NAMAZ DUA VE SÛRELERİ
Sponsorlu Bağlantılar
Sübhâneke
Namazlarda ayakta iken okunur.Okunduğu yerler:Anlamı: Allahım! Sen eksik sıfatlardan pak ve uzaksın. Seni daima böyle tenzih eder ve överim. Senin adın mübarektir. Varlığın her şeyden üstündür. Senden başka tanrı yoktur.
1) Her namazın ilk rek'atinde iftitah tekbirinden sonra,
2) İkindi namazının sünnetinde üçüncü rek'ate kalkınca fatihadan önce,
3) Yatsı namazının ilk sünnetinde üçüncü rek'ate kalkınca fatihadan önce,
4) Teravih namazı dört rek'atte bir selâm verilerek kılınıyorsa üçüncü rek'ate kalkıldığı zaman fatihadan önce.
5) Cenaze namazında birinci tekbirden sonra.
Ettehiyyâtü
Okunduğu Yerler:Namazların her oturuşunda okunur.
Anlamı: Dil ile, beden ve mal ile yapılan bütün ibadetler Allah'a dır. Ey Peygamber! Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketleri senin üzerine olsun.
Selâm bizim üzerimize ve Allah'ın bütün iyi kulları üzerine olsun.
Şahitlik ederim ki, Allah'tan başka tanrı yoktur. Yine şahitlik ederim ki, Muhammed, O'nun kulu ve Peygamberidir.
Allâhümme Salli ve Allâhümme Barik
1) Bütün namazların son oturuşlarında Ettehiyyatü'den sonra,
2) İkindi namazının sünneti ile Yatsının ilk sünnetinin birinci oturuşunda Ettehiyyatü'den sonra,
3) Dört rekatta bir selâm verilerek kılınan Teravih namazının ikinci rek'atının sonundaki oturuşta "Ettehiyyatü"den sonra,
4) Cenaze namazında ikinci tekbirden sonra.
Allâhümme Salli
Anlamı: Allahım! Muhammed'e ve Muhammed'in ümmetine rahmet eyle; şerefini yücelt. İbrahim'e ve İbrahim'in ümmetine rahmet ettiğin gibi. Şüphesiz övülmeye lâyık yalnız sensin, şan ve şeref sahibi de sensinAllâhümme Barik
Anlamı: Allahım! Muhammed'e ve Muhammed'in ümmetine hayır ve bereket ver. İbrahim'e ve İbrahim'in ümmetine verdiğin gibi. Şüphesiz övülmeye lâyık yalnız sensin, şan ve şeref sahibi de sensin.Rabbenâ âtina ve Rabbenâğfirli
1) Namazlardaki oturuşlarda Allahümme salli ve Allahümme barikten sonra,
2) Kunut duasını bilmeyen vitir namazında onun yerine "Rabbenâ âtina" ayetini okuyabilir.
3) Cenaze namazında üçüncü tekbirden sonra okunacak duaları bilmeyen bunların yerine yine "Rabbenâ âtina" ayetini dua niyetiyle okuyabilir
Rabbenâ âtina
Anlamı: Allahım! Bize dünyada iyilik ve güzellik, ahirette de iyilik, güzellik ver. Bizi ateş azabından koru.Rabbenâğfirli
Anlamı: Ey bizim Rabbimiz! Beni, anamı ve babamı ve bütün mü'minleri hesap gününde (herkesin sorguya çekileceği günde) bağışla
Kunut Duaları
Bu duâlar Vitir namazının son rek'atında âyetten sonra okunur.Kunut Duaları-1
Anlamı: Allahım! Senden yardım isteriz, günahlarımızı bağışlamanı isteriz, razı olduğun şeylere hidayet etmeni isteriz. Sana inanırız, sana tevbe ederiz. Sana güveniriz. Bize verdiğin bütün nimetleri bilerek seni hayır ile öğeriz. Sana şükrederiz. Hiçbir nimetini inkâr etmez ve onları başkasından bilmeyiz. Nimetlerini inkâr eden ve sana karşı geleni bırakırız.
Kunut Duaları-2
Allahım! Biz yalnız sana kulluk ederiz. Namazı yalnız senin için kılarız, ancak sana secde ederiz. Yalnız sana koşar ve sana yaklaştıracak şeyleri kazanmaya çalışırız. İbadetlerini sevinçle yaparız. Rahmetinin devamını ve çoğalmasını dileriz. Azabından korkarız, şüphesiz senin azabın kâfirlere ve inançsızlara ulaşır.
Fatiha Suresi
MÂNÂSIHamd (övmek, övülmek); O, âlemlerin Rabbi, O Rahmân, Rahîm, O, âhiret gününün mâliki Allâh'ın (hakkı) dır. O'na mahsustur. İlâhi! Yalnız Sana ibâdet ve kulluk ederiz, sade Sen'den yardım dileriz. Bizi doğru yola hidâyet eyle. Kendilerine bol bol nîmet verdiğin bahtiyarların yoluna, ki onlar ne azıp sapmış, ne de gazabına uğramışlardır. (Duâmızı kabul eyle Allâh'ım!)
Tefsir - Bu sûre yedi âyettir. Kur'ân bununla başlar. Buna "Fâtiha, El-Hamdü'li'llâh" sûresi denir. Beş vakit namazın her rek'atında bu sûreyi okumak vâciptir. Bu bakımdan her namaz kılan müslüman, bu sûreyi günde kırk kere, hiç değilse on yedi kere okuyacak demektir. Bu sûre, bize Allâh'ı sıfatlarıyla bildiriyor. Allâh'a nasıl îman ve ibâdet etmek lâzım geldiğini tâlim ediyor. Bizi dünya ve âhiret saâdetine götürecek yolu gösteriyor.
Şimdi bu âyetlerin mânâlarını kısaca îzah edelim:
"El-Hamdü; hamd" övmek demektir. Allâh bütün kemâl sıfatları kendisinde toplanmış, eksik sıfatlardan ârî, her varlığın yaratıcısı olan Vâcibü'l-vücûd'dur.
Rabb, burada Allâh'ın sıfatıdır, yaratıklarını terbiye eden, besleyip büyüten, istediği gibi kalıptan kalıba geçiren, onlara yap, yapma diye tekliflerde bulunan, bazan sevindiren, bazan korkutan ve yavaş yavaş yetiştirip kemâle erdiren...
Kısaca: Terbiyenin bütün lâzımlarına mâlik olan en kuvvetli ve en mükemmel bir mürebbî demektir.
Âlemîn = Âlemler; canlı cansız, gördüğümüz ve görmediğimiz bütün varlık âlemi demektir.
Rahmân, burada Allâh'ın ikinci sıfatı olup pek merhametli, sonsuz ve umûmî rahmet sahibi demektir.
Başka bir deyişle Rahmân; her mevcuda yaradılışının icab ettirdiği gayeye göre bir takım kabiliyetler veren, şahsının ve nev'inin yaşaması için gereken her şeyi hepsine birden -bunların isteyip istemediğine, çalışıp çalışmadığına, îmanlı veya îmansız olduğuna bakmayarak- vermiş olan ezelî, geniş, sonsuz rahmet sahibi demektir.
Binâenaleyh, Rahmân olması bakımından, Allâh'ın rahmeti o kadar geniş ve umûmîdir ki, hiç bir mevcut onun dışında kalamaz. Âlemde her şeyin ilk olarak varlığı da, varlığın bekâsı da yalnız Allah iledir. Her şeye varlık veren ve varlığını devam ettirecek nice nice nîmetler bağışlayan O'dur. Bunları verirken canlıyı cansızdan, îmanlıyı îmansızdan ayırt etmemiştir. Yarattığı her mevcuda, yaşaması için gereken şeyleri daha önceden vermiştir. Çünkü Allah, Rahmân sıfatiyle muttasıftır. Rahmân, O'nun Esmâ-i Hüsnâ'sındandır.
Rahîm; çok merhamet edici demektir. Bu da, Allâh'ın üçüncü sıfatıdır. Bu da çok merhametli mânâsına ise de bu, daha husûsî bir mahiyettedir. Allâh'ın Rahîm sıfatiyle muttasıf olmasından şunu anlıyoruz ki: Akıl ve iradeye, iyiyi kötüden seçmek kudretine malik olarak yaratmış olduğu insanlara, Allâh'ın sonraki nîmetleri bir değildir ve bir olmayacaktır. Allâh'ın bu nimetlerine kavuşmak için her şeyden evvel, insanın iradesini sarfederek çalışması, Allâh'ın gösterdiği yoldan yürümesi şarttır. Herkes kazancına bağlıdır. Amma Allâh isterse onun bir amelini bin bir mükâfât ile de karşılar. Bu da Rahîm sıfatının muktezâsıdır.
Mâliki yevmi'd-dîn = Allâh, Din günü'nün Mâliki'dir. Bu da Sûre-i celîlede Allâh'ın dördüncü sıfatıdır. Din günü, cezâ ve mükâfatın tahakkuk edeceği son gün, yani âhiret günü demektir.
Fâtiha'nın başında "Öğmek, öğülmek yalnız Allâh'a mahsustur" denildikten sonra, Allâh'ın bu dört sıfatının böylece arka arkaya getirilmesi, en yüksek saygı ile tâzimin, en ciddî bir öğmenin neden dolayı Allâh'a has olduğunun hikmet ve mânâsını da açıkça göstermektedir. Şimdi mânâ şu demek olur: "En yüksek hürmet ve tâzim, öğmek ve öğülmek yalnız Allâh'ın hakkıdır. Çünkü O, Rabbû'l-âlemîndir. Çünkü O, Rahmân'dır, Rahîm'dir. Çünkü O, Din Günü'nün Mâliki'dir."
"Din Günü'nün Mâliki'dir = Mâliki yevmi'd-dîn" âyet-i celîlesi şunu da haber veriyor ki: Allâhu Teâlâ insanın yaptığı her iyi işi mutlaka âhirette mükâfatlandırır; fakat günâh işleyenlere de isterse adı ile muamele ederek cezâ verir, ister lûtfiyle muamele ederek cezâlandırmaz. Çünkü Allah mutlak Mâlik ve Hâkim'dir, kendisine karşı işlenen bir günahı affetmek hususunda adâlet kaydiyle bağlı değildir.
İşte Fâtiha'nın ilk kısmında Allâh'ın: "Rabb, Rahman, Rahîm, Din Günü'nün Mâliki" olduğu böylece haber verildikten sonra böyle bir Allâh karşısında kulun ne yolda hareket etmesi gerektiği de şöyle tâlim olunuyor:
İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn = İlâhî! Yalnız Sana ibadet ve kulluk ederiz, ancak Sen'den yardım isteriz. Bizi doğru yola, nîmetine eren, azıp sapmamış ve gazabına uğramamış olan o bahtiyarların yoluna hidayet et, o yolda götür."
Fâtiha'nın bu âyeti, insana tam bir istiklâl ve hürriyet rûhu telkin etmektedir. Demek ki: Hakikî bir mü'min, yalnız Allâh'ına ibadet edecek, yalnız O'ndan yardım isteyecek, başka hiç bir kimsenin kulu kölesi olmayacaktır. İnsanın, kendisi gibi insanlara kulluk etmesi, kendi gibi bir insanı putlaştırması, onlardan merhamet dilenmesi insanlık asâletine yakışmayan bir zillettir. Fâtiha'nın bu âyeti bunu en beliğ, en veciz bir ifade ile telkîn etmektedir.
Bu âyetlerin tertibi de dikkate değer: "Allâh'ım! Yalnız Sana ibâdet ederiz, ancak Sen'den yardım isteriz" denilmekle Allâh'tan yardım istemenin evvelâ irâdesini sarfederek Allâh'a ubûdiyet ve kulluğunu yaptıktan sonra olabileceği anlatılmış oluyor. Demek ki, Allâh'ın nîmetlerinden tamâmiyle faydalanabilmek, O'nun gösterdiği yolda yürümekle olabilecektir. "Yâ Rabb! Yalnız Sana ibâdet ve kulluk eder ve yalnız Sen'den yardım isteriz" demekle evvelâ O'nun yolunda yürüyerek çalışacağımıza söz vermiş ve bu çalışmamızda yardım istemiş oluyoruz.
"İhdina's-sırâta'l-müstakîm = Yâ Rab! Bizi doğru yola hidâyet et, ilet."
Bu âyetle bundan sonraki âyet, Allâh'tan isteyeceğimiz yardımın ne olduğunu ve ne için yardım istediğimizi beyan ediyor, açıklıyor. Bunlardan anlaşılıyor ki: "Allâh'tan istenilecek en büyük yardım, Allâh'ın nîmetlerine eren mes'ut kimselerin yürüdükleri dümdüz ve dosdoğru yolu bize buldurmasıdır". Bize o yolu göstermesi ve o yoldan yürütmesidir. Allâh'ın birliğine ve O'ndan başka ibâdete lâyık bir İlâh olmadığına inanmış olan bir mü'min Allâh'tan daîma kendisini bu doğru yola hidayet etmesini isteyecektir. Çünkü Allâh'ın nîmetlerinden dünya ve âhiret saâdetinden kıymetli ve daha yüksek bir şey yoktur. Bunlar da ancak bu doğru yolda yürümekle elde edilebilecektir. Bu doğru yolun Kur'ân, İslâm ve Peygamber'in gösterdiği yol olduğu söylenmiştir.
Görülüyor ki, bu âyetler bizi hayat yoluna irşad ediyor, Allâh'ın nîmetlerine nasıl erişebileceğimizi anlatıyor. İlim, san'at, irfan, medeniyet ve servet, bunlardan hepsi, bu dünyada insanların can attıkları nîmetlerdendir ve işte bütün bunlar, Allâh'ın gösterdiği doğru yoldan hiç sapmadan yürümekle elde edilebilecektir; bu âyetlerden anlaşılan hakikat budur. Şimdi Fâtiha Sûresi'nin genişçe bir meâlini, mânâsını verelim:
"Öğmek, öğülmek, en yüksek saygı ve tâzim, yalnız Allâh'ın hakkıdır. O'na mahsustur. O Allah ki, görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen, canlı ve cansız bütün varlık âlemini yoktan var ederek terbiye eden, yavaş yavaş yükselten, besleyip büyüten ve böylece her şeyi kemâline eriştiren mutlak kudret sâhibidir.
O Allâh ki, Rahmân'dır; çok merhametlidir. Yarattıklarının hepsine şahsını ve nev'ini muhafaza edecek her türlü kabiliyetleri, varlığını devam ettirebilmek için muhtaç olduğu her şeyi evvelâ hepsine müsâvî olarak vermiştir. Bunları verirken akıllıyı akılsızdan, îmanlıyı îmansızdan, çalışanı çalışmayandan ayırt etmemiştir. Her bir mevcut, istemeden ve kendi çalışması olmadan hayat nîmetine ve o nîmeti devam ettirecek diğer vasıtalara başvurmuştur.
O Allâh ki, Rahîm'dir; akıl ve irade ile başkalarından üstün kıldığı insanlara, sonraki ve hele âhiret nîmetlerini herkesin çalışmasına, kazancına, îman ve ameline bağlamıştır.
O Allah ki, dünyada hayır yolunu tutanları âhirette hayır ile mükâfatlandırmak; buyruklarına aykırı olarak şer yolunu tutanları da cezalandırmak kudretine sahiptir; âhirette herkesi, dünyadaki ameline göre cezâlandırmaktan âciz değildir. Kendisine karşı gelmiş olanların günahlarını affetmek de elindedir. İşte Allâh, böyle bir Allâh'tır.
Ey bu sıfatlarla muttasıf olan Allâh'ım! Sen birsin; yalnız Sana ibâdet ve kulluk ederiz ve işlerimizde ancak Sen'den yardım isteriz. Bizi doğru yola, nîmetine eren, azıp sapmamış ve böylelikle Sen'in gazabını üzerine çekmemiş olan o bahtiyar ve mes'ut insanların yoluna hidâyet et, o yola ilet, o yoldan yürüt. (Duâmızı kabul eyle Allâh'ım!)"
Fil Suresi
MÂNÂSI
Görmedin mi, nasıl etti Rabbın Fil sahiplerine? Fendlerini, tedbirlerini (kötü düşüncelerini) bozup büsbütün perişan kılmadı mı? Üzerlerine sert taşlarla atış eden, sürü sürü kuşlar saldı da, hemen onları bir yenik hasıl (güve yiyip tanesiz kalmış ekin yaprağı, saman) gibi kılıverdi.
Tefsir - Bu sûre, büyük bir olayı hatırlatmaktadır. Mîlâdın (570)'nci senelerinde Habeşistan'ın Yemen Vâlisi Ebrehe, San'a'da büyük bir kilise yaptırarak Arapların yalnız en büyük mâbet olarak bu kiliseyi tanımalarını ve her yerden burayı ziyarete gelmelerini sağlamaya çalışmış ise de, onları Mekke'deki Kâbe'den bir türlü çevirememişti.
Bunun üzerine Kâbe'yi yıkıp yerini belirsiz etmeye karar verdi. Fillerle de kuvvetlendirdiği büyük bir ordu ile Mekke'ye yürüdü ve bir gün Mekke'nin yakınlarında karargâhını kurdu. Bunu gören ve maksadını anlayan Mekkeliler, dağlara çekildiler. Çünkü karşı koyacak hiçbir kuvvetleri yoktu.
Ebrehe ordusu yürüdü. Mekke'ye yaklaşınca birdenbire muhtelif cihetlerden alay alay, bölük bölük kuşlar peyda oldu ve gökyüzünü kapadı ve bunlar Ebrehe'nin askeri üzerine sert taşlarla atış ettiler. Bu kuşların attıkları taşlar kime değmiş ise vücudu delik deşik bir hale gelmiş ve böylece Ebrehe ordusu neye uğradığını bilmeyerek perişan olmuş, vâdiler lâşe ile dolmuş ve Kur'ân'ın tasvir ettiği gibi Ebrehe ordusu yenik bir hasıl gibi olmuştur. Böylece Ebrehe ordusu için Mekke'ye girmek nasip olmadı, kendileri yok oldu, fakat Kâbe yine dimdik durdu ve kıyamete kadar da öylece duracaktır.
İşte bu sûrenin hatırlattığı olay, bu İlâhî mûcizedir. Peygamber Efendimiz de bu yıl doğmuştu. İbrahim Peygamberden beri Tevhîd mâbedi olan Kâbe, sonradan putlarla dolmuştu. Fakat bu İlâhî mâbed, Hazret-i Muhammed Mustafâ eliyle yine eski mevkiini alacak, Tevhîd dîninin ve Müslümanlığın kıblesi, baş mâbedi olacaktı, Allah böyle dilemişti. Ebrehe ise, burasını yok ederek sapıklık dînini, putperestliği daha kuvvetli bir sûrette yaşatmak istiyordu. Onun için Tevhîd dînini bütün dünyaya yayacak olan Hazret-i Muhammed'in doğduğu sene Cenâb-ı Hak İlâhî bir mûcize ile Ebrehe ordusunu yok ediverdi. Allâh'ın iradesine aykırı olan bu kötü düşünceleri, kendi felâketlerini hazırlamış olmaktan başka işe yaramadı.
Bu olaydan kırk sene sonra Hazret-i Muhammed Mustafâ Peygamber oldu ve evvelâ Kureyş'i dîne dâvet etti. Kâbe'yi putlardan temizlemek istedi. Fakat Kureyş, bunu kabul etmedikleri gibi fazla olarak O'na birçok eza ve cefa da yaptılar. O zaman Mekkelilerden bu olayı gözleriyle görmüş olanlar da vardı.
İşte, Cenâb-ı Allah, Peygamberine indirmiş olduğu Fil Sûresi ile bu gerçeği onlara hatırlatmak istemiştir. Şimdi bu sûrenin geniş mânâsı şu demek oluyor: "Yâ Muhammed! Görmedin mi? Gözünle görmüş gibi gerçekten bilmiyor musun? Kâbe'yi yıkmak için filleri ile Mekke'ye yürüyen orduyu senin Rabbın nasıl bir anda ve hatıra gelmiyen bir şekilde mahvetti. Onların tedbirlerini, kötü düşüncelerini, fendlerini, düzenlerini, kurdukları tuzakları nasıl altüst edivermiş ise, kudret ve kuvvetlerine güvenen koca bir orduyu kimsenin düşünemiyeceği bir şekilde nasıl yok etmiş ise sevgili Peygamberim, bugün sana tuzak kurmayı, seni yok etmeyi düşünen, Tevhîd dînini, Müslümanlığı ortadan kaldırmak için birçok tedbirlere, şeytanî fikirlere başvuran kimselerin plânlarını ve tedbirlerini de öylece ters çevirmeye kadirdir. Senin Rabbın, âhiret azâbından başka dünyada dahi kurumları bozup dağıtmaya kaadirdir. Buna inanmıyanlar, Kâbe'yi yıkmak isteyen ordunun başına geleni düşünsünler de ondan ibret alsınlar ve azgınlıklarından vazgeçsinler! Allâh'ın sana olan inâyeti Kâbe'ye inâyetinden daha ziyadedir. Bunu anlamak istemiyenlerin başına gelecek felâket, Fil'li ordunun başına gelenden daha hafif olmayacaktır."
Bu sûre ile Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz'e düşmanlık yapanların, O'na karşı kötü niyet besleyenlerin erinde gecinde yok olacaklarına işaret olunmuş ve nasıl ki öyle de olmuştur.
Kureys Suresi
MÂNÂSI
Kureyş'in birbirleriyle veya başkalariyle andlaşması, anlaşması için; hele yaz ve kış seferlerine (faydalandıkları) andlaşması için, onlar (Kureyş) bundan böyle bu evin (Kâbe'nin) sahibine (Allâh'a) ibâdet etsinler; - O (sahip) ki, onları büyük bir açlıktan kurtardı ve müthiş bir korkudan emin kıldı.
Tefsir - Kureyş, Arapların en asîl kabilesi ve Hazret-i Peygamber Efendimiz de bu kabileden idi. Kâbe'yi gözetleyip koruyan da bunlardı. Araplar, Kâbe'nin koruyucuları olmalarından ötürü, Kureyş'e çok saygı gösterirlerdi. Kureyş, yaz ve kış seyahatlerinde de Kâbe'nin yüzü suyu hürmetine kimseden bir zarar görmezler, herkesle anlaşmalar, andlaşmalar yaparak serbest serbest seyahat ederler ve böylece hem maddî hem de mânevi nüfuzlarını koruyarak emniyet içinde yaşarlardı. Yakınlarındaki memleketlerde halk türlü vahşet ve şekavet içinde vurulup çarpılıp dururken Kureyş kabilesi Mekke ve etrafında emniyet içinde yaşadıkları gibi, Yemen, Tâif ve Habeş gibi memleketlere yaptıkları ticaret seferlerinde de saygı görüyorlar, emniyetle gidip geliyorlardı. Mekke'nin ve Kureyş kabilesinin kazandığı bu yüksek nüfuz, bu emniyet ve itibar şüphe yok ki orada bulunan ve Allah tarafından büyük bir şeref kazanmış olan Kâbe'nin yüzü suyu hürmetine idi. Bütün bunları Kâbe'ye ve bunun sahibi olan Allâh'a borçlu idiler.
Sonra bu mukaddes ev, içine putlar doldurulsun diye değil, bir tek Allâh'a ibâdet olunsun için kurulmuştu ve Allâh'ın onu Ebrehe ordusunun taarruzundan koruması da ileride gelecek olan Peygamber Hazret-i Muhammed (aleyhi's-selâm) in o evi putlardan temizliyerek Tevhît dîninin merkezi yapacağı içindi. Ve yarım asır evvel Fil'li ordunun başına neler geldiğini de Kureyş pekâlâ biliyordu. O halde Kureyş'e yaraşan, Kâbe, niçin kurulmuş ise, o maksat ve gayeyi belirtmesi için onu temizlemek üzere gönderilmiş olan Hazret-i Muhammed (aleyhi's-selâm) e inanmak ve ona arka çıkmaktı. Allâh'ın birliğine îman ile Tevhîd dînine ilk önce onların sarılması gerekti. Halbuki Kureyş böyle yapmadı. Hazret-i Muhammed (aleyhi's-selâm) in Allâh'ın birliğini ilân etmesine karşı putperestlikle israr etmek isteyerek ilk önce küfür ve isyana kalkışan, düşmanlık gösteren onlar oldu. Bu ise bir nankörlük idi.
İşte bu sûrede Cenâb-ı Hak Kâbe yüzünden Kureyş'in gördüğü bu nîmetlere ve bunlara karşı nankörlük etmenin büyük bir ceza ve felâketle karşılaşacağına işaret buyurduktan sonra "Öyle ise aklınızı başınıza alın da sizi bu mukaddes evin yüzü suyu hürmetine felâketlerden kurtaran, açlıktan koruyan, korkulardan emin kılan bir Allâh'a ibadet ve kulluk edin! Putlara tapmayın, Allâh'ın size verdiği bu kadar nîmete karşı nankörlük etmeyin!" buyurmuştur.
Bu sûreden şunu da anlıyoruz ki, gördüğü nîmetlere, iyiliklere karşı nankörlük etmek insanlığa yakışmayan en bayağı bir şeydir. Kadri kıymeti bilinmiyen nîmet de günün birinde elden çıkar. Sonra, her nîmet başı Allâhu Teâlâ olduğu için her insanın birinci vazifesi, Allâh'ı tanımak ve yalnız O'na ibadet etmektir. O'ndan başka ibadete lâyık yoktur.
Maun Suresi
MÂNÂSI
Gördün mü o, dîne (ceza gününe ve âhirete) inanmayanı? İşte hak dîne ve ceza gününe inanmayan, o kimsedir ki: Öksüzü itip kakar, çâresizin ve yoksulun yiyeceğine dair teşvikte bulunmaz; ne kendisi doyurur, ne de başkalarının doyurması için kayırır. Vay o namaz kılanların haline ki, onlar namazlarını gereği gibi ciddî bir vazife olarak yapmazlar. Onlar ki gösteriş için yaparlar ve yardımlığı sakınırlar (kimseye bir damla şey vermek istemezler.)
Tefsir - Bu sûre bize şunları bildirmektedir: İnsanlar, yaptıkları iyilik veya kötülüğün karşılığı olarak mükâfat veyahut ceza göreceklerdir. Herkesin bir gün olup da ettiklerini bulmaları Allâhü Teâlâ'nın inanılması gerekli kesin kanunu, hak dînidir.
Buna inanmayıp da "Dînin aslı yoktur; öldükten sonra ettiklerimizin mükâfatını veya cezâsını göreceğimiz de yalandır" diyen adamların bulunması şaşılacak şeylerdendir ve düşüncesizliktir.
Âhirete, cezâ gününe inanmıyanlar öyle kimselerdir ki: Onlar öksüzü itip kakar; kendisinde Allah korkusu olmadığı için yüreği katıdır; zayıflara insaf ve merhamet etmiyerek onları kakıştırır; onlara hakaretle bakar; kovar ve azarlar. Bu, onların âdetlerindendir. Demek ki bu huylar, âhirete îmansızlık alâmetlerindendir.
Sonra böyleleri, çaresizlerin ve yoksulların haline, yiyeceklerine dair başkalarına bir teşvikte de bulunmazlar. Bunları hiç düşünmezler. Ne kendileri doyurur, ne de vakti hali yerinde olanların bakıp gözetmeleri için kayırır, tavsiye ve yardımlarda bulunur. Hiçbir suretle fakir ve düşkünlerin halini düşünmez, böylelerine bakmaz ve bakılmasına taraftar olmaz. İşte bu gibi insafsızlıklar dîne ve âhirete inanmıyan kimselerin huyudur. Bu kötü huylar onlar için tabiîdir.
Fakat asıl şaşılacak şey, dindar görünenlerin bu kötü huylarla huylanmalarıdır. Bu sûre bize şunu da tâlim ediyor ki: Dînin rûhu, Allâh'ın buyruklarına üstün bir saygı ile bağlanmaktır. Namaz da dînin direğidir. Namaz kılmak, Allâh'ın huzurunda durmaktır. Böyle yüksek bir huzurda olduğunu düşünmiyerek, namazın önemini takdir etmiyerek baştan savma yapmak, yahut Allâh için ve temiz bir niyetle kılmayıp dünyevî bir fayda düşüncesiyle ve başkaları görsün diye kılmak; malının zekâtını vermemek ve hattâ kimseye bir yardımda bulunmamak ve nekeslik etmek, Allâh yanında büyük bir cezâya sebeptir.
Bunların bu halleri, dinsiz ve îmansız olanların, yetimi itip kakıştırmasından, fakirlere, düşkünlere yardım etmemesinden daha ziyade kötüdür ve yazık bu gibilere.
Kevser Suresi
MÂNÂSI
Biz verdik sana (Yâ Muhammed) hakikatte Kevser. Sen de Rabbın için namaz kıl ve kurban da kesiver. Doğrusu, asıl ebter sana buğz eden (hınç besleyen, diş bileyen) in kendisidir.
Tefsir - Kur'ân'da lâfız bakımından en kısa, mânâ cihetinden çok geniş sûre budur. Mekke'de nazil olmuştur. Müslümanlar ilk devirlerinde hem azlık, hem de fakir idiler. Peygamber Efendimizin erkek çocukları da o sıralarda ölmüştü. Arap putperestleri bunları Müslümanlık için birer kusur sayarak onlarla alay ederlerdi. "Eğer Muhammed hak Peygamber ve getirdiği din de İlâhî bir din olsaydı herkes bu dîne giriverirdi. Ve Muhammed'in arkasına adını andıracak bir erkek evlâdı kalırdı. Adını sanını yaşatacak bir evlâdı bile yok!" diyerek halkı Müslümanlıktan soğutmaya çalışıyorlardı. (Arkasına erkek evlâdı kalmamış olanlara Araplar ebter derler ki, güdük kaldı, arkasından adını anacak kalmadı, demektir) İşte bütün bunların birer dedikodudan ibaret olduğunu bildirmek için Allâhu Teâlâ bu sûreyi inzal buyurdu ve bununla Peygamber'e ve müslümanlara büyük bir müjde verdi.
Allâhu Teâlâ buyuruyor ki: "Yâ Muhammed! Muhakkak ki biz sana Kevser verdik. Sen bundan dolayı Allâh'a şükret, ibadet et..." Acaba Kevser ne demektir? Bunun pek çok mânâları vardır. Birkaçını burada gösterelim: Kevser, bitmek tükenmek bilmiyen saâdet ve hayır kaynağıdır.
Kevser, geçtiği her yere, kupkuru bir çöl dahi olsa, taze bir hayat sağlayan, oranın kısırlığını, yoksulluğunu feyiz ve berekete çeviren Cennet ırmağıdır.
Kevser, bütün dünyaya feyiz ve bereket getirecek, dünyayı baştanbaşa yenileyecek bir ilim, hikmet, fazilet deryasıdır.
Kevser, bütün beşeriyet için bir saâdet ve selâmet kaynağı olan Peygamberlik rütbesidir. İşte Kevser'in böyle birçok mânâları vardır. Bütün bu mânâları gözönünde tutarak bu sûrenin mânâsını şöyle izah edebiliriz:
"Habîbim! Ben sana öyle bir rütbe, öyle bir din verdim ki: O, çölün ortasından fışkıran ve rastgeldiği herşeye yeni, taze, ebedî bir hayat veren suyu bol bir ırmak gibidir. Bu mânevi ve İlâhî kaynaktan fışkıran feyiz ve bereket, hayır ve fazilet hiç kesilmeden akacak ve sınırlarını genişleterek beşeriyetin vicdanını çöl kısırlığından kurtaracak, onu yepyeni bir hayata kavuşturacak ve kıyamete kadar hiçbir engel onun akışını durduramayacaktır. Böylece senin adın, sanın da her zaman ve her yerde söylenecek, kalplerde yaşıyacak, dînin dünyaya yayılacaktır. Dünyada olduğu gibi âhirette de Kevser nîmeti, Kevser ırmağı sana verilecektir. O'nun sahibi sen olacaksın ve ondan kana kana içenler mes'ut ve bahtiyar olacaklardır."
"Şunu kesin olarak bil ki: Güdük kalacak, sonu gelmeyecek, adı sanı unutulacak olan sen ve senin dînin değil, asıl sana ve senin dînine düşman olanların kendileridir. Onların soyu sopu kalmayacaktır. Öyle ise bu büyük nîmeti sana veren Rabb'ın için, evet yalnız O'nun için namaz kıl, ihlâs ve tam bir bağlılık ile ibadet et, kurban da kes; kulluğunu göster."
İşte bu İlâhî hitap, daha ortada birşey yok iken Müslümanlığın dünyaya nasıl yayılacağını, Onun nasıl bir saâdet ve fazilet kaynağı olduğunu, bu dîne düşman olanların her zaman ve her yerde ebter ve güdük kalacaklarını, dünyada nam ve nişanları kalmıyacağını haber veriyor ve Peygamber'in de kıyâmete kadar adının anılacağını, dünyada olduğu gibi âhirette de Kevser nîmetinin kendisine verildiğini müjdeliyordu. Nasıl ki öyle olmuştur ve öyle olacaktır.
Bu tükenmek bilmiyen nîmete karşı Cenâb-ı Hakk'ın namaz ve kurban îbadetleri ile emir buyurması, bu ibâdetlerin Allah yanındaki yüksek mevkilerini ve önemini gösterir.
Kafirun Suresi
MÂNÂSI
De ki: Ey kâfirler! Tapmam o taptıklarınıza. Siz de tapanlardan değilsiniz benim Mabudum (Allah)'a. Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza. Hem de siz tapıcı değilsiniz benim ibâdet ettiğim (Allah)'a. Size dîniniz, bana da dînim.
Tefsir - Bu sûreye, Kâfirûn Sûresi denir. "De ki" buyruğu, Peygamberimizedir. Mekke devrinde nâzil olmuştur. Peygamber Efendimiz Allâh'tan aldığı buyrukları, çok yumuşak bir şekilde söylemeğe memur idi. Halbuki bu sûreyi tebliğ ederken, 'Ey kâfirler?' diye en ağır bir vasıfla başlaması için emir alıyor. Çünkü bu sûrede kendilerine "Ey kâfirler!" diye söylenilen kimseler hakka karşı besledikleri kinlerini, gayızlarını ve öfkelerini bir türlü gideremiyen, tuttukları kötü yoldaki inatlarından vazgeçmiyen ve îmana gelmiyecekleri, Allâh'ın katında belli bulunan kimselerdir ki "küfür" bunlar için değişmez bir vasıftır. Binâenaleyh, buradaki kâfirlerden maksat, Kureyş'den muayyen kimselerdir.
Peygamber Efendimiz İslâm dâvâsını, bir tek Allâh'a îman ve ibâdet etmek akîdesini ortaya atıp da "Ey insanlar, bu putlara tapmayı bırakın, Allâh'ın bir olduğuna îman ve yalnız O'na ibâdet edin, O'ndan başka ibâdete lâyık bir İlâh yoktur" dediği zaman, Kureyş O'na şöyle karşı koydular: "Biz dedelerimizden kalan putlarımızı bırakamayız. Biz onlara tapmak suretiyle asıl Allâh'a, yeri göğü yaradana yaklaşabileceğiz. Atalarımızın yolundan ayrılıp da senin peşinden gidemeyiz."
Allâh'a bir takım ortak isnat eden, Allâh'ı bırakıp da kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan bu müşrikler fikirlerinde o kadar inat ve ısrar ettiler ki, kendilerini doğru yola çağıran Peygambere ve O'na îman edenlere yapmadık eziyet bırakmadılar. Peygamber Efendimiz de hiç durmadan ve yılmadan vazifesine devam ediyordu.
En sonra Kureyş'in azılılarından beş on kişi Peygamberimize gelerek şöyle bir teklifte bulundular: "Sen bu dâvâdan vazgeç, biz sana istediğin kadar mal verelim, seni kendimize reis yapalım. Eğer buna da razı olmazsan seninle bir uzlaşma yapalım: Sen bâzan bizim putlarımıza tap, biz de arasıra senin Allâh'ına tapalım. Böylece hayır ve selâmet hangisinde ise ona hepimiz kavuşmuş oluruz."
Kalbleri kararmış olan bu zavallılar Peygamberlik ne demek olduğunu bir türlü anlayamıyorlardı. Bilmiyorlardı ki: "Hazret-i Muhammed (aleyhi's-selâm) bu ilâhî dâvâsından, bu hak yolundan asla dönemezdi. Hiçbir sebep ve menfaat O'nu yolundan çeviremezdi. Çünkü O, maddî bir menfaat, bir şöhret peşinde koşmuyordu. O, Allah'ın bir elçisi idi ve O'nun namına hareket ediyordu.
İşte müşriklerin böyle söylemeleri üzerinedir ki, Allah bu sûreyi Peygamberine indirdi ve onlara verilecek cevap bu sûreyi okumak olduğunu bildirdi. Peygamber Efendimiz de onların yukarıdaki ahmakça tekliflerine cevap olarak bu sûreyi okudu. Bununla onlara bir kere daha anlattı ki: "Ey Allâh'a inanmayan ve O'na ortaklar yapan ve putlara tapan kâfirler! Ben Allâh'ın Peygamberiyim; sizi hak yoluna çağırmaya memurum; bu benim kendi dâvam değildir. Size ancak Allâh'ın emirlerini söylüyorum. Allâh'tan nasıl almış isem öylece size tebliğ ediyorum, bildiriyorum. Sizin teklifiniz, cahilce, ahmakça, kâfirce bir tekliftir. Çünkü ben, sizin İlâh diye tapıp durduğunuz ve benim de bazı kere tapmamı istediğiniz o putlara ne geçmişte, ne şimdi, ne de bundan sonra bir an bile tapmadım, tapmıyacağım ve tapmam. Ben, yalnız ve yalnız Rabbü'l-âlemin olan tek Allâh'a ibâdet ederim. Esasen siz de benim ibâdet ettiğim hak mâbuda, Allâhu Teâlâ'ya ibâdet edicilerden değilsiniz. Bugüne kadar O'na ibâdet etmediğiniz gibi şimdi de O'na tapmıyorsunuz ve bu halinizle O'na tapıcı ve tapacak da değilsiniz. Çünkü O'nun birliğine ve ibâdetin yalnız O'na olacağına, O'ndan başkasına tapmanın şirk ve küfür olduğuna îman etmediniz ve etmiyorsunuz. (Bâzan putlarımıza, bâzan da Allâh'a tapalım) demek, Allâh'ın bir olduğuna inanmamaktır. Binâenaleyh sizin taptığınız, benim ibâdet ettiğim Allâh olmadığı gibi, ibâdetiniz de benim ibâdetim değildir. Ben yeri göğü yaratan bir Allâh'a, O'nun emrettiği gibi ibâdet ediyorum; siz ise kendi elinizle yaptıklarınıza tapıyorsunuz. Madem ki öyledir ve madem ki sizde hakkı duymak istidadı yoktur; artık sizin olsun dîniniz ve taptıklarınız; hak İslâm Dîni de benimdir."
Bu sûreden şunları da öğreniyoruz: "Allâh'a kulluğun şartı tam bir îman ve ihlâstır. Her şeyten önce O'nun bir olduğuna, sonsuz ve küllî kudretine; her tasarruf O'nun elinde olduğuna, eşi ve benzeri olmadığına inanmak lâzımdır. Fakat bu kadarı yetmez. Bundan sonra da O'na öz yürekle ibâdet etmek, ibâdetin de yalnız O'na olacağına inanmak ve ibâdette O'na başkasını şerik yapmamak, canlı cansız, ne suretle olursa olsun başka birine tapmamak, tapınır derecede gönül vermemek gerektir. Yoksa hem Allâh'a ibâdet, hem de bizi Allâh'a yaklaştırsın niyetiyle başkasına tapmak ve Allâh'tan istenilecek şeyleri ondan istemek, îmansızlıktan başka bir şey değildir. Sonra îman demek, bir şeye sımsıkı sarılmak demektir. Bugün bir türlü, yarın başka türlü, her gün renkten renge girmek îman değildir.
Bu sûrenin sonunda "Sizin dîniniz size, benimki de bana" buyurulması müşriklerle bir mütareke yapmak değil, onlara tam bir meydan okumaktır.
Nasr Suresi
MÂNÂSI
Allâh'ın (vaad eylediği) yardımı geldiği ve zafer kazanıldığı (Mekke'nin fethi ile İslâm'a fütûhat kapılarının açıldığı); ve insanların fevç fevç, küme küme Allâh'ın dînine girdiklerini gördüğün zaman artık Rabbını överek şanını yücelt ve Allâh'tan mağfiret iste. Çünkü O, tövbe ile kendisine dönenleri kabul eder.
Tefsir - Müslümanlar ilk devirlerinde hem az, hem fakir idiler. Düşmanların sayıları, kuvvet ve kudretleri ise onlarla ölçülemiyecek kadar çoktu. Bundan ötürü her vakit düşmanların maddî ve mânevî ezici tazyiklerine uğruyorlar ve bu yüzden kalpleri hep üzüntü ve sıkıntı içinde geçiyordu.
Bir taraftan mü'minlerin bu hali, diğer taraftan güneş gibi parlayan bu açık hakikatı görmiyerek Kureyş'in kendisini yalanlaması Peygamberimize de iç sıkıntısı veriyordu. Peygamber de mü'minler de öyle istiyorlar ki: Hak bâtıla tam bir galebe çalsın. Peygamberin güttüğü dâvâ, Allâh'ın yardımıyla bir an evvel kesin bir zaferle neticelensin. Allâh'ın vaad buyurduğu bu zafer geçtikçe kalplerindeki sıkıntı, üzüntü ziyadeleşiyordu. Mutlak kemâl, yalnız Allâh'a mahsus olduğundan vaad olunan bu zaferin ne zaman ve nasıl olacağını bilmiyorlardı. Efendimiz bu zaferin ergeç tahakkuk edeceğini biliyordu amma, onun biran evvel tahakkukunu da istediğinden, bunun gecikmesi yüzünden kalbine gelen şeyleri Allâh'a karşı bir günah gibi görür ve ondan Allâh'a istiğfar ederdi. İşte bu sûre bütün bunlara cevap olmak üzere indirilmiş ve Peygambere de şöyle müjde verilmiştir:
"Yâ Muhammed! Bir gün, seni Peygamber ve elçi gönderen, senin yegâne Mâbudun olan Allâh'ın tam yardımı gelecek ve Allah seni düşman üzerine üstün kılacak, Mekke fetholunacak: Mekke'nin fethi ile kalpler İslâm'a ve İslâm kapısı da bütün insanlara açılarak (1) İslâm Dîni intişar edecek ve insanlar küme küme, alay alay İslâm Dîni'ne girecek ve sen bu üç büyük muvaffakiyeti göreceksin. İşte sen, Allâh'ın sana vaad eylediği bu yardım ve fütûhatı ve insanların böyle fevç fevç Allah dînine girmeye başladıklarını gördüğün vakit, artık sana bu büyük nîmetler veren Rabbının büyük lütuf ve ihsanına mazhar olduğundan dolayı O'na lâyık her türlü saygı ve tâzimat ile hamdet; O'nu öğerek şanına yaraşmıyan, eksikliği andıran her türlü şeylerden O'nu tenzih ve takdise daha ziyade devam et! Ve önce hatırınıza gelen sıkıntılardan dolayı da gerek kendin ve gerek ümmetin için Allâh'tan mağfiret dile. Bütün kalb temizliğiyle Allâh'a dön. Zira Cenâb-ı Hak, tertemiz kendisine dönenleri affeder."
Bu sûre, Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem'in nihayet böyle mansur ve muzaffer olarak kendisine fütuhat kapıları açıldığı ve halkın alay alay akın akın Allah dînine girmeğe başladıklarını gördüğü ve bu suretle din tekâmül edip de dünya kendisine teveccüh eylediği zaman bu muvaffakiyetlerden, bu büyük zaferden dolayı Allâh'a şükrederek dünyayı ümmetine bırakıp bütün temizliğiyle Allâh'a dönmeyi istemesine de işaret ediyordu. Onun için Mekke'nin fethinden sonra insanların bölük bölük İslâm Dîni'ne girdiğini ve Haccetü'l-vedâ'da da yüz binden ziyade müslümanın Arafat dağında toplandığını gördükten sonra Cenâb-ı Peygamber Mevlâsına kavuşmasının yaklaştığını söylemişti. Çünkü bu sûre onu haber veriyordu.
Bu sûreden şunu da anlıyoruz: İnsan hayatta elde ettiği başarılardan, kazandığı zaferlerden dolayı daima Allâh'a şükretmeli; onları Allâh'ın bir lûtfu sayarak hiç şımarmamalı ve Allâh'ı unutmamalıdır. Allâh'ı unutarak bütün başarıyı kendisine mal etmek, İlâhî kudretle beşerî aczi bilmemekten ileri gelir ki büyük bir gaflettir.
Tebbet Suresi
MÂNÂSI
Ebû Leheb'in iki eli kurudu, kendisi de (helâk oldu!). Ne malı fayda verdi ona, ne de kazandığı. O, (dünyada benzeri görülmemiş) bir alevli ateşe yaslanacak. Gerdanında hurma liflerinden bükülmüş bir iple odun taşıyan karısı da!
Tefsir - Bu sûrede bahis konusu Ebû Leheb, Peygamberimizin öz amcasıdır. Fakat ne yazık ki bu, İslâm'ın en azılı düşmanlarından idi. Peygamber Efendimiz, yakınlarını İslâm'a dâvet etmek, İslâm'ın esaslarını onlara anlatmak üzere Allâh'tan emir aldığı zaman hepsini bir yere topladı ve onlara "kendisini nasıl bildiklerini, söyleyeceği şeye inanıp inanmıyacaklarını" sordu. Onlar da: "Seni çok doğru ve emin biliriz, ne söylersen doğru söylersin" dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Biliniz ki Allah beni size elçi gönderdi, en yakınlarıma kendi emirlerini söylememi ve dinlemiyenleri, âhiretin azâbı ile korkutmamı emir buyurdu. Geliniz, evvelâ Allâh'ın birliğine, Ondan başka İlâh olmadığına ve benim hak Peygamber olduğuma ve âhiret gününe îman ediniz. Putlardan yüz çeviriniz. Böylece îman ederseniz selâmete erersiniz, kurtulursunuz. Allâh'ı bırakıp da, birçok tanrılara ve putlara tapmak insanlığı alçaltmaktan, varlığını süflîleştirmekten başka bir şey değildir. İnsan yalnız Yaradana tapar, yalnız O'ndan yardım ister. Eğer böyle yapmaz ve beni dinlemezseniz sizin için Allâh'ın azabından kurtuluş yoktur" dedi.
Peygamber Efendimizin öz amcası Ebû Leheb de bu toplantıda hazır bulunuyordu. Kendisi çok müteassıp bir müşrik ve putperest idi. Peygamber Efendimizin bu öğütlerini işitir işitmez, son derece öfkelendi ve ayağa kalkalarak "Yuh sana, bizi bunun için mi topladın?" dedi ve orada bulunan cemaati dağıttı; hepsini Peygamberin aleyhine kışkırttı; Kureyş kavmini ondan soğuttu. Bu kadarla da kalmıyarak ondan sonra da, bir taraftan kendisi, bir taraftan karısı var kuvvetleriyle müslümanlar aleyhine çalışmaya başladılar. Peygambere yardım edeceği yerde O'nun aleyhinde fitne ve fesat ateşini alevlendirmek için ne lâzımsa yaptılar. Sihirbaz olduğunu, deli olduğunu söylediler. Böylece İslâm'ın yayılmasına, karanlıklar içinde gidecek bir yol arayan insanların doğru yolu tutup gitmelerine engel olmaya çalıştılar. Hele Peygamberin şahsına ve müslüman olanlara ne eziyetler yaptılar!..
Fakat bunların bu çalışmaları, bu didinmeleri nasıl bir netice verdi? İşte bu sûre onu tâ önceden haber veriyordu: Ebû Leheb'in Müslümanlık aleyhine çalışan iki eli kuruyacak, kendisi de yok olacak; sâde dünyada değil, âhirette de muradına ermiyecek, onun ve karısının bütün uğraşmaları boşa çıkacak ve Müslümanlık her tarafa yayılacak, kökleşecek, yaşıyacak. Karşısına bin Ebû Leheb çıksa yine boştu. Ona karşı açılan ağızlar günün birinde kapanacak, Ona karşı kalkan eller kuruyacak ve o ellerin sahipleri en fecî bir ölümle yok olacaktı. Bu iki kere iki dört edercesine kesin idi. Çünkü "Tebbet" Sûresi bunu, daha olmadan, oldu diye haber veriyordu. Gelecekte olacak şeyi oldu diye ifade etmek çok beliğ bir ifadedir. Onun muhakkak surette olacağının kesin bir delilidir.
Hakikaten Ebû Leheb, muradına ermiyerek, hüsran ile öldü. Bedir harbinde müslümanların muzaffer olduğunu duyunca, kötü bir hastalığa tutularak kahrından öldü. Hastalığında âile efradından bile kimse yanına yaklaşamamış, ölüsü üç gün kalmış ve kokmuş idi. Demek ki, Kur'ân'ın daha evvel haber verdiği dünyada iken gerçekleşmişti.
Sâde Ebû Leheb değil, onun benzerleri de hep aynı âkıbete uğradı. İslâmiyeti yıkmak için uğraşanların elleri kurudu, sesleri kısıldı ve sonunda hepsi helâk oldular. Ne malları, ne kazançları, ne şöhretleri, ne mevkileri kendilerine fayda vermedi; lâyık oldukları âkıbeti önliyemedi. Çünkü Ebû Leheb lugat bakımından, alev babası demek olduğundan bundan maksat, yalnız onun şahsını söylemek olmayıp, vasfına ve bu vasıfta ona benzeyenlerin, yani Peygambere ve İslâm'a karşı ateş püskürmek isteyenlerin, hallerine de bu sûrede işaret edilmiş oluyordu. Binaenaleyh bu sûre. Ebû leheb ile o tıynette olanların âkibetlerini önceden nasıl haber vermiş ise, dünyada öylece olmuş ve düşündüklerine muvaffak olamamışlardır. Dünyaya kötü adlarından başka bir şey bırakmamışlar, âhirette de alev saçan cehennemlere yaslanmak suretiyle cezâlarını çekeceklerdir.
Ebû Leheb'in karısına gelince: Bu kadın Hz. Peygamber Efendimizin geçeceği yollara geceleyin dikenli ağaçlar ve dallar koymak suretiyle Ona eziyet eder ve kocasının kötü işlerine bu da katılırdı. Bunun için Kur'an bunu odun taşıyıcı diye tavsif eder. Odun taşıyıcının bir mânâsı da kundakçılık yapmak, fesat çıkarmak demektir. Gerçekten bu kadın Müslümanlık ve Peygamberimiz aleyhine kundakçılık yapmakta idi. Demet demet dikenleri toplar, iplerle bağlar ve karanlık gecelerde Peygamberin yolu üzerine yığardı. Peygamberimiz aleyhinde kundakçılık ederdi. Âyette bunun bu kötü hali, gerdanında ip diye çok beliğ bir şekilde ifade olunmuştur.
Fakat bu uğraşmalar da hep boşa gitti ve bu yüzden kendileri de kahrolup gittiler. "Tebbet" Sûresi "Ebû Leheb'in iki eli kurudu" demekle bu tıynette olan kimselerin hem dünyada, hem de ahirette âkıbetlerinin çok facî olacağını önceden haber vermişti. Bunların dünyadaki âkıbetlerini çağdaşları gördüler veya işittiler, âhiretteki âkıbetlerini de herkes görecektir.
"Tebbet" Sûresinin verdiği büyük ders kısaca şudur: İslâm'a, hak ve hakikate düşman olan ve bunu söndürebilmek için kundakçılık yapan kimseler, başka değil, kendileri için kötü bir âkıbet hazırlarlar ve kendi elleriyle kendi çukurlarını kazarlar ve kendilerini saracak ve yakacak olan Cehennem ateşinin yakıtlarını hazırlamış olurlar. Hiçbir kuvvet onu söndüremez ve onun önüne geçemez.
İhlas Suresi
MÂNÂSI
De ki: O, Allah, birdir. Allah, her yönden eksiksizdir ve her dileğin merciidir, her şey kendisine muhtâc olan Şanlı, Uludur. O, doğurmadı ve doğurulmadı. O'na hiçbir şey denk de olmadı.
Tefsir - Bu sûreye "İhlâs" ve "Kul Hüva'llâhü Ehad" Sûresi denir. Bu sûre, Müslümanlığın temeli olan "Allâh'ın biriği" akidesini en güzel ve en açık bir şekilde beyan eder ve Allâhu Teâlâ'yı herkesin anlıyacağı bir surette anlatır. İslâm îtikadına aykırı olan bozuk itikatları da apaçık anlatır. Sahih rivayetlere göre, müşriklerle yahudilerden bir cemaat, Peygamber Efendimize gelerek: "Seni bize elçi gönderen ve kendisinden başkasına ibâdet olunmamasını isteyen Allah nasıl bir şeydir? O'nu bize vasıfları ile anlat, belki Sana îman ederiz" demeleri üzerine bu sûre nazil olmuş ve bununla Allâhu Teâlâ en güzel, en iyi bir şekilde kendi zâtını, birliğini, diğer itikadların yanlışlığını anlatmıştır.
Cenâb-ı Hak bu sûrede buyuruyor ki: "Habîbim! Sen onlara de ki: Beni size elçi gönderen ve kendisine îman vacib olan Allâh, her bakımdan birdir, birliği mutlaktır. O'ndan başka tapılacak yoktur, her şeyi yaratan, düzene koyan O'dur. Varlık âlemindekilerin hepsi O'ndandır O'na muhtaçtır ve O'nunla durmaktadır. O ise, bunlardan hiçbirine muhtaç değildir. Bütün varlıkların sıkıntı gördüğü, darda kaldığı zaman başvurduğu, aman diye çağırdığı çağıracağı yalnız O'dur. İlk ve son O'dur. Ne evveli var, ne de sonu. İhtiyaçların temin edilmesi için yalnız O'na müracaat olunur ve yalnız O'ndan istenir. Çünkü her şeye kadir olan yalnız O'dur. O, doğurmadı ve doğurulmadı; böyle şeylerden tamamiyle uzaktır. Oğulları ve kızları var demek şirktir. Hiçbir yönden ne zâtında, ne sıfatlarında, ne işinde hiçbir suretle benzeri, eşi, ortağı, dengi, rakibi yoktur."
İhlâs Sûresi, evvelâ Allâh'ın mutlak birliğini anlatarak Allâh'a ortak katan, Allâh'tan başka ilâhlar kabul eden dinlerin bâtıl olduklarını bildirmiş ve teslis (Allâh üçtür) akîdesinin bozuk olduğunu da takrir etmiş oluyor.
İkinci âyet, Allâh'ın Samed olduğunu yani hiçbir şeye muhtaç olmayıp her ihtiyaçta kendisine başvurulan en yüce varlık olduğunu anlatarak varlık âlemindekilerin hepsi O'na muhtaç olduğunu, O'nsuz hiçbir şey var olmıyacağını anlatarak "madde ve rûhun, Rûhü'l-Kuds, madde ve kuvvetin bir yaratıcıya muhtaç olmadığı" itikadını da çürütmüş oluyor.
Üçüncü âyette Hıristiyanlık gibi Allâh'ı baba, oğul, Ruhü'l-Kuds diye üç uknûmdan mürekkep ve hepsini Allâh'lık itibariyle bir sayan; Mekke putperestleri gibi, meleklere Allâh'ın kızları diyen dinlerin de bozuk oldukları bildiriliyor.
Dördüncü âyette hulûl, yani Allâh'ın insan vücûduna girdiği âkîdesini taşıyan, insanı ilâhlaştıran dinlerin bozuk oldukları anlatılıyor.
Bundan başka "şirk" yani Allâh'a denk ve müsavî ilâhlar tanımak bahsi dört şekildedir: İlâhların taaddüdüne, bazı şeylerin Allâh'a ait olan sıfatları hâiz olduğuna, herhangi şeyin Allâh'a nisbet olunabileceğine, Allah tarafından yapılacak şeyleri bir başkasının yapabileceğine inanmak.
İşte bu dört âyet, bu dört çeşit şirki, bu çeşit bozuk îtikatları da reddediyor. Bu sûrede Allâh'a isnad edilen "birlik" mutlaktır. Vahdetin en son kemâlini bulmuş olan birliktir. Ondan ekmel "vahdet" tasavvuruna imkân yoktur. Binaenaleyh birinci ve ikinci âyetler Allâh'ın mutlak birliğine mugayir olan ve başkasına ihtiyacı andıran herşeyi reddettiği gibi, Hıristiyanlıktaki bir üç, üç bir; akîdesini de çürütmektedir. Çünkü bu sûrede târif edilen vahdet, gerek ilâhların birden fazla olması akîdesini, gerek baba, oğul, Rûhü'l-Kuds gibi teslis itikadını tamamiyle söküp atmaktadır. Üçüncü ve dördüncü âyetler de "Meleklere Allâh'ın kızlarıdır" diyenleri ve insanı ilâhlaştırıp, Allâh'a denk yapanları reddetmektedir.
Hülâsa: Dört kısa âyetten ibaret olan bu sûre bize talim ediyor ki: Allâh birdir, Allâh'ın ne zatında ne sıfatlarında, ne de işlerinde, ortağı, dengi, benzeri ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Başkası ise hep O'na muhtaçtır. O'ndandır ve O'nunla durmaktadır. Bunun aksine olan, buna aykırı düşen her îtikat, her fikir çürüktür, yanlıştır. İşte müslüman îtikadı budur. Dört kısa âyetten ibaret olan İhlâs Sûresi hem İslâm îtikadının temelini, hem de ona aykırı olan çürük ve bozuk îtikatları eşsiz bir surette beyan etmiştir.
Felak Suresi
MÂNÂSI
De ki: Yaratılmışların şerrinden, karanlık çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyenlerin şerrinden ve haset edenin, içindeki hasedini dışarıya vurduğu vakit, şerrinden; şafak aydınlığının Rabbine (Allâh'a) sığınırım.
Tefsir - Felâk Sûresi bize dört şeyden korunması ve bunların şerrinden Allâh'a sığınmayı tâlim ve emrediyor:
1- Yaratılmış ve dünyada mevcut olan herhangi bir şeyden, herhangi bir vakit ve zamanda gelecek her türlü şer, zarar ve kötülüklerden.
Allâh'ın yarattığı şeylerin hiçbirisi bizâtihi kötü ve şer değildir. Hepsi Allâh'ın yarattığı bir şey olduğundan dolayı, hayırdır, iyidir. Çünkü varlıktan, İlâhî hikmete göre, mukadder olan yerini ve nasibini almıştır.
Bununla beraber herhangi bir şey kendi hilkati bakımından hayır olduğu halde, bize olan zararı bakımından bizim için şer olabilir. Zehirli ve yırtıcı hayvanlar da kendi zatları bakımından şer ve kötü değildirler. Bunlardaki şer ve zarar nisbîdir. Binaenaleyh bize zararı dokunacak, bize kötülük getirecek şeylerden bizi koruması için daima Allâh'a sığınmak ve O'na yalvarmak ve korunmasını bilmek lâzımdır. O cihet bize düşen bir vazifedir.
2- Gece, gündüze bakarak bir vahşettir, korkunçtur. İnsana korku verir. Fakat gecenin bir de tam karanlığı çöktüğü, "kapkara, zindan gibi, göz gözü görmez" dediğimiz çok korkunç zamanı vardır. Gece bu hali aldığı vakit, insana şer ve kötülük daha kolay şekilde gelebilir. Yolcu yolundan çıkar ve nereye gideceğini şaşırır, düşman da böyle bir zamanı kollar. İşte böyle bir gecenin şerrinden, böyle bir zamanda insana gelebilecek zararlardan da Allah'a sığınmak lâzım olduğunu yine bu sûre bize tâlim etmektedir. Demek ki gecenin bu hali de bilhassa korunulmayı ve Allah'a sığınılmayı icap ettirmektedir.
İnsanların hak ve hakikat ışıklarından mahrum bir duruma düşmeleri de böyle karanlık içinde kalmaya benzer. Bu da her türlü kötülüklere sebeptir. Böyle bir duruma düşmekten de Allâh'a sığınmak lâzımdır. Böyle zamanlarda gelebilecek olan şerleri, kötülükleri, dünya ve âhiretle ilgili zararları ancak Allah görür ve O önleyebilir. Böyle bir duruma düşmekten koruması için de daima Allâh'a yalvarmak lâzım olduğu bu âyetten anlaşılmaktadır.
3- İpliklere düğümler bağlayarak onlara, şunun bunun hesabına üfleyen, efsun yapan, yahut insanlara kötü ve aldatıcı telkinler yapan birtakım büyücüler ve kötü ruhlu insanlar vardır ki bunlar, yakaladıkları kimseleri karanlıklar içinde kıvrandırırlar ve hakikatı görmelerine engel olurlar. Kendilerini birer kurtarıcı ve her şeyi bilir gibi gösteren ve aldatıcı muskalarla veya telkinlerle insanları sapıtan bu sahtekârlar, aile ve insanlar arasında sevgi bağlarını çözerler. Bunların tuzağına düşmek, aslanların pençesine, yılanların zehirli dişlerine yakalanmaktan daha korkunçtur. İşte bunun içindir ki, bunların şerrinden de Allâh'a sığınmak ve kendisini bu gibi kimselere kaptırmamak lâzım olduğunu Kur'ân'ın bu sûresi bize tâlim ediyor.
4- Başkalarının elindeki nîmeti kıskanan, nîmeti çekemeyen herhangi bir hasedcinin ruhunu sarmış olan kıskançlık ateşi dışarıya vurduğu zaman, haset ettiği kimseye karşı elinden gelen fenalığı yapmaktan çekinmez. Onu hiçbir şey memnun etmez. Böylelerinin şerrinden de Allâh'a sığınmalıdır.
İşte yukarıdan beri saymış olduğumuz bu kötülüklerden, fenalıklardan insan, her vakit için Allâh'ına yalvarmalıdır. Bu sûre bize bu gerçekleri tâlim etmektedir.
Her insan daima bunlardan korunma çerelerini aramalı ve Allâh'a sığınmalıdır; bunlardan gelebilecek şeylerden ve zararlardan kendisini koruması için Allâh'a yalvarmalıdır. Duâ ibâdetin özüdür; dindarlığın iliğidir. Asıl duâ, Allâh'a sığınıp O'na doğrudan doğruya yalvarmak ve duâsına başkalarının tavassutunu istememektedir.
Allâh bu sûre ile bütün şerlerden, doğrudan doğruya kendisine sığınmamızı emreylemiştir. "Bana duâ ediniz, şer ve kötülüklerden bana sığınınız" diye duanın kabul edileceği kapıları herkese açmış, herkesi o kapıdan içeri girmeye çağırmıştır. Binaenaleyh doğrudan doğruya Allâh'a iltica ve duâ etmiyerek duâ tellâlı aramak ve şunun bunun efsunlarından, yapacağı büyülerden medet ummağa kalkışmak diyanetin icabı değil, cahiliye âdetidir ve en büyük günahtır. Esasen büyücülük ve efsunculuk büyük günahlardandır.
Nas Suresi
MÂNÂSI
"De ki: Sığınırım Rabb'ına nâsın. Melikine nâsın. İlâhına nâsın; şerrinden o sinsi vesvâsın. Ki, fiskos eder sinelerinde (1) nâsın; gerek cinden (olsun o sinsi) gerekse insden."
Tefsir- Bundan evvelki, sûre her şeyin, gece ve gündüz, her zaman insana ârız olabilecek açık şerlerinden Allâh'a sığınmak lâzım olduğunu bildiriyordu. Bu sûrede ise, gözle görülmeyen, elle tutulmayan gizli şerlerden ve gizli kuvvetlerden de korunmak ve Allâh'a sığınmak lüzumû bildiriliyor. İzah edelim:
Nâs, insan demektir. Rabb, duygusu olmayan maddedin canlı insanlar yaratıp onları birçok nimetleriyle terbiye eden, halden hale geçirip yetiştiren, besleyip büyüterek kemâle erdiren ulu yaratıcı (Allah) demektir.
Melik; kemâle eren insanların hepsini hükmü altında tutan, hayatî işlerini kudreti ile tedbir eden, onların üzerinde hükümlerini, iradelerini dilediği gibi yürüten yaratan, rızk veren ve öldüren hâkim demektir.
İlâh, sonsuz kudreti ve büyüklüğü ile insanın kalbinde yaşayan ve kendisinden başkasına tapmak câiz olmayan hak Ma'bud, Allâhu Teâlâ Hazretleridir. Binaenaleyh Rabb, Melik, İlâh her üçünden maksat Allâhu Teâlâ'dır. Her biri insanın muhtelif hâline nazaran ayrı mânâlara işârettir.
Allah yalnız insanların değil, her şeyin Rabbi, Meliki ve İlâhıdır. Fakat bunun böyle olduğunda şaşıran ve sapıtan yalnız insanlar olduğu için, nâsın Rabbi, nâsın Meliki, nâsın İlâhı denilmiştir. Binaenaleyh nâsın tekrar olunmasında yüksek bir hikmet ve belâgat vardır.
Vesvâs; vesvese veren, insanın içine kötü şeyler getiren, bağrında yavaş yavaş kötülük fısıldayan, fiskos eden demektir.
Hannâs; geri geri çekilip sinen, aldatmak ve hak yolundan geriletip fenalığa sürüklemek için sinsi sinsi çalışan, sinerek fırsat kollayan vesvese kaynağı demektir.
Cin; gizli olan ve göze görünmeyen mahlûktur. İns de bildiğimiz insanlar demektir. Bunların her ikisinin vesvese ve fiskosundan Allâh'a sığınmak lâzım geldiği bize talim olunmuştur.
Şimdi sûrenin mânâsını şöyle genişletebiliriz:
"Habîbim de ki: İster göze görünmeyen varlıklardan, ister insanlardan olup da aldatmak, hak yolundan geriletip fenalığa sürüklemek için insana gizli gizli vesvese veren; insanın içinde fiskos eden, hep fenaya çağıran sinsi, geriletici ve kötülük kaynağının şerrinden insanları yaratıp terbiye eden; halden hale geçirip kemâle erdiren; onların hepsi üzerinde mutlak hâkim olan, sonsuz kudret sahibi hak İlâh, Allâhu Teâlâ'ya sığınırım. Rabbım! Senin iraden dışında hiçbir şey yoktur ve olamaz. Beni bunların şerrinden, bunların dediklerine uymaktan, çağırdıkları kötü yollara gitmekten koru!"
Bundan evvelki sûrede korunulması lâzım gelen ve şerlerinden Allâh'a sığınılması emir olunan dört şey, görünür şeylerdendi. Bu sûrede korunulması emir olunan şey göze görünmeyen ve insanın içine atılan bir vesvesedir. İnsanın içine sokulan gizli bir fiskostur. Fakat, bunun tehlikesi daha büyüktür. İnsan, hayatının her dakikasında bundan korunmak zorundadır.
Dışardan gelecek olan bir şer, bir fenalık ne kadar büyük zarar doğursa, insana ne kadar acı, elem ve ıztırap verse yine sebebiyet vermedikçe, onun ruhunu kirletemez. Allâh yanında sorumluluğu icap ettiremez. Çünkü istiyerek yaptığı bir şey değildir. İmanına, îtikadına, ibâdetine bir eksiklik vermez; Allah yolundan geriletemez.
Fakat kötü arkadaşlar, şeytanlar ve nefsanî arzular yüzünden uğrayacağımız zararlar böyle değildir. Gerek insan şeytanı, gerek göze görünmeyen şeytanlar ve nefsanî meyiller yavaş yavaş, sinsi sinsi kalbe soktukları kötü hâtıralarla, vesvese ve fiskoslarıyla insanın ruhunu kirletir, insanı hak yolunda ilerlemekten alıkor. Aklını ve fikrini çelerek îman ve îtikadını bozar, sırf hayvânî ve geçici zevklerle oyalar. Bunlar, fertlerin gönüllerinde, insan cemiyetlerinin aralarında, yahut Allâh'ı unutanların göğüslerinde, sezilir sezilmez, fiskos eder gibi, yavaşcadan gıcıklıyarak kötü telkinler yapar, fena fena temayüller uyandırır ve böylece akıl ve fikrini çeler, türlü türlü fenalıklara düşürür. Allah yoluna gitmekten, insanlık gayesine ermekten alıkor, nihayet din ve îmandan çıkarır, ebedî helâke sürükler. Gerek görünerek ve gerek hiç görünmeden insanların kalbine vesveseler atan, kötülükler telkin eden bu şeylerin şerrinden Allâh'a sığınmak ve içimize böyle kötü bir hatıra ne taraftan gelirse gelsin ona uymamak, o sesin çağırdığı tarafa gitmemek ve o aldatıcı fiskoskalara uymaktan kendisini koruması için daima Allâh'a yalvarmak gerekir.
İşte bu sûrenin bize talim eylediği gerçek budur.
Ayetu'l-Kursi
KISACA MÂNÂSI
Allâh, O Allâh'dır. O yegâne hak mâbuddur ki O'ndan başka İlâh yok, yalnız O; daima yaşayan, duran, tutan, her an bütün hilkat üzerinde hâkim, Hayy ü Kayyum ancak O'dur. Ne gaflet basar O'nu, ne uyku. Göklerde, yerde ne varsa hepsi O'nundur.
Kimin haddine ki izni olmaksızın O'nun yanında şefaat edebilsin? Allah yarattıklarının işlediklerini, işleyenlerini, geçmişlerini, geleceklerini bilir. Onlar ise O'nun bildiklerinden yalnız dilediği kadarını kavrayabilir; başka bir şey bilemezler. O'nun kürsüsü, ilmi bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır ve bunların koruyuculuğu, bunları görüp gözetmek kendisine bir ağırlık da vermez.
O, öyle Ulu, öyle büyük ve yücedir…
Bilgiler Diyanet İşleri Başkanlığı web sitesinden alınmıştır.
Son düzenleyen perlina; 7 Aralık 2016 16:35