Arama

Kıssadan Hisseler - Sayfa 8

Güncelleme: 10 Aralık 2018 Gösterim: 78.434 Cevap: 180
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mayıs 2006       Mesaj #71
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir kimse sadece hilâf-ı vâkî bir beyanda bulunuyorsa o basit bir yalan; söylediği yalana kendisi de inanıyorsa o mürekkep bir yalan, başkalarını da inandırmak için propaganda yapıyorsa o da mük'ap (katlamalı) bir yalandır.
***
Sponsorlu Bağlantılar
Allah'la irtibatı olmayan bir kimsenin doğru-dürüst bir çizgi takip edebileceğine ihtimal verilemez.
***
Önümüze bir dağ çıkmışsa bir tünel kazmalı, derin sularla karşılaşmışsak köprüler kurmalı, tüp geçitler yapmalı, bunları yapamazsak iki kanat takmalı ama mutlaka ruhumuzun ilhamlarını boşaltacağımız insanlara ulaşmalıyız. Unutmayalım ki, koskoca bir dünya hak ve hakîkatin soluklarına muhtaç.
***
Allah (celle celâlühû) hiç kimseyi sermayesiz bırakmamış, herkesi mutlaka bir hususiyetle donatmıştır. Önemli olan, en mühim iş ne ise herkesin kendi istidat ve sermayesine göre onu yapmanın peşinde olmasıdır.
***
“Yarattım”, “yarattı” gibi laflar birer küfür lafıdır.
***
Kulluk Şâh-ı Geylânî olmaya bile bağlanmaz; sırf Allah rızası için yapılır.
***
Hekimler, “Hastalık yoktur, hasta vardır” derler ki pek yerinde bir sözdür; çünkü, her insan ayrı bir âlemdir.
***
Amele güvenmek gururdur ve öyleleri Allah'ın sevgisine mazhar olamazlar.
***
Türkçemiz için bir şey yapmak istiyorsak elden geldiğince yabancı kelimeleri kullanmamaya özen göstermeliyiz.
***
Günümüze, günümüzün şartlarına göre dirilmeyi Yüce Mevlâmız bize nasip etsin!
***
Tahrik edilmiş bir insanın dengeli davranışlarlar sergilemesine imkan yoktur.

Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 22:41
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
2 Mayıs 2006       Mesaj #72
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Genç bir delikanlı senelerce yurt dışında okuduktan sonra vatanına ateist olarak geri döner. Üç sorusuna hiç kimse cevap veremediğinden dolayı canı gayet sıkıntılıdır. Ebeveyni oğullarına yardım etmek niyetiyle büyük ilim sahibi olan köyün hocasına götürürler. Hoca ve delikanlının arasında geçen dialog şöyle devam eder.
>>Delikanlı: Kimsin sen? Sorularıma cevap verebilecek misin?
Sponsorlu Bağlantılar
>>Hoca: Allah'ın bir kuluyum ve Onun izniyle sorularına cevap verebileceğim.
>>Delikanlı: Emin misin? Proferserler bile cevap veremedi bana.
>>Hoca: Allah'ın izniyle cevap vermeye çalışırım
>>Delikanlı: 3 sorum var
>>1. Allah yaşıyor mu? öyle ise,şeklini bana göster
>>2. Takdir (kader) nedir?
>>3. Eğer şeytan ateşten yaratıldıysa neden cehenneme yollanıyor, cehennemde ateş dolu değil mi? Ateş ateşi nasıl yaksın. Tanrı bunu düşünemedi mi?
>>Bu arada, aniden bizim hocamız delikanlının başı üzerinde bir saksı kırar.
>>Delikanlı canı yana yana sorar; Neden sinirlendin ki?
>>Hoca: Sinirlenmedim. Bu benim üç soruna bir cevabım der.
>>Delikanlı: Hiç birşey anlamadım.
>>Hoca: Nasıl hissetin kendini saksıyı başında kırınca
>>Delikanlı: Tabii ki, fena bir acı hissettim.
>>Hoca: Yani, acının varlığına inanıyor musun?
>>Delikanlı:Evet
>>Hoca: Bana bu acının şeklini göster o zaman!
>>Delikanlı: Gösteremem.
>>Hoca: Bu benim ilk cevabım. Herkes Allah'ın varlığını hisseder ama Allah'ı göremez.
>>Hoca: Dün gece rüyanda benim başında saksı kırdığımı gördün mü?
>>Delikanlı: Hayır.
>>Hoca: Bugün böyle birşey ile karşılaşacağını hiç düşündün mü? aklından geçti mi?
>>Delikanlı: Hayır
>>Hoca: Bu işte takdir dir (kader)
>>Hoca: Biz neyden yaratıldık? topraktan yaratılmış değil miyiz ?
>>Delikanlı: Evet böyle denir.
>>Hoca: E o zaman ? Saksıda topraktan yapılmadı mı? Allah isterse ateşten yaratılan şeytanı ateşin içinde cezalandıramaz mı?
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 22:47
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
2 Mayıs 2006       Mesaj #73
arwen - avatarı
Ziyaretçi

ANNENİN HİZMETE İHTİYACI VAR


Ebû'l-Haseni'l-Harkânî (k.s)hazretleri şöyle anlatır:
'İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete muhtaç bir anneleri vardı. Her gece kardeşlerden biri annenin hizmeti ile meşgul olur, diğeri Allah Teâlâ'ya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allah Teâlâ'ya ibâdet kardeş, yaptığı ibâdetten, duyduğu hazdan dolayı kardeşine:
'Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim, dedi.
'Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüya gördü. Rüyasında bir ses ona:
'Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık, deyince genç:
'Ben Allah Teâlâ'ya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz, dedi. Ses ona:
''Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız yok. Fakat, kardeşinin annene yaptığı hizmetlere annenin ihtiyacı vardı, karşılığını verdi.
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 22:47
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
2 Mayıs 2006       Mesaj #74
arwen - avatarı
Ziyaretçi
BAŞKA DUÂ BİLMEZ MİSİN?
Bir şahıs, Harem-i Şerîfin kapısında, Ey doğrulara yardım eden, haramlardan kaçınanları koruyan Allâhım!.. diyerek hep aynı duâyı okuyordu. Ona, Sen başka duâ bilmez misin? dediler. O şöyle açıkladı, bu duâyı tekrar etme sebebini:
Ben Beyt-i Şerîfi tavâf ederken ayağıma takılan bir şeyi eğilip aldım. Bir de baktım ki, içinde bin altın bulunan bir kese. Şeytanımla îmânım mücâdeleye tutuştular. Bin altın çok para, senin bütün ihtiyaçlarını karşılar dedi şeytanım. Îmânım ise, Bu haramdır, boşuna saklama; sahibini bul, teslim et! dedi. Ben böyle mücâdele içinde iken, birinin sesi duyuldu:
Burada, içinde bin altınım bulunan kesem kaybolmuştur. Kim buldu ise getirsin, ona otuz altın müjde vereyim!
Bin haramdan otuz helâl hayırlıdır, diyerek keseyi sahibine teslim ettim. O da bana otuz altın verdi. Bunu alıp bakırcılar çarşısında gezerken, bir Arap kölenin bu paraya satıldığını görünce, hemen satın aldım. Bir müddet sonra bu kölenin yanına bir kısım Araplar gelip gizlice konuşmaya başladılar. Köleden ne konuştuklarını sordum. Saklamayıp aynen anlattı:
Ben Mağrip sultânının oğluyum. Babam, Habeş melikiyle cenk edip savaşı kaybetti. Beni de esir alıp buralarda sattılar. Babam bunları göndermiş, elli bin altın da vermiş ki, beni satın alıp götürsünler. Sen bana çok iyilik ettin, kendi evlâdın gibi baktın. Bundan dolayı memnun kaldım. Bunlar beni satın alacaklar; sakın az altına râzı olma, elli bin altına sat beni.
Dediği gibi oldu. Elli bin altına sattım köleyi. Bu kadar büyük sermaye ile bir kısım mallar alıp Bağdata gittim. Orada açtığım dükkânda mallarımı satıyordum. Bir tanıdığım gelip, Meşhur bir tüccar dostum vefât etti, ay gibi güzel kızcağızı yalnız kaldı. Gel bunu sana alalım dedi. Ben de kabul ettim. Kızın, çehiz olarak getirdiği birtakım tabakların üzerinde içi altın dolu keseler vardı. Hepsinin üzerinde de biner altın yazılı iken, birinde dokuz yüz yetmiş altın yazılı idi. Bunun sebebini sorduğumda kızcağız dediki:
Babam bu keseyi Harem-i Şerifte kaybetmiş. Bulan bir helâlzâde keseyi iâde edince, otuz altını ona müjde olarak vermiş, ondan geriye kalanlardır bu kesedeki altınlar.
Bunun üzerine ben Allâha hamd ve şükürlerde bulundum; bunlar hep doğruluğun, iyiliğin bereketi, diyerek hâdiseyi kızcağıza anlattım. Sürur ve saâdetimiz daha da perçinlenmiş oldu!.. (Nevâdir-i Süheylî, Sayfa: 280-81)
Evet, enteresan bir hâdise. Doğruluk ve dürüstlüğün neticesini göstermesi bakımından verdiği mesaj oldukça mühim. Kaldı ki bu, sadece dünyadaki semeresi. Âhiretteki karşılığı ise, ebedî bir saâdet. Rabbimiz cümlemizi, îmânımızın sesine kulak vererek sadâkat ve istikametten ayırmasın. Âmîn...
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:39
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Mayıs 2006       Mesaj #75
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hoşgörü İkliminde
Vazife yaptığı camiden ayrılalı on dört yıl olmuştu. Bir fırsatını bulup, tatlı hatıralarını sakladığı mekânı ziyaret etmek, eski dost ve cemaatini görmek, o günleri yâd etmek istemişti. Beklediği o fırsat doğmuştu. Caddelerini, sokaklarını dün gibi hatırladığı eski semtine doğru yola çıktı. Yaklaştıkça heyecanı artıyordu. Camiye giderken içinde yaşadığı zamandan ayrılmış, hayalen geçmiş günlere gitmişti. Eski mağaza ve binaların çoğu yıkılmış ve yerlerine yenileri yapılmıştı. Tek katlı küçük binaların yerini şimdi büyük binalar almıştı. Meselâ ara sıra ziyaretine gidip çayını içtiği mobilyacı Ekrem Ağabeyin dükkânı artık yoktu. Ayrıca geç saatlere kadar açık olan, Emin Ağabeyin kıraathanesinin yerine küçük bir alışveriş merkezi yapılmıştı. Yıllardır hasretini çektiği cami ise kubbe ve minaresiyle karşısındaydı. Cumaları tıklım tıklım dolan avlunun üstü kapatılmış, o da değişimden nasibini almıştı. Gözü bir aralık, ezan okuduğu minareye takıldı. İnancın ve şehadetin sembolü olan bu zarif yapı, onun için çok farklı mânâlar ifade ediyordu. Genellikle ezan vaktine beş-on dakika kala minareye çıkar, seyir ufku geniş olan şerefesinden İstanbul'u seyrederdi. Kısa bir süre için âdetâ dünyadan ayrılır, Allah'ın birliğini ilân adına semaya çıktığını hissederdi. Sonra aşağıdaki insanların koşuşturmalarını, trafiğin akışını seyre dalardı.
Cami, Haliç'in bittiği yerdeydi. Buradan Boğaz'a doğru baktığında, sağ tarafta Ayasofya, Sultanahmet, Süleymaniye, Fatih Camiî ve Fener Rum Patrikhanesi gibi, tarih ve hoşgörü kokan eski İstanbul manzarası vardı. Sol tarafındaki binalar ve gökdelenler de, yeni dünyayı sembolize ediyordu. Ezan vakti geldiğinde şairin:
"Gök nûra gark olur nice yüz bin minâreden/Şehbâl açınca rûh-ı revân-ı Muhammedî/Ervâh cümleten görür Allah'ü Ekber'i/Akseyleyince arşa lisân-ı Muhammedî" (Yahya Kemal) dediği gibi, gündelik hayatın çarkları arasında koşuşturan insanların ruhlarına en yüksek ve gür sâda ile âdeta şunları haykırıyordu: "Durun kalabalıklar, nereye gidiyorsunuz? Bırakın koşturmayı, koşuşturmayı. Şu anda Sahibiniz sizi çağırıyor. Huzuru mutluluğu arayanlar! Gerçek felâh burada…"
Bu duygularla bir zamanlar vazife yaptığı camiye girdi. Minber, mihrap ve kürsüsüyle beraber bütün hatıralar sinema şeridi gibi gözünün önünden geçmeye başladı. Cuma, teravih, bayram ve vakit namazlarıyla, yaşadığı o güzel günler hayalinde canlandı. Burada ilk eda ettiği bayram namazını, seher vaktinde fevc fevc camiye gelen insanları, yer kalmayınca sokakları dolduran, Rabb'leri huzurunda saf tutan cemaati ve herkesin gürül gürül Hakk'a yöneldiği huzur ve sükûn ortamını hatırladı. Bu kürsüde verilen vaazlar, minberde okunan hutbeler ve bu mihrapta kılınan namazlar gözünün önünde tülleniverdi. Bu duygularla imam odasının kapısını açıp içeriye girdi. Onun için çok şey ifade eden bu odada, bazı akşamlar, cemaatten bazı kişilerle kitap okunur, sohbet edilirdi. Namazla birlikte cemaatte manevî bir hava oluşur, gönüllerde bir genişlik hissedilirdi. O anda sevginin gücü, hoşgörünün tesirleri hakkındaki sohbetlerden birini hatırladı. Peygamber Efendimiz'in (sas) sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörüsünden misâller verilerek, gerçek sevgi ve müsamaha kahramanları anlatılmaya çalışılmıştı. Meselâ, O Yüce Kutlu'nun ahirzamandaki takipçilerinden Risâle-i Nur Müellifi’nin de çektikleri karşısında hep af yolunu tuttuğu anlatılmıştı. O, hakkında idam kararı verenleri bile bağışlamış, mayasında iman tohumları olan bu milletin ihyası adına her türlü çile ve sıkıntıya göğüs gerip, "Seksen küsur senelik ömrümde dünya zevki namına bir zevk tatmadım. Hayatım harp meydanlarında, memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim eza kalmadı. Ama buna rağmen milletimin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım." demişti. Sohbettekiler, "Ya Rabb'i, bu nasıl bir iman, bu nasıl bir fedakârlık ve müsamaha?!..." şeklinde hayretlerini ifade etmişti. Bir başka sohbet faslında, günümüzde yaşayan ve iman, sevgi, hoşgörü bayrağını dünyanın dört bir yanına taşıyan, hiçbir din, dil, ırk ayrımı yapmadan, yaratılanı Yaradan'dan ötürü hoş gören, yaşatmak için yaşamayı tavsiye eden, "Gül bitirmek için toprak olmak gerek" diyen Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'den bahsetmişlerdi. O da, aynı çizgiyi, "Aç açabildiğin kadar sineni. Ummanlar gibi olsun. Kalmasın ulaşmadığın bir mahzun gönül" diyerek ifade etmekteydi.
Sohbetteki arkadaşlardan biri, Hocaefendi'yle birlikte başlarından geçen bir hâdiseyi anlatmıştı: "Bir eğitim müessesesinin temelini attıktan sonra, dönüşte akşam namazını eda için kamyoncuların istirahat ettiği bir tesiste durmuşlar; fakat bir mescit bulamamışlardı. Namaz vaktinin de daralmasıyla telâş başlamıştı. O esnada, onları uzaktan izleyen ve yürüyüşünden sarhoş olduğu anlaşılan bir kamyon şoförü yanlarına yaklaşarak, 'Namaz kılacaksınız herhalde' demiş, hemen bir battaniye getirip yere sermişti. Bazı arkadaşlar, 'Acaba bu sarhoşun battaniyesi ne kadar temizdir, üzerinde namaz kılınır mı?' diye düşünürken, o tereddütsüz öne geçmiş ve onlara namazı kıldırmıştı. Şoför de, Rabb'in huzurunda el-pençe divan duran bu cemaaati seyre dalmış ve bu tablo, kalbindeki iman ateşini harekete geçirmişti. Namazlarını bitiren cemaatin ellerini tek tek sıkarak 'Allah kabul etsin.' dedikten sonra, sıra namaz kıldıran zâta gelince, onun simasına bakıp, 'Siz farklısınız, ben sizin elinizi öpeceğim.' demişti. Hayatında aslâ el öptürmeyen, bu konuda çok hassas olan zât, tereddüt etmeden elini uzatıp, öptürmüştü. Birimiz şoförün kulağına o zâtın kim olduğunu fısıldadığımızda, adam irkilip, 'Ah hocam! Ben sizi çok dinledim, sizi çok seviyorum. Ben şu an kötü bir durumdayım; ama benim kalbim temiz.' diyerek tekrar elini öpünce, Hocaefendi, 'Ben senin kalbinin temiz olduğunu, ciddî bir arzu ile battaniyeyi getirip sermenden anlamıştım.' şeklinde mukabelede bulunmuştu. Bu sözlerle duygulanan şoför, 'Hocam, söz veriyorum, bundan sonra içkiyi bırakıp namaza başlayacağım.' demişti. Ayrılmadan önce arkadaşlar, onun telefon numarasını almışlardı. Aradan iki-üç ay geçtikten sonra vefalı dost, o kamyon şoförünü arattırmış ve gelen cevap, 'Hocama selâm söyleyin, o günden beri ağzıma içki koymadım ve namazımı da hiç bırakmadım.' olmuştu."
Bu hatıra, sohbettekilerin gönüllerinde bir inşirah meydana getirmiş; ama ona daha derinden tesir etmişti. Camideki sohbet bittiğinde, gece yarısı olmuştu. Yola çıkmış fakat aklında yine o kamyon şoförü vardı. "Demek her kalbe girmenin bir yolu varmış," diye geçirdi içinden. O esnada evine gitmek için beklediği dolmuş gelmişti. Dolmuşa bineceği sırada kendi kendine mırıldanan bir sarhoş, minibüse doğru yaklaşmıştı. Ayakta durmakta zorlanan adam, birkaç defa minibüse binmeyi denemesine rağmen, her defasında yere yığılmıştı. Böylesi bir tevafuk, dalgınlığının kısa sürede geçmesine vesile oldu. Hemen yerinden kalktı ve adamı minibüse bindirdi. Düşmemesi için adamı tutmaya çalışırken, bir taraftan da onu konuşturmak istiyordu: "Rahatsız mısın, neden minibüse binemedin?" diye sordu. "Çok ağrıyor, belim ağrıyor" diye cevap alınca, şoföre seslendi; "Şoför bey hemen hastahaneye çekelim, beyefendi rahatsızmış, onu doktora götürelim." dedi. Şuurunu tam kaybetmemiş olan adam, "Gerekmez, sabaha bir şeyim kalmaz." diye cevap vermişti.
Bu alâkayı fark eden sarhoş; "Sen kimsin be adam, benimle neden ilgileniyorsun?" dedi. "Ben şu köşedeki caminin imamıyım." dediğinde, adamın tavrı birden değişti: "Aman hocam, beni mahcup ettin, beni kötü yakaladın. Ben cumaları hiç kaçırmam. Ama işte, kötü bir alışkanlığım var, kurtulamıyorum." dedi. O da, "İnşaallah bir gün bırakırsın." diyerek onu teselli etti. Adam, "Hocam, benim adım Hayri, berberim. İş yerine mutlaka beklerim, bir çayımı içersiniz." diyerek ayrıldı. Bu hâdiseden hemen sonra tayini çıktığı için, Berber Hayri'nin davetine icabet edememişti.
Caminin avlusunda geçmiş günlere yaptığı yolculuktan sıyrılıp kendine geldiğinde, yıllar önce kendisine yapılan o daveti hatırladı. Gecikmeli de olsa, camiden çıktıktan sonra Berber Hayri'yi ziyaret etmeye karar verdi. Berber Hayri'nin dükkânına doğru giderken, yolda eski cemaatinden bir esnafın dükkânına uğradı, hal hatırdan sonra Berber Hayri'yi sordu. Duygulu ve samimi bir eda ile; "Hocam, o siz miydiniz yoksa?!. O geceden sonra onda büyük bir değişikliğe şahit olduk. İçkiyi bıraktı, namaza başladı. İşine bereket, ailesine huzur, vücuduna da sıhhat geldi. 'Sarhoşken beni kucaklayıp minibüse bindiren ve evime götüren hocamdan Allah razı olsun!' deyip dururdu. "Ama hocam, Berber Hayri'yi kaybettik. Üç hafta önce geçirdiği bir trafik kazasında Hakk'a yürüdü." imam efendi, "Demek çayını içmek öbür tarafa kaldı." şeklinde mırıldandı. Çünkü hoşgörü ikliminin aydınlattığı gönüller ebede kadar yaşayacaktı. Ayrılıklar buradaydı. Ebet çizgisinde yaşayanlar ise İnşaallah cennette buluşacaktı.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
3 Mayıs 2006       Mesaj #76
arwen - avatarı
Ziyaretçi

ÖMÜR BOYU ÖĞRENMEK


Abbasî halîfelerinden Me'mûn, meclisindeki âlimlerle fıkhî mes'eleleri konuşurken, amcası İbrahim bin Mehdî içeriye girdi.
Me'mûn ona:
' Amca, bu âlimlerin söyledikleri hakkında sen ne dersin? diye sordu. Amcası:
' Ey mü'minlerin emîri! Çocukluğumuzda bizi, birtakım şeylerle meşgul ettiler. İhtiyarlığımızda da biz kendimizi meşgul ettik... Böylece ilimden mahrum kaldık, dedi.
Me'mûn, bunun üzerine:
' Şimdi okumanızda ne mâni vardır? deyince, amcası:
' Bizim gibi ihtiyarlara okumak yakışır mı? diye cevap verdi.
Me'mûn:
' Evet, vallâhi ilim talebesi olarak ölmen, cehâlete kanaat ederek yaşamandan hayırlıdır, dedi.
Amcası:
' Ne zamana kadar okumak bana yakışır? diye sorunca da, halîfe Me'mûn:
' Hayat sana yakıştığı (yani hayatta olduğun) müddetçe... cevabını verdi
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:40
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
3 Mayıs 2006       Mesaj #77
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi

Asalet & Terbiye


Firavun'un kahinleri, saltanatı yıkacak çocuğun dünyaya geldiğini kendisine haber verdiler. Firavun ölmemek için öldürmek sevdasına kapıldı. O sene dünyaya gelen erkek çocuklarını, kılıçtan geçirtmeye başladı. Cellatlar; sokak sokak, ev ev dehşet ve ölüm saçıyorlardı.
Kadının biri, doğum sancıları başlayınca, mağaraya vardı ve çocuğunu orada dünyaya getirdi. Çocuğunun , gözünün önünde öldürülmesinden korktuğu için orada bırakarak evine döndü. Mukadderatı ile başbaşa kalan çocuğu, Cenab-ı Hakk'ın emriyle, Hz.Cebrail besleyip büyüttü.
İlk fırsatta mağaraya koşan kadın, çocuğunu hayatta bulunca sevindi, onu emzirip doyurdu ve tekrar evine döndü. Günler böylece geçerek küçük büyüdü ve sonunda Hz.Musa'nın kavmini, altından buzağıya taptıran kimse bu çocuk oldu. Adı Musa.
Samira kabilesine mensup bulunduğu için, kendisine Samiri lakabı verilmiştir. Asalet olmayınca, Cebrail aleyhiselamın verdiği gıdaya ihanet etti.
Diğer bir Musa da Allah'ın Kelimi, Peygamberi ve Firavun'un helakinin zahir planda sebebi oldu. Cenab-ı Hakk, onu Firavun'un sarayında ve kucağında büyüttürdü. Hz.Musa'nın annesi, kalbine gelen bir ilhamla oğlunu bir sandık içine koyarak Nil'in akıntısına bıraktı. Nil'in kıyısında yapılmış sarayının balkonunda, karısı Asiye ile birlikte oturmakta bulunan :Firavun, nehirden gelmekte olan sandığı yakalatıp açtırdı. Derhal, içinden çıkan küçük Hz. Musa'yı öldürtmek için emir verdiyse de Asiye buna mani olarak:
- Benim için de, senin içöin de bir göz bebeği! Onu öldürmeyin. Olur ki, bize faidesi dokunur, yahut onu evlat ediniriz, dedi. Netice itibariyle Firavun'un büyüttüğü Musa; Peygamber oldu ve Firavun'un saltanatını yıktı. Bir Arab şairi, aslet olmayınca terbiyenin fayda vermeyeceğini dile getiriken:
Fe Musa'llezi rabbahü Cibrilü kafirün
Ve Musa'llezi rabbahü Fir'avnü mürselü

demiştir. Yani": (Asalet olmadığı için) Cebrail'in büyüttüğü Musa kafir oldu ve (asil bir soya sahip olduğu için) Firavun'un beslediği Musa ise Peygamberdir"
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:40
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
4 Mayıs 2006       Mesaj #78
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bir defa dahâ söyle
Cebrâîl aleyhisselâm dedi:
- Yâ Rabbel âlemîn! Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin dostluğu Ebû Bekrin gönlünde ne mikdâr ve ne kadar olduğunu bilmek isterim.
Bayram günü idi. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' kıymetli ve gösterişli elbise giymiş ve otuz altınlık bir şal omuzuna almış idi. Cebrâîl aleyhisselâm a'mâ sûretinde gelip, yol üzerinde oturdu. Oraya Ebû Bekr-i Sıddîk geldi. Ona yaklaşdı. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki,
- Allahü tebâreke ve teâlâ afv etsin o kimseyi ki, Muhammed Mustafâ dostluğuna bana birşey versin.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' o sözü işitdi. Mubârek omuzundan şalını çıkarıp, ona verdi.
Buyurdu ki,
- Bir def'a dahâ söyle. Bir def'a dahâ söyledi.
Ebû Bekr-i Sıddîk kaftanını çıkarıp, ona verdi. Dördüncüde, setr-i avretini örten elbiseden başka, bütün elbiselerini ona verdi. Beşincide na'lınını çıkarıp ona verdi. Sonunda artık elbisesi kalmadı. Bilâli 'radıyallahü anh' çağırdı ve Ona buyurdu:
- Yâ Bilâl. Âişenin evine var. Birşey getir.
Bilâl 'radıyallahü teâlâ anh' giderken, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine rast gelip, buyurdular ki,
- Nereye gidersin, yâ Bilâl! Sen mi söylersin, ben mi söyliyeyim.
Bilâl 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Resûlallah, siz buyurun.
Buyurdular ki:
- Yâ Bilâl! Bil ki, o a'mâ Cebrâîl-i emîndir. Allahü tebâreke ve teâlâ onu bu şeklde gönderdi ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın bana muhabbeti ne kadardır anlasın.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Bilâli bekler idi. Hazret-i Bilâl elbise getirdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk o elbiseyi giydi. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullahın 'sallallahü aleyhi ve sellem' huzûr-ı şerîflerine gelip, dedi ki,
- Yâ Muhammed! Ebû Bekr-i Sıddîkı tecrübe ederdim. Elbiseler benim işime yaramaz. Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem' Cebrâîl aleyhisselâmın getirdiği elbiseleri Ebû Bekr-i Sıddîka getirdi. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh':
- Bir nesneyi ki senin dostluğun uğruna vermiş olayım, artık o bana gerekmez. Nereye uygun bulursanız, oraya tasarruf ediniz, dedi.
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:41
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
5 Mayıs 2006       Mesaj #79
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Dünyanin en buyuk camisi nerde?
The Shah Faisal Mosque Guiness Rekorlar kitabına girebilmis dunyanın en buyuk camisidir. Pakistan'in baskenti Islamabad'da bulunuyor. Yapimi 1976 yilinda baslayip, 1986 yilinda sona erdi.
Caminin alani 5000 metrekare, 700000 kisinin ibadet edebilecegi alan var. Cami bir Turk mimar olan Vedat Dalokay tarafından dizayn edildi.
Geleneksel camilerin aksine gorunumu cok farkli. Arap cadirlari seklinde, cok genis ibadet yeri var ve 4 minareye sahip.

Caminin ic bolgesindeki duvarlarda Pakistan'ın unlu sanatcisi Gul Jee'ye ait mozaikler ve kalografiler bulunmakta
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:41
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
5 Mayıs 2006       Mesaj #80
arwen - avatarı
Ziyaretçi

YETİŞ YÂ RESÛLALLAH!


Ebû Abdullah Merrakûşî hazretleri, Resûlullah efendimizi vesîle ederek Allahü teâlâdan bir şey istemek, Resûlullah efendimizin yardım ve şefâatlerine kavuşmak husûsunda bir eser yazdığı esnâda başından geçen bir hâdiseyi şöyle nakletti:

"1239 senesinde Sader kalesinden seçkin bir cemâatle berâber çıktık. Yanımızda bize kılavuzluk eden biri vardı. Bir müddet gittikten sonra suyumuz tükendi. Durup su aramaya çıktık. Ben de bu arada ihtiyâcımı görmek için gittim. Bu sırada müthiş bir şekilde uykum geldi. Nasıl olsa giderken beni uyandırırlar deyip, başımı yere koydum. Uyandığımda kendimi çölün ortasında yapayalnız buldum. Arkadaşlarım beni unutup gitmişlerdi. Yalnızlıktan büyük bir korkuya kapıldım. Çölde sağa sola yürümeye başladım. Nerede bulunduğumu, nereye gideceğimi bilemiyordum. Her taraf dümdüz kumdu. Az sonra hava karardı. Yolculuk yaptığımız kâfileden hiçbir iz yoktu. Ben, gece karanlığında yapayalnızdım. Korkum daha da şiddetlendi. Telâşla daha süratli yürümeye başladım. Bir müddet gittikten sonra, çok susamış ve yorulmuş bir hâlde yere düştüm. Artık hayâtımdan ümîdimi kesmiş, ölümümün yaklaştığını hissetmeye başlamıştım. Susuzluk ve yorgunluktan, ızdırap ve elemim son haddine varmıştı. Birden aklıma geldi. Gece karanlığında:
"Yâ Resûlallah! Yetiş! Senden Allahü teâlânın izniyle yardım etmeni istiyorum!" diye inledim.
Sözümü bitirir bitirmez, birinin bana seslendiğini duydum. Sesin geldiği tarafa baktığımda; gece karanlığında, etrâfına ışıklar saçan, bembeyaz elbiseler giyinmiş, o zamâna kadar hiç görmediğim bir kimsenin beni çağırdığını gördüm. Bana yaklaşıp, elimi tuttu. O ânda bütün yorgunluğum ve susuzluğum kayboldu. Yeniden doğmuş gibi oldum. Ona canım birden ısınıverdi. Elele bir müddet yürüdük. Hayâtımın en tatlı anlarından birini yaşadığımı hissettim. Bir kum tepeciğini aşınca, berâber yolculuk yaptığım kâfilenin ışıklarını görüp, arkadaşlarımın seslerini duydum. Onların yanlarına doğru yaklaştık. Benim bindiğim hayvan en arkada onları tâkib ediyordu. Birden gelip önümde durdu. Bineğimi önümde görünce, sevinç çığlıkları attım. Ben bağırınca, benimle gelen zât elini elimden çekti. Daha sonra elimden tutup bineğime bindirdi.
Sonra da;
"Bizden bir şey isteyeni ve yardım talebinde bulunanı boş çevirmeyiz." diyerek geri dönüp gitti. O zaman onun Resûlullah efendimiz olduğunu anladım. O, geri dönüp giderken, çevresine yaydığı nûrların gece karanlığında göğe doğru yükseldiği görülüyordu. O, gözümden kaybolunca, birden aklım başıma geldi;
"Nasıl olup da ben, Resûlullah efendimizin elini ayağını öpmedim." diye çırpındım. Ama iş işten geçmiş, fırsat elden kaçmıştı.
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:42

Benzer Konular

17 Ekim 2018 / AreX Kahve Molası
6 Nisan 2009 / nılufer Soru-Cevap