Hoşgörü İkliminde
Vazife yaptığı camiden ayrılalı on dört yıl olmuştu. Bir fırsatını bulup, tatlı hatıralarını sakladığı mekânı ziyaret etmek, eski dost ve cemaatini görmek, o günleri yâd etmek istemişti. Beklediği o fırsat doğmuştu. Caddelerini, sokaklarını dün gibi hatırladığı eski semtine doğru yola çıktı. Yaklaştıkça heyecanı artıyordu. Camiye giderken içinde yaşadığı zamandan ayrılmış, hayalen geçmiş günlere gitmişti. Eski mağaza ve binaların çoğu yıkılmış ve yerlerine yenileri yapılmıştı. Tek katlı küçük binaların yerini şimdi büyük binalar almıştı. Meselâ ara sıra ziyaretine gidip çayını içtiği mobilyacı Ekrem Ağabeyin dükkânı artık yoktu. Ayrıca geç saatlere kadar açık olan, Emin Ağabeyin kıraathanesinin yerine küçük bir alışveriş merkezi yapılmıştı. Yıllardır hasretini çektiği cami ise kubbe ve minaresiyle karşısındaydı. Cumaları tıklım tıklım dolan avlunun üstü kapatılmış, o da değişimden nasibini almıştı. Gözü bir aralık, ezan okuduğu minareye takıldı. İnancın ve şehadetin sembolü olan bu zarif yapı, onun için çok farklı mânâlar ifade ediyordu. Genellikle ezan vaktine beş-on dakika kala minareye çıkar, seyir ufku geniş olan şerefesinden İstanbul'u seyrederdi. Kısa bir süre için âdetâ dünyadan ayrılır, Allah'ın birliğini ilân adına semaya çıktığını hissederdi. Sonra aşağıdaki insanların koşuşturmalarını, trafiğin akışını seyre dalardı.
Cami, Haliç'in bittiği yerdeydi. Buradan Boğaz'a doğru baktığında, sağ tarafta Ayasofya, Sultanahmet, Süleymaniye, Fatih Camiî ve Fener Rum Patrikhanesi gibi, tarih ve hoşgörü kokan eski İstanbul manzarası vardı. Sol tarafındaki binalar ve gökdelenler de, yeni dünyayı sembolize ediyordu. Ezan vakti geldiğinde şairin:
"Gök nûra gark olur nice yüz bin minâreden/Şehbâl açınca rûh-ı revân-ı Muhammedî/Ervâh cümleten görür Allah'ü Ekber'i/Akseyleyince arşa lisân-ı Muhammedî" (Yahya Kemal) dediği gibi, gündelik hayatın çarkları arasında koşuşturan insanların ruhlarına en yüksek ve gür sâda ile âdeta şunları haykırıyordu: "Durun kalabalıklar, nereye gidiyorsunuz? Bırakın koşturmayı, koşuşturmayı. Şu anda Sahibiniz sizi çağırıyor. Huzuru mutluluğu arayanlar! Gerçek felâh burada…"
Bu duygularla bir zamanlar vazife yaptığı camiye girdi. Minber, mihrap ve kürsüsüyle beraber bütün hatıralar sinema şeridi gibi gözünün önünden geçmeye başladı. Cuma, teravih, bayram ve vakit namazlarıyla, yaşadığı o güzel günler hayalinde canlandı. Burada ilk eda ettiği bayram namazını, seher vaktinde fevc fevc camiye gelen insanları, yer kalmayınca sokakları dolduran, Rabb'leri huzurunda saf tutan cemaati ve herkesin gürül gürül Hakk'a yöneldiği huzur ve sükûn ortamını hatırladı. Bu kürsüde verilen vaazlar, minberde okunan hutbeler ve bu mihrapta kılınan namazlar gözünün önünde tülleniverdi. Bu duygularla imam odasının kapısını açıp içeriye girdi. Onun için çok şey ifade eden bu odada, bazı akşamlar, cemaatten bazı kişilerle kitap okunur, sohbet edilirdi. Namazla birlikte cemaatte manevî bir hava oluşur, gönüllerde bir genişlik hissedilirdi. O anda sevginin gücü, hoşgörünün tesirleri hakkındaki sohbetlerden birini hatırladı. Peygamber Efendimiz'in (sas) sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörüsünden misâller verilerek, gerçek sevgi ve müsamaha kahramanları anlatılmaya çalışılmıştı. Meselâ, O Yüce Kutlu'nun ahirzamandaki takipçilerinden Risâle-i Nur Müellifi’nin de çektikleri karşısında hep af yolunu tuttuğu anlatılmıştı. O, hakkında idam kararı verenleri bile bağışlamış, mayasında iman tohumları olan bu milletin ihyası adına her türlü çile ve sıkıntıya göğüs gerip, "Seksen küsur senelik ömrümde dünya zevki namına bir zevk tatmadım. Hayatım harp meydanlarında, memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim eza kalmadı. Ama buna rağmen milletimin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım." demişti. Sohbettekiler, "Ya Rabb'i, bu nasıl bir iman, bu nasıl bir fedakârlık ve müsamaha?!..." şeklinde hayretlerini ifade etmişti. Bir başka sohbet faslında, günümüzde yaşayan ve iman, sevgi, hoşgörü bayrağını dünyanın dört bir yanına taşıyan, hiçbir din, dil, ırk ayrımı yapmadan, yaratılanı Yaradan'dan ötürü hoş gören, yaşatmak için yaşamayı tavsiye eden, "Gül bitirmek için toprak olmak gerek" diyen Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'den bahsetmişlerdi. O da, aynı çizgiyi, "Aç açabildiğin kadar sineni. Ummanlar gibi olsun. Kalmasın ulaşmadığın bir mahzun gönül" diyerek ifade etmekteydi.
Sohbetteki arkadaşlardan biri, Hocaefendi'yle birlikte başlarından geçen bir hâdiseyi anlatmıştı: "Bir eğitim müessesesinin temelini attıktan sonra, dönüşte akşam namazını eda için kamyoncuların istirahat ettiği bir tesiste durmuşlar; fakat bir mescit bulamamışlardı. Namaz vaktinin de daralmasıyla telâş başlamıştı. O esnada, onları uzaktan izleyen ve yürüyüşünden sarhoş olduğu anlaşılan bir kamyon şoförü yanlarına yaklaşarak, 'Namaz kılacaksınız herhalde' demiş, hemen bir battaniye getirip yere sermişti. Bazı arkadaşlar, 'Acaba bu sarhoşun battaniyesi ne kadar temizdir, üzerinde namaz kılınır mı?' diye düşünürken, o tereddütsüz öne geçmiş ve onlara namazı kıldırmıştı. Şoför de, Rabb'in huzurunda el-pençe divan duran bu cemaaati seyre dalmış ve bu tablo, kalbindeki iman ateşini harekete geçirmişti. Namazlarını bitiren cemaatin ellerini tek tek sıkarak 'Allah kabul etsin.' dedikten sonra, sıra namaz kıldıran zâta gelince, onun simasına bakıp, 'Siz farklısınız, ben sizin elinizi öpeceğim.' demişti. Hayatında aslâ el öptürmeyen, bu konuda çok hassas olan zât, tereddüt etmeden elini uzatıp, öptürmüştü. Birimiz şoförün kulağına o zâtın kim olduğunu fısıldadığımızda, adam irkilip, 'Ah hocam! Ben sizi çok dinledim, sizi çok seviyorum. Ben şu an kötü bir durumdayım; ama benim kalbim temiz.' diyerek tekrar elini öpünce, Hocaefendi, 'Ben senin kalbinin temiz olduğunu, ciddî bir arzu ile battaniyeyi getirip sermenden anlamıştım.' şeklinde mukabelede bulunmuştu. Bu sözlerle duygulanan şoför, 'Hocam, söz veriyorum, bundan sonra içkiyi bırakıp namaza başlayacağım.' demişti. Ayrılmadan önce arkadaşlar, onun telefon numarasını almışlardı. Aradan iki-üç ay geçtikten sonra vefalı dost, o kamyon şoförünü arattırmış ve gelen cevap, 'Hocama selâm söyleyin, o günden beri ağzıma içki koymadım ve namazımı da hiç bırakmadım.' olmuştu."
Bu hatıra, sohbettekilerin gönüllerinde bir inşirah meydana getirmiş; ama ona daha derinden tesir etmişti. Camideki sohbet bittiğinde, gece yarısı olmuştu. Yola çıkmış fakat aklında yine o kamyon şoförü vardı. "Demek her kalbe girmenin bir yolu varmış," diye geçirdi içinden. O esnada evine gitmek için beklediği dolmuş gelmişti. Dolmuşa bineceği sırada kendi kendine mırıldanan bir sarhoş, minibüse doğru yaklaşmıştı. Ayakta durmakta zorlanan adam, birkaç defa minibüse binmeyi denemesine rağmen, her defasında yere yığılmıştı. Böylesi bir tevafuk, dalgınlığının kısa sürede geçmesine vesile oldu. Hemen yerinden kalktı ve adamı minibüse bindirdi. Düşmemesi için adamı tutmaya çalışırken, bir taraftan da onu konuşturmak istiyordu: "Rahatsız mısın, neden minibüse binemedin?" diye sordu. "Çok ağrıyor, belim ağrıyor" diye cevap alınca, şoföre seslendi; "Şoför bey hemen hastahaneye çekelim, beyefendi rahatsızmış, onu doktora götürelim." dedi. Şuurunu tam kaybetmemiş olan adam, "Gerekmez, sabaha bir şeyim kalmaz." diye cevap vermişti.
Bu alâkayı fark eden sarhoş; "Sen kimsin be adam, benimle neden ilgileniyorsun?" dedi. "Ben şu köşedeki caminin imamıyım." dediğinde, adamın tavrı birden değişti: "Aman hocam, beni mahcup ettin, beni kötü yakaladın. Ben cumaları hiç kaçırmam. Ama işte, kötü bir alışkanlığım var, kurtulamıyorum." dedi. O da, "İnşaallah bir gün bırakırsın." diyerek onu teselli etti. Adam, "Hocam, benim adım Hayri, berberim. İş yerine mutlaka beklerim, bir çayımı içersiniz." diyerek ayrıldı. Bu hâdiseden hemen sonra tayini çıktığı için, Berber Hayri'nin davetine icabet edememişti.
Caminin avlusunda geçmiş günlere yaptığı yolculuktan sıyrılıp kendine geldiğinde, yıllar önce kendisine yapılan o daveti hatırladı. Gecikmeli de olsa, camiden çıktıktan sonra Berber Hayri'yi ziyaret etmeye karar verdi. Berber Hayri'nin dükkânına doğru giderken, yolda eski cemaatinden bir esnafın dükkânına uğradı, hal hatırdan sonra Berber Hayri'yi sordu. Duygulu ve samimi bir eda ile; "Hocam, o siz miydiniz yoksa?!. O geceden sonra onda büyük bir değişikliğe şahit olduk. İçkiyi bıraktı, namaza başladı. İşine bereket, ailesine huzur, vücuduna da sıhhat geldi. 'Sarhoşken beni kucaklayıp minibüse bindiren ve evime götüren hocamdan Allah razı olsun!' deyip dururdu. "Ama hocam, Berber Hayri'yi kaybettik. Üç hafta önce geçirdiği bir trafik kazasında Hakk'a yürüdü." imam efendi, "Demek çayını içmek öbür tarafa kaldı." şeklinde mırıldandı. Çünkü hoşgörü ikliminin aydınlattığı gönüller ebede kadar yaşayacaktı. Ayrılıklar buradaydı. Ebet çizgisinde yaşayanlar ise İnşaallah cennette buluşacaktı.