Arama

İslam Felsefesi - Sayfa 2

Güncelleme: 30 Temmuz 2012 Gösterim: 29.843 Cevap: 17
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
23 Nisan 2006       Mesaj #11
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Temelde özü itibariyle dogmatik olan din ile felsefenin beraber nasıl değerlendirilebileceği tartışmalı olsa bile, İslam dünyasında felsefe orta çağ batı dünyasından çok daha müsamahalı karşılanmıştır. Bunun bir nedeni İslam dininin temel esaslar dışında ferdi düşünceye serbestlik tanıması, imani esasları alenen zedelememek şartıyla düşünceye verdiği özgürlük, diğer bir nedeni de akli ilimlerin gerek siyasi otoriteler gerekse dini otoriteler tarafından sürekli desteklenmiş olmasıdır.

Sponsorlu Bağlantılar
Islami Felsefe

İnsanlık tarihi boyunca felsefenin konusu olan insanın kendisini, başkaları ve kainatla olan münasebetini, ve tabiat üstü güçlerin varlığı/yokluğu ve onlarla alakasını İslamın temel esaslarını zedelemeden, yahut onlardan yola çıkarak akli delillere dayalı ve sistemli bir şekilde yorumlama ve izah etme temelinde gelişmiş İslam ilimlerine Islami felsefe denebilir. İslami felsefe tarihi süreç içerisinde pek çok dal ve okullara ayrılmıştır.
İslam dininin itikadi esaslarının akli deliller esas alınarak incelenmesi, değerlendirilmesi ve izahi Islami felsefenin onemli bir ruknunu olusturur ki bunun sistemli hale getirilmis haline ilm-i kelam denilmektedir.
Itikada ait meselelerin akil perspektifinde degerlendirilmesinde zamanla farkli okullar olusmustur. Bunlara itikadi mexhepler denilmektedir. Baslicalari:
  • Selefiyye
  • Maturudiyye
  • Esariyye
olarak siralanabilir.
İslam Felsefesinde daha çok tasavvufi konuların ele alındığı ve değerlendirildiği saha, yer yer tasavvuf felsefesi olarak isimlendirilmişse de, tasavvufun tanımı gereği bu tabirin genel kabul gördüğü söylenemez


Islam Dunyasinda Gelisen Felsefi Akimlar

Islamiyetin Hicri 1. asirda hizla gelismesi ve yayilmasi ile birlikte onceden muslumanlarin yabanci oldugu kulturlerle temasi siklasmistir. Islamiyet'in akla verdigi onem ve serbesti, bu yeni kulturlerde mevcut felfesi birikimin tercumeler vasitasiyle hizla musluman ilim adamlari arasinda yayginlasmasini da beraberinde getirmistir. Henuz sistematik felsefe kulturu gelismemis olan musluman araplarin Yunan felsefesi ile bu ilk tanisikliklari daha ziyade edilgen nitelikte ve etkilenme seklinde olmustur denebilir.
Her ne kadar, farkli bir kulturde yeni gelisen bu felsefenin içerdiği ekoller İslami temel esaslardan uzaklaşmamaya çalışmış olsalarda, Yunan felsefesi etkili olmus ve itikadi esaslarla çelişen çeşitli ekoller ortaya cikmistir. Bunlarin arasinda, ateizm temelinde kurulmuş maddeci Dehriyyûn ekolü (ki en önemli filozofu İbn Ravendi (ö. 910) dir), Islami esaslardan ne kadar ulazkasildigina bir ornek olarak gosterilebilir.
Daha sonra genel olarak felsefe ekolü ile kelam ekolü arasında çok büyük görüş ayrılıkları çıkmış ve İslami ilimlerde felsefeden ayrı bir yere sahip olmuştur. İtikadi konularda felsefe ekolü ile kelam ekolü arasında görüş ayrılıkları mevcuttur. Her ne kadar bu iki farklı grubun düşünceleri diğer grup ve mezheplere oranla daha akli bir bazda olsa da, kelam felsefeye oranla klasik dini itikada ve nakile daha yakındır. İslam filozofları ve felsefi ekoller ise itikadi konularda daha çok aklı baz alırlar ve akıl ile naklin çeliştiği yerlerde aklı tercih eder, çoğu kez nakli tevil ederler.
Islam dunyasinda ortaya cikan felsefi yaklaşımlar ve pek cok hususiyetleri ve ozellikle dine bakışlari açısından farklılık arzederler. Başlıcaları:
  • Tabiat felsefesi
    • Tabiiyyun (Naturalistler)
    • Dehriyyûn (Maddeciler)
    • Bâtınîlik
  • Meşşâîlik
  • İşrakîlik
ve felsefi bir tabanda olsa da felsefi ekolden bağımsız olan kelâm.
İslam Felsefesi tarihinde ekol kurmamış ve bir ekole de bağlanmamış birçok önemli filozof ve felsefe vardır, buna İbn Haldun ve onun tarih felsefesini örnek olarak verebiliriz.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
23 Nisan 2006       Mesaj #12
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
___Eş'arî; "Allah Teâlâ, bir sebeb ve maksattan dolayı fiillerini işlemez (Allah'ın fiilleri, maksat, gaye ve illetlerle muallel değildir). Yani, Cenab-ı Hak bir şeyi sebeb, maslahat ve gayesiz olarak işler de; bir sebebe müstenid ve bir maslahata mebni işlemez. Çünkü o işlediğinden sorumlu tutulmaz. Ayetlerde geçen Allah'ın hikmetini de ilim ve iradesine irca eder.

Sponsorlu Bağlantılar
Matüridi'ye göre, Allah kendisine hakim (hikmet sahibi) diyor. O halde O'nun hikmet sıfatı da vardır. Allah boş ve abes işlerden münezzehtir. Her işinde hikmet vardır. Yüce Allah, gerek teklifi hükümlerinde, gerekse yarattığı işlerinde bir zorlayan ve vacip kılan olmaksızın bu hikmeti murat etmiş ve kasdetmiştir. Çünkü O muhtar, serbestçe dileyen ve dilediğini işleyendir. Mutezile'nin dediği gibi, kullarının mesalihine riayet etmesi O'na vacip olmaz. Çünkü, vücub ve gerekli olma, iradeye aykırı olur ve başkasının O'nda hakkının olduğunu hatırlatır ve O'nun yaptığı şeylerden sorumlu olmasını gerektirir. Allah yaptığından sorumlu değildir.

___ Matüridiler, Allah'ın tekvin (halk) sıfatını, kudret sıfatından başka ezeli ve hakiki sıfat kabul ederler. Çünkü Allah, Kur'an'da kendisini halık (yaratıcı) olarak vasıflandırmıştır. Allah eşyayı kudret sıfatıyla değil, tekvin sıfatıyla yaratır, derler.

Eş'arîler ise, tekvin sıfatını, Allah'ın kudret sıfatının yaratacağı şeylere hadis olan bir taallûku olarak kabul ederler.

Görülüyor ki Matüridi'ler nakle bağlı kalmışlar ve bu başlılıktan taviz vermeksizin, nassların özüne uygun akli açıklamalarda bulunmuşlardır. İzmirli İsmail Hakkı'nın "Yeni ilm-i Kelâm" isimli eserinde Eş'ariyye ile Matüridiyye arasındaki farkları belirtirken; "Eş'ariyye indinde, tevbe-i ye's (bir kimsenin ölüm esnasında ilâhi azabı görürken tövbekâr olup iman etmesi) makbul değildir; Matüridiyye'ye göre ise makbuldür" (Yeni İlm-i Kelâm, I, 115) demesi tamamen yanlıştır. Çünkü Matüridilere göre de tevbe-i ye's asla makbul değildir.

Matüridî, Te'vilâtında; Ebul-Mu'in en-Nesefi, et-Tabsira' adlı eserin de tevbe-i ye'sin makbul olmayışının sebeplerini açıklarlar: "Çünkü bu iman korku ve azabı gidermek için inanmadır; çalışma ile erişilen iman değildir ki onun (ölenin) inanması ictihad (emek ve gayret ile husule gelen iman olsun..." (Te'vilat li-Ebi Mansur el-Matüridî, Kayseri Raşid Ef. Kütüphanesi No: 47 vr. 1829).

"Bir kimsenin ye's halinde veya ahirette azabı görürken iman etmesi geçersiz ve faydasız olur... (Tabsıratül-Edille, Raşid Ef. Küt. No: 496, vr. 86).

Tevbe-i ye'sin makbul olmayacağı hakkında Kötülükleri işleyip dururken ölüm bunlardan birine geldiği zaman şimdi tevbe ettim, diyenlerin tevbesi yoktur... " (en-Nisa, 4/18) Azabımızı gördükleri vakit iman etmeleri kendilerine fayda verecek değildir" (el-Mü'min, 40/85) gibi âyetler vardır. Matüridîler ayetlerin zahirine aykırı düşecek görüşlerde bulunmazlar.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Nisan 2006       Mesaj #13
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
baslik


Günümüzde insanların büyük bir bölümü, dünya üzerinde yaşanan kavgalardan, çekişmelerden ve bencilliklerden uzaklaşmanın, huzur, güven ve barış içinde bir hayat sürmenin yollarını aramaktadır.
Bu arayış içindeki bazı kişiler özledikleri huzur ve mutluluğu, Hinduizm ve Budizm gibi dinlerde bulabileceklerini zannederler. Doğu dinlerinin gizemli ve mistik havası, meditasyon benzeri uygulamaları ve bu dinlere mensup olan kişilerin genel görünüm ve üsluplarındaki farklılık, bazı kişilerin bu dinlerden etkilenmelerine neden olmaktadır. Ancak bu dinlerin akıl ve mantıkla çelişen birçok düşünce ve uygulamaları bulunmaktadır.
Son zamanlarda ülkemizde de gündeme gelen Karma inancı, bu batıl dinlerin önemli bir özelliğidir. Karma felsefesi, insanları bazı olumlu ahlaki özelliklere özendirmektedir ancak bunun yanında birçok sapkın ve batıl inancı da içermektedir. Karma'nın temelini oluşturan bu batıl inançların insanlar için bir kurtuluş yolu olması, insanlara mutlak bir huzur ve güven getirmesi ise kesinlikle mümkün değildir. Tam aksine bu inançlar insanı daha karmaşık bir ruh haline, çarpık bir bakış açısına ve yanlış uygulamalara yöneltmektedir. Elinizdeki kitapta bu yanlış uygulama ve fikirler ele alınmaktadır.
En başta şunu hatırlatmakta yarar vardır: Dünya üzerinde gerçek mutluluğu ve huzuru bulmanın yolu, kainatın tek hakimi olan Rabbimizin tüm insanlar için seçip beğendiği İslam Dini ve İslam Dini'nin kaynağı olan Kuran'dır. Kuran, Allah'-ın bildirdiği gibi, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkartabilecek ve insanların kurtuluşuna vesile olabilecek tek Kitap'tır. Allah bu gerçeği Kuran ayetlerinde şöyle bildirmiştir:
... Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 15-16)
Bu kitapta Karma felsefesinin Kuran ile mutabık olan güzel ahlaka ait bazı özelliklerinin yanında, Kuran'a, insan aklına ve vicdanına aykırı olan sapkın yönleri açıklanmakta, Karma ve benzeri inançlara uymanın ve onlar doğrultusunda yaşamanın mantıksızlığı, delilleriyle ele alınmaktadır.


karma icindekiler1

Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
24 Nisan 2006       Mesaj #14
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
İslâm tarihinde akaidi açıklayan itikadî mezhebler başlıca dörttür. Bunlar, Resulullah'ın ve Ashab-ı kirâmın akâidine ve üzerinde bulundukları yola yakınlıkları itibarıyla şöyle sıralanırlar:

a) Ehl-i Sünneti hassa denilen Selefiyye: Bunlar nassların zahirine bağlılığı ve teslimiyeti prensip edinmişlerdir. Kur'an'da bildirilen iman esaslarını akılla fazla irdeleyip kurcalamadan iman ederler.

b) Eş'ariyye: Nassları esas olarak alıp akli delillerle bunları desteklerler.

c) Matüridiyye: Bunlar da Eş'ariyye gibi kelâm metodunu kabul ederler. Kur'an ve sahih sünnette bildirilen akaidi daha fazla aklî ve kuvvetli delillerle desteklerler.

d) Mutezile: Bunlar aklı esas alıp nakil ile bunu desteklemeye çalışırlardı. Bazı araştırıcılar, akla bu kadar önem verdiği için Matüridiyye, Selefiyye'den daha çok Mutezile'ye yakındır demişlerdir. Dikdörtgen şeklinde bir alanın ucunda Selefiyye yani Ehl-i hadis; öteki ucunda Mutezile bulunur. Alanın Mutezileye bitişik 1/4'ünde Matüridiyye; Muhaddislerin yanında Eş'ariyye mevcuttur, demişlerdir.

Matüridî, nassların yardımıyla akli istidlalin gerekli oluşu prensibini tefsirinde de uygulamıştır. O "Tevilatü'l-Kur'an"isimli eserinde müteşabihleri muhkem ayetlere hamletmektedir. Yol bulabildiği vakitte Kur'an'ı Kur'an ile tefsir etmektedir. Çünkü Kur'an'ın bir kısmı diğer bir kısmıyla çelişmez. Eğer o (Kur'an) Allah'tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan bir çok şeyler bulurlardı" (en-Nisa, 4/82). Matüridî, müteşâbih ayeti, dayanacağı bir muhkem ayet veya kat'i bir delil bulamazsa te'vil etmekten kaçar. Müteşabih ayetleri te'vil hususunda takib edilen bu metodu Eş'ari de kullanmıştır. Ancak Eş'ariyye ve Matüridiyye kelamcılarının müteahhirini, halk yanlış yorumlayarak teşbihe düşmesinler diye müteşabih ayetleri te'vil etmişlerdir. Bu te'villerinde bu ayetlerin kesin anlamı olmadığını, ihtimal dairesi içinde olduğunu belirtmişlerdir.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #15
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir din ve inanç olan İslam, sadece aklı ve akla dayalı bir bilgi teorisini esas alan felsefeyle nasıl bir münasebet içinde düşünülebilir? Kurulabilecek herhangi bir münasebetin salt tabiatlarının muhtemel uyumsuzluğu dolayısıyla ciddi sorunları olacağı açıktır. Vahyi sorgulamadan kabul etmeyi öngören, inandığından asla kuşkulanmadan inanmanın üstün tutulduğu bir dünya görüşüyle, aklı kullanmanın, gerekirse vahy diye sunulan bir metnin içeriğini bile akla dayanarak sorgulamaya kadar uzanan kuşkucu bir anlayışın uzlaşmalarının zor olacağı açıktır. Buna rağmen İslam tarihi boyunca bir İslam Felsefenin hep varolagelmiş olduğunu biliyoruz. Peki bu felsefe ne kadar İslami sayılabilir? Ayrıca bir İslam felsefesi ne kadar mümkündür? Gerçekten de, tarih boyunca oluşmuş bulunan bir çeşit bilgi birikimine İslam Felsefesi demek mümkün müdür? Bir İslam felsefesi varsa bu eklektik bir felsefe midir yoksa bunu bir bir özgünlüğü olma ihtimali var mıdır?

Sorular eşliğinde Ahmet Arslan, İslam'da felsefi düşüncenin ve dini düşüncenin kötürümleşme tarihlerine kendine özgü üslubuyla aktarıyor. İbn Sina'dan İbn Rüşd ve Gazzali'ye, Aristoteles'ten İbn Haldun'a, Kemal Paşazade'den Tasavvuf felsefesine kadar, İslam felsefesinin bir çok önemli uğrağını odağa alan Arslan, İslam felsefenin geçmişten bugüne hikayesini aktararak geleceğe ilişkin yönelimlerini saptamaya çalışıyor. Çağdaş bir Müslüman düşünürün ve filozofun nasıl olması gerektiğine dair öneriler sunuyor. Elinizdeki eser, bir felsefe tarihi olmak iddisaıyla kaleme alınmamış olmakla birlikte İslam felsefesini önemli sorunlarını tarihsel ve sosyal boyutlarıyla irdeleyen makalelerden oluşuyor. İbn Haldun, İslam Felsefesi ve daha bir çok kitabın yazarı olan Arslan, felsefe konusundaki bilinen yetkinliğini hissettirdiği bu kitabında, İslam felsefesinin zengin dünyasına heyecan verici bir seyahete çağırıyor.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #16
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
İSLÂM FELSEFESİ

Umumî manada ve ikibinbeşyüz yıllık bir tarihe sahip bulunan "felsefe" teriminin ifade ettiği anlam içinde "İslâm felsefesi" tabiri, miladi VIII-XII. yüzyılları kapsar. Beşyüz yılı aşkın bir süreyle kurulup gelişmiş olan bir düşünce tarihinin üçte birlik bir bölümünü içine alan bu dönemdeki felsefe hareketi, kendi öz fikri kaynaklarının yanında, kısmen Hint-İran ve esas olarak da antik dönem Grek (Yunan) tesiriyle kurulup gelişmiş olan felsefi düşünce ve araştırmaları içine alır. Buna, çağının düşünce ve ilim anlayışına uygun olarak kâinatın (evren) bütünü hakkında bir anlayışı ortaya koymak gibi bir özelliği de ilave etmelidir. Bu özellikleriyle İslâm felsefesi; genel felsefe tarihi içinde Batı ortaçağ felsefesini etkileyerek, sözü edilen antik çağ ve Helenistik felsefe ile Rönesans, yeni çağ ve modern Avrupa felsefe hareketleri arasında bir köprü vazifesi yapmış ve böylelikle insanlık düşüncesi tarihindeki önemli yerini almıştır. Bu sebeple İslam felsefesini bir kere olmuş bitmiş bir düşünce hareketi olarak değil de onu öncesi ve sonrası ile birlikte, yani etkilendiği ve etkilediği düşünce dünyaları ile birlikte görüp tanımaya çalışmak gerektiği ortadadır.

Bu nedenlerle, İslâm felsefesi sadece Doğu düşünceleri ile Batı düşüncelerini biraraya getirip uzlaştıran (eklektik) bir düşünceden ibaret olmayıp; kendi şartlarının, değerlerinin, iç ve dış kaynaklarının orjinal özelliklerini de kendinde taşır. Zira, İslâm felsefesi kendinden önceki felsefelerin basit bir devamı değildir; çeviri (tercüme) ve geniş açıklama (şerhler) ve yorumlara ek olarak, kendine ait orijinal düşünürlere ve eserlere sahiptir. Diğer yandan, İslâm felsefesi ifadesini sâdece felsefe ile ve felâsife (filozoflar) denen düşünürlerle sınırlandırmanın doğru olmadığı da ortadadır. Onlara, ekol sahibi durumunda bulunan büyük kelamcıları, sûfileri ve hatta büyük hukukçuları (fukaha) da katmak gerektiği düşünülürse, İslâm Felsefesinin değeri ve önemi daha açık bir şekilde anlaşılmış olur.

İslâm felsefesinin içine aldığı saha yani onun sınırlarının nereye kadar uzandığı konusu tam açıklıkla ve kesin bir şekilde ortaya konmuş değildir. İslâm felsefesi de yemini bazıları sadece filozofların ele aldığı problemlerle sınırlandırmayıp, kelâmcılar ve sûfileri de bu ifadenin içinde göstermek gerektiğini ileri sürerken; bazı felsefe tarihçileri de onu antik Yunan felsefesi geleneğini ve bu felsefenin İslâm felsefesine yaptığı etkilerini gözönüne alarak Eflatun (Platon) (M.Ö. 427-347), Aristoteles (M.Ö. 384-322). Helenistik felsefe ve Platinos ile Kindî, Farabî, İbn Sina ve İbn Rüşd'ün felsefe çalışmalarına hasredip, dörtyüz yıllık bir dönem ile sınırlandırmanın gerektiğini söylemişlerdir. Diğer bir yaklaşıma göre ise, yukarıda sözü edilen iki görüşe fıkıh usûlünü (hukuk metodolojisi) de ilave etmek gerektiği ortaya çıkmaktadır. Ayrıca çok yaygın olmamakla beraber, problemlerinin ortak ve tartışmalarının devamlılığı sebebiyle, felsefe ile kelâm ilmini; keza bir yönü ile filozof, diğer yönü ile mutasavvıf olan büyük düşünürleri göz önünde tutarak, felsefe ile tasavvuf ekollerini birlikte mütalaa edenler de olmuştur.

Başka bir açıdan bakıldığında İslâm felsefesinin, yeni çağ ve modern düşünce akımlarıyla zaman zaman yapılan mukayeselerinin de gösterdiği gibi, o, adı geçen felsefeler için bir kaynaklık görevi de yapmış bulunmaktadır. Aynı şekilde, Batı ortaçağ felsefesi genel yapısı içinde bir din savunması ve propagandası özelliği gösterirken, kendine özgü özellikleri sebebiyle İslâm felsefesi, çok yönlü verimlilik ve çeşitlilik ortaya koyar. Çünkü İslâm felsefesi yalnız ilahiyat (teoloji) konu ve meselelerine münhasır kalmayıp; diğer dini, beşeri izah ve yorumlar ile sıkı ilgi ve kaynaşma içine girmiştir. Nitekim İslâm dünyasında felsefi düşünce hareketinin XIII. yüzyıldan itibaren duraklamasıyla birlikte, başka düşünce hareketlerinde de beliren ağırlaşma ve bu durumun olumsuz neticelerinin daha sonra devam edip gitmiş olması, bu değerlendirmeyi doğrular mahiyettedir.

İslâm'a ait her türlü düşünce gibi, İslâm felsefesi de, İslâm dinini kabul etmiş olan milletlerin oluşumunda her birinin çeşitli oranlarda payı bulunan ortak bir ürünüdür. Meselâ; Araplar, Türkler ve İranlılar bu ortaklıkta önemli role sahiptirler. Ayrıca; özellikle çeviriler (tercüme) döneminde olmak üzere, Süryanîler ve İbrâniler de İslâm felsefesinde katkı sahibidirler. Kuruluş ve gelişme dönemlerinde, yani zaman olarak miladî VIII ile XII, hicrî II-VI. yüzyıllar arasında ve coğrafî olarak da doğuda Türkistan'dan batıda Endülüs'e (İspanya) kadar uzanan geniş bir coğrafya İslâm felsefesinin oluşturulup geliştirilmesinde, yukarıda ifade etmeye çalışıldığı gibi, çok çeşitli milletlerden düşünür ve mütercimler rol almışsa da, İslâm felsefesinin ifade dili çok büyük ölçüde Arapça olmuştur. Bu sebeple İslâm dünyasındaki söz konusu felsefe hareketine yüzyılımızda Arapların benimseyip ısrarla savunmaya çalıştığı şekilde- "Arap felsefesi" adı verilmek istendiği gibi, İslâm dininin iki kaynağı Kur'an-ı kerîm ve hadisler dikkate alınarak "müslüman felsefesi"; keza " İslâmiyet'te felsefe", " İslâm dünyasının felsefesi" gibi isimler verilmeye de çalışılmıştır. Ancak, bütün bunlarla birlikte, söz konusu düşünce hareketinin kaynağı, yayıldığı geniş alan, oluşumunda önemli paylara sahip olan çeşitli milletler ve nihayet onun esas ruhu ve mahiyeti gözönüne alındığında "İslâm felsefesi" ifadesinin en uygun bir isim olacağı açıktır.
fiv - avatarı
fiv
Ziyaretçi
10 Mart 2009       Mesaj #17
fiv - avatarı
Ziyaretçi
allah
Mavi Peri - avatarı
Mavi Peri
Ziyaretçi
30 Temmuz 2012       Mesaj #18
Mavi Peri - avatarı
Ziyaretçi
İslam Felsefesi

Konusunu ve kaynağını İslâm dininin temel ilkelerinden alan felsefe. Genellikle kavramcı nitelik taşıyan İslâm felsefesi, duyu verileri yerine akıl ilkelerine ve mantık kurallarına dayanır; içinde yaşanılan dünya yerine, ölümden sonraki dünya ile ilgilenir. İşlediği konuları Kuran'dan, hadislerden, İslâm dininin ortaya koyduğu düşünce varlıklarından seçer. Gerçek amacı felsefeyle özellikle Platon ve Aristoteles felsefesiyle din ilkelerini uzlaştırmak ve dinsel inançlarla akıl arasındaki bağdaşmazlığı din lehine gidermektir. İslâm felsefesinin konuları, en yüce varlık olan Allah'tan başlayarak sırayla yaratılış, ruh ve insan davranışlarına kadar birdizi içinde yer alır. Varlık, Allah ile başlar. Allah'ın "zatı" (özü) bilinmez, insanın akıl gücü, bilgisi ve kavrama yeteneği onun özüne erişemez. Bunun için felsefenin konusu da Allah'ın "zatı" değil, nitelikleri ya da evrendeki varlıklara yine onun iradesiyle yansımış görüntüleri olabilir. Allah'ın bu nitelikleri üzerinde de yalnızca düşünülebilir, ne olduğu, nasıl ve neden böyle olduğu açıklanamaz. Bilinebilecek olan, Allah'ın hiçbir varlık yokken var olduğu (Kadım); başlangıcı ve sonu (Edebî ve Ezelî), hiçbir eksiği-noksanı olmadığı (Kâmil); her şeyi görüp (Basir), her şeyi işittiği (Semi) ve her şeyi bildiğidir (Alim). Allah doğmamış ve doğurmamıştır, fakat yaratıcıdır (Hâlik), evren ve evrendeki bütün varlıklar (mevcudat) hep onun yaratığıdır (mahlûk). Allah evreni ihtiyacı olduğu için, varlığın belirmesi için yaratmıştır. Evren ve varlıkların var oluşu (yaratılış) konusundaki tezleri bakımından İslâm Felsefesi üç ana görüşte toplanır: Yaratma eylemi, başlangıcında Allah'ın tek buyruğuyla bir defada olup tamamlanmıştır, bir daha yinelenmez. Başka bir görüşe göreyse yaratma eylemi süreklidir. Allah'ın iradesine göre her oluş yeniden yaratılmaktadır. Üçüncü görüşe göre evreni Allah kendisinden sonra yaratmış değildir, evren kendisiyle birlikte vardır ve kendisi gibi "Kadim"dir (eski). Yaratılmış gibi görünmesi, her oluşun Allah'ın koyduğu özel kurallara göre öteki oluşlardan bağımsız olarak ortaya çıkmasıdır. İslâm felsefesinin temel konularından biri de "ruh"tur. Ruh bedende bağımsız olarak vardır; bedenden önce yaratılıp, sonradan yaratılan bedene üflenmiştir. Beden ölür, ruh bedenden ayrılıp ölümsüz yaşamına döner. Ruhun da özü bilinmez, görüntüleri üzerinde durulabilir. İnsan, ruhu ve bedeni ile yaratıcısının değişmez iradesine (iradei külliye) bağlıdır. Yaygın görüşe göre bu büyük iradeye bağlı bir de kendi iradesi (iradei cüziye) bulunduğundan insan, yaptıklarından sorumludur. Başka bir görüşe göre ise insan, kaderi yaratılışında belirlendiği, ne yapsa bu yazgıyı değiştiremeyeceği ve her yaptığı Allah'ın iradesine bağlı olduğu için, yaptıklarından sorumlu değildir. İnsanın ruhu ile ölümsüzlüğe, bedeni ile de ölümlülüğe bağlı olması, onun bu ikisi arasındaki bağıntıyı kavramasını gerektirir. Bunu da akıl ve bilgi yoluyla sağlar. Bilginin kaynağı akıldır. Akıl, insanda bir İlahi bağıştır, Tanrısal bir varlıktır. İnsan aklının üç ayrı başarısı vardır: 1. İnanmak, 2. bilmek, 3. düşünmek. İnsan, taşıdığı bu güçler yüzünden iman eder, iman etmeyi bilen bir varlıktır. İnsan "hür irade"nin taşıyıcısı olduğu için davranışlarından, eylemlerinden dolayı Allah karşısında sorumludur. Bu dünya geçicidir. Ruh geldiği yere dönecektir, onun için sonsuz bir hayat âlemi vardır. Her insanın, dünyadaki davranışlarına göre öbür dünyada bir göreceği vardır. İyi (hayır) davranışta bulunanlar mutluluk (ödül), kötü (şer) davranışta bulunanlar ceza göreceklerdir. İnsan özgür iradesiyle "hayır" ve "şer"den birini seçmek zorundadır. İslâm felsefesine göre, insan bilgisinin iki kaynağı vardır; akıl ve duyular (deney). Bir kısım filozoflar aklın esasını, özünü, genel ilkelerini yine insan aklında aradılar. Bir kısmı ise aklın bilgi kaynağı olamayacağını, ancak deneyle, duyular yoluyla gelen bilgiler kendi kurallarına göre (aklın kurallarına) düzene koyabileceğini, bilginin gerçek kaynağının deney olduğunu ileri sürdüler. Maddenin dışında bir bilginin olmadığı görüşünü savundular. Üçüncü bir çığıra bağlananlar da maddenin dışında bir gerçeğin bulunmadığını, varlık kavramı altında toplanan her şeyin maddi olduğunu ortaya attılar. Bunlar arasında dinle çatışmayı göze alan düşüncelere bile rastlanır. Moşşailer, maddiyun (dehriyun), işrakiyun felsefe grupları bunlardandır. Bugün İslâm felsefesi denince ilk akla gelenler ise tasavvuf (vahdeti vücut) felsefecileridir. Bunlar aynı zamanda din büyükleridir. Başlangıçta değişik mezhepler hâlinde ortaya çıkan, zamanla birer felsefe akımı niteliğini kazanan Kuran, hadis, fıkıh, kelâm, tefsir gibi din bilimlerine dayanan düşünce akımları, ilk düzenli ürünlerini 9. yüzyıldan sonra vermeye başladı. 10.-13. yüzyılda en olgun çağını yaşayan İslâm felsefesi, 14. yüzyılda İbni Haldun ile doruğuna ulaştı. El-Kindi, Farabi, İbni Sina, Gazzali, İbni Rüşt de en ünlü İslâm felsefecileridir.

MsXLabs.org & MORPA Genel Kültür Ansiklopedisi

Benzer Konular

7 Mayıs 2009 / virtuecat Felsefe
5 Haziran 2009 / ThinkerBeLL Müslümanlık/İslamiyet
11 Mayıs 2009 / ThinkerBeLL Müslümanlık/İslamiyet
23 Aralık 2009 / Misafir Cevaplanmış