İSLAMDA KADININ YERİ
Hammude Abdul-Ati, Çev: Mehmet ÜNAL
Kadının İslâm'daki yeri, feminizmin yayıldığı 20'nci asra kadar herhangi bir problem oluşturmamıştır. Gerek Kur'an-ı Kerim'e, gerek Peygamber Efendimiz'in uygulamalarına, gerekse İslâm tarihine baktığımızda, her zaman, her yerde karşılaşılabilecek, fertlerin hatasından kaynaklanan bir takım suistimaller dışında, kadının en muallâ mevkii İslâm'la kazandığı görülür. Nasıl, anne-babanın ayrı bir ihmale, daha başka insanî değerlerin başka bir ihmale uğradığı, aile hayatının ve toplumda gerçek sevgi ve saygının büyük çöküntü yaşadığı modern çağlarda "Anneler Günü, Babalar Günü" gibi bir takım merasimvari günlerle anne ve baba hatırlanmaya çalışılıyorsa, aynı şekilde, kadının da, sanki toplumda ve ailede ayrı bir varlık gibi ele alınıp değerlendirilmesi, bir takım maksatlar dışında, esasen kadının İslâm dışı toplumlarda uğradığı haksızlığı gösteren bir vakıadır. Yoksa İslâm tarihinde ve toplumlarında böyle bir problem yaşanmamış, bu da, pek çok modern problem gibi ithal eseri olarak İslâm toplumlarına sirayet etmiştir.
Değerlendirme hataları ve adalet, eşitlik, aynılık
İslam'ın kadına tanıdığı mevkii anlamak için, aslında ona İslâm'dan önce ve sonra başka toplumlarda nasıl davranıldığına bakmaya da gerek yoktur. Bazı Müslümanlar yazarlar, belki karanlığın yanında aydınlığı, menfinin yanında müsbeti daha parlak gösterme maksadıyla böyle bir yaklaşımda bulunuyor olsa da, bu tavır, bazılarında "özür dileyici" bir bakış açısını da yansıtabilmektedir. İslâm, bütünüyle mükemmellikler dini olarak, her meselesinde olduğu gibi, kadın konusunda da, başka sistemlerle karşılaştırma yapılarak "tezkiye edilme"ye asla muhtaç değildir. İslâm'ın herhangi bir hükmünün vurulacağı bir mihenk kimsenin elinde yoktur. Bütün başka düşünce ve sistemler ancak İslâm karşısında ifade ettikleri değerle kıymet kazanırlar.
İslâm'la ilgili diğer meselelere olduğu gibi, kadın konusuna da parçalı bir yaklaşım, bu hususta yapılan hatalardan bir diğeridir. İslâm, kendi içinde bir bütündür ve onun her bir unsuru, bu bütünün içinde ve onun hem bütünle, hem de onu oluşturan diğer parçalarla olan münasebetleri içinde değerlendirilmelidir. Yoksa, İslâm'ın herhangi bir meselesini, başka sistemlerin terazisinde, onların hakim olduğu bir zeminde tartmaya kalkmak, İslâm'a vurulabilecek en büyük darbelerdendir.
Günümüzde kadın konusu ele alınırken düşülen tuzaklarda biri de, kadın-erkek eşitliği iddiasıdır. Birbirinden aynı anda farklı olan iki şey, o anda birbiriyle eşit olamaz. Ne kadın erkeğin, ne de erkek kadının eşitidir. Birbiriyle aynı olmayan iki şeyi birbiriyle eşitlemek, elmalarla armutları toplamak gibidir. Kadın ile erkek birbirinin eşiti değil, karşılıklı üstün olan ve olmayan taraflarıyla, toplumda, hayatın bütününde ve ailede vazife, sorumluluk, yetki ve haklar açısından birbirini tamamlayan yanlarıyla, bir "yap-boz"u oluşturan iki parça gibi birbirine geçmelerle bir bütünü meydana getiren iki parçadır. Bu bakımdan, önemli olan, eşitlik değil, her iki cinse de, fizyolojisinin, psikolojik yapısının, aile ve toplum bütünlüğü içindeki işbölümünün gerektirdiği sorumluluğu vermektir. Veya, gerçek eşitlik, meseleye böyle yaklaşmadadır. Diğer tür bir yaklaşım ise eşitlik değil, aynılıktır; bu da, adalet, hele kadına iyilik veya ona değer verme değil, zulümdür. Dolayısıyla, ne kadının hak ve sorumlulukları bütünüyle erkeğinkinin aynısıdır, ne de, erkeğinki kadınınkinin aynısıdır. Çünkü, kadının hakları erkeğinkiler ile aynı olsaydı, bu durumda kadın, erkeğin kopyası olurdu.
İslam'da kadının eşsiz ve diğer sistemlerde hiç benzerliği olmayan bir konumu vardır.
İslâm, din görünümlü bazı batıl inançlarda olduğu gibi, kadını şeytanın ürünü veya kötülüklerin tohumu olarak görmez. Kuran, erkeğe kadının egemen bir efendisi ve kadını da, erkeğin egemenliğine teslim olmaktan başka çaresi bulunmayan zavallı bir varlık olarak da yer vermez. Kadının içinde ruhu olup olmadığı sorusu hiçbir zaman ne İslâm'da, ne de Müslümanlar arasında tartışılmış bir mesele değildir. Ayrıca İslâm, menşe itibariyle semavî bile olsa, bazı dinlerdeki gibi, insanın işlediği "ilk günah"tan ve onun cennetten çıkarılmasından da kadını sorumlu tutmaz. Kur'an, bu konuda gayet açık olup, Hz. Âdem ile Hz. Havva'nın o ilk sürçmeyi birlikte yaşadığını, hattâ sürçmede önceliğin Hz. Âdem'e ait bulunduğunu ve sonra yine ikisinin birden tevbe ve istiğfarla Allah'a yöneldiğini anlatır (Bakara/2:35-36; A'raf/7:19, 27; Tâ-Hâ/20: 117-123).
İslam'da kadının eşsiz, yeni ve diğer sistemlerde olmayan bir konumu vardır. Günümüzün demokratik toplumları bile, bu konuda İslâm'dan çok çok geridir. Bu toplumlarda kadının o kadar imrenilecek bir konumu yoktur. O, hayatını kazanmak için çok sıkı çalışmak zorunda kalmakta ve bazen erkekle aynı işi yaptığı halde, maaşı ondan daha az olabilmektedir. Belli bir özgürlüğe sahip ise de, bu, daha çok arzularını tatmin özgürlüğüdür ki, böyle bir özgürlük, gerçek insan fıtratının, selim aklın, insanlığın değişmez edebî değerlerinin ve herhangi semavî bir dinin kabûl edebileceği tarzda bir özgürlük değildir. Ayrıca kadın, demokratik toplumlarda bugünkü bulunduğu konuma gelebilmek için on yıllarca, hattâ asırlarca çaba sarf etmiştir. Öğrenme, çalışma ve kazanma haklarını elde edebilmek için acılı kurbanlar vermek ve en tabiî haklarının, hattâ gördüğü ve görmesi gereken hürmetin bir çoğundan vaz geçmek zorunda kalmıştır. Konumunu ruh sahibi bir insan durumuna getirmek için çok ağır bedel ödemiştir. Tüm bu pahalı kurbanlara ve acılı çabalara rağmen onun, Müslüman kadının sahip bulunduğu kadınlığa yakışır haklara sahip olduğu söylenemez.
Bugün modern dünyada kadına tanınan haklar, öyle birden tanınmış haklar değildir. Bilhassa dünya savaşlarının getirdiği iş gücü sıkıntısı, geçinmek zorunda kalan erkeksiz aileler, ekonomik ihtiyaçların baskısı kadını iş dünyasına ve sokağa çıkmaya zorlamış, ama bu çıkışla birlikte kadın belki ekonomik bir özgürlük elde etmiştir ama, kendisinin bilhassa fizikî cazibesinden faydalanmak isteyen bir takım sermaye çevreleri için ise tamamen istismar mevzuu bir alet haline gelmiştir. Piyasaya, pazara, eşyanın malî değerine katkıda bulunduğu ve erkeklerin nefsanî arzularına hizmet ettiği nisbette, dolayısıyla hayatının sadece bir anında surî ve sunî bir sevgi görmüş, hayatının her karesinde toplumdan, baba, kardeş, eş, evlât, "bacı", anne ve nine olarak erkeklerden ve toplumun tamamından gördüğü ve yerini başka hiçbir şeyin dolduramayacağı sevgi ve saygıyı büyük ölçüde yitirmiştir.
İslâm'ın kadın için tesis ettiği konum,onun fıtratına tam uygun olan konumdur.
İslâm'ın kadın için tesis ettiği konum, onun fıtratına uygun, ona tam bir güvenlik veren ve onu küçük düşürücü şartlara karşı koruyucu mahiyettedir. Burada modern kadının konumunu ve onun hayatını kazanmak veya kendisini ispat etmek için aldığı riskleri detaylandırmaya ihtiyaç yoktur. Hattâ, İslâm'da kadının konumunu tartışırken, "kadın hakları" kavramının bir sonucu olarak modern kadının içine girdiği kısır döngüleri ve "özgürlük, haklar" gibi, günümüz kadınının onuru olan kavramlardan dolayı yıkılmış bir sürü mutsuz ailenin durumunu da maksadımız doğrultusunda kullanmak niyetinde de değiliz. Bugün kadınların çoğu, özgürlüğü, kimseden izin almadan bağımsızca sokağa çıkmak, çalışıp kazanmak ve erkeğe benzemek şeklinde algılamaktadırlar. Fakat bu, üzülerek belirtelim ki, erkekle kadını aynı çatı altında mutlu kılan sıcacık aile yuvalarının çok defa yıkılması pahasına olmaktadır. Bu, tartışmaya bile değmeyecek kadar açık bir olgudur. Buna karşılık, İslâm'ın kadına tanıdığı konum, modern dünyanın bütünüyle meçhulü olduğu gibi, daha da kötüsü, tam tersi bir algılama söz konusudur. Bu bakımdan, bu konumu madde madde özetlemek yerinde olacaktır:
1) İslâm, kadınla erkeği, insan neslinin çoğalmasında anne ve baba olarak temele oturtmuştur: Ey insanlar! Muhakkak ki Biz sizi bir kadın ve erkek (çiftinden) yarattık ve sizi çeşitli milletler ve kabileler haline getirdik. Ta ki, tanışasınız ve yardımlaşasınız... (Hucurat/49:13) Bu temel yapıda kadının rolü, denebilir ki, erkeğin önündedir. Bu bakımdan, bu noktada ona tanınan hukuki haklar, erkeğinkinden asla geri olmadığı gibi, annelik gibi yaratılışın ona bahşettiği değer ve bu değerin getirdikleri, erkeğinkinden çok daha öndedir.
2) Kadın, dinde erkekle ortak sorumluluklara sahip olduğu gibi, nasıl erkeğe has sorumluluklar varsa, ona has sorumluluklar da vardır. O, sorumluluklarını yerine getirip getirmemenin karşılığında aldığı sevap ve günah cihetinde erkekten farklı değildir. Bunun gibi, insanlık vasıflarına sahip olmada ve ruhunun ilhamlarında bağımsız bir şahsiyet olarak kabul edilmiştir. Onun insan olma özelliği, ne erkeğinkinden farklı, ne de olağan dışıdır. Erkek ve kadın, birbirinin yardımcısı ve tamamlayıcısıdır. Allah (c.c) şöyle buyurur:
Ve Allah, onların dualarını kabul etti ve onları şöyle diyerek cevapladı: "Ben, kadın olsun erkek olsun hiç birinizin amelini zayi edici değilim; siz, birbirinizin yardımcılarısınız... (3:195.)
3) Kadın, yine erkek gibi ilim edinme mecburiyeti altındadır; dolayısıyla ilim edinme, yani eğitim hürriyetine sahiptir. İslâm, bir Müslüman'ın edinmesi gereken iman, ibadet, ahlâk, muamelatla ilgili farz ilimleri, erkeğe de kadına da aynı derecede farz kılmıştır. 14 asır önce Hz. Muhammed (s.a.s.), ilim elde etmenin kadın, erkek her Müslüman'ın boynuna borç olduğunu ilan ederken, bu konuda kadının eğitim hak ve özgürlüğünü elinden alıcı hiçbir hüküm vaz etmemiştir.
4) Erkek, ne ölçüde düşünce ve düşüncesini açıklama hürriyetine sahipse, kadın da aynı hürriyete aynı nisbette sahiptir. Söz sahibi olduğu konularda görüşüne başvurulur ve kendisiyle istişare yapılır. Hattâ bundan daha öte, Peygamber Efendimiz, ashabıyla münasebetlerinde ve devlet başkanlığı görevini ilgilendiren bazı meselelerde bile, meselâ kendi hanımlarına danışmış ve onların fikirlerini uyguladığı zamanlar olmuştur. Asr-ı Saadet'te kadın, meselelerini ve evinde eşiyle arasında baş gösteren problemleri çok rahat Peygamber efendimize aktarabildiği gibi, hattâ Kur'an bunlardan birine bizzat katılmış, bunu Mücadile isimli suresine ad olarak vermiş, kocası hakkında şikâyette bulunan kadını haklı bulmuştur (58:1-4; ayrıca: 60:10-12). O dönemde, kadınların halifeye, yani devlet başkanına, onun Kur'an'a aykırı buldukları içtihadlarına, hem de camide bütün cemaatin huzurunda karşı çıktıkları bile vakidir. Böyle bir karşı çıkışta Hz. Ömer'in, "Ömer hata etti; kadın isabet etti" sözü meşhurdur.
5) Asr-ı Saadet başta ve en yoğun olmak üzere, Müslüman kadın, toplum hayatına katkısını, savaşlara katılmakla bile ortaya koymuştur. Yaralılara bakmak, tedavi için gerekli malzemeleri hazırlamak, savaşçılara hizmet etmek ve daha bir sürü görevler için harplere iştirak etmiş; hattâ bizzat savaşmıştır da.
6) İslâm, kadına sözleşme yapmada, girişimcilikte, kazanmada ve mülk sahip olmada erkeğinkiyle eşit haklar tanımıştır. Onun hayatı, şerefi, malı erkeğinki kadar kutsaldır. Eğer herhangi bir suç işlerse, cezası benzer durumda olan bir erkekten daha az veya fazla değildir. Eğer kendisine kötülük yapılmış veya incitilmiş ise, aynı duruma maruz kalmış bir erkek kadar tazminat alır veya telafi görür (2:178; 4:92-93).
7) İslâm, kadına kâğıt üzerinde haklar tanıyıp, sonra da bir köşeye çekilmiş değildir. Bilakis, onları korumak ve pratik hayatta tatbikini sağlamak için her türlü tedbiri almıştır. Kur'an, kadına karşı önyargı taşıyanlara müsamaha göstermediği gibi, kadın-erkek ayırımcılığı yapanlara da müsamaha göstermez. Kadını erkekten aşağı görenlere zaman zaman tevbihte bulunur (16:57-59, 62; 42:47-59; 43:15-19; 53:21-23).
Miras konusu
8) İslâm, insan varlığının devamında kadını erkekle en az aynı seviyede görmesinin yanısıra, ona miras hakkı da tanımıştır. İslâm'dan önce kadın bu haktan mahrum olmakla beraber, erkek tarafından miras mal olarak algılanan bir eşya gibi idi. İslâm, kadını böyle bir eşya olmaktan kurtardığı gibi, onu eş, anne, büyükanne, kız kardeş veya kız çocuğu olarak, ölen kişiyle arasındaki yakınlığa göre mirasta da hak sahibi yapmıştır. Kimse, onu bu mirastan mahrum bırakamaz.
Kadın, prensip olarak aynen erkek gibi miras alma hakkına sahiptir. Şu kadar ki, paylaşmada fark vardır. Bu fark, erkeği tercih etme veya ona üstünlük verme demek değildir. Bunun sebepleri şöyle özetlenebilir:
a) Her şeyden önce erkek, hanımı da dahil olmak üzere, ailesinin ve muhtaç yakınlarının ihtiyaçlarının giderilmesinde tek sorumludur.
b) Kadın, sadece kendine ait ihtiyaç dışı ve lükse kaçan eşya dışında, aile içinde hiçbir malî sorumluluğu üstlenmeye mecbur değildir. O, maddi olarak emniyettedir ve ihtiyaçları karşılanmaktadır. Eğer bir eş ise kocası, eğer anne ise oğlu, eğer kız evlâdı ise babası, eğer kız kardeş ise erkek kardeşi onun ihtiyaçlarını karşılamak ile yükümlüdür. Eğer kadına bakacak bir akrabası yok ise, o zaman zaten miras problemi olmaz, çünkü bu durumda ona miras bırakacak kimse yok demektir. Bu takdirde onun geçimini devlet üzerine alır. Kadın, kendisinden başka hiç kimsenin, hattâ kendisinin bile hayatını devam ettirme sorumluluğu taşımaz. Erkek ise, ailesi dışında muhtaç yakınlarına da bakmaya mecburdur. Hanefilerde İmam-ı Azam'a göre, zengin kadın, fakir kocasına zekât verebilir. Çünkü kadın, kendi malını eşinin malıyla birleştirip, aile bütçesine katkıda bulunmak zorunda değildir. Onu dilediği gibi kullanabilir.
c) Ortada, tüm maddi sorumluluklar ve borçlarla yüklü erkek ve hiçbir maddi sorumluluğu olmayan kadın mirasçı var. Eğer kadını mirastan tamamen mahrum bırakırsak, bu adaletsizlik olur; çünkü onun ölen şahıs ile akrabalığı ve bu akrabalıktan gelen miras hakkı vardır. Buna karşılık, eğer kadına erkekle aynı payı verirsek, bu defa erkeğe haksızlık yapılmış olacaktır. Çünkü erkeğin omuzları üzerinde geçindirmekle yükümlü, hanımı dahil, pek çok insan bulunur. İslâm, hiçbir tarafa haksızlık yapmadan, erkeğe mirastan daha fazla pay ayırır. Kadını da bütün bütün unutmaz ve ona da mirastan hakkı olan hisseyi verir. Gerçekte, İslâm böyle yapmakla kadına karşı daha cömert davranmaktadır.
d) Dördüncü olarak, kadın erkekten daha az miras aldığı zaman bu, onun çalışıp kazandığı bir şeyden mahrum bırakılması demek değildir. Mal, onun kazanması veya çabalaması sonucu elde edilmemiştir. O mal, tarafsız bir kaynaktan gelmiş fazlalık ve ekstradır. Bir çeşit yardımdır ve herhangi bir yardım, acil ihtiyaçlar ve sorumluluklar için dağıtılır.
e) İslâm, 14 asırlık bir geçmişe sahiptir ve her dönemde herkese, her şartta her topluma hitap eder. Hukuk, çoğunluğu nazara alır. Dolayısıyla, dün de, bugün de ve yarın da, insanlık âleminde ailede erkeğin bütçeye katkısı genellikle kadından daha fazladır. Dolayısıyla, paylaşımda erkeğe daha fazla vermek, yine adaletin gereğidir. Erkek, baba evinden aldığı fazlalılığı, evlendiğinde eşiyle paylaşarak kaybetmekte, üstelik, hem eşinin, hem de çocuklarının bakımını yüklenmekle, daha fazla yük altına girmektedir. Kadın ise, baba evinden aldığı az miktarı, evlendiğinde kocasının fazlasıyla tamamlamakta, hattâ, kocası geçimiyle yükümlü olduğu için, kendi malı elinde fazladan kalmaktadır. (Yine bu çerçevede, meselenin bir de psikolojik boyutu vardır. Mal, insan için her şey demek değildir. Ondan çok daha öte değerler vardır. Sevgi, saygı, şefkat ve merhamet bunların en önemlileridir. Evlenmede kadın daha çok kocasının evine gider. Erkek ise, evine bir yabancıyı almış olur. Dışarı giden kadın, baba evinden erkek kardeşleri nisbetinde mal çıkaracak olursa, bu çok defa, erkek kardeşlerin, hattâ babanın onu, evin malını dışarı taşıyan biri olarak görmesine, böylece ona gösterilmesi gereken sevgi ve şefkatin yeterince gösterilmemesine sebep olur. İşte İslâm, meselenin çok çok önemli bu psikolojik boyutunu da nazara almış ve kadını, muhtaç bulunduğu baba ve kardeş şefkatinden mahrum bırakmamıştır.)
Şahitlik
9) Sivil sözleşmelere şahitlik yapmak gibi durumlarda iki erkek veya bir erkek, iki kadın şahit gerekir. Bu da, hiçbir zaman kadını erkekten aşağı görmek demek değildir. Bu muamele, sözleşmeyi yapan grupların haklarının emniyeti için bir ölçüdür. Çünkü kadın, kural olarak erkek kadar pratik hayatta tecrübeli değildir. Bu tecrübe eksikliği sözleşmeyi yapan herhangi bir tarafın zarar etmesine yol açabilir. Bu sebeple kanun, iki kadın ve bir erkeğin şahitliğini ister. Eğer kadın şahit bir şey unutursa diğeri ona hatırlatabilir. Bu, insanlar arasındaki muameleleri ve ilişkileri sağlama alma adına bir tedbirdir. Kadının ticaret hayatında daha az tecrübeli ve bu sahaya daha çok yabancı oluşu, onun erkek karşısında bir alt derecede olduğu manâsına gelmez. Her insanın eksik olan bir yönü vardır ve kimse, onların insanlık konumunu sorgulayamaz.
Kadının bazı ayrıcalıkları
10) Kadının, erkek için söz konusu olmayan belirli ayrıcalıkları da vardır. O, loğusalık döneminde ve periyotlarında namaz, oruç gibi dini görevlerden muaf tutulmuştur. O, yukarıda izah edildiği gibi, tüm malî sorumluluklardan da muaf tutulmuştur. Anne olarak, Allah katında, hattâ insanlar yanında daha fazla ve yüksek bir yere sahiptir (31:14-15; 46:15). Peygamberimiz (s.a.s.) "Cennet, annelerin ayakları altındadır" sözü ile, yine aynı değeri ifade buyurmaktadır. O, çocuklarının sevgi ve şefkatinin dörtte üçüne lâyık görülürken, baba için sadece dörtte birlik pay kalmıştır. Bir eş olarak ona, kocasını seçme ve uygun miktarda çeyiz isteme hakkı tanınmıştır. Evlendikten sonra, önceden neye sahip ise, onu kendisinde tutmakta serbesttir ve ne olursa olsun kocası, onun sahip olduğu şeylerde hak iddia edemez. Bir kız çocuğu veya kız kardeş olarak o, babası ve duruma göre erkek kardeşleri tarafından tam korunma ve tedariklerinin karşılanması hakkına sahiptir. Bu, onun özel hakkıdır. Eğer o, kendisinin ihtiyaçlarını gidermek ve aile sorumluluklarını karşılamak için çalışmayı arzu ederse, güvenliği ve şerefi korunmak şartı ile, bunu da yapmakta serbesttir.
Namazda safların düzeni
11) Kadının namaz kılarken erkeğin arkasında durması, onun erkekten daha aşağı seviyede olduğunu göstermez. Önce şunu belirtelim ki, kadın, erkeğe mecbur olan cuma gibi ve diğer cemaat namazlarına da katılmak zorunda değildir. Eğer katılırsa, tamamen kadınlardan oluşan, erkeklerden ayrı saflarda durur. Bu, namazın kuralı ve disiplinidir, önemlilik derecesine göre bir sınıflandırma değildir. Erkeklerin saflarında, devlet başkanı, en sıradan görülen bir vatandaşla aynı hizada durur. Hattâ mescide sonradan gelmişse, devlet başkanı arkada da durur. Çünkü namazda, Allah'ın huzurunda bütün dünyevî meslekler, makamlar, hiçbir şey ifade etmez. Namazda safların düzeni, herkesin tefekkürde konsantre olmasına yardım için düzenlenmiştir. Bu çok önemlidir, çünkü Müslüman'ın namazı, basit bir ilahi söylemek veya bir teypteki şarkı değildir. Namaz, bir takım hareketler, işaretler, kıyam, rüku, secde, teşehhüd ve teşehhüdden kalkma gibi unsurlar ihtiva eder. Eğer erkekler kadınlarla aynı saflarda karışık duracak olurlarsa, bu takdirde, rahatsız edici veya dikkat dağıtıcı bazı şeylerin vukuu pekalâ mümkündür. Namaz, ruhun, gönlün ve dikkatin bütünüyle Allah'a kilitlenmesi gereken bir ibadettir. Bu sebeple, kadınla erkeğin bir arada olması, zihni ve kalbi, namaza zıt bazı şeylerle meşgul edecektir. Sonuç, namazın gayesinin kaybı olacaktır. Ayrıca dünya, bir yerden, bir iklimden, bir coğrafyadan ibaret değildir. Çok sıcak, çok soğuk yerler olduğu gibi, çok fakir insanlar da vardır. Bu bakımdan, erkek ve kadın karışık namaza durduğu zaman, namaz hareketleri esnasında görülmemesi gereken bazı yerlerin açılması her zaman için söz konusu olabilir. Bu, hem tarafları mahcup, hem de zihinleri ve kalpleri meşgul eder. Dolayısıyla bu da, namaz ibadetinin gerektiği gibi yerine getirilmemesi demek olur.
Örtü
12) Müslüman kadın, 14 asırdır giyegeldiği örtü ile bütünleşmiştir. Örtü, onun saygınlığı, kendisini her türlü istismar ağlarına karşı koruyucu siperi; onu sevgi, şefkat, merhamet, iffet gibi ve daha başka gerçek kadınlık değerleriyle tanıtıcı şiarı; fizikî güzelliğini ve cazibesini, herkesin beğenisine arz edilmiş bir meta gibi herkesle değil, sadece nikahlı eşiyle paylaşması için dışa karşı perdesidir. Onun, gerçek kadınlık hasletleriyle güzelleşmesinin sembolüdür. O, nikahlı eşi dışında başka herkesin ihtiraslarını tahrik edici görüntü ve davranışlardan kendini koruma, onu başlara taç yapan ahlâkını her türlü şüpheden uzak tutma mevkiindedir. O, fizikî güzelliği ve cazibesiyle dünyanın, insanları dünyaya çağıran dünya, madde ve menfaatperestlerin, onu, behimî arzularını tatmin ve mallarını reklam aracı olarak kullanmak isteyen sermaye çevrelerinin, onu kullanarak insanlığın ahlâkını bozmak, insanı varlıklar hiyerarşisinin en altına düşürmek isteyenlerin plânlarına âlet olmamalı, bir tüketim vasıtası olarak istismar edilmesine fırsat vermemelidir. Örtü, onu böylesi tuzaklardan korumada kendisi için sürekli bir hatırlatmadır; başkalarına ve sözü edilen istismarlara karşı da bir sütredir. Örtü, onun ruhunu zayıflıktan, aklını zevk düşüncesinden, gözlerini başkalarının şehvetli bakışlarından ve şahsiyetini de lekelenmekten korumada etkili bir vasıta ve tedbirdir. İslam, kadının dürüstlüğüne çok önem verir. Yine İslam, kadının ahlâkının, karakter ve şahsiyetinin korunması ile çok ilgilenir. (24: 30-31).
13) Şimdi açıktır ki, İslam'da kadının konumu, emsalsiz derecede yüksek ve gerçekçi olarak onun fıtratına uygundur. Onun hakları ve görevleri erkeğinkiler ile eşittir ama, her bakımdan onlarla aynı değildir. Zaten aynı olacak olsa idi, iki farklı çifte gerek olmazdı. Kadın olması, onun insanlık konumuna veya özgür şahsiyetine bir yük değildir. Ve bu, onun şahsiyetine karşı adaletsizliğe asla sebep olamaz. Eğer o, bir adaletsizliğe ve kötü muameleye maruzsa, bu, mutlaka İslâm'ın dışında ve İslâm'la bütünleşemeyenlerde aranmalıdır. Onun İslâm'daki hakları, görevleri ile bağdaşıktır. Haklar ve görevler arasındaki denge korunmuştur ve bir taraf diğeri aleyhine ağır basmaz. Kadının statüsü, aşağıda meali verilen Kur'ân âyetinde açık olarak şöyle belirtilmiştir:
Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da aynı şekilde erkekler üzerinde, dinin, selim aklın ve dine zıt olmayan örfün tayin ve tesbit ettiği vechile hakları vardır. Bununla birlikte, erkekler, (vazife ve sorumluluklarına mukabil) kadınlar üzerinde fazladan bir derece sahibidirler. (Fakat, bunu suistimal etmemelidirler.) Allah, Azîz (mutlak onur ve karşı konulmaz güç sahibi)dir; Hakîm (her hüküm ve işinde mutlak ve sayısız hikmetler bulunandır. (Bakara: 2: 228)
Burada erkekler için sözü edilen derece, kadının üzerine üstünlük veya egemenlik kurma hakkı değildir. O, erkeğin ekstra sorumluluklarını karşılayabilmesi içindir; bir mertebe değil, sorumluluk sebebidir. Dolayısıyla bu âyet, şu âyetle birlikte ele alınmalıdır: (Sahip kılındıkları sıfatlar ve yüklendikleri vazife ve sorumluluk açısından erkeklik vasfına tam sahip bulunan) erkekler, kadınlar üzerinde koruyucu ve ["bir topluluğun yöneticisi, ona hizmet edendir" prensibine de uygun olarak] yöneticidirler. Bu, Allah'ın, (yöneticilik ve koruyuculuk noktasında) bazı insanları bazılarından, (dolayısıyla, bütün erkekleri bütün kadınlardan değil, fakat genellikle erkekleri kadınlardan) daha kapasiteli yaratmasından ve bir de erkeklerin (mehir verme ve evin bütün masraflarını yüklenme gibi) mâlî sorumluluklarından dolayıdır. (Nisâ/4: 34)
Allah (c.c.), insanları bir ve her bakımdan birbirlerinin aynısı yaratmamış, hayatın gereği, bilhassa toplumda işbölümü ve meslek seçiminin esası olarak, herkese başkalarına göre bir noktada üstünlük vermiştir. Bunun gibi, her kadın ve erkek için aynı şekilde ve derecede olmamakla birlikte, genellikle bazı hususlarda kadınları erkeklerden daha üstün yarattığı gibi, bazı konularda ve bu arada idarecilik ve koruyuculuk hususunda da erkeklere kadınlar üzerinde bir mevki tanımıştır. Günümüzde, kadın haklarının şampiyonluğunu yapan ülkelerin hiç birinde kadın bir devlet başkanı, genelkurmay başkanı, hattâ başbakan yoktur. Bakanlar içinde bile ancak 1 veya 2 tanesi kadındır. Kadına, üst karar alma organlarında değil, bazı alt icra organlarında yer verilmektedir. Büyük malî ve ticarî kuruluş sahibi kadın çok az sayıdadır. Oysa, Peygamber efendimiz, devlet işlerinde bile kadınlarla istişare yaptığı olurdu. İslâm tarihinde, iş, ticaret, mal, mülk sahibi çok sayıda kadın her zaman için var olmuştur.
Allah, kadınlara göre daha güçlü yarattığı, kendilerine daha üstün idare kabiliyet ve kapasitesi verdiği, bir de ailenin mâlî sorumluluğunu üzerlerine yüklediği için, evde erkeği reis kılmıştır. Fakat bu reislik, mutlak bir hakimiyet değil, "Bir topluluğun efendisi, idarecisi, ona hizmet edendir" hadis-i şerifinde ifade buyurulduğu üzere, hizmetini görme, bakım ve görümünü yapma, sahip çıkma, koruma ve evin dirlik ve düzenliğini sağlama görev ve fonksiyonudur.
Aile fertlerinin terbiyesi, bilhassa bir âyet-i kerimede buyurulduğu üzere (Tahrîm/66: 6), âhiretlerini kurtaracak şekilde dînî yönden yetiştirilmesi ve evin idaresi, dirlik ve düzeni öncelikle erkeğe ait ağır bir vazife ve sorumluluk olduğu için, erkek, bunu yerine getirmede de bir eğitimci gibi davranma yükümlülüğü altındadır.
Her konuda olduğu gibi, bu konuda da İslâm, hiçbir sistemden özür dileyecek değildir. Tam tersine, başka her sistemin İslâm karşısında başı eğiktir. Yapılan bütün istatistikler, kadının en fazla, modern ve medenî denilen günümüz dünyasında şiddete maruz kaldığını göstermektedir. Halbuki, bırakın İslâm'ın bütünüyle yaşandığı devirleri, onun sadece belli ölçülerde ve kısmî şuurla yaşadığı devirler bile, kadının insanlık tarihinde altın çağını yaşadığı dönemlerdir.