Arama

Marifetullah (Marifet İlmi)

Güncelleme: 15 Temmuz 2014 Gösterim: 7.281 Cevap: 4
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
15 Temmuz 2011       Mesaj #1
Avatarı yok
Yasaklı
Marifetullah-Marifet İlmi Nedir?

Sponsorlu Bağlantılar
Marifet, tanıma, bilme demektir. Marifetullah, Allah’ı Kur’anın bildirdiği gibi tanıma, sıfatlarını, isimlerini ve bunların sonsuz kemalde olduğunu bilme, İlâhî hakikatlere vakıf olma, şeklinde özetlenebilir.

Allah’a inanan insanın kalbi imanla nurlanmıştır. Bu, kör gözün açılmasından, işitmeyen kulağın duymaya başlamasından çok ileri bir inkişafla ruhun, Rabbine kavuşması, Ona inanması ve kendini Onun mahlûku bilmesidir. Şimdi sıra, Onu tanıma vadisinde mesafeler almaya gelmiştir.

Kur’an-ı Kerim, mü'mine daima marifet dersleri verir. Allah’ın adıyla başlar ve hemen Allah’ın Rahman ve Rahim olduğunu bildirir. Bu bir marifettir, yâni Rahman ve Rahim olarak Allah’ı tanımaktır.

“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” emriyle Allah Resulü’ne (asm) ve O’nun şahsında da bütün ümmetine marifet sahasında mesafeler kat etme emri verilmiştir. Biz bu emirdeki Rab isminden dersimizi alarak, öncelikle kendimizde tecelli eden ilâhî terbiyeyi okuruz. Yüzümüzü gözümüzü; kalbimizi ruhumuzu, kanımızı, hücremizi okuruz. Hepsini en güzel ve en faydalı biçimde terbiye eden Rabbimizin rahmetini, keremini okuruz. Okudukça O’nun terbiye ediciliğine ve O’nun rahmetine olan marifetimiz artar. İhsanını daha güzel, daha net, daha açık seyreder oluruz.

Ayetin devamına geçer, nutfeden yaratıldığımızı ibretle düşünürüz. Bizi her şeyimizle o küçücük şifrede yerleştiren ve onu açıp her organımızı yerli yerine koyan Rabbimizin lütfuna, rahmetine hayran kalırız.

Rab ismi üzerindeki bu düşüncelerimiz, bizi Fatiha Suresine götürür. Rabbimizi, “Rabb-ül-âlemin” olarak tanırız. O, bizim Rabbimiz olduğu gibi, bütün hayvanlar ve bitkiler âleminin de Rabbidir. Sema, arz, Melek ve cin âlemlerinin, Arşın, kürsinin, cennet ve cehennemin de Rabbidir. Bunları düşündükçe, O’nun marifetinde daha da terakki ederiz.

Rab ismi İlâhî isimlerden sadece birisi. Diğer isimleri ve tecellilerini de aynı şekilde tefekkür ederiz. Allah’ı Rab olarak tanıdığımız gibi, Rezzak, Muhyi (hayat verici), Kerim ve Kadir olarak da tanırız. Böylece marifetimiz daha da artar. Sonra, bütün bu isimlerin İlâhî sıfatlardan geldiğini düşünürüz. Marifetimiz sıfatlar aleminde derinleşir ve genişler. Ve sonunda, bütün bu sıfatların bir tek zata ait olduğunu bilmekle tevhid sahasına girer, Allah’ı hiçbir mahlukuna benzemeyen, bütün sıfatları gibi zatıyla da eşi ve benzeri olmayan tek zat olarak biliriz.

Allah’ın yarattığı eşya üzerinde bilim adamlarının dünya yaratıldığından beri kafa yormaları ve her gün yeni keşiflerde bulunmaları, varlık alemini her geçen gün biraz daha tanımaları gösteriyor ki bu eserlerin tümünü yaratan Allah’ı tanımanın, O’nun marifetinde ilerlemenin sonu yoktur. Peygamber Efendimiz (asm) miraç mucizesinin son durağında, “Ben seni hakkıyla tanıyamadım.” buyurmakla, hem bu sahanın sonsuzluğunu, hem de marifetimizi kesinlikle yeterli görmeyip ömrümüzün sonuna kadar bu yolda ilerlememiz gerektiğini bize ders vermektedir.


Kaynak:Zafer Dergisi(Alaaddin Başar-Eylül/2009,393.Sayı)

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
eskisanat - avatarı
eskisanat
Ziyaretçi
15 Temmuz 2011       Mesaj #2
eskisanat - avatarı
Ziyaretçi
Marifetullah; 'marifet'ül Allah' yani Allah'ın marifeti demektir.
Sponsorlu Bağlantılar
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen nötrino; 15 Temmuz 2014 13:09 Sebep: Mesaj düzeni!
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
18 Nisan 2012       Mesaj #3
Avatarı yok
Yasaklı
Marifetullah

Tasavvuf, nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi ile ruhu pâk ederek lâ­hût âlemine yükselmek yoludur. Ruh o âlemde Hakk’ın vuslatına kavuşur. Yakîn nurunu örten perdelerin açıldığını görür, böylece ruh nefsin kötü arzularından kurtulur ve hakîkat âlemine yükselir. İşte bu âlemde ruhun tattığı lezzet başka hiçbir lezzete benzemez. Bu makam riyazete, mücâhedeye ve zühde kendini vermekle elde edilir. Aslında nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi de insanı aksâ’l-gayeye ulaş­tırmak için bir vesiledir. Mutasavvıflar maddî basiretlerini bağlayan sebepler dediğimiz emrâz-ı bâtıniyyeden kurtulmak için beden riya­zetine ve bu yolda mücahedeye devam ederler. Gölgenin belirmeden önceki aslına dönmesi demek olan fenâ fillah makamına yükselmek ve Allah (c.c)’ya vuslat için benliklerinden kurtulmak isterler.

Evliyaullah hazretleri buyurmuşlardır ki: “Marifet iki kısımdır”:

Âlem-i kebîrin mârifeti
Âlem-i sağîrin mârifeti


Bu babların her biri üçer asla ve asıllar da muhtelif fasıllara ayrı­larak mütalaa edilir. Yaratılış hakîkatlerini mümkün mertebe anlat­maya gayret edeceğiz. Fakat her şeyden evvel şunu arz edelim ki; ta­savvuf hâl ilmidir, kâl ilmi değildir. Tasavvuf özdür, söz değildir. Tasavvuf sîrettir, sûret değildir.

Bu sözleri mârifete bir yakîn hâsıl olsun diye sarf ediyoruz. Zira tekemmül ilme’l-yakîn ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn ile gerçekleşir.

Âlem-i kebîrin mârifeti: Âlem-i kebîr, cevâhir ve arazdan ibârettir. Yani araz ve cevâhirin mecmûuna “âlem” denir. Âlem de iki kısma ayrılır: Âlem-i gayb, âlem-i şuhûd. Ey Hak talibi insan, ey irfanu is­ti­dadı, meal-i idrakine kabiliyetli ve insanlık sıfatına tam müdrik mahluk! Bil ki sen âlem-i kebîrin bir nüsha ve nümunesisin yani sen bir âlem-i sagîrsin, bu âlem-i kebîrde (kainatta) her ne var ise, âlem-i sagîrde (insanda) mukâbili vardır. Ey insanoğlu, sen kendinin evve­lini, ahirini, zahir ve batınını bilmiş ve anlamış olasın. Zira dünyaya gelmekten murad kesb-i kemal seyr-i cemâl içindir. Nefsi tezkiye edip sonra marifetullaha nâil olmaktır. Hadis-i kutsîde: “Nefsini bi­len Rabbini bilir” buyurulur.

Onun içindir ki Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerîm’de:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ

“Cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” [1] buyu­ruyor.

Başka bir hadis-i kutsîde: “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi murad ettim, mahlukatı yarattım”[2] buyurulmuştur.

Hülâsâ her kim kemâl tahsil etmek, kainatı ve içindeki mevcudatı hakkıyla bilip anlamak isterse kendi nefsini bilip anlamaya gayret eylesin. Zira Hakk’ı bilmeye yol buradan gider ve insan için yaratılı­şında ki maksad ve aksâ’l gaye marifetullahdır.

Âlem-i kebîrin evveli bir cevherdir, kezâ âlem-i sagîrin evveli de bir cevherdir. Âlem-i kebîrin evveli olan cevher, âlem-i kebîrin tohu­mudur ve âlem-i sagîrin evveli olan cevher de âlem-i sagîrin tohu­mudur. Yakînen bilmiş olalım ki her iki âlemde ne oldu ve ne ola­caksa ancak bunlar onların tohumlarında mevcuttur. Yani tohum­larda ne varsa âlemde o zâhir oluyor. Misâl: Bir zerdali çekirdeği zümrüt bir toprağa atılsa zirâî terbiyesine dikkat ve ihtimam edilse ancak ondan zerdali ağacı zuhura gelir de başka ağac meydana gel­mez, yani zer­dali tohumundan ceviz ağacı hâsıl olmaz. Zira zerdali tohumunda yalnız zerdali ağacının bütün teferruatı gizlidir. Bu to­humda kendi ağacının bütün fürûu mevcut olmasa idi ağaç meydana gelebilir miydi? Gelemezdi. Şu kadar ki tohumda icmâl idi, ağaçta tafsil oldu. Tohumda bir kuvve idi ağaçta bir fiil oldu. Aslı ne ise seyri o oldu ve başka olmadı.

Âlem-i sagîrin ise cevher-i evveli nutfedir ve her ne ki âlem-i sagîr olan insanda vücuda geldi, zâhir oldu. O nutfede aynen mevcut idi mevcud olmasa vücuda gelir miydi?

Ehl-i Şeriat âlem-i kebîrin cevher-i evveline, yâni tohumuna ruh-ı evvel der. Ehl-i hikmet ise Akl-ı evvel der. Ehl-i vahdet ise, âlem-i kebîrin cevheri evveline sırr-ı evvel der.

Şeriat ehlince âlem-i kebîrin beyânı şöyledir: Mevcûd-i kadîmin evveli ve âhiri yoktur. Mevcûd-i hadis için evvel ve âhir vardır. Bu söz bedîhidir. Zira mevcût, var olan iki halden hâli olamaz. Onun ya evveli olur yahut olmaz. Eğer evveli olmazsa ka­dîm olur. Evveli olursa hadis olur. İşte bu iki mevcûttan mevcûd-i kadîm Allah’tır. İlk mevcût O’dur. Bütün mevcûtların vücuduna sebep olan Hâlık-ı Teâlâdır.

Mevcûd-i hâdise âlem denir. Sonradan zuhura gelmiştir ki mahlukdur. Allah (c.c) yarattığı hiçbir şeye benzemez. Allah âlemden gayridir ve âlem de Allah’tan gayridir. Allah sânidir, âlem masnû­dur. Allah hâlıktır, âlem mahluktur. Allah fâildir, âlem mef’uldur. Allah râzıktır, âlem merzukdur. Allah kemal sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzehdir. Allah muhtardır, istediği vakitte dilediği âlemi vücuda getirir, var eyler ve eğer dilerse yine yok eyler. Bu işi işleyip işlememesinde irade sahibi ancak Allah’tır. Hâlık Teâlâ bu âlemi vücuda getirmeyi murad eyledi. Evvelâ kudret eliyle tabii kanunları buyurdu sonra âlem-i kebîrin cevher-i evveli olan rûh-i evveli halk eyledi. Bu rûh-i evvel tohumdur. Bu tohumda vasat ola­rak zaman ve mekanı yarattı. Tohum eriyip cûşa geldi, zübdesinden âlem-i ervah halk olundu. Kışrından âlem-i ecsam vücut buldu. Âlem-i ervaha âlem-i melekût, âlem-i emir, âlem-i nurânî, âlem-i latif, âlem-i gayb denildiği gibi mütekabilen âlem-i ecsâma; âlem-i halk, âlem-i zulmânî, âlem-i kesif, âlem-i şuhûd denilir.

Âlem-i ervah mertebeleri tohumla beraber ondörtdür. Âlem-i ecsâmın mertebeleri de tohumla beraber ondörtdür.

Ruh, âlem-i ervah ve bunların mertebelerinin beyanı şöyledir: Ruh, latif cevherdir, cismin muharrikidir, taksim ve tecezzi kabul et­mez, âlem-i emirdendir. Belki kendisi bizzat âlem-i emirdir.

Cisim kesif cevherdir; taksim, tecezzi kabul eder; âlem-i halktan­dır. Belki kendisi âlem-i halkdır.

Allahu Teâlâ âlem-i ervahı mertebeler üzere halk etmeyi murad eyledi. Cevhere nazar buyurdu ol zübde-i nûr eriyip cûşa geldi. Sâfî­sinden ilk olarak Fahr-i Kâinat Hz. Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi vesellem Efendimizin ruhunu yarattı. Sonra ulülazim pey­gamberlerin ruhları, sonra rasûllerin, sonra nebîlerin ruhları, sonra velilerin ruhları, sonra ariflerin, sonra zâhidlerin, sonra âbidlerin, sonra müminlerin ruhları, sonra bâtıl dinde olanların, sonra kâfirle­rin, sonra hayvanların, sonra nebatların ruhları halk olundu.

Böylece onüç mertebe üzerine âlem-i ervah tamam oldu. Her bir ruh ile nice bin melâike de halk olunarak âlem-i melekût yaratılmış oldu.

Âlem-i ecsâmın mertebeleri: Rabbü’l-âlemin âlem-i ecsâmı halketmeyi diledi; cevhere nazar buyurdu. Bundan iki âlem zuhura geldi. Nuranî, latîf, öz kısmından âlem-i ervah, zulmânî kesif kısmın­dan âlem-i ecsam meydana geldi. Bu cisimler âlemi de onüç mertebe üzre yaratıldı ve cevherle beraber ondört oldu ki ruhlar âlemindeki mertebelere tekabül etmektedir. Hak Celle ve âlâ cevherin kışrına te­celli buyurarak evvela zübde hülasasından Arş-ı Alâ’yı yarattı. Sonra Kürsî’yi yarattı. Sonra yedinci semâyı yarattı, sonra altıncı se­mâyı, sonra beşinci, sonra dördüncü semâyı, sonra üçüncü, sonra ikinci, sonrada birinci semâyı yarattı. Sonra ateş unsurunu, sonra hava un­surunu, sonra su unsurunu, sonrada toprak unsurunu ya­rattı. Böyle­likle âlem-i ervâhın ve âlem-i ecsâmın müfredâtı toplamı yirmisekiz oldu.

Kur’an Allah’ın kitabıdır, bu kainat da Allah’ın kitabıdır. Kur’an harfleri yirmisekiz hece harfdir, kainât mertebeleri de yirmisekiz mertebedir.

Kur’an-ı Kerîm’in harflerinin ondördü noktasızdır. Ondördü noktalıdır. Kainat mertebelerininde ondördü âlem-i ervâha ait, ondördü âlemi ecsama aittir.


Âlem-i sagîrin mârifeti: Ârifler bilirler ki Kur’an’daki İsm-i Âzam kainatta insana tekabül eder, onun için insan mazhar-ı kül, âlem-i sagîr ve nüsha-i kübrâdır. Mücahede, mükaşefe ve müşahede erbâbı olan arifler kitap yapraklarındaki sahifelerle birlikte kâinatın merte­belerini, mürekkeblerini ve onların hikmet ve tekâbüllerini okurlar. Sahifedeki satırları herkes okuyabilir, fakat kainattaki mertebelere te­kabül ettirerek tam mânâsını anlamak, ancak âriflerin kârıdır. Kainat harflerinin herbirinde nice bin esrâr münderic ve her kelimesinde sa­yısız mânâ mündemicdir. Kur’an harfleri kainat harflerinin bir delili­dir, remzidir. Biri lafız, diğeri mânâdır.Biri şekil,biri ruhtur. Biri ilm-i zâhirle biri ilm-i ledün ile bilinir. Fahri Kainat Efendimiz (s.a.v.) büyük kai­nat kitabını okurdu. Onunla meşguldü. Ancak zahir harflerin ümmîsi idi.

Âlem-i ervâhın mertebelerine tekabül eden âlem-i ecsâmın mer­tebeleri: Âlem-i ervâhın her bir mertebesine, âlem-i ecsâmın merte­belerinden biri tahsis kılındı. Şöyle ki:Arş-ı Âlâ: Menbâ-i feyz-i Hudâ, Hâtemü’l-Enbiyâ aleyhi ekmelüttehâyâ Efendimizin ibâdetgâhı ve halvethânesi oldu.

Kürsî: Ulül-azm peygamberlerin ruhlarının makâmı ve halvethâ­nesi oldu.

Yedinci kat semâ: Rasûllerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.

Altıncı kat semâ: Nebîlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.

Beşinci kat semâ: Velîlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.

Dördüncü kat semâ: Ariflerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.

Üçüncü kat semâ: Zâhidlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.

İkinci kat semâ: Âbidlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.

Birinci kat semâ: Müminlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.

Ateş ve hava unsuru; zındıkların ruhlarına,

Su ve toprak unsuru da; kafirlerin ruhlarına mekân oldu.

Keza hayvanların ve nebâtların cisimleri de, bunlar için makam oldu.

Hülâsâ; kafirler ve zındıklar unsurda ve tabiatta kalmış kimse­ler­dir. Unsurlar makamı ise, esfel-i safilîndir. (En aşağı makam) Aynı zamanda bunlar Vâcibü’l-vücûd hazretlerinin ahsen-i takvim sırrına mazharvemüsemma olarak yarattığı selim tabiatlı insanları Makam-ı Ulyâ’dan, Makam-ı Süflâ’ya indirmeye ve düşürmeye çalı­şırlar.

İnsan Allahu Zülcelâl Hazretleri tarafından teklifât-ı ilâhiyyeye tâbi tutulmuştur. Hiç bir mevcut başı boş olmadığı ve teklifâttan mü­nezzeh bulunmadığı gibi sorumsuzca da kalacak değildir. Ma­kam-ı esfele düşmüş bir kimse bu makamda tevfikât-ı samedâniyye cümle­sinden olarak nefsini ve Rabbini bilirse tekrar makam-ı ulyâya çıka­bilir. Ve bu gibi zevât bu urucda (yükselmede) şeriat ehlince in­sanlar için en yüksek makam diye tarif olunan (Makam-ı Evvellerine) kadar yükselebilirler.

Gayretlerinin azlığı, himmetlerinin kısırlığı ve baha­nelerinin çokluğu ile nice kimseler makam-ı evvellerine kadar çıka­mayıp yolda kalmışlardır. Esasen bu yolda kalma keyfiyyeti ol­masa idi, Hâlık Teâlâ tarafından kitapların inzâli, Rasûllerin irsâlı ve mu­allimlerin talimleriyle, mürşidlerin irşâd-ı hep abes gibi görü­nürdü.

İşte bu minval üzere âlem-i ervâhın ve âlem-i ecsâmın halk olunma­sından sonra da sıra ile mâdeniyat, nebâtât ve hayvânât âlemi yara­tıldı. Bütün bunlardan sonra Hâlık-ı Zülcelâl Adem (a.s) ile Havva validemizi yaratarak nev’i beşeri, sahâ-yı âleme göndermiş oldu. Her insan için yegâne gâye ve vâzife teklifât-ı ilâhiyyeyi kemâl-i itina ile bi-hakkın yerine getirmeye sayü gayret ve cehd ederek ve bu yolda kalmamaya azmü cezmü kasd eyliyerek makam-ı evveline da­hil ve vasıl olmaktır. Acaba yolda kalmamanın çaresi nedir? İnsan, Hâlik Teâlâ’nın vahdâniyyetini Hâtemü’l-Enbiyâ’nın nübüvvetini tasdik edip kendini ve başkalarını aldatmayacak şekilde yasaklardan ictinap ve emirlere intisap ile güzel sıfatlarla muttasıf bulunmalıdır.

Varlık Hakk'ın varlığıdır. Bizim varlığımız Hakk’a nisbetledir, izâfîdir. Biz varlığımızı Hakk’dan alırız. Yıldızların ve ayın ışığı güneşten almaları gibi. Bizi tenvir eden yalnız Hakk’dır, Hakk’ın nu­rudur. Ziyâ-ı ruhumuzu Hüdâ bahşeder, yoksa bizâtihî var değiliz. Hakk’ın varlığı kendinden, halkın varlığı Hâlık’dandır. Bütün kâi­natta tek bir vücut zâhirdir. O da Allah’ın vücududur (varlığıdır). Allah’ın vücûdundan (varlığından) başka hiçbir şeyin hakikî vücûdu yoktur. Eşyanın çokluğunda görünen her şey varlığını tek Hakk’tan alır. Allah bu kâinatın bütün zerrelerine kendi varlığını ve birliğini nakşetmiştir. Bu eşyanın hiçbiri yok iken O “bir” olan zat vardı. Var olan işte hep O zâttır. Ve O‘ndan başka da mevcut yoktur. Şânı mut­lak O’dur. Senin benim varlığım bir hayal ve gölgeden ibarettir. Var sandığın herşeyin aslı yoktur. Aynaya akseden sûretin aslı olma­dığı gibi. Biri vardır ki ezelî ve ebedî olan O’dur. O’ndan başka “var” yoktur. O’da alemlerin Rabbi olan Allah ‘tır.

Bu dünya ve cihan bir varmış bir yokmuş meali arzeder. Yani ezellerin ezelinde bir zat vardı. Ondan başka bir şey yoktu. O Zât’ın bilgisinde, ilminde bu alemin böyle olacağı vardı. Kendi vücudunun nuru ziyâsı ile O zât bu âlemi var eyledi ve bütün mevcutları yoktan var etti meydana çıkardı. O zat yine her anda bütün mevcutları var­lıkla yokluk arasında gezdirerek sanatını kudretini gösterir. Şânı mutlak O’dur. Ezellerin ezelinde yok olan bir şey yine yoktur. İsterse var gibi görünsün. Ezelde var olan zat herşeyi kuşatıcı ve kendisinde helak edici manası ile var olandır. İşte yukarıdan beri andığımız var­lık ALLAH’tır. Başka vücut başka mevcut yoktur. İşte bu mev­cuda bu varlığa iman et. Varlık yalnız O’nundur. Bu varlık mahluka hayy ismi ile tecelli etmiştir, mahlukta hayy ismi ile hayat bulmuş­tur. Ey Mümin! Varlığını kendinden biliyor isen itikadını tashih et. Perdeler açılmadıkça maksud zâhir olup görülmediği gibi, Hakk’ın varlık vü­cudu sana nur bahşetmedikçe sen kendini bulamaz bile­mezsin.

Nu­runu güneşten alan ay gibi sen de hayatını Allah’dan al­dığını unutma! Ey insanoğlu varlığını kendinden bilip mağrur olma! Varlık senin değildir, sen bir hiçsin. Varlık Allah’ındır. Kendine bir göz gezdir. Sana ait dünyalık ne bulacaksın.

Hayat: İn’âm-ı Hakk’tır.

Vücut: Vücud-ı Bâri’dir.

Beden: Binâ-i Sübhanî’dir.

Ruh: Emr-i İlâhî’dir.

Kuvvet: Kudret-i Sübhânî’dir.

Bilgi: İlm-i Alîm’dir.

Mâl: Mülk-i Mâlik’tir.

Güzellik: Bahş-i Yezdân’dır.

Servet: Atây-ı Rahim’dir.

Ahlâk: Kerem-i Kerîm’dir.

Görüyorsun ki elinde bir şey kalmamıştır. Buna senin ilave ede­ceğin yalnız bir sözün var: “Ya Rabbi ben de seninim. İstersen ihya edersin; dilersen imha edersin.”


Allah cihana hayy ismi ile tecelli etti. Cihan feyzyâb oldu neşv-i hayat buldu. İnsan bu hayat benimdir, dedi. Zavallı insan, “kün” emri ile yok olacağını varlık namına bir şeyi kalmayacağını düşün­medi ki. Ne hilkat ve kanunları ne tabiat ve düsturları. Nâle ve hâ­lede, aşk ve meşkte, çiçek ve böcekte, gül ve bülbülde, hey ve neyde, dil ve gönülde aradığın hep O, hep O’nun varlığı, hep O’nun zuhu­rudur, hep Hakk’tır. Tabiat samûttur. Fakat onu dinleyebilirsen dinle. Hilkat sâkittir. Fakat onu okuyabilirsin. Her güzel şeyde O’nun sırrı vardır. Seni cezbeden O’nun sırrı ve O’nun hakîkatidir. Yoksa güzelin kaşı gözü değil. Hak bin yerden tecelli eyler. Kara balçığa et kemik giydirip sonra ona kıymet verip yürüten ve söyleten Allah’ım ete kemiğe gönül adlı ayna verip âşıklarına görünen Allah’ım. Ma­şukları ile dilsiz, sessiz, sözsüz kelimesiz, gönül lisanıyla konuşan Allah’ım sen ne güzelsin.

Hakk tarif edilemez, tarife sığmaz. Vasıflar kelamlar O’nu tasvir edemez. Kitablar, lügatlar O’nu anlatamaz. Onu daima düşünmek, gönülde O’nu taşımak sûreti ile nisbetini sağla. O’na nisbeti artır. Arif olanlar Allah’ı şöyle bilir Allah zât ile herşeyden âri fakat sıfatla­rıyla her şeye sâridir. Allah vücud ile mevcûd, sıfat ile muhît, esmâsı ile mâlum, ef’âl ile zâhir, A’sâr ile meşhuddur. Allah (c.c)’ya böyle iman etmek ne güzeldir. Hülasa: Varlık senin değildir. Hakk’ındır. Feyyaz-ı mutlak O’dur. Varlığa iman et, başını yere koy, aczini bil, ALLAH de! Vesselam.



Kaynak : İslam ve Tasavvuf
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
15 Temmuz 2014       Mesaj #4
Avatarı yok
Yasaklı
Marifet Ehli Olmak

Marifet ehli olmak, bilgi, ilim ve irfan sahibi olmak demektir.Marifetullah, Allahü Teâlâ'nın zatını ve sıfatlarını tanımak demektir. Zatını tanımak, anlaşılamayacağını anlamaktır. Sıfatlarını tanımak, mahlûkların sıfatlarına benzemediğini anlamaktır. Buradaki ma’rifet, Allahü Teâlâ'yı kemal sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh ve yüceliğinden İslamiyet ne bildirmişse öylece bilmektir.

İmam-ı Azam Hazretleri, (Ya Rabbî, sana layık ibadet yapamadım. Fakat, senin akılla anlaşılamayacağını iyi anladım) buyuruyor. Vehhâbîler, inmek, yürümek, oturmak gibi insana mahsus işleri Allahü Teâlâ'ya (C.C.) atfettikleri, yani insanlara benzettikleri için bu marifetten yoksundur.


Kaynak: Dinimizislam
mavisiyah - avatarı
mavisiyah
Ziyaretçi
15 Temmuz 2014       Mesaj #5
mavisiyah - avatarı
Ziyaretçi
Mârifetullah ve İhlâs


“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât/56) “Onlar ancak tevhid üzere dini Allah’a has kılarak kulluk etmekle emrolundular.” (Beyyine/5) “Dikkat edin Allah’a ait olan sadece ihlasla yaşanan dindir.” (Zümer/3) âyetleri, kullardan mârifet ve ihlas istemektedir. Hz. İbn-i Abbas, ilk âyette geçen: “kulluk etsinler” ifadesini, “beni tanısınlar” şeklinde tefsir etmiştir.
İlimlerin en üstünü mârifetullahtır. Mârifetullah, âlemlerin Rabbi olan Allahu Teâlâ’yı zâtı, sıfatları tecellileriyle beşer ölçüsünde tanımaktır. Bu ilme irfan, sahibine de ârif denir. İrfan, Allahu Teâlâ’nın sevdiği kullarına bir lütfudur. Onu temiz kalblere ve güzel fıtratlara hediye eder.
Mârifetullahın sonu muhabbetullahtır. Herkesin bu ilimdeki nasibi farklıdır. Kulun kalbindeki imanı ve Allah sevgisi mârifetullahtan nasibi kadardır. Kul, Yüce Rabbini ne kadar tanırsa o nisbette sever ve o derece imanı kuvvetli olur. Rasûlullah Efendimiz (A.S.): “İçinizde Allah’ı en iyi tanıyanınız benim ve O’ndan en çok korkanınız da benim.” (Buharî) hadisiyle, takvânın ve edebin Allahu Teâlâ’yı tanımaktan kaynaklandığını bildirmiştir. Elbette âlemlerin Rabbini tanıyan sever, seven itaat eder, takvâ dairesine girer. Takvâ, Allah’tan korkmak diye târif edilir. Ancak bu korku sevgiliyi üzme korkusudur. Allah’tan en çok korkanlar, O’nu en fazla seven ve O’nun tarafından sevilen kimselerdir.
Takvâ ve edebin kaynağı mârifetullahtır. Mârifetullah, bütün ilimlerin yerine geçer. Ona sahip olan kimse, her ilmin özünü ve hedefini elde etmiş olur. Diğer ilimler ise mârifetullahın yerine geçemez. Zengin-fakir, erkek-kadın, âmir-memur, evli-bekar bütün mükellefler mârifetullah ilmine muhtaçtır. Çünkü, Rabbini tanımayan kimse O’nu sevemez, Sevemeyen temiz kulluk edemez. Mârifeti az olanın imanı zayıf olur. İmanı zayıf olanın, ibâdeti gevşek olur. Hz. Lokman’ı (A.S.) dinleyelim:
“Yavrum! Güzel bir amel yapmak ancak yakinî iman ile mümkündür. İnsan, ancak yakîni ölçüsünde hayır amel yapabilir. Kişi, yakîni noksanlaşmadıkça amelinde noksanlık yapmaz. Bazen insanın yakîn ile yaptığı az amel, yakîni zayıfken yaptığı çok amelden daha faziletlidir. Kimin yakîni zayıflarsa, önemsiz gördüğü günahlar kendisine hâkim ve gâlib olur.” (El-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb)
Bu iman ve irfanın sonu ihlastır. Kulluğun temeli de bunlardır; meyveleri edebtir. Edeb, Allah’ın razı olduğu şekilde hareket etmektir. Bunun yolu da Hz. Rasûlullah’ın (A.S.) izinden gitmektir.
İhlas, kulun her ibâdetini ilme ve edebe uygun olarak sırf Allah rızâsı için yapmasıdır. Allah katında bir amelin makbul olması için iki şart vardır:
* Amel ilme, yani Kur’an ve sünnete uygun olacak.
* Amel, sırf Allah rızâsı için yapılacak; içine şirk ve riyâ karıştırılmayacak. Kısaca, makbul bir amel yapmak istiyorsak, niyetimizde samimi olacağız, amelimizde Allah Rasûlüne (A.S.) uyacağız.
İhlas ilâhî bir nurdur. Kalbi ve ruhu saran bir şuurdur. Rabbânî bir sırdır. Allahu Teâlâ’nın sevdiği kullarına en güzel hediyesidir. Her hayrı ihlas çeker. Kalpteki şirk, riyâ, kibir ve kendini beğenme gibi hastalıkları ihlas temizler. Şeytanın içine giremediği tek kale ihlastır. Gerçek ihlas sahiplerine şeytan musallat olamaz. Bunu kendisi şöyle itiraf etmiştir: “Yâ Rabbi! Senin yüceliğine yemin olsun ki kullarının hepsini azdıracağım, ancak ihlaslı kulların hariç. Ben onlara bir şey yapamam!” (Sâd/82-83)
Kalpte Allah rızâsı olunca, az amel fayda verir. Efendimiz (A.S.): “İbâdetini ihlasla yap, amelin az da olsa sana yeter.” (Hâkim) hadisiyle, ihlasın fazilet ve kerâmetini beyan etmiştir. Allah rızâsı olmadan yapılan amelin miktarı ne olursa olsun sevap yoktur; sonuç hüsrandır.
Her namazda Fâtiha’da: “Yâ Rabbi! Ancak sana kulluk eder ve sadece senden yardım dileriz” diyen mü’minler, şekil olarak aynı ibâdeti yapmakla birlikte, ihlas konusunda dört gruba ayrılırlar.
Mü’minlerin bir kısmı, bu âyetin hakikatine ulaşmış gerçek ihlas sahipleridir. Onların Allah’a karşı ihlasları tam, Hz. Rasûlullah’a (A.S.) ittibaları mükemmeldir. Onların bütün amelleri sadece Allah rızâsı içindir. Konuşunca Allah için konuşurlar, birisine bir şey verdiklerinde Allah rızâsı için verirler. Bir şeyi vermeseler, Allah rızâsı için vermezler. Sevdiklerini Allah için severler. Kızsalar, Allah rızâsı için kızarlar. Gizli ve açık ne yapsalar bütün işleri sadece Allah rızâsı içindir. Onlar, yaptıkları amellerine karşılık olarak insanlardan bir ücret istemezler. İnsanlardan bir teşekkür, övgü ve sevgi beklemezler. Kınanmaktan korkmazlar. Onlar, bütün insanları zararı ve faydası olmayan ölü gibi görürler.
Gönüllerini sadece Rabbülâlemine verirler. Her ne isterlerse O’ndan beklerler. Ona tam itimad ederler. Hallerini sâdece O’nun bilmesiyle yetinirler. Ve O’nun sevgisi onlara yeter.
Bu sınıfa girenlerde öyle güzel haller mevcuttur ki insanı hayrette bırakır. Bir iki örnek verelim:
Hz. Hüseyin’in (R.A.) oğlu Ali Zeynelâbidin (Rh.A.) öyle gizli hayır yapardı ki, hayra ulaşan kimseler kime teşekkür edeceğini bilemezdi. Medine’de yüz civarında fakire uzun süre gıda yardımı yapmış, fakat kimse farkına varamamıştır. Tâ vefat edene kadar. Vefat edince gıdalar kesilmiş, durum anlaşılmıştır.
Öyle ihlas sâhipleri vardır ki, gece boyunca Allah muhabbetinden akıttığı göz yaşlarını aynı yastığı paylaştığı hanımı fark edememiştir.
Bazı muhlisler de, sabaha kadar ibâdet ve taatla meşgul olur, geceyi göz yaşıyla geçirir; fakat halkın arasına çıkarken hâli anlaşılmasın diye gözüne sürme çeker, herkese tebessüm eder. Her muhlisin Allahu Teâlâ’nın hoşuna gidecek özel ve güzel bir hâli mevcuttur.
Diğer bir grubun niyeti Allah rızâsıdır, gerçekten ihlaslıdır ancak ameli ilme, hâli Sünnete uymamaktadır. Bu duruma daha çok câhil kimseler düşmektedir. Bu gruptakiler, bozuk işleri iyi niyetle yapmaya kalkarlar, bid’atlara Sünnet diye sarılırlar, bazen farzı ihmal eder nafile ile uğraşırlar. Eğer bu kimseler, kendi başlarına kalsalar, şeytanın maskarası, müslümanların yüz karası olurlar. Bu kimseler için en emniyetlisi kâmil bir mürşid ve Rabbânî bir âlime tâbi olmaktır. Bütün amel ve edebine uyarlarsa büyük bir tehlikeden kurtulmuş olurlar.
Bir grup müslüman da vardır ki, ameli zâhiren dinin edebine uyar, ancak niyeti Allah rızâsı değildir. Bir kimsenin ameli var, ihlası yoksa Allah’tan alacağı bir sevap da yoktur. Fakat, Allah için yapılacak bir ameli basit hevâ ve dünya için yaptığından büyük bir vebâli ve ağır bir hesâbı vardır.
Bir başka grup daha var ki, onların ne ihlası ne de dine uygun bir ameli vardır. Onlar dindar gözükürler, fakat her halleriyle dini zedeler, dindarları üzerler. Bu hâl, bütünüyle hüsrandır. Bu durumda ne yapılsa zarardır. Dini bozan, insanları haktan sapıtan bu gruptur. Böyle bir gidişattan tevbe etmek farzdır.
Söylenecek tek şey şudur: Allah Teâla hiç kimsenin övgüsüne, sevgisine ve ameline muhtaç değildir. Her amel, sahibine döner. Niyeti Allah rızâsı olanlar, bunu isbat etmek için Allah’ın râzı olduğu amellere sarılmak zorundadır. Niyeti Allah rızâsı olmayan kimse, ne yapsa zarardadır. Tâ tevbe edene kadar… Kalbiyle doğru söyleyeni Allahu Teâlâ tasdik eder. Şu örnek herkes için bir ölçü ve uyarıdır:
Şeddâd b. el-Hâd (R.A.) anlatıyor:
A’râbîlerden bir adam Rasûlullah’a (A.S.) geldi. İman edip ona tâbî oldu. Sonra Rasûlullah’a (A.S.): “Sizinle hicret etmek istiyorum!” dedi. Efendimiz de (A.S.) onu Ashabdan birisine havâle ve emânet etti. Daha sonraları bir savaş oldu. Rasûlullah (A.S.) bu savaşta bir miktar ganîmet ele geçirdi ve onu savaşa katılanlar arasında taksim etti. Bir miktar da ona ayırdı ve payını kendisine vermesi için Ashabdan birisine teslim etti. Çünkü o, askerin gerisinden geliyor, yolda düşen ve kalanları gözetiyordu. Orduya yetişince ganîmet payını kendisine verdiler.
“Bu nedir?” diye sordu. Oradakiler:
“Ganîmet payı, Rasûlullah (A.S.) senin için ayırdı!” dediler. Adam payını eline alarak Rasûlullah’a (A.S.) geldi ve:
“Bu nedir, yâ Rasûlallah?” diye sordu. Efendimiz (A.S.):
“Senin için ayırdım!” buyurdu. Adam:
“Ben sana böyle dünya malı için imân edip tâbî olmadım. Fakat ben sadece seninle cihâd ederken şu boğazıma bir ok atılıp saplansın ve öylece ölüp Cennet’e gideyim diye tâbî oldum!” dedi. Rasûlullah (A.S.) da:
“Eğer Allah’a karşı (bu niyetinde) sâdıksan, O seni tasdîk eder, yalancı çıkarmaz.” buyurdu. Biraz sonra, düşmanla tekrar savaşa girildi. Savaştan sonra adam elde taşınarak Rasûlullah’a (A.S.) getirildi. Hakîkaten tam işâret ettiği yerinden boğazına bir ok saplanmış ve şehîd düşmüştü. Rasûlullah (A.S.) onu görünce:
“Bu o adam mıdır?” diye sordu:
“Evet” dediler. Efendimiz (A.S.):
“Allah’a karşı sâdık oldu, Allah da onu doğru çıkardı!” buyurdu. Sonra onu kendi cübbesiyle kefenledi, ön tarafa koydu, üzerine namaz kıldı. Namaz kılarken duâ esnasında şu niyâzı işitiliyordu:
“Allahım! Bu senin kulundur. Senin yolunda hicret edip, şehid oldu. Ben de bunun şâhidiyim.” (Nesâî)
Ârifler, ihlasın kerâmetini kısaca şöyle açıklıyorlar: “Sen kalbinde Allah rızâsını tut, Allah senin her işini güzel eder ve her şeyde sana yeter.”

SEMERKAND...

Benzer Konular

17 Ocak 2008 / Misafir Müslümanlık/İslamiyet
31 Mayıs 2011 / DreamLiKe Müslümanlık/İslamiyet
7 Ocak 2016 / MelancholiscH X-Sözlük
11 Ocak 2011 / rsrsrs Soru-Cevap