırhlılar, Türk birliklerine ve siperlerine tonlarca mermi ile ölüm yağdırıyordu. Mehmetçiğe en fazla acı veren de, bu gece dehşetiydi. Özellikle Seddü’l-bahir cephesinde her gece yaşanan saldırılar, birliklerimizin direncini zayıflatıyordu.

Yarımadayı savunan 5. Ordu, Cevat Paşa vasıtasıyla Donanma Komutanlığı’ndan yardım istenmesine karar verdi. Donanma Komutanlığı da Muavenet-i Millîye Muhribi’nin, Marmara’daki vazifesini bırakıp, süratle Çanakkale’ye intikalini istemişti. Muavenet’in komutanı Kıdemli Yüzbaşı Ahmet Saffet, emri alır almaz dümeni görev yerine kırmış ve 10 Mayıs 1915 günü öğle saatlerinde Çanakkale’ye gelip demirlemişti.

İskelede bekleyen Cevat Paşa, sahile ayak basan Ahmet Saffet’e yaklaştı:
- Sefâlar getirdin İnşaallah oğlum!
- Sağ olun kumandanım! Emirlerinizi bekliyorum!

Çekilen acıların hüznü ile kararlılığın ciddiyetini yansıtan iki yağız çehre, birbirlerini süzdüler. İkisinin de göz bebeklerinde aynı yangının alevleri parlıyordu:
Bugün vatan bizden razı olacak,
Nefer şehit, ordu gazi olacak!

Çabuk adımlarla içeri geçtiler. Önünden geçtikleri odaların açık kapılarından görülen tek şey, her odada hummalı bir çalışmanın olmasıydı. Karınca misali herkes bir şeyleri takip ediyor, gidiyor ve geliyordu. Koridorun sonundaki merdivenden üst kata, Cevat Paşa’nın odasına geçtiler. Cevat Paşa, Ahmet Saffet’e oturmasını işaret ederek makamına geçti. Bu genişçe odanın bir köşesinde büyük bir masa ve üzerinde bir Boğaz haritası vardı. Paşa sandalyesine otururken bu defa evlâdına seslenircesine şefkatli bir tonda:

- Lütfen oturunuz Süvari Bey, yorgun olduğunuzu biliyorum. Hele gemiden karaya ayak basınca daha bir sarsılır insan. Oysaki durumumuz çok ciddi ve zamanımız yok denecek kadar az. Bu yüzden hemen çalışmaya başlamak icap ediyor. Lütfen oturunuz ve beni dinleyiniz.

Cevat Paşa problemi anlatırken, zaman zaman çaresizliği ifade eden cümleler ağzından dökülüyordu. Bu sırada kaşları çatılıyor, yanakları seğiriyor ve yumruklarını sıkıyordu. Bilgilendirmeyi tamamlayınca Ahmet Saffet’e döndü:

- Evet Süvari Bey, durum böyle ve buna bir çözüm bulacağız. İlk düşünceleriniz şekillenmeye başlamıştır zannediyorum!

Yüzbaşı Ahmet Saffet: ‘İzninizle!’ deyip kalktı ve masanın üzerine serili Boğaz haritasına yöneldi. Uzun sürmeyen bir incelemenin ardından:
- Saldırımızı gece yapacağız kumandanım. Ancak biraz daha bilgiye ihtiyacım var. Sahil şeridini bir de yerinde incelemeliyim. Ayrıca hedefimiz konusunda da bilgi ihtiyacımız var. Gücü nedir? Nerede demirliyor ve zamanlaması nasıldır?

Cevat Paşa hemen sandalyeden kalktı ve:
-Pekiyi, hemen başlıyoruz öyleyse. Muavenet’in durumu nedir? Personel ve levazım bu vazifeye yetecek mi?

Yüzbaşı Ahmet Saffet, beklemeksizin raporunu verdi :
- Gemimde çalışır durumda üç torpido kovanım var. 110’u bizden 15’i de Alman olmak üzere 125 mürettebatım mevcut. Rütbeli mürettebatıma ilâveten Rudolf Firle isminde bir Alman subayı da torpido uzmanı olarak müşavir görevindedir. Mevcut durum itibariyle tek ihtiyacımız istihbarat ve plândır kumandanım.

Bu konuşmayı takip eden 48 saat, sandalye üzerinde yarım yamalak uyku, üç-beş lokma yemek ve devamlı bir koşuşturma ile geçti. Önce Anadolu sahil şeridinden İntepe’ye kadar at üzerinde inceleme yapıldı. Ahmet Saffet, elindeki dürbün ile sürekli izlenecek seyir hattını inceliyordu. Kumkale, İntepe ve Kepez grubu birliklerinin komutanları ile baş başa görüşülüyor, hedef gemilerin yani Cornwallis ve özellikle Golyat’ın hareketleri ve durumları belirleniyordu.

İncelemenin ikinci günü akşam saatlerinde; Cevat Paşa, Yüzbaşı Saffet ve Gelibolu Yarımadası’nın Boğaz’a bakan sahillerin güneybatısında yer alan Domuzdere Tabyası Komutanı ertesi gece yapılacak saldırıya en yakın noktada son incelemeleri yapıyorlardı:

“Plâna göre, 12 Mayıs gecesi hedefe yürüyeceklerdi. Muavenet, bütün ışıklarını perdeleyecek ve hedefine görünmeden yaklaşacaktı. Bu arada Boğaz’ın her iki kıyısındaki bataryalar uyarılacak, hiç kimse ışıldak yakmayacak ve sessiz bekleyişlerini sürdüreceklerdi. Muavenet, vazifesini yapıp dönüşe geçtiğinde seyir fenerlerini yakacak, eğer takip ediliyorsa baş taraftan beyaz işaret fişeği atacaktı. Eğer Muavenet beyaz işaret fişeği atarsa bu tabyalardaki toplar bütün güçleri ile takip edenlere yüklenecekti.”

Değerlendirmeler tam bu noktaya geldiğinde hepsi, tüylerini diken diken eden bir cümleyle sarsıldılar. Domuzdere Tabyası subaylarından Mülâzım-ı Sani (teğmen) Ali İhsan, yüzü Boğaz’ın Ege girişine dönük ve sanki orada değilmişçesine (Kur’ân’da ve Tevrat’ta geçen hâdiseyi imâ ederek):
- Davud, Golyat’ı sapanıyla bir kere daha devirecek İnşaallah! dedi.

Hepsi irkilmiş, ürpermişti ve düşünmeye fırsat bile bulamadan:
- ‘İnşaallah!’ dediler.
Boğaz’ın girişinde bekleyen İngiliz ve Fransız zırhlıları, yıldızsız gecelerde aydınlatma fişekleri atıyor ve Boğaz’daki karakol gemilerinin işini kolaylaştırıyordu. Muavenet, bir aksilikle karşılaşmamak için kıyıya çok yakın seyretmek mecburiyetindeydi. Gelibolu Yarımadası’nın Boğaz’a bakan kıyılarına çok yakın gidileceği için geminin ağırlığı ve su kesimi azaltılmıştı. Kömür ve yağın yarısı boşaltılmış, gemiden ışık sızmaması için lumbuzlar siyaha boyanmış, dış güvertedeki ampuller sökülmüş ve bacadan kıvılcım çıkmaması için kazanlar en düşük devirde yakılarak ve nefesler tutularak Soğanlıdere Koyu’na kadar gelinmişti. Muavenet, saldırıdan önceki son durağı Soğanlıdere Koyu’nda; Karanfil Tepe’nin denize uzanan burnunun arkasına saklanmış geceyi bekliyordu. Gemiye dört tane torpido alınmış, üçü kovanlara yerleştirilmişti ve sessizce son hazırlıklar yapılıyordu.

Tarih 12 Mayıs 1915’i gösterirken, Gelibolu Yarımadası’nın Soğanlıdere Koyu, akşama hazırlanıyordu. Saat 19:30’u gösterirken gökyüzü, sarıdan turuncuya ve kızıla doğru perde perde yayılan bir yağlıboya tablo gibiydi. Yüzbaşı Ahmet Saffet Bey, Muavenet-i Millîye’nin köprüsündeki kumanda odasında masasının üzerine serdiği Boğaz haritasına eğilmiş vuracakları darbenin son ayrıntılarını düşünüyordu. Kumanda odasının camlarından gökyüzüne baktı. Gözleri, bir süre bu güzel akşamın renklerinde gezindi; sonra belli belirsiz bir ses tonuyla:
“Ey kimsesizler kimsesi Rabb’im! Bizi Sensiz bırakma. Sen’in adını yaşatmak için şehadete koşan bu milleti aziz ve muzaffer eyle.” diyerek, dua etti.
Yüzbaşı Ahmet Saffet eğilmiş Boğaz haritasına bakıyordu. Haritadaki Arap harfleriyle yazılmış “Çanakkale Boğazı” ibaresinin son harfi olan “ye”, Boğaz hattından Morto Koyu’na doğru bir hançer gibi uzanıyordu. Ahmet Saffet, elindeki kalem ile harfin bittiği yere bir çarpı koydu ve üzerine bir kelime yazdı: “Golyat!”

Hedef Golyat'tı. Çünkü 750 kişilik mürettebatıyla 13.150 tonluk tepeden tırnağa zırhlı bu dev gemi, Mehmetçiğin üzerine ve Seddü’l-bahir cephesine ölüm topları yağdırıyordu. Akşam ezanı sonrası hava dönmüş ve yağmur bulutları, vahşete hazırlananların kasvetli yüreklerine simsiyah bir yorgan gibi çökmeye başlamıştı. Açıkta bekleyen İngiliz ve Fransız zırhlıları ışıldaklarını yaktılar ve aralıklarla işaret fişekleri atmaya başladılar. Ancak karanlık gittikçe koyulaşıyor, aydınlatma çabaları yeterli olmuyordu. Bir düşman karakol gemisi, Muavenet’e 600 metre kadar yaklaşmış ama onu görememişti.

Muavenet,Tevrat’taki kıssada olduğu gibi sapanına taşlarını yerleştirmiş; kendisinden yirmi kat daha büyük bu zırhlının 7 mil uzağında, Soğanlıdere Koyu’nda gecenin en karanlık, gaflet saatini sabırla bekliyordu. Boğaz’ın iki yakasındaki tabyalarda Mehmetçik, dualar okuyarak, sabırla bekliyordu. Çanakkale’de Cevat Paşa, abdestini tazelemiş, Kur’ân-ı Kerîm okuyor, gözlerinden pıtır pıtır yaşlar yuvarlanıyor “Allah’ım!” diyor, sabırla bekliyordu.

Nihayet, gece yarısına yarım saat kala düşman zırhlıları, ışıldaklarını söndürdü. Boğaz’ın girişine bir ölüm sessizliği çökmüştü. Ahmet Saffet Bey, Golyat’ta geceyarısı vardiyasının değişeceğini biliyordu. Böylece, bir vardiyanın yorgunluk ve uyku ihtiyacı ile diğer vardiyanın uyku mahmurluğunun verdiği sersemlik anından faydalanacaktı.

Yüzbaşı Ahmet Saffet, sessiz ama hızlı adımlarla kıç güvertesine indi. Mürettebat, hazırlıklarını tamamlayarak güvertede yerlerini almış, komutanlarının emrini bekliyorlardı.

Üç torpido kovanının son kontrolünü yapan Alman Rudolf Firle de koşarak Ahmet Saffet’in yanına gelmişti. Ahmet Saffet, gecenin karanlığında karşısında dikilen subay ve erlerinin yüzünü seçemiyor ama kalb atışlarını hissediyordu:
- Arkadaşlar! Görüldükten itibaren sadece 5 dakikamız var. Ne yapacaksak bu zaman zarfında yapacağız. Unutmayın, bizler din ve vatan uğruna fedai olduk. Rütbelerin en güzeli “şehadet” hepimizin arzusudur. Vazifemizi tam yapalım ve kendini beğenmiş bu devi susturalım.
Hemen yanıbaşındaki Alman Firle’ye döndü:
-Torpidolara ağ makası takılmasın Bay Firle, torpidolar 1.200 metre mesafe, 34 mil sürat ve 2 metre derinliğe ayarlansın.

Alman subay: “Gereği yapıldı kumandan!” dedi, usulca.

Ahmet Saffet, önünde bir sükût duvarı hâlinde bekleyen mürettebata döndü ve:
- Arkadaşlar! Bugün borcumuzu alnımızın akıyla ödeme günüdür. Vatan toprağının selâmeti için, yaşatmak uğruna gerekirse yaşamaktan vazgeçeceğiz. Ya devlet başa, ya kuzgun leşe… Allah yardımcımız olsun!

“Derken Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvut, Câlut’u öldürdü, Allah ona hükümdarlık ve hikmet verdi ve dilediği birçok şey öğretti.” (Bakara, 251) .

13 Mayıs saat 00.30’da Yüzbaşı Ahmet Saffet “Bismillah” dedi ve ilk emrini verdi:
- Kazanlar faryap, ağır yol ileri! Torpidoları sancağa çevir!

Muavenet, âdeta Gelibolu Yarımadası sahiline sürünürcesine hareket etti. Gecenin karanlığında, bir yılan gibi sessizce kayıyordu suyun üstünde. Bacadan kıvılcım çıkmaması için 7 mil hızla, kıyıların gölgeliğinde ağır ağır ilerliyordu. Karartma öylesine başarılıydı ki, Boğaz’da devriye gezen gemiler onu göremiyordu.

Muavenet, saat 01.00’de, Domuzdere tabyasının hizasından geçiyordu.Tabyanın erleri nefeslerini tutmuş, dudakları duada, bir taraftan Boğaz’ı gözlüyor, bir taraftan da önlerinden belli belirsiz giden Muavenet’i kolluyorlardı. Tabya kumandanı; gecenin karanlığından sıyrılmak, bir yerlere tutunmak ister gibi kollarını gök yüzüne uzatmıştı. Semaya çevirdiği yüzünden yaşlar süzülüyor, çaresizliğin içtenliği ile mutlak kudret sahibi Rabb’inin kapısını yine O’nun âyetleri ile çalıyordu: “Tâlut’un beraberindeki müminler ise Câlut (Golyat) ile ordusuna karşı çıkınca dediler ki: Yâ Rabbenâ, üstümüze (gürül gürül) sabır yağdır; ayaklarımıza sebat ver ve kâfir topluluğa karşı bizi muzaffer eyle!” (Bakara, 250) .

Hedeflerine 700-800 metre kaldığında saat 01.10’u gösteriyordu. Ahmet Saffet, serdümene döndü:
- İskele alabanda!

Muavenet, kendinden emin, son derece teslimiyet ve tevekkül içerisinde Golyat’a biraz daha yaklaştı. Golyat, hâlâ hiçbir şeyin farkında değildi. Birazdan kopacak kıyametten habersizcesine uyuyordu denizin üstünde. Muavenet’te kimse soluk almıyor; herkes bir torpido olmuş gibi, Golyat’a kilitlenmiş gözleriyle son emri bekliyordu. Saat 01.13’ü gösterirken Golyat nihayet Muavenet’i fark etti. Golyat, ışıldakla Msn Clock işareti veriyordu, yani parolayı soruyordu. Muavenet’in uyanık vardabandırası hiç beklemeden soruya soruyla karşılık verdi: Msn Clock. Belli ki Golyat’ın vardiya nöbetçi subayı henüz uyanmamıştı. İki defa daha tekrarladı aynı soruyu.

Muavenet, geçen bu iki dakika içinde manevrasını tamamlamış, aradaki mesafe 300 metreye düşmüştü. Golyat’ın parolayı üçüncü soruşunda saat 01.15’i gösteriyordu. O anda Ahmet Saffet’in gözünün önünde, üç ay önce batırılan Mesudiye zırhlımızda şehit olan can dostu Kale-i Sultâniyeli Yüzbaşı Ziya’nın solgun yüzü belirdi. Ahmet Saffet önce bu solgun yüze gülümsedi ve sonra bomba gibi patladı:
- Ateş!

Torpidolar, Davud’un sapanından çıkan üç taş gibi suyun içinde kayarak ilerlerken Muavenet de burnunu tekrar Çanakkale’ye çevirmişti. Daha dönme devrini tamamlamadan birbiri ardına üç patlama duyuldu. Koca dev, HMS Golyat zırhlısı baş taret, komuta köprüsü ve kıç taret olmak üzere üç isabet almıştı. Boğaz’ın girişinde göğe yükselen ilk alevlerin ardından kıyamet kopmuş; kampana sesleri, art arda gelen patlamaların şiddetinde boğulup gitmişti. Dev Golyat’ta can pazarı vardı şimdi. Dev zırhlı, kimse ne olduğunu anlamadan 750 kişilik mürettebatından gemi komutanı dahil 570’ini beraberinde alarak Boğaz’ın derinliklerinde kaybolmuştu.

Morto Koyu açıklarında tam bir kargaşa baş göstermişti. Cornwallis ve diğer muhripler ne olduğunu anlamaya çalışarak sağa sola manevra yapıyorlardı. Kimse Muavenet’i fark etmemiş, herkes hâdiseyi çözmeye çalışıyordu. Anadolu ve Rumeli sahil birliklerimizdeki Mehmetçikler siperlerinden fırlamış ve gözyaşlarıyla “Allahü Ekber” diye haykırıyorlar, avuçladıkları vatan toprağını saçıyorlardı dört bir yana.

Dönüş yolculuğundaki Muavenet’in güvertesinde, köprüde ve kazan dairesinde tekbirler yankılanıyor, kabaran yürekler gözyaşı olup yanaklardan süzülüyordu. Aynı anda gökyüzü de boşanmış; yağmur damlaları, yanaklardan süzülen gözyaşlarına yetişmenin telâşına düşmüştü sanki. Muavenet, geldiği yoldan geri dönüyordu. Saat sabah 05.00’i gösterirken Muavenet Çanakkale sahiline vardı. Pruva güvertesinde dikilen Ahmet Saffet, sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanan iskeleye bakıyordu. Sağanak yağışın altındaki iskelede biri bekliyordu. Kaputunun yakasını kaldırmış, elleri ceplerinde bir adam. Muavenet yavaşça iskeleye yanaştı. Kıyıya çıkan yüzbaşı koşarak ilerledi ve onu bekleyen adamla birbirlerine sarıldılar. Bir baba-oğul gibi, bir elmanın ayrı kalmış yarımları gibi kenetlendiler:
- Berhudar ol oğlum! Erenköy birlikleri telsizle bildirdi. İçeride duramadım, buraya geldim. Seni ve silâh arkadaşlarını karşılamanın iftiharını yaşamak için bekledim.

Ahmet Saffet, Cevat Paşa’nın kıpkırmızı olmuş gözlerine baktı ve:
- Sağ olun kumandanım! Çok şükür başardık. Şehadet arzusu ile gittik, nasipte gazilik varmış. Eğer izin verirseniz vakit geçirmeden Marmara’ya, yarım kalan vazifemi tamamlamaya gitmek isterim.

Cevat Paşa, bu yiğit askere bir kere daha sarıldı:
- Güle güle git oğlum, yolun açık olsun.

Günün ilk ışıkları, gündüzünü ve gecesini patlamalar eşliğinde yaşamaya alışmış Çanakkale’nin üzerine düşerken Muavenet, dümenini Marmara’ya kırdı ve ağır ağır Boğaz’ın sularını terk etti.

İngiliz Müttefik Ordular Komutanı Ian Hamilton, Golyat’ın batırıldığını öğrendiğinde günlüğüne: “Düşman madalyayı hak etti.” diye yazdı. Muavenet-i Millîye, İstanbul’da merasimle karşılandı ve Yüzbaşı Ahmet Saffet, Başkomutan vekili Enver Paşa tarafından takdirname ile kutlanarak binbaşılığa terfi ettirildi. Golyat’ın batırılışı üzerine İngilizler, “Çanakkale’yi hem karadan, hem de denizden birlikte geçeriz.” plânını terk ederek deniz harekatını tamamen iptal ettiler. Golyat’ın batırılış haberi, 14 Mayıs 1915’te toplanan İngiliz Harp Meclisi’ne bomba gibi düştü. Ertesi gün, Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Fisher, iki gün sonra da Çanakkale Savaşı’nın fikir babası, sadece İngiliz tarihinin değil, dünya siyasetinin müstakbel en büyük adamı gözüyle bakılan Bahriye Nezareti 1. Lordu W. Churchill istifa etti. Şok dalgası bu kadarla da kalmadı ve Golyat’ın batışından 12 gün sonra 25 Mayıs 1915’te İngiltere kabinesi toptan istifa etti.
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:27

Benzer Konular

17 Ekim 2018 / AreX Kahve Molası
6 Nisan 2009 / nılufer Soru-Cevap