Arama

İslami Bilgiler - Soru ve Cevap - Sayfa 9

Güncelleme: 23 Ocak 2015 Gösterim: 155.644 Cevap: 117
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
25 Haziran 2009       Mesaj #81
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Allah neden "zina yapmayın" değil de "zinaya yaklaşmayın" diyor? Harama bakmama üzerinde niye bu kadar duruluyor? Müstehcen görüntülere bakmaya din ne diyor?

Sponsorlu Bağlantılar
İşte size 18 yaşındaki bir delikanlının acı feryadı: “Muhterem ağabey. Bu maili göz yaşları içinde yazıyorum. Bana bir hocam hep Hz. Yusuf’u örnek almam gerektiğini söylerdi. Ancak ben onun gibi Rabbime karşı vefalı olamadım. Gözlerime ihanet ettim. Onları kirlettim. Çok pişmanım. Şimdi o kirleri gözyaşlarıyla temizlemeye çalışıyorum. Sizden ricam bana dua etmeniz. Cenab-ı Hak, Hz. Yusuf hürmetine asrımızın Yusuflarını korusun…”

Kur’an, bütün olarak kâinatı yaratanın, kâinat içinde insanı yaratanın ve insana “görecek gözler” verenin Allah olduğunu hatırlatır ve bize şöyle seslenir: “Gözlerini haramdan korusunlar.” (Nur, 24/30) Bu emri veren, insanı bu fıtratla yaratandır. İnsan için en fıtri ve en uygun hali, Cenab-ı Hak’tan başka kim bilebilir? Kim o fıtratı verenin üstünde söz söyleyebilir?

Yüce Yaratıcı, bu emriyle, bizi yaratılışımızın gereği olan bir duruma davet eder. Gözünü haramdan sakınmama, her önüne gelene bakma, İlahi takdirin uygun gördüğü fıtratla çelişen bir durumdur. Çünkü insana verilmiş sınırsız duyguları tek bir duygunun emrine verir. İradesini hükümsüz bırakır. Bütün hayatını, bütün dünyasını ve bütün düşüncesini sadece bir yere odaklayan kişilikler ortaya çıkarır.

Gözlerin harama kaymasının, imani bir zaafın eseri olup bu zaafı giderek beslemesinin yanı sıra, insanı insanlıktan aşağıya düşüren bir boyutu da vardır. Zira bütün kâinatı saracak duygu ve kabiliyetlerle donanmış olan insanı, şehevi arzu ve hislerinin esiri kılmakta; karşı cinsten olanları da yalnız cinsel bir objeden ibaret göstermektedir. İnsan tarifini bu denli bayağılaştırmaktadır.

“Gözünü haramdan koruma” emrinin manidar bir yönü de, öncelikle içe dönük bir çabayı emrediyor olmasıdır. Gerek mü’min erkeklere, gerek mü’mine kadınlara söylenen ilk söz “Gözünüz önüne gelen haramları ortadan kaldırın” değildir; “Sen gözünü koru”dur.

Bu, Kur’an’ın önceliği insana veren, düğümü fertlerde çözen genel üslubunun manidar bir yansımasıdır. Çünkü problemin kökü, dış dünyada değil, içimizdedir. İç dünyası, iman kalesi sağlam olan biri, tüm dünya haram tablolarla dolu olsa bile, sarsılıp sapmayacaktır.

Nitekim, Yusuf (a.s.) kıssası, bunun bir örneğidir. Önünde kendini tüm ziynetleriyle sunan dünyalar güzeli biri karşısında, Hz. Yusuf’un tavrı, gözünü ve sırtını dönmek olmuştur. Hz. Yusuf (a.s.), tüm insanlığa şu dersi vermektedir: İnsan, eğer gözünün sahibini tanır ve O’nun emrini hakkıyla bilirse, en baştan çıkartıcı manzara bile onu baştan çıkartamaz.

Göz, göre göre...

Tüm şehvani şeylerde en kritik nokta, yaklaşmaktır. Eşik noktası geçildi mi, gerisi çorap söküğü gibi gelir. Mesela, açık bacaklara bakan bir göz, onunla yetinmez, daha fazlasının izini sürer. Çünkü gözü haramdan korumama gibi eşiklerde, artık iradeyi devre dışı bırakan, insanı kalben ve vicdanen istemese bile günahın son kertesine sürükleyen şeytani bir çekim vardır.

Hususi bir hayâsızlığın genelleşmesi görme yoluyla gerçekleşir. Göz göre göre, kural dışı olan kural haline gelir; anormal olan normalleşir. Gerek mü’min erkeklere, gerek mü’mine kadınlara yönelik gözlerin haramdan korunması emri, işte bu umumi yozlaşmayı ta başından kesmektedir. (Metin Karabaşoğlu)

Nur Suresi’nin 30 ve 31. ayetleri, nice mü’minin kalp hanesini yandıran açık saçıklık fitnesi karşısında, bize imani bir şuurlanmaya dayalı aydınlık bir çıkış yolu sunuyor. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“(Ey Resulüm), mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar! Bu, onlar için en uygun olan davranıştır. Allah yaptıkları her şeyden hakkıyla haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar! Yine söyle ki mecburen görünen kısımları müstesna olmak üzere ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler.” (Nur, 24/30-31)

Yukarıdaki ayetler erkek olsun kadın olsun bütün Müslümanlara zinanın haram kılındığını bildiriyor. Ayrıca, yine hem erkek hem kadınlara, kendilerini zinaya götürecek davranışlardan sakınmaları emrediliyor. Yine bu ayetlerden insanı zinaya sürükleyen en önemli şeyin şehvetle namahreme bakmak olduğunu öğreniyoruz. Hz. Peygamber de bir hadislerinde, “... Gözlerin zinası şehvetle bakmaktır” (Buhari, İstizan 12) buyurarak harama bakmayı, göz zinası olarak niteliyor.

İslam âlimleri, yukarıda mealleri yazılı ayetlere ve konuyla ilgili hadislere dayanarak, erkeklerin ve kadınların, nikâhlı eşleri dışında herhangi bir kimseye şehvetle bakmalarının haram olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Tedavi, şahitlik ve evlenme maksadı gibi, zaruret veya ihtiyaç halindeki bakmalara, fıkıhta belirtilen şartlar ve ölçüler dâhilinde müsaade edilmiştir.

Herşey bir “bakış”la başlar

Harama bakış zinanın başlangıcıdır. Bunun için gözü korumak mühimdir. “Bir
bakmadan ne olur” diyerek bu konuda aldırmazlık gösterenler sonunda büyük felaketlerle karşılaşırlar.

Kasti olmayan ilk bakıştan, kişi sorumlu tutulmamıştır. Fakat tekrar tekrar bakmak yasaklanmıştır. Efendimiz, Hz. Ali’ye, “Ya Ali! (Harama karşı) bakışa bakış ekleme. Birincisi senin için (vebal yoktur; ama) ikincisi aleyhinedir” (Tirmizi, Edeb 28) demiştir.

Ancak burada hemen şunu da ifade edelim: Buradaki “birinci bakış”, insanın çarşıda pazarda yürüyebilmesi için zaruri olarak baktığı yerlerde istemeyerek gözünün rastladığı durumlar için söz konusudur. İnsan gözü kapalı gezemeyeceğine göre, zaruri işleri için, lüzumlu yerlerde kasti değil, elinde olmayacak şekilde rastladığı durumlar birinci bakışa girer. Bu durum, bilhassa Asr-ı Saadet için söz konusudur.

Ama şimdi “Nasıl olsa ilk bakış caizdir” deyip sağı solu teftiş eder gibi bakarak gitmek doğru değildir. Çünkü zamanımızda aniden ve farkında olmadan rastlama gibi bir olay yoktur; her tarafta her an harama rastlanmaktadır. Bunun için tüm bakışları kontrol altında tutmak gerekir. (Cemil Tokpınar, Peygamberimiz’in Diliyle Gençlik, s. 33)

Allah “yapmayın” değil “yaklaşmayın” diyor!

Dinimizde insanı kötülüklere iten zaaflar ve alışkanlıklar konusunda yasaklayıcı hükümler bulunmaktadır. Bu hükümlere uyabilenler ahiretlerini kurtardıkları gibi, dünyalarını da kurtarıyorlar. Gittikçe yaygınlaşan olumsuz alışkanlıklardan kendilerini ve çocuklarını da muhafaza ediyorlar. Rabbimizin şu ikazına kulak verelim: “Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” (İsra, 17/32)

Cenab-ı Hak, “Zinaya yaklaşmayın!” diyor. “Zina yapmayın!” demiyor. Onun için zinaya vesile olabilecek, davetçilik manasına gelebilecek, tahrik ve teşvikçi görüntülere bakılmasını dinimiz caiz görmez. Çünkü asıl mesele yaklaşmamaktadır. Yaklaşmazsanız kurtulmanız kolay olur. Yaklaştıktan sonraki gelişmelere dayanmanız zorlaşır, ateşe yaklaşanın içine düşmesi gibi bir sonuç çıkabilir.

Gözler müstehcene nazar etmekten sakınılmalı ki hayaller tertemiz olsun, zihinler kirlenmekten korunsun. Mana büyükleri, “Sadece kafa gözlerini kapamakla, sakınmakla kalınmamalı, haramlar hayallere dahi alınmamalı, hayaller bile korunmalı” diyor.

Harama bakmama üzerinde niye bu kadar duruluyor?

Çünkü bütün günahlar, ahlaki bozulmalar müstehcene bakışla başlar, bakışın ısrarıyla gelişir, sonra fiilî günaha dönüşür.

Üstelik gözler baktıklarının resimlerini de çeker, hayal arşivinde depo eder. Nereye gitse, nerede olsa artık çektiği bu resimler, hayal âleminde gözlerinin önündedir.

Öğrenciyse dersine çalışamaz, işçiyse mesleğine tam yönelemez, fikir adamıysa zihnini toparlayamaz; derken her konuda gerileme ve düşüş söz konusu hale gelebilir. Bu duruma düşmemek için din, müstehcene karşı yasaklar koyar, mensuplarını böylesine gerilemelere düşmekten kurtarır.

Cinsel tahrik amacı olsun veya olmasın İslam’a göre çıplaklığın sınırları içine girecek resim ve film çektirmek ve çekmek haramdır. Bu resim ve filmlere bakmak ve bunları pazarlamak da haramdır.

Haramdır, çünkü doğrudan çıplaklıkla resim ve film aracılığıyla çıplaklık temelde aynı gayr-ı meşru amaca yöneliktir. Fark yalnızca tesir bakımındandır. Bizzat çıplaklık, bilvasıta çıplaklıktan şüphesiz daha tesirlidir. Ancak bilvasıta çıplaklıkta da yaygınlık ve süreklilik vardır.

Çıplak resimleri sadece kadın resmi diye sınırlamamak lazımdır. Çıplak resimler kadının olursa günah, erkeğin olursa sakıncasız diye bir şey yoktur. Avret sayılan yerlerin açılması ve bakılması, kimden olursa olsun haramdır ve günahtır. Ancak haramlık ve günahlık en mahrem noktalara yaklaştıkça artar ve ağırlaşır.

Güzele bakmak sevap mı, yoksa gözlerin ihaneti mi?

Güzel nedir, güzel kimdir, güzel kime göredir, güzel kimin içindir? Güzel, nefsin hoşlandığı nesne midir? Yoksa güzel, kalbin akl-ı selimle marifet ve ilim devşirdiği şey midir? Başlıkta sorduğumuz soruyu bu sorular çerçevesinde ele almamız gerekir.

Bunlardan birincisi kötülüğü emreden nefsin güzeli, ikincisi kalbin ve gönlün güzelidir. Birincisinde nefis, gördüğü güzele kendi hesabına bakar ve çirkinleştirir. İkincisinde kalp ve gönül, gördüğü güzele Allah hesabına bakar ve daha da güzelleştirir.

Birincisinde nefsin çıkış noktası kendi açısıdır, niyeti ve nazarı kendi zevkidir ve sınırsız arzularıdır. Burada göz bir tahrik âleti derecesine inmiştir. Bu bakışta hayır yoktur. Bu bakış şükürsüzdür, nankörcedir; bundan dolayı haramdır. Namahrem açık da olsa, örtülü de olsa, güzel de olsa, çirkin de olsa, ona nefis hesabına bakmak haramdır.

İkincisinde kalbin ve gönlün çıkış noktası, niyeti ve nazarı Allah’ın sonsuz güzelliğine ulaşmaktır; yaptığı iş ilim, marifet ve şükürdür. Gayesi Allah’ın rızasını tahsildir. Üstad Bediüzzaman’a göre, burada göz, her şeye gözün yaratıcısı hesabına bakar, her şeyi güzel görür, büyük kâinat kitabının okuyucusudur, Allah’ın sanat mucizelerinin bir seyircisidir ve yeryüzü bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısıdır. (Sözler, 6. Söz, s. 55)

Bu ikinci yaklaşımda her şey güzeldir. Bu bakışta lütuf da güzeldir, kahır da güzeldir. Huzur da güzeldir, bela da güzeldir. Göz, Kur’an gibi, “Allah her şeyi güzel yaratmıştır” (Secde, 32/7) der, her tecellide güzellik arar, güzellik bulur. Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının eserlerini büyük bir saadet ve huzur içinde izler, görür.

Bu bakışta kalp Bediüzzaman gibi, “Melekutiyet (eşya ve hadiselerin iç yüzü) ve hakikat itibariyle her şey şeffaftır, güzeldir” (Sözler, 22. Söz, s. 393) der, Allah’ın isimlerinin tecellilerinden ilim, marifet ve şükür balı toplar. Gönül, bu bakışta İbrahim Hakkı gibi her tecelli için, “Görelim Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler!” der, Cenab-ı Hakk’ın tasarruflarına teslim olur.

Nefis hesabına namahreme bakmak sevap değil, günahtır. Nikâhımız altında olan güzele ya da bakışı haram olmayan yaratılış, fıtrat ve tabiat güzelliklerine Yaratıcı hesabına bakmak ise sevaptır.

Kur’an, haram bakışı “hâinete’l-a’yün/gözlerin ihaneti” sözüyle ifade eder. Cenab-ı Allah şöyle buyurur: “Allah gözlerin ihanetini de bilir, gönüllerin sakladığını da...” (Mü’min, 40/19)

Gözlerin ihaneti ifadesi, Kur’an’ın eşsiz dilinde, gözlerin gizlice harama kayması demektir. Burada nefs-i emmare, birer kudret harikası olan gözleri kendi hesabına kullanıyor. O iki inci tanesini harama yönlendiriyor.

Oysa bu esnada gözlerin haram noktaya kayıp gidişini Allah görmektedir. Nefs-i emmare ise, Allah’ın, gözlerin bakışını görüyor olduğunu ya nazara almıyor ya da unutuyor. Kur’an buna “gözlerin ihaneti” diyor.

Müstehcen görüntülere bakmaya din ne diyor?

Açık saçık görüntülere bakmak, müstehcen içerikli filmler seyretmek ve buna benzer muhtevada yayın yapan internet sitelerine girmek haramdır. Kur’an iki yerde fuhşiyat, bir yerde açıkça zina tabirini kullanarak fuhşiyat ve zinanın yasak olduğunu açıkça ifade buyurmuştur.

“De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını ben okuyup açıklayayım: O’na hiçbir şeyi ortak yapmayın, anneye babaya iyi davranın, fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin, çünkü sizin de onların da rızkını veren Biz’iz. Kötülüklerin, fuhşiyatın açığına da gizlisine de yaklaşmayın! Allah’ın muhterem kıldığı cana haksız yere kıymayın! İşte aklınızı kullanırsınız diye Allah size bunları emrediyor.” (En’**, 6/151)

“De ki: Rabbim o güzel şeyleri değil, açığı ile gizlisi ile, bütün fuhşiyatı haram kılmıştır. Keza her türlü günahı, haksız tecavüzü ve kendisine tapılması hakkında Allah’ın herhangi bir delil bildirmediği bir nesneyi Allah’a şerik yapmanızı, bir de Allah’ın emretmediği birtakım şeyleri iftira ederek O’na mal etmenizi haram kılmıştır.” (A’raf, 7/33)

Ayette bahsedilen açık fuhşiyat genelev, metres, gizli dost vs. hangi yolla olursa olsun zinadır. Gizli fuhşiyat ise insanı zinaya götüren şeylerin bütünüdür. Zina haram olduğu gibi insanı zinaya götüren, gayr-ı meşru şekilde şehvet hislerini kamçılayan şeyler de haramdır.

Nitekim İslam tarihinin başlangıcından bugüne kadar gelen sayısız İslam fıkıhçıları meseleye hep böyle yaklaşmıştır. Ayette fuhuş kelimesinin “fevahiş” denilerek çoğul olarak ifade edilmesi insanı zinaya götüren yolların çokluğunu göstermektedir.

Üçüncü ayet ise: “Sakın zinaya yaklaşmayın; çünkü o, çirkinliği meydanda olan bir hayâsızlıktır, çok kötü bir yoldur.” (İsra, 17/32)

Dikkatlice bakılacak olduğunda hemen herkesin rahatlıkla yapabileceği çıkarım, ayette sadece zinanın değil zinaya yaklaşmanın yasaklandığı gerçeğidir. Bu da daha önce ifade ettiğimiz zinanın yanı sıra zinaya götüren yolların haram olduğunu bir kere daha vurgulamaktan ibarettir.

Hadis-i şeriflere baktığımızda Allah Resulü, müstehcen manzaralara bakmanın haram olduğunu, gayr-ı iradi olduğu için birinci bakmada bir vebal olmasa da ikinci ve daha sonraki bakışların haram olduğunu söylüyor. (Tirmizi, Edeb 28)

Kudsi bir hadiste ise harama bakışın şeytanın oklarından zehirli bir ok olduğu, kişinin bundan sakınması durumunda Cenab-ı Hakk’ın o kişiye bu hareketinden dolayı imanının tadını kalbinin derinliklerinde hissettireceği ifade ediliyor. (Münzirî, et-Tergib ve’t-Terhib, III, 63)

Diğer bir hadis ise umumi: “Hiç şüphe yok ki, Allah Âdemoğluna zinadan nasibini yazmıştır. Buna kesinlikle erişecektir. (Yani kaçış yoktur. Binaenaleyh) gözlerin zinası bakmak, dilin zinası da konuşmaktır. Nefis temenni eder ve şehvetlenir. Ferc (avret mahalli) de ya bunu tasdik eder ve (yahut da) yalanlar.” (Buhari, İstizan 12)

Hadisin bir başka rivayetinde şu ilaveler var: “Eller de zina eder, onların zinası tutmaktır. Ayaklar da zina eder, onların zinası yürümektir. Ağız da zina eder, onların zinası da öpmektir. Kulaklar da zina eder, onların zinası da dinlemektir.” (Müslim, Kader 21)

Müstehcene bakmak niye zinadır?

Buraya kadar anlatılanlardan hareketle cinsellik noktasında zaafı olan, bunlara başka türlü tatminler arayan kişiler, “Zina olmadıktan sonra bu türlü bakıp etmelerde ne sakınca olabilir, neden bu kadar sert hükümler söz konusu?” diyebilirler. Veya “Neden Kur’an zina ve cinsellik konusuna bu denli sert yaklaşmaktadır” diye sorabilirler.

Şundan: Öncelikle aile, çok bilinen ifadesiyle, toplumun temelidir. Temeli eğer yerinden oynarsa bütün bina sarsılacak demektir. Ailenin ve dolayısıyla toplumun huzurlu ve mutlu bir hayat sürmesi ise eşlerden birinin, açıkça veya er ya da geç açığa çıkacak gizli fuhşiyatı ile mümkün değildir.

İkincisi, bilindiği ya da mutlaka bilinmesi gerektiği gibi, İslam eğer bir hareketin yapılması veya yapılmaması hakkında bir hüküm beyan ettiyse onu destekleyen, zemini ona göre hazırlayan veya koruyan hüküm ve düzenlemeleri de beraberinde getirmiştir.

Dolayısıyla evliliği teşvik ederken, evlenecek çiftlerin birbirine denk olması, evlilik öncesi birbirlerini görüp beğenmeleri, her türlü temizliğe riayet etmeleri, hoşlanmadıkları şeyleri yapmamaları, kocanın izni olmadan eve yabancı alınmaması vb. aile mutluluğunu alakadar eden onlarca-yüzlerce konuda direkt emir ve yasaklar sunmuştur. Zinayı yasaklarken insanları zinaya sürükleyebilecek şeyleri de yasaklamıştır.

Söz gelimi; kadın ve erkeklerin cinsel cazibelerini ortaya koyacak biçimde giyinmeleri, süslenmeleri ve o halleri ile toplum içine çıkmaları, müstehcenlik, hayâsızlık, karı-koca olmayan kişilerin birbirlerine şehvetle dokunması, bakması ve benzeri şeyler bu cümledendir.

Hatta bu hususta o kadar detaya inmiştir ki başkalarının tahrikine vesile olduğu için kadınların koku sürünmelerine, kışkırtıcı bakış, konuşma ve gülüşmelere kadar sınırlama getirmiştir. Açık-saçık filmler seyretmek, internette insanın şehvani hislerine hitap eden sayfalar arasında gezinti yapmak bunlardan daha aşağı şeyler değildir.

Üçüncüsü; hadiseye toplumsal açıdan baktığımızda genel ahlak ilkelerine göre kamu düzeninin sağlanması her devletin görevi olduğu gibi, sağlıklı bir yaşam isteyen her toplumun da hakkıdır.

Zinanın, insanları zinaya götürecek müstehcenlik başta her türlü cinsel duyguları tahrik eden, cinsel özgürlük deyip fıtrata rağmen o duygulara hiçbir sınırlama getirmeksizin serbestisine izin veren düşünce ve uygulamaların genel ahlak ilkelerine aykırı olduğu ve son tahlilde kamu düzenini bozacağı muhakkaktır.

Eşcinsellikten evlilik dışı çocuklara, genelevlerden müstehcen yayınlara kadar, bu çizgi dışı şeylerin toplum hayatına getirdiği ve götürdüğü şeyler mukayese edilirse ne demek istediğimiz daha net anlaşılır.

İşte İslam’ın söz konusu cinsellik eksenli sapkınlık ve taşkınlıklara bu kadar sert hükümler getirmesinin altında yatan temel esas budur. Aslında bu hükümlere “sert, serbestiyet tanımıyor, özgürlüğü kısıtlıyor” demektense, “her zaman için kaymanın kaçınılmaz olduğu, alabildiğine kaygan bir zeminde insanlara yardım ediyor, ellerinden tutuyor, istikamet kazandırıyor” demek daha uygun olsa gerek...

Evli bir insan hayâsız resimlere niye bakar?

Meselenin dinî boyutunu böylece ortaya koyduktan sonra meseleye bir de başka perspektiften bakalım. İmanlı bir sine, ahirette burada yaptığı her şeyin hesabını vereceğine inanan bir gönül, neden bu türlü şeylere girer?

Şehvani hissin insan olan herkes için tabii ve fıtri olduğu bilinen bir gerçektir. Bunu tatmin yolunun da meşru dairede evlilik olduğu kesindir. Evli ve inanan bir insan olmasına rağmen bir erkeğin bu türlü şeyler içine girmesinin sebebi eşiyle tatmin olamaması, aradığını bulamaması olabilir.

Utanılacak bir mesele olduğu için derdini kimseye açamıyor, belki eşiyle dahi konuşamıyordur. Zinanın haram olduğuna inandığı için de açık-saçık filmlerle bu hissiyatını tatmine çalışıyor olabilir.

Bu ihtimali lütfen yabana atmayın. Çünkü cinsel tatminsizlikten dolayı mahkeme kapılarında kendilerini bulan nice eşler var bugün. Evli oldukları halde kocası ve hanımı dışında gizli dost tutan, metres hayatı yaşayan veya genelevlere giden kişiler arasında yapılan anket ve istatistikler bu hususu varsayım ve tahmin olmaktan çıkarıyor.

Tabii, böylesi bir duruma müptela olma sadece erkeklere has bir hastalık değildir. Erkeklere nazaran daha az da olsa bir hanım da meşru olmayan görüntülere bakma hastalığına müptela olabilir.

Ama netice değişmez. Bir anlamda müstehcen görüntülere sığınmanın altında böyle bir neden varsa yapılacak şey eşlerin birbirlerine karşı alabildiğine açık ve cesur olmasıdır. Beklentilerini, isteklerini anlatmaları ve meşru daire içinde kalarak karşılıklı beklentilerini karşılamalarıdır.

Müstehcen görüntüler, alışkanlık yapar

Ama böyle bir problem yoksa o zaman geride başka bir ihtimal daha kalıyor: Kişi psikolojik bir hastadır ve cinsel duygularında bir sapma yaşamaktadır. Zira hayâsız görüntüler, insanın duygularının karşı cinse uyandığı veya şehvani hislerinin aklını başından aldığı gençlik dönemlerinde anlık zevk olarak başlasa da sonra alışkanlık yapmıştır.

Uzun yıllar müstehcenliğe açık bir hayat yaşayan insanda bu durum cinsel sapma oluşturmuş ve o kişiyi sadece bakmakla, görmekle tatmin olan bir insan haline getirmiştir. Nitekim bugün toplumumuz içinde bu türlü vakalar hiç de az değildir.

Bu tür bir hastalığa maruz kalan bir insan ne yapacak? Aslında böyle bir durumda yapılacak şey psikolojik tedavidir. Hz. Peygamber’in beyanına göre “imandan bir şube olan hayâ, utanma hissi” (Buhari, İman 16) de buna mani olmamalıdır; çünkü bu gerçekten tedavi gerektiren ve belki de sadece çağımıza mahsus bir hastalıktır.

Peki, iman bu konuda yeterli değil midir? Elbette yeterli olmalı, psikologa ihtiyaç bırakmamalı. Zaten şimdiye kadar Kur’an’ı ve Nebevi değerleri hatırlatmamızın, sürekli onlara vurgu yapmamızın sebebi de bu…

Allah’a ve ahiret gününe iman, akıl ve irade ile bütünleşmeli ve İslam’ın hem de boşluk bırakmadan sunduğu emir ve yasaklar bütünü hayata tatbik edilerek bu sorun aşılmalıdır. Batı’nın ve Batılı değerlerin ticaret sektörü haline getirdiği bu türden cinselliğe prim verilmemeli, cinsel duyguların başkaları tarafından sömürüsüne engel olunmalıdır. (Ahmet Kurucan)

Böylece Müslüman fert olarak alnı ak ve açık, dik durarak bu hayatı sürdürmeli ve ahirette hesabını veremeyeceğimiz, bizi Rabbimiz huzurunda amel defterleri açıldığı zaman mahcup edecek şeyler içine girmemelidir.

Kaldı ki bununla insanlık ailesini bugün her zamankinden daha fazla tehdit eden iğrenç zevklerin, cinsel sapıklıkların, gayr-ı meşru ilişkilerin, zina mahsulü çocukların, ruhi bunalımların, bunların sebep olduğu boşanma ve intiharların vs. önüne set çekmiş oluruz.

M. Ali Seyhan

Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
25 Haziran 2009       Mesaj #82
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Flört yarardan ziyade zarar veriyor

Sponsorlu Bağlantılar
Kadın-erkek arasındaki duygusal ilişkiye flört deniyor. Batı toplumlarına baktığımızda önceleri flört, gençlerin duygusal açıdan olgunlaşmalarını, çeşitli komplekslerinden kurtulmalarını, cinsellik konusunda bilgilenmelerini, eşlerin evlilik öncesinde birbirlerini tanıyarak bilinçli bir beraberlik oluşturmalarını sağlayacak bir tecrübe ve eğitim biçimi olarak kabul edilmiş ve hoş görülmüştü.

Fakat duygusal ilişkiler, kendisine ilişkin bütün düşünce ve varsayımların iflasını ilan edercesine büyük bir hızla fiziksel ilişkiye dönüşerek gündemden düştü. Batılı toplumlar günümüzde bir yandan bir süre önce son derece masumane ilişkiler olarak baktığı flört olayının önüne yığdığı toplumsal sorunlarla boğuşurken, bir yandan da artık duygusal ilişkinin yerini alan cinsel özgürlük gibi kavram ve olguları tartışmaya başladı.

Günümüzde flört, yani evlilik öncesi gençlerin birbirlerini tanıma ve tanışma bahanesi ile belli süre beraber olması yaygınlaştı. Dinimizde yeri olmamasına rağmen İslamî duyarlılığı olan insanlar arasında bile görülebiliyor artık. Burada hemen şunu söyleyelim ki, “Gençler önceden görüşür ve flört ederse, birbirini yakından tanıma imkânları olur. Eğer huyları, anlayışları farklı ise, evlenmeden önce daha işin başındayken, işi bitirmiş olurlar” iddiası da çok yanlış.

Tecrübeler hiç de böyle olmadığını gösteriyor. Günümüzde en çok boşanma, flörtsüz evliliğin yapılmadığı Batı ülkelerinde olmaktadır. İki taraf da, tanışma devresinde, birbirlerine hoş görünmek için beraber bulundukları zamanlarda, gayet toleranslı davranıp, kötü huylarını birbirlerine hissettirmemeye çalışır, birbirlerini yanıltırlar. Ancak evlendikten sonra anlaşılır gerçek durum… Fakat iş işten geçmiş olur.

Bunun için, evlenilecek kimselerin gerçek hâlleri, evlenilmeden önce öğrenilmelidir. Bu da ancak tecrübeli kimselerin araştırmasıyla, o kimselerin evveliyatını iyi bilen, güvenilir kimselere sormakla olur.

Ayrıca, bekârken çok kimseyle görüşen, çok kimseyle eğlenen erkek ve kızda, evlendikten sonra da çok kimseyle görüşme arzusu devam eder. Bir kişiye bağlı kalmak, zamanla onu sıkmaya başlar; değişiklik arayışına girer. Bunun sonucunda da, her gün gazetelerde boy boy resimlerini gördüğümüz aldatmalar, kavga gürültüler ve cinayetler meydana gelir. Bir anlık gaflet, değişiklik arzusu, kişilerin hem dünya, hem de ahiretlerini karartır. Aman dikkat!

Bunlar belki manasız gelir çok gence. Çünkü gönlünü kaptırana verilecek nasihat, ona deli saçması gibi gelir. Onun için Peygamber Efendimiz, “Sevgi, insanı sağır ve kör eder” (Keşfü’l-Hafa, 2/129) buyurmuştur.

Sağıra ne anlatsanız duymaz. Görmeyen bir kimse, ne yapsanız görmez. Bu bakımdan ileri görüşlü, tecrübeli ana-babanın, akrabanın ve iyi arkadaşların tavsiyelerine kulak vermeli. Ana-baba, oğlunun veya kızının evleneceği kişiye, evlâtlarının gözü ile bakmaz. Acı tecrübelerin verdiği dersle bakar. Ana baba sadece görünüşe değil, perdenin arkasına da bakar. Çünkü gerçeği görmeye mâni olur perde...

Flörtsüz evlilik olmaz mı?

Flört dönemi, gerçek beraberliği çoğu zaman aksettirmez. Eğer flört, gerçek hayatın aynısı olarak yaşanabilse, belki evliliğin nasıl gideceğine dair ipuçları verebilir, ama bunun da başka bedelleri vardır malûm. Bildiğimiz anlamdaki flört, yani arada sırada görüşüp gezmek, sohbet etmek ise, aslında gerçek hayatta olunandan farklı bir kişiliğin sergilendiği bir dönemdir.

Örneğin kişi günün yirmi üç saati tek başına, sessiz ve sakin bir hayat sürüyor, biriken sohbet ve gezme ihtiyacını günde bir saatlik buluşmalara saklıyorsa, o bir saatte çok konuşkan, canlı, eğlendirici biri gibi davranabilir. Ve “çıktığı” kişi de canlı, atak, sosyal insanlardan hoşlanıyorsa onun gözüne hoş görünebilir.

Ama iş evliliğe gelince, o hareketli görünen kişinin günde ancak bir saat gezmeye ve sohbete tahammül edebildiği, aslında çok durgun ve sakin bir hayatı sevdiği açığa çıkar ve sürtüşmeler başlar.

Ben üç-dört yıl flört edip birbiriyle çok iyi anlaşan, ama evlenince birkaç ayda hayal kırıklığı yaşayan nice insanlar gördüm. Evlilik hayatı başlayınca “Reklamları izlediniz, şimdi haberler” anonsu yapılmış gibi olur.

“Peki, flört bile olmadan evlenilecek kişi nasıl seçilebilir?” diyebilirsiniz. Aslına bakarsanız bir insanın, karşısındaki kişiyi tanıması o kadar da uzun bir zaman gerektirmez. Yapılan araştırmalar özellikle kadınların, karşılaştıkları kişiyi ilk üç dakika içinde değerlendirip kategorize edebildiğini göstermiştir.

Dikkatli bir insan için yüz hatları, mimikler, ses tonu, konuşma biçimi, hatta kullanılan kelimeler bile kişiliğe dair önemli işaretler taşır. Ve özellikle hanımlar bu tip işaretleri çok iyi değerlendirirler.

Mesela karşınızdaki kişiye “Hava bu gün ne güzel, değil mi?” diye sordunuz diyelim. Hepsinden de ayrı bir kişilik yapısına işaret eden çeşit çeşit cevaplar alabilirsiniz.

– Gerçekten harika bir hava var, insanın içi coşkuyla doluyor. (Canlı, iyimser.)
– Böyle havaları çok mu seversin? (Karşısındakiyle ilgilenen.)
– Hı hı. (Kontrollü ve ketum.)
– Haklısın, çok güzel, değil mi? (Uyumlu, paylaşımcı.)
– Esas üç gün önce çok daha güzeldi. (Geçmişte yaşayan.)
– Yaa, bu güzel havada eve tıkıldık işte. (Şikâyetçi, karamsar.)

Bakın, bir tek cümleden ne kadar çok ipucu çıkartabiliyorsunuz. Yeter ki ona iyi bakın, dikkatli dinleyin ve ipuçlarını değerlendirin. (Dr. Yusuf Karaçay)

Flörtün zararları nelerdir?

Flörtün pek çok sakıncası vardır: Flörtte bir tuzak vardır. Flörtte çok defa, kız, erkek tarafından kandırıldıktan sonra terk edilir. Tabi tam tersi olduğu durumlar da olabilir.

Flört, gençlerde gafilce tecrübelere yol açar. Bu tecrübelerin çoğu, kötü şekilde sonuçlanır. Tecrübe için insan, cebine barut koyup kendini tehlikeye atmaz. Ateşle barut bir arada durmaz. Yılan acaba nasıl sokar diye yılanla oynanmaz.

Flört, akıl mantık hislerini alt üst eder. Flörte alışan, sık sık arkadaş değiştirir. Kızı kandırıp terk eden erkek hain, kandırılan kız da maskara durumuna düşer. Flörtte çok defa, iffet elden gider. Namuslu Müslüman bir kız için bundan büyük felaket olamaz. Flört, pek çok genci serseri, müsrif ve perişan eder. Gençler arasında aşağılık kompleksi, kıskançlık, kin, nefret, karamsarlık ve çeşitli ruhî bunalımlar doğurur.

Flört arzusu, tenhada buluşmaya davet eder. Sonunda, birçok gencin başı belaya girer. Sonrasında ise pişmanlıklar ve acılar yaşanır.

ABD’deki Pennsylvania Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada, 1964 ile 1997 yılları arasında evlenen 1400 kişiye evliliklerindeki deneyimleri sorulmuş.

Bilim adamı Claire Kamp-Dush, evlenmeden önce aynı evi paylaşan çiftlerin, diğer çiftlere göre daha mutsuz olduklarını söylediklerini ve boşanma oranlarının daha yüksek olduğunu belirtiyor. Çiftlerin birlikte yaşamaya karar verirken, muhtemel bir ayrılığın daha kolay olacağı düşüncesiyle yeterince ince eleyip sık dokumadığını belirterek, evlilik kararında da genelde birlikteyken harcanan emek ve çocukların etkili olduğunu söylüyor.

Sadece kendi zevkini önemseyen genç bir erkek, kokladığı çiçekten hemen doyar, sonra başka bir renk, başka bir çiçek arar. Artık bu sahne onu avutmaz, ondaki esrar, onu çeken cazibe, bağ ve düğümler çözülmüştür. O artık başka bir cazibe, daha esrarlı bir düğüm ister, başka eğlenceleri kovalar. Bu bakımdan flört hususunda kız veya kadın, çok hassas olmalıdır.

Dinimiz flörte izin verir mi?

Dinimiz elbette böylesi bir ilişkiye izin vermez. Birbirine yabancı iki karşı cinsin tenha bir yerde baş başa kalışları; hislerinin isyanına, yaratılışta var olan duyguların ayaklanmasına vesile teşkil eder. Cinsî hislerin ayaklanması ve isyanından sonraki safhaları ise kimse kestiremez. Atalarımız “ateş ile barut yan yana durmaz” demişler.

Böylesi ilişkiler gayet masumane bir şekilde başlar, ancak neticesi genelde hüsran olur. Toplum hayatındaki pişmanlıkların, hatta cinayetlerin ve kötülüklerin büyük çoğunluğunun bu ikaza kulak asmayıştan, aradaki sınırı aşıp taşmaktan kaynaklandığı da yaşanan günlük olaylarla sabittir. Gazete ve televizyonlar bu tarz haberlerle dolu değil mi?

Bunun istisnası yok mu, her kadın, her erkek böyle mi? Elbette öyle bir iddiamız olamaz. Elbette her kaidenin istisnası olur. Lakin istisnalar hep müstesna kalır, umumi hükmü değiştirmez.

Kadın kendisini şaibe altına sokacak laubaliliklerden uzak kalmalı, kolay elde edilen, kolayca da terk edilen eğlence metaı haline gelmemelidir. Erkek de hayata sadece ve sadece şehevi bir gözlükle bakmamalı, Allah’ın kendisine verdiği enerjiyi böylesi basit duygu ve düşüncelerle tüketmemeli, beynini çalıştırmalı ve yarınlara öyle yürümelidir.

Kız arkadaşımla gizli dinî nikâh yaptırabilir miyim?

Günümüzde pek çok genç bu soruyu sorabiliyor. Sizlere burada yaşanmış bir hadiseden bahsedeyim. Ahmet Şahin Hoca’ya gencin biri şöyle bir soru soruyor:
“Hocam! Normal evlenme zamanım gelince hayatımı birleştirmek istediğim bir kız arkadaşımla dinî nikâh yaptırmak istiyorum. Ancak ailemizin buna izin vermeyeceğini de biliyoruz. Şimdilik gizli dinî nikâh yaparak bu müşterekliğimizi sağlasak, zamanı gelince de resmî nikâhı düşünsek olur mu?”

Ahmet Şahin Hoca gence şöyle diyor: “Dinî nikâhı öne alıp resmî nikâhı sonraya bırakmanızı, hem de bu nikâhı gizli yapmayı düşünmenizi, baskısı altında kaldığınız gençlik arzularınızın sizi yanıltması olarak görmekteyim. İnsan, arzusunun etkisi altında kalırsa, ne kadar olumsuz ve zamansız olursa olsun bir kılıf bulur, yine de arzularını gerçekleştirmeye yönelebilir. Bilinmeli ki, nikâh öyle basit bir olay değildir. Önünü sonunu iyi düşünmek gerekir.

Gizli de olsa dinî nikâhla yapılan evlilikte, evlilik hakları tümüyle gerçekleşir, taraflar birbirlerine karşı hak ve mükellefiyetleri yüklenmiş olurlar. Hatta mirasçı dahi olurlar. Ancak bu evliliği ispat etmek, oluşan hakları emniyet altına almak bugünkü kanunlarla mümkün olur mu?

Hele bir müddet sonra taraflardan biri, ‘Ben bu gizli evliliği sürdürmek istemiyorum, sandığım kadar da cazip bir şey değilmiş!’ deyip de çekiliverirse çare ne olur? Zaten çoğu kez delikanlının hevesi kısa zamanda bitiyor, böyle kolayca rest çekmeler görülüyor, kızcağız da ortada kalmaya mecbur, hatta mahkûm hale geliyor, pişmanlık olanca etkisiyle yaşanıyor; ama hiç faydası yoktur bu pişmanlığın...

Bu arada haberi olan aileler de olayın içine girince çıkmaz üstüne çıkmazlar başlıyor. ‘Bir deli bir kuyuya bir taş atar, bin akıllı çıkaramaz’ misali şaşırmalar söz konusu oluyor. Geriye tek çare kalıyor. Gizli nikâhın oluşan haklarını almak için imzalı, şahitli resmî nikâh...

Bundan dolayı Şafii mezhebinde, ailenin haberi ve rızası olmadan gizli evlilik yapılamaz. Hanefi’de ise ailenin haberi olunca tarafların birbirine denk olmadıkları anlaşılırsa ayırma hakkı söz konusu olur. En doğrusu, ailenin de izin vereceği normal evlenme vaktini sabırla beklemek.

Ancak böyle bir beklemeyi göze almak için, karşı cinslerle mahremiyet sınırlarını kaldıran laubaliliklerden uzak kalmalı, hisleri alevlendirecek ortamlardan kaçınılmalıdır ki, normal evlenme vaktini bekleme sabrı göze alınabilsin.

Yoksa her fırsatta duyguları isyana yönelten gizli buluşma ve görüşmeler devam ederse bekleme sabrına sahip olunamaz, zamanı gelmeden gizli evlilik yapmaya kendini mecbur sanır, sonra da, ‘Tecrübeli büyüklerimiz bizi neden uyarmadılar?’ diye sitem dolu beddualar söz konusu olabilir.”

Gelip geçici hislerinizin kurbanı olmayın

O yüzden hislerinizi kontrolden çıkaracak ortamlardan uzak durun, mahremiyet sınırlarını aşarak aklınızın, mantığınızın, hatta ailenizin kabul etmeyeceği kararlar almaya kendinizi mecbur hale getirmeyin. Şunu unutmayın ki, insandaki cinsel duygular, mahremiyet sınırları içinde korunur da tahrike maruz kalmazsa, sahibini akıl-mantık dışı kararlar almaya zorlamaz, utanacağı yanlışı yapmaya mecbur bırakmaz.

Ne zaman bu konudaki sınırlar aşılır, yabancılarla yüz yüze, göz göze şaibeli şekilde buluşmalara, görüşmelere taşınırsa, o zaman akıllı insanın alamayacağı kararları aldıran duygu dayatmaları söz konusu hale gelir!

Efendimizin (a.s.m.) şu ihtarı da bunu ifade etmektedir zaten:
“Mahremiyet sınırlarını aşıp taşarak cinsel hislerini ayaklandıran insan, aklının ya tümünü ya da üçte ikisini kaybetmiş gibidir!” (Keşfü’l-Hafa, 2/129)

Artık alacağı kararlar, yapacağı işler aklının, mantığının değil de alevlenmiş hislerinin kararı olur. His ise önünü görmez, sonra aklı başına gelir; ama bu defa da zamanı geçmiş bir akıllanma olur bu. Böyle üzücü sonuçlara maruz kalmamanın tek çaresi, iki ikiye tenhalarda yabancılarla şaibeli şekilde buluşmaktan kaçınmak, tahrikçi zemin ve görüntülerden kendini korumaya, kollamaya almaktır.

Sözün özü: Haram-helal sınırlarını tanıyanlar kendilerini korumaya alırlar, tanımayanlar kendilerini yanlışlara mecbur sanırlar!

M. Ali Seyhan

Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
9 Temmuz 2009       Mesaj #83
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Sual: Bazı kimseler, müstehcen konuşuyor. Ayıp şeyler söylüyor. İnsanların ayıplıyacağı çirkin işler yapıyor. Müslüman olan kimse, böyle şeyler yapar mı?

Cevap:
Hadika‘da buyuruluyor ki: Fuhuş, çirkin söz demektir. Haddi aşan herşeye fâhiş denir. Buradaki anlami, çirkin olan işleri, açik kelimelerle anlatmak, müstehcen, yani edebe, ahlaka aykiri, açik saçik konuşmak demektir. Abdest bozmak ve cima için kullanilan kelimeleri söylemek böyledir. Bu kelimeleri söylemek fuhuştur. Çünkü bunlari söylemek, mürüvvete ve dindarliga uygun degildir, hayâyi giderir. Bunlari anlatmak gerekince, açik olarak söylememeli, kinaye olarak söylemelidir! Edepli olan, salih olan, fuhuş söylemeye mecbur olunca, kinaye olarak söyler. Kinaye, birşeyi, açik anlamlari başka olan kelimelerle anlatmaktir. Mesela, Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde, cima için lems [dokunmak] kelimesini söylemiştir. (Nisa 43)

Hadis-i şerifte, (Fuhuş söyliyene cennet haramdır.) [Ebu Nuaym] buyuruldu.

Dinimizde hayânın yeri çok mühimdir. Hayâsı olan, Allahü teâlâdan utandığı için günah işlemekten çekinir. İnsanlardan utanmıyan Allahtan da utanmaz. Açıktan günah işliyen, hem insanlardan, hem de Allahtan çekinmediğini gösterir. (Allahın bildiğini kuldan ne saklıyayım) demek yanlıştır. Gizli işlediği bir günahı başkalarına açıklamak doğru değildir, hayâsızlıktır. Hadis-i şerifte, (Hayâ imandan, hayâsızlık nifaktandır.) buyuruldu.

Kabahat de gizlidir

İnsanlardan utanarak, günahı gizlemek de hayâdandır. Günah gizlenmezse, fâsıklar bundan cesaret alır. (Falanca günah işliyor. Ben de işlesem ne çıkar) diyebilir. Riya olmaması için nafile ibadeti gizlemek caizdir. Onun için, (Kabahat de gizli, ibadet de gizli) denmiştir. (Hayâ elbisesine bürünenin aybı görülmez. Duyulunca hoşlanılacak şeyleri yap! Kimsenin duymasını istemediğin ve duyulunca hoşlanılmayan şeylerden kaç) buyurulmuştur. Hz.Ebu Bekir, (Hayâsız kişi, halk içinde çıplak dolaşana benzer) buyurmuştur. Allahü teâlâdan utanmak, imanın kuvvetli olduğuna, hayâsızlık da, imanın zayıf olduğuna alamettir. Hayâ, imanın esasındandır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Hayâ ve az konuşmak imandan, fahiş söz ve çok söz nifaktandır.) [Tirmizî]

(Kim, dünyada günahını gizlerse, Allahü teâlâ da, Kıyamette, o günahı herkesten saklar.) [Müslim]

(Bir günaha düşen, Allahın örtüsünü, onun üzerinde bulundurmalıdır!) [Müslim]

(Hayâ imandandır.) [Buharî]

(Hayâ tamamıyla hayırdır.) [Buharî]

(Hayâ, imanın nizamıdır. Nizamı bozulan şeyin, parçaları darmadağın olur.) [İbni Mace]

(Hayâ, iffet, dile hakim olmak ve akıl imandandır. Cimrilik, fuhuş, çirkin sözlü olmak ise hayâsızlıktan ve münafıklıktandır.) [Beyhekî]

(İman çıplaktır, süsü hayâ, elbisesi takva, sermayesi fıkıh, meyvesi ameldir.) [Deylemî]

(Hayâ insan olsaydı, salih biri, fuhuş insan olsaydı, kötü biri olurdu.) [Taberânî]

(Hayâsı olmıyanın dini yoktur. Hayâsız kimse Cennete giremez.) [Deylemî]

(Hayâ ile iman bir aradadır. Biri giderse, öteki de durmaz.) [Hakim]

(Fahiş ve çirkin sözlerden şiddetle kaçının! ) [Nesâî]

(Mümin, ayıplamaz, lânet etmez, fahiş söz söylemez) [Tirmizî]

(Cennet, fahiş ve çirkin söz konuşana haramdır.) [İbni Ebiddünya]

(Allahü teâlâ, fahiş ve çirkin söz söyleyeni sevmez.) [İbni Ebiddünya]

Hayânın iman ile, hayâsızlığın da imansızlık ile ilgisi büyüktür. Hayâsızın küfre düşmesi kolay olur. Hadis-i şerifte, (Hayânın azlığı küfürdür) (Hakim) buyuruldu. Hayâsız olan mürüvvetsiz olur. İnsanları, hayâsızların zararından sakındırmak için onların gıybetini yapmak caizdir. Hadis-i şerifte, (Hayâ örtüsünü üzerinden atanları gıybet etmek günah olmaz) (Haraiti) buyurulmaktadır.

Kâfirler, müslümanların imanlarını yok etmek için, hayâlarını yok etmeye çalışıyorlar. Plajlarda, futbol oyunlarında, sporlarda avret yerlerinin açılmasına önderlik yapıyorlar. Fuhuş sözlere seks bilgisi diyorlar. Bu açıklıklara ve seks bilgilerine ilericilik ve faydalı bilgi diyerek gençleri hayâsız yapmak istiyorlar. Onların oyununa gelmemelidir!

İnsanların şerefi, ilim ve edepledir.

Sanmayınız ki şeref, mal, mülk ve nesepledir!

Banyoda kimse yokken de, peştamalsiz yıkanmak mekruh olur. Caiz veya küçük yerde caiz olur diyen âlimler de olmuştur. Bu bakımdan peştamal ile veya dizlere kadar uzun çamaşır veya don ile yıkanmalı, omuzlarımızda bulunan meleklerden utanmalıdır. Hadis-i şerifte, (Çıplak durmaktan sakının! Hep sizinle beraber bulunan ve, yalnız cimada ve helâda ayrılan hafaza meleklerinden utanın ve onlara saygılı olun!) buyuruldu.

Yıkanırken olduğu gibi, otururken, yatarken de Allahtan utanmalıdır! Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

(Yıkanırken örtünün! Allah, hayâ sahibidir. Utanıp örtüneni sever.)

(Avret yerlerinizi örtün! Yalnız iken de Allahü teâlâdan hayâ edin!)

Peygamber efendimiz, yüzükoyun yatan birine, (Kalk, bu yatış, cehennem ehlinin yatışıdır) buyurdu. Yüzükoyun ve örtüsüz yatan birine de, (Bu, Allahın hiç sevmediği bir yatış şekli) buyurdu.
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
6 Ağustos 2009       Mesaj #84
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Soru: Peygamberlerin, hususiyle de Kur’ân’da zikredilen Allah elçilerinin hayatımızdaki yeri ve Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisinden önce gönderilen peygamberler hakkındaki beyanları bize neler ifade etmektedir?

Cevap: Enbiya-yı izam’ın kesin olarak sayısını bilemiyoruz. Bir hadis-i şerifte 124 bin peygamber gönderildiği bildirilmektedir. (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned 5/265) Başka bir hadis-i şerifte ise, bunların içinden seçilip, doğrudan doğruya kendilerine Allah tarafından kitap gönderilen resûllerin sayısının 313 olduğu rivayeti yer almaktadır. (İbn Hibbân, es-Sahîh 2/77) Mezkur beyan-ı nebevîde görüldüğü üzere, peygamberlerin sayısı binlerle ifade edilmekle birlikte Kur’ân’da 25 peygamberin ismi zikredilmektedir. Bilindiği üzere bunlar; Hazreti Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Salih, Lût, İbrahim, İsmail, İshak, Yâkup, Yusuf, Şuayb, Harûn, Musa, Davud, Süleyman, Eyyûb, Zülkifl, Yûnus, İlyas, Elyesa’, Zekeriyya, Yahya, İsa (aleyhimusselâm) ve Hazreti Muhammed Mustafa’dır (aleyhissalâtu vesselâm). Bu yirmi beş peygamberin dışında nebi mi, veli mi olduğu ihtilaflı olan üç isim daha vardır ki, onlar da Hazreti Üzeyr, Lokman, Zülkarneyn’dir (aleyhimusselâm).
Ayrıca Kitab-ı Mukaddes’te, bunlardan farklı olarak bazı peygamber adları zikredilmektedir. Mesela Eski Ahit’te Babil esaretinde Daniyel peygamberden, Hazreti Talut döneminde Samuel peygamberden bahsediliyor. Ancak bu bilgiler Kur’ân-ı Kerim’le test edilmediğinden dolayı biz onları olduğu şekilde kabul edemeyeceğimiz gibi, inkâr da edemeyiz. Yani Kur’ân’da yer almadığı ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından tescil edilmediğinden dolayı, onların peygamber olup olmadıklarına dair kat’î bir söz söyleyemeyiz.



Kur’ân’daki Peygamberler ve Mekke Civarı

Kur’an-ı Kerim’de mealen; “Hiçbir millet yoktur ki, içlerinde, onları eğri yolun encamından sakındıran bir nebi zuhur etmiş olmasın.” (Fâtır sûresi, 35/24) buyurulmaktadır. Kur’an’ın bu ifadesinden anlıyoruz ki, Peygamberler sadece belli bir bölge ve belli topluluklara değil, dünyanın çeşitli ülkelerine, ayrı ayrı mıntıkalara gönderilmişlerdir. Ancak değişik hikmetlere binâen, Kur’ân-ı Kerim’de kıssaları anlatılan peygamberlerin, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) neş’et ettiği yere yakın bölgelerde neş’et ettiği, sergüzeşt-i hayatlarının bu bölge ile yakından irtibatlı olduğu görülmektedir. Mesela hadis kriterleri açısından kuvvetli olmasa da, Hazreti Âdem’in (aleyhisselâm) Havva Validemizle Cidde civarında bir yerde buluştuğuna dair rivayetler söz konusudur. Pozitif bilimler sahasında pek çok ödül almış bulunan kıymetli âlim, jeolog, Doktor Zağlul en-Neccar yeryüzünde ilk defa tahaccür edip yaşanır hale gelen yerin Mekke olduğunu ifade ediyor ki, konumuz açısından üzerinde durulmaya değer bir husustur. Merhum Alvar İmamı da: “Nice yıllar ah u feryat ettiler/Tarik-i tevbeye doğru gittiler/Âdem ile Havva Cidde’de cem oldular.” mısralarıyla bu buluşmayı dile getirir. Görüldüğü üzere Cidde, Efendimiz’in yaşadığı bölgeye yakın bir yerdir. Nuh Aleyhisselâm’ın gemisi Cûdi dağında ârâm eylemiştir. Ülkemiz sınırları içindeki Cûdi Dağı’ndan ayrı Cûdi isminde Musul’da da bir dağ vardır. Bu durum Cûdi’nin bir dağ silsilesinin ismi olabileceği ihtimalini akla getirmektedir. Bazı ilahiyatçılara göre Hazreti Nûh’un gemisi Ağrı Dağı’nın üzerine konmuştur. Eğer Cûdi’nin sıradağ olduğunu kabul edecek olursak, Ağrı Dağı da o silsilenin değişik bir ucu olabilir. Ancak her iki ihtimali değerlendirdiğimizde de buraların yine Efendimiz’in neş’et ettiği beldeye yakın yerler olduklarını görürüz. Âd kavminin Kuzey Arabistan, Semud kavminin Hicaz ile Suriye arasındaki bir bölgede yaşadığını; Lût Aleyhisselâm’ın Sodom ve Gomore’de vazife yaptığını; Hazreti İbrahim’in Babil’den kalkıp Kenan iline gittiğini, Suriye ve Anadolu dolaylarında dolaştığını; Musa ve Harun Aleyhimesselâm’ın Mısır’da neş’et ettiklerini düşündüğümüzde Kur’ân-ı Kerim’de isimleri geçen peygamberlerin hep Efendimiz’in neş’et ettiği yere yakın yerlerden seçilen peygamberler olduklarını müşâhede etmekteyiz.
Kelam-ı Ezelî’nin bu ilahî intihabındaki hikmetler adına şu hususlar dile getirilebilir:
Kur’ân’da zikredilen peygamberler Mekke’ye yakın yerlerde neş’et ettikleri için Efendimiz’in kavmi tarafından şöyle-böyle biliniyorlardı. Hz. Nûh, Hz. İbrahim, Hz. İdris, Hz. Yunus... gibi peygamberler üstûre ve menkıbelerde anlatılıyordu. Mekkeliler değişik vesilelerle bu peygamberlerden haberdardı. İşte Kur’ân-ı Kerim’in onları öne çıkarması, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesajının altının boş olmadığını vurgulama açısından oldukça önemli bir husustur. Böylece anlatılan o kıssalar, Peygamber Efendimiz’in mesajının bir alt yapısını teşkil edecek ve bir yönüyle o toplumun Habib-i Kibriya Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) getirdiği mesajı yadırgamayıp kabul etmesinde kolaylaştırıcı bir fonksiyon eda edecektir.
Ayrıca Kur’an’ın o günkü muhatapları, çevrelerinde bulunan ve az-çok haberdar oldukları geçmiş ümmetlerin âkıbetlerini görme ve bu durumdan ders ve ibret alma fırsatını elde edeceklerdi; elde edecek ve o kıssaların bütününden süzülüp gelen şu mesajı duyup hissedeceklerdi: “Bunlar sizin geçmişte de duyduğunuz, aranızda menkıbelerini anlattığınız peygamberlerdir. O kavimlerin içinde de sizin gibi bu şekilde temerrüt edenler olmuştu. Siz az hafızalarınızı yoklasanız o inatçı kavimlerin başlarına gelen âfetleri, maruz kaldıkları bela ve musibetleri hatırlayacaksınız. Diğer yandan o peygamberlere uyan, onların yolunda giden insanların kurtuluşa erdiklerini de göreceksiniz.” İşte Mekkelilerin daha önce bu tür hâdiselerden haberdar olmaları onların ruhlarında beyanın müessiriyeti açısından ayrı bir önem arz etmektedir.
Aynı zamanda bu kıssaların anlatılmasıyla Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselâm) hayatın tabiî yanları gösterilmiş, kendisinden önce gelen peygamberlerin de benzer sıkıntılara maruz kaldıkları ifade edilmiş, irşad ve tebliğin tabiî sürecine dikkat çekilmiş ve böylece risalet vazifesi eda edilirken bu tür bela, musibet ve imtihanların söz konusu olabileceğine işaret edilmiş olmaktadır. Bu sebeple denilebilir ki, Kur’ân-ı Kerim’de geçen peygamber kıssaları Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) için bir yönüyle talimdir, irşaddır; bir yönüyle de onlarda tadil ve teselli söz konusudur.


Peygamber Kıssaları ve Günümüz

Kur’an-ı Kerim’in intihap buyurup peygamberlerle irtibatlandırarak bize sunduğu kıssaların aynı zamanda mükellef olduğumuz Müslümanlıkla da ciddi bir alâkası vardır. Evet, bu kıssaların din ve diyanetimiz adına bizim için ifade ettiği çok ehemmiyetli mânâ ve mesajlar söz konusudur. Ancak o mânâ ve muhtevayı doğru okuyabilmek için zannediyorum siyer ve meğazi felsefesi açısından meseleye şu mülahazalarla bakılması gerekir: Kur’ân bize meselâ Hz. Âdem veya Hz. Nûh döneminde cereyan etmiş bazı hâdiseleri haber veriyor. Biz bunları öncelikle o devrin şartları içinde mütalaa edip anlamaya çalışalım. Daha sonra bulunduğumuz zamanın şartları içerisinde o hâdiseleri analize tabi tutalım. Yani bir taraftan o peygamberlerin vazifelerini kendi zamanları açısından tahlil ederken, diğer taraftan bugünkü konjonktür, zaman ve mekan şartları, günümüzün ilmî varidatını hesaba katarak onları süzüp dersler çıkarmaya çalışalım. Çünkü o kıssaların her devrin insanına ifade ettiği mânâlar vardır. Onlar Efendimiz’e çok derin mânâ ve muhtevalar ifade ettiği gibi, Raşid halifeler için de çok şeyler ifade etmiştir. Evet, Efendiler Efendisi (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) başta olmak üzere, Raşid Halifeler ve selef-i salihîn Kur’ân kıssalarını çok iyi yoruma tâbi tutmuş, onları zamana, mekana, içtimai hâdiselere, içinde bulundukları şartlara bağlayarak çok iyi yorumlamışlardır. Aynı şekilde aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen, biz de o hâdiselere müracaat ettiğimizde, Kur’ân’ın muhkematını esas alarak günümüze göre onları tevil ve yoruma tâbi tutmalıyız. İçinde bulunduğumuz zamanı, kendi konumumuzu ve şartları nazar-ı itibara alarak onları günümüze uygulamaya, içtihada açık meseleleri onlardan istinbat etmeye çalışmalıyız.
Yoksa –haşa ve kella– o kıssalara sadece geçmişte cereyan etmiş hâdiseler şeklinde bakma Kur’ân’ın bir kısım abesiyeti ihtiva ettiğini kabul mânâsına gelir. Hâlbuki ezelden gelip ebede giden Kelam-ı İlâhî’nin tek bir kelimesi, tek bir harfi dahi abesiyetten münezzeh ve müberradır. Evet, onun her bir kelimesi, her bir harfi bugün bize hitap ediyor gibidir. Hani, Doktor İkbal’le babası arasında geçen bir hâdiseyi size daha önce birkaç defa arz etmiştim. Doktor İkbal Kur’ân okurken babası gelip ‘Oğlum, ne yapıyorsun?’ diye soruyor, o da elindeki Mushaf-ı Şerif’i gösterip ‘Kur’ân okuyorum’ cevabını veriyor. Belki onlarca defa, bu soru-cevap faslı devam ediyor. Bir gün babası tekrar aynı soruyu sorunca, Doktor İkbal ‘Babacığım, biliyorsun ki Kur’ân okuyorum; ama yine de ne yaptığımı soruyorsun.” diyor. Bunun üzerine babası, ‘Evladım, evet, biliyorum ki elinde “Kitap” var. Ama ben ona bakmanı değil, onu okumanı istiyorum. O Kur’ân sana sesleniyor, Allah onunla sana hitap ediyor gibi onu oku!” cevabını veriyor. Peygamber kıssalarını işte bu bakış açısıyla okumalı, bu bakış açısıyla onları derinden derine duyup, hissedip değerlendirmeye çalışmalıyız. Evet, bir kez daha ifade edeyim ki, muhkemata muhalefet etmemek şartıyla, onları içinde bulunduğumuz zamanın şartlarına göre değerlendirip yorumlamamız gerekir. İşte bu yapılabildiği takdirde görülecektir ki, Kur’ân’ın anlattığı enbiya-yı izam kıssaları, bizim her zaman başvurabileceğimiz bir menhelü’l-azbi’l-mevruddur, tertemiz, semavî bir su kaynağıdır. Dolayısıyla böyle bir kaynağa müracaat eden asla eli boş dönmez. Elverir ki insan önyargısız olsun. Onlara –hâşâ ve kella– geçmişte cereyan etmiş ve bu gün için kıymet-i harbiyesi olmayan birer kıssa nazarıyla bakmasın.



Salât u Selâm ve Hayy Ruhlar
Soru: Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) diğer peygamberleri her vesileyle hayırla yâd ettiğini görüyoruz. Peygamberlerin adları yâd edildiğinde bir mü’min nasıl bir duygu içinde olmalı?

Cevap: Böyle bir hâlet-i ruhiyenin keyfiyeti kişinin kendi ufku, kendi idrak seviyesine göre farklılık arzeder. Ayrıca kalbi hüşyar, hissiyatı ötelere açık bir insan da her zaman aynı ruh haletini yakalayamaz. Ancak bazen olur ki, insan mesela “esselâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü ve rahmetüllahi ve berekatühü” derken öyle bir ruh haleti içine girer ki, kendisini âdeta Muvacehe’de hisseder. Kim bilir o esnada belki ellerinin içi karıncalanır, kulakları çınlamaya başlar. İşte bu hissediş ve duyuş, kişinin kalb ve ruh ufkuyla yakından alâkalıdır.
Ancak kanaatimce burada asıl önemli olan peygamberlik müessesesine karşı doğru bakış açısını yakalayabilmektir. Çünkü o peygamberler sıradan insanlar gibi değillerdir. Vefatları da bizim vefatımız gibi değildir. Onlar, cesetten sıyrılmış, ruh ufkuna yürümüş birer kalb ve ruh kahramanıdır. Evet, onlar kendilerine has hayat mertebesinde hayy ruhlar olduğundan siz onları samimi bir şekilde yürekten andığınızda onlar hemen bunu hisseder. Zira bildiğiniz gibi Peygamber Efendimiz (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) bir hadis-i şeriflerinde: “Yeryüzünde Allah’ın seyyah melekleri vardır. Onlar ümmetimin selâmını (anında) bana tebliğ ederler.” (Nesâî, Sehv 46) buyuruyor. Daha başka hadis-i şeriflerde de kendisine getirilen salât ü selâmlara mukabelede bulunacağını ifade ediyor. Bu ve benzeri hadis-i şeriflerden, nasıl Fahr-i Kâinat Efendimiz’e (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) yapılan salât u selâmlar kendisine ulaştırılmaktadır, aynı şekilde diğer peygamberlere yapılan salât u selâmlar da kendilerine ulaştırılacaktır, sonucunu çıkartabiliriz. İşte bu sebeple biz Efendimiz’in talim buyurduğu o yüce ve yüksek terbiyeyle, peygamberlerin adı zikredildiğinde, onlara karşı “Bugün sizi anacak insan yok. Bazıları da sizi çok yanlış tanıyor, yanlış anlıyorlar. Kiminizi –hâşâ ve kella– ulûhiyet tahtına oturtuyor, kiminizi de icraatında Allah’a şerik gibi görüyorlar. Biz bütün bunlardan sizi tenzih ediyor ve sizi salât u selâmla yâd ediyoruz!” mülâhazaları içinde “ala nebiyyinâ ve aleyhisselâtü vesselâm” diyoruz. İnsanlığın İftihar Tablosu’nu yâd ettiğimiz gibi onları da yâd ediyoruz. Zannediyorum gelip geçmiş, bir mânâda ümmetleri kalmamış o peygamberler için bu, çok önemli bir armağan olacaktır. Ayrıca getirdiğimiz bu salât u selâmların, daima hayy olan o ervah-ı mübareke ve mukaddese ile münasebete geçmemiz adına bizim için de çok ciddi ehemmiyeti söz konusudur.
Evet salât u selâm getirip onları hayırla yâd etmek, bir yönüyle bizim için onlarla bir diyalog ve bir münasebet tesisi mânâsına gelecektir. Çünkü peygamberler Allah’ın mükerrem ibadıdır. Siz, onları hayırla yâd ettiğiniz, salât u selâmlarla onlara teveccühte bulunduğunuz takdirde, Cenâb-ı Hakk’ın size olan teveccühü de çok farklı olur. Zira sizin onlarla olan alâkanız Allah’tan ötürüdür.
Diğer yandan onların sergüzeşt-i hayatları bizim için mânâ ve mesaj yüklü bir zenginlikse zaten onlara bu yönüyle medyunuz demektir. Evet, ufkumuzu aydınlatıyorlarsa, onlar bizim rehberlerimiz demektir. Bu açıdan mutlaka onlara karşı çok saygılı olmalı, aramızda bir münasebet tesis etmeli ve yaptığımız salât u selâmlarla âdeta onlarla diz dize gelmeye çalışmalıyız.
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
reyan - avatarı
reyan
Ziyaretçi
6 Ağustos 2009       Mesaj #85
reyan - avatarı
Ziyaretçi
BAŞI AÇIK RESİM ÇEKTİRMEK CAİZ Mİ?


BAŞI AÇIK RESİM ÇEKTİRMEK CAİZ OLABİLİR Mİ?
Bazı resmi işlerimizi yürütmek için yaptığımız müracaatlarda hanımlardan başı açık vesikalık resim istiyorlar. Vermezsek işimiz olmuyor. İstediğimiz kimlik, vesika veya pasaportu alamıyoruz. Başı açık resim çektirmek de caiz olmaz diyorlar. Bir çıkış yolu yok mu bunun? Efendim, bütün medeni ülkelerde insanların istedikleri şekilde resim çektirme hakları vardır. Buna kimsenin mani olmaması gerekir. İlle de başı açık resim çektireceksin diye bir dayatma artık olmamalıdır. Buna hakları yoktur açık resimde ısrar edenlerin. Bununla beraber şayet açık resim verilmeyince işi sürüncemede bırakıyor, istenen evrakı vermiyorlarsa hakkın zayi olmaması için zorlanan açık resim çektirilerek verilip evrak, kimlik veya pasaport alınma yoluna gidilebilir. Çünkü “Zaruretler mahzurları mubah kılar” kaidesinden bu izni çıkarmak mümkün olur.
Zaten resim de insanın canlısını teşkil etmez. Resmin sahibinin açık duruyor hali olarak kabul edilmez. Resim insanın canlı aslı değildir.
Ancak mümkün olsa da başı açık resmi, erkek değil de bir kadın çekse, böylece mahzur hiç söz konusu olmasa. Şu kadarı da vardır ki, günümüzde teknik gelişmiştir. Bilgisayar çalışmasıyla kapalı resme açık görüntüsü vermek de mümkün olmakta, bu da bir çare olarak görünmektedir.
Bu konuda (Prof. Dr. Hamdi Döndüren) değerli eseri (Aile İlmihali’) nde şöyle demektedir:
– “Kadının, din ve vicdan özgürlüğüne saygı duyulan bir beldede örtülü resim vererek istediği belgenin düzenlenmesini isteme hakkı vardır. Ancak kadın açık resim vermedikçe belirtilen belgeyi alamayacağını anlarsa, açık fotoğraf verebilir. Bu durum İslamın terbiye ve edebine uygun olmasa da fotoğraf, gerçek bedeni temsil etmez. Ancak açık resmi bayan fotoğrafçıya çektirmesi de ayrıca gerekir.” (Şayet böyle bir bayan fotoğrafçı varsa tabii ki.)

Kaynak: Yeni Aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları
reyan - avatarı
reyan
Ziyaretçi
6 Ağustos 2009       Mesaj #86
reyan - avatarı
Ziyaretçi
AKRABA EVLİLİĞİ

37 - Soru: Bizim buralarda teyze, hala gibi yakınların kızları alındığı zaman ayıplanıyor. Bu telakki, adeta bir adet haline gelmiş durumdadır. İslam'da böyle bir şey yok. Böyle bir adeti uygulamak veya devam ettirmek bid'at değil midir? Böyle devam edip giderse ilerideki nesil, bu durumu emr-i ilahi gibi kabul edecek, durumu açıklar mısınız?

Cevap: Böyle bir evlilikte dinen bir yasak yoktur. Kişi isterse evlenebilir. Harama helal demek, ne kadar tehlikeli ise, helal olan bir şeye haram demek de o kadar tehlikelidir. Cehalet karanlığı, ilmin ışığı karşısında mağlup olacaktır.

38 - Soru: Bir kimse hala, teyze, amca ve dayı kızları ile evlenebilir mi?

Cevap: Evet, evlenebilir. Bunda dini bakımdan bir mahzur yoktur.

39 - Soru: Dinimizde evlenmek Allah'ın (cc) emridir. Yalnız hısım ve akraba ile evlilikleri, sakıncaları yönünden düşünüp, "Akrabanın kızını almam" diye yemin eden bir kişi, daha sonra ikna olup akrabadan birinin kızı ile evlenmeye karar veriyor. Bu şahsın ne yapması gerekir?

Cevap: Evlendikten sonra yemin keffareti vermesi gerekir
reyan - avatarı
reyan
Ziyaretçi
7 Ağustos 2009       Mesaj #87
reyan - avatarı
Ziyaretçi
DİŞ KAPLATMAK

1 - Soru: Diş kaplatmak veya doldurma hususunda zamanımızın bazı din adamları, sınırsız bir müsaade verirken, bazı kimseler de hiç caiz olmayacağı tezini savunmakta! Bu görüşlerden hangisini seçmek gerekir?

Cevap: Bir kayıt ve şarta dayanmaksızın verilen müsaade, ifratta yanılmaktır. Hiç caiz olmayacağını iddiaya kalkmak da tefritte bocalamaktır. İfrat ve tefritte ilmilik bulunmadığı gibi, maşeri izdıraplara çare de getirilmemektedir. Kimi şahıslar, hiçbir şey sormaya lüzum görmeden dişlerini doldurtmakta ve kaplatmakta; meseleyi sahih kaynaklardan tetkik edip öğrenmek itiyadında olan ise, gelişigüzel fetva imal eden kimselerin sözlerine itibar etmektedir.

"O halde takip edilecek yol nasıl olmalıdır?" diyenlere verilebilecek cevap şudur: Önce zaruret olup olmadığı incelenecek, zaruret varsa miktarı tesbit edilip onu aşmamak üzere dinimizin bu husustaki müsaadesinden faydalanarak diş doldurtma veya kaplatma yoluna gidilecektir.

2 - Soru: Müctehidlerin ihtilafı, diş doldurtma veya kaplatmanın caiz olup olmadığı hususunda mıdır?

Cevap: Hanefi müctehidlerinin bu husustaki ihtilafı, diş doldurtmanın veya kaplatmanın caiz olup olmadığında değildir. Bu noktada ihtilaf değil, bilakis ittifak etmişlerdir. Aralarında vaki olan ihtilaf, dişi bağlamak veya kaplatmakta kullanılacak maden üzerinde olmuştur, İmam-ı Azam Ebu Hanife, bu işin ancak gümüşle yapılmasına müsaade etmiş ve onun için ictihadına İmam Ebu Yusuf da katılmıştır.

İmam Muhammed ise, dişi bağlatmanın veya kaplatmanın altın veya gümüş ile yapılabileceğini ifade ve ictihad etmiştir. İmam Ebu Yusuf'un İmam Muhammed'in ictihadına katıldığına dair rivayet de bulunmaktadır.

Zahir'ür-rivaye kitaplarından bulunan İmam Muhammed'in "el-Camiu's-Sağir" adlı eserinde şöyle ifade edilmektedir: "Dişler oynayıp sallandığı vakit, düşmesinden korkulursa sahibi onu (yandaki dişlere) bağlatmak dilerse gümüş ile sıkıca bağlatabilir. Fakat altın ile bağlatamaz. Bu, Ebu Hanife'nin içtihadıdır. İmam Muhammed (ra), "Altın ile de gümüş ile de bağlatılabilir" demiştir. Hakim'in "el-Müntekaa" adlı kitabında İmam Ebu Hanife ve İmam Ebu Yusuf'un görüşleri şöyle nakledilmektedir: "Bir kişinin dişi sallandığı zaman, düşmesinden korkarsa, altın veya gümüş (tel) ile bağlatmasında Ebu Hanife ve Ebu Yusuf'a göre bir beis yoktur. "Muhit" adlı eserde de böyle ifade edilmiştir.

Ashab-ı tercihten bulunan Kadihan'ın "Feteva-i Haniye" adlı eserinde, Hakim'in beyanına açıklık getiren şu ibare mevcuttur: "Bir kimsenin ön dişi sallansa ve fakat henüz düşmüş olmasa, düşmesinden endişe edilse, altın veya gümüş ile bağlatmakta bir mahzur yoktur. Bu, bir zinet gibi (hükme bağlanacak mesele) değildir. Bu meselenin gümüş ile olan cevazında Hanefi imamlarının icmaı vardır.

İmam-ı Azam Hazretlerine göre, düşmüş bir dişin yerine gümüş diş taktırmakta bir mahzur yoktur. İmam Muhammed'in diş bahsinde altın ile gümüş arasında bir ayırım yapmadan müsaade verdiği düşünülünce, çıkmış bir dişin yerine altın veya gümüş diş taktırmanın cevazı kendiliğinden ortaya çıkmış olur.

İslam alimlerinin bu husustaki fetvalarının dayanağı, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai'nin rivayet ettikleri Hadis-i Şeriftir. Arfece bin Es'ed (ra)'in Külab vak'ası günü, düşmanın kılıç darbesi ile burnu kesilmişti. Gümüşten burun taktırmış ise de koku yapmış (ve kendisini rahatsız bırakmış)tı. Bunun üzerine, Peygamber (sav), altından (takma) burun yaptırmasını ona emretti. İmam Muhammed, bu Hadisi ictihadına mesned olarak almış ve altından diş yaptırmakta ve kaplatmakta bir beis olmadığı ictihadında bulunmuştur.

İmam Muhammed Hazretleri'nin telifatından bulunan "Siyer-i Kebir"in ibaresinde dikkat çekici beyanlar mevcuttur. Şöyle ki: "En yettehize sinnen min zehebin" ibaresi ise, enli bir şey ile dişi her tarafından kaplarcasına diğerine bağlamak manasına gelmektedir.

Diş mevzuu ile ilgili olarak fıkıh kitaplarında geçen üç ayrı ifade göze çarpmaktadır:

Şedd: Sallanan dişleri, sağlam olanlara sağlamca bağlamaktan ibarettir.

Talik: Kişinin çıkmış bulunan dişini veya besmele ile kesilmiş bir koyunun dişini yahut gümüş veya altından yapılmış bir dişi yandakilere tutturmaktır.

Tedbib: Enli ve yassı hale getirilmiş madenle (altın veya gümüş ile) dişi yukarıdan aşağı doğru kaplarcasına diğerine bağlamaktan ibarettir.

Mecdüddin Firuzabadi'nin "Kamus" tercemesinde bu tedbib kelimesi şöyle açıklanmaktadır: "Bir nesne (şey) üzerine ayrılıp mecmuunu ihtiva eylemek manasınadır.

Bu cümlede geçen "Ayrılmak" kelimesi, "Bir şeyin üzerine kapanır gibi eğilmek" diye açıklanmıştır.

Tedbib, yukarıdan aşağıya doğru kapatmak, kaplamak, kuşatmak; şedd kelimesi ise aşağıdan yukarı doğru çıkan bir bağlama şeklini ifade etmektedir. Zira Şeddin manaları arasında irtifa (yükselme) de vardır. Güneş doğup yükselince Araplar "Şedden neharu" derler.

Bu hususa mesned olacak nakiller sadece Arfece hadisinden ibaret de değildir, İslami eserler tetkik edildiğinde başkaca beyanlara tesadüf etmek de mümkündür. Şöyle ki:

a) İbni Kaani, "Mücem'üs-Sahabe" adlı eserinde Abdullah bin Abdillah bin Ubey bin Selul'den şöyle dediğini rivayet et-miştir: "Uhud harbi günü, benim ön dişlerim ufalanmıştı. Bunun üzerine, Peygamber (sav) bana altından diş yaptırmamı emretti."

b) Taberani, "Mu'cemü'l Vasat"da Abdullah bin Ömer (ra)'dan Hişam bin Urve'nin rivayet ettiği hadiste, Hazret-i

Ömer'in ön dişinin düştüğünü, Peygamber (sav) Efendimiz'in onu altınla bağlatmasını emrettiğini rivayet etmiştir.

c) Amr bin Heysem Ebu Kutun, "Abdullah bin Amr'ın bazı dişlerinin altınla bağlanmış olduğunu gördüm" demiştir. İbni Sa'd, bu zat hakkında "Sika, vera sahibi ve ibadete düşkün" ifadesini kullanmaktadır.

d) Peygamber (sav) Efendimiz'in damadı Hazret-i Osman (ra)'ın dişlerini altınla kaplattığını Akıd bin Yasin haber vermiştir.

e) Enes bin Malik'i, bilekleri üzerine (oturtan) çocuklarının tavaf ettiklerini ve Hazret-i Enes (ra)'in dişlerinin altınla bağlanmış olduğunu gördüğünü, Taberani "Mücem"inde Muhammed bin Sadan'dan rivayet etmektedir.

3 - Soru: Diş kaplatmak veya doldurtmak, gusle mani teşkil eder mi?

Cevap: Diş onarımı ile ilgili üç şeklin hangisi olursa olsun, altına suyun geçemeyeceği açıktır. Bu sebeple gusle mani olmaları akla gelmekte ise de, bağlanan tellerin veya kaplanan parçaların, asıl makamına kaim olacağı ve suyun onlara isabetinin kafi geleceği ifade edilmiştir. Mesela, bir kimsenin kolu veya ayağı kırılsa da alçıya alınsa, gerek gusül için gerekse abdest için sargının üzerine mesh edilmesi, yıkama yerine geçer. Bu arıza, aylarca ve hatta yıllarca devam etse, dinimizin müsaadesi de o kadar devam eder.

Usul-i fıkıhta kıyas bahsi gözden geçirildiği zaman görüleceği üzere, diş kaplatmayı vücuda yapışmış mum veya balık puluna kıyas etmek, kıyas-ı celinin "Tesiri zayıf" kısmına girer. Bu kısmın illet-i müessiresi kuvvetsizdir. Bu mezvuu kıyas-ı hafi'nin "Tesiri kavi" kısmına uygun bir biçimde ele alıp, kırık bir uzvun üzerindeki sargıya veya alçıya kıyas etmek daha uygundur. Zira makis ve makisün aleyh arasında bulunan şartlar ve benzerlik bu kısımda daha kuvvetlidir. Usul-i fıkıh ilmine aşinalığı bulunan ilim sahiplerinin meçhulü değildir ki, kıyas-ı hafinin "Tesiri kavi" olan kısmı, kıyas-ı celinin "Tesi-ri zayıf" olan kısmına tercih olunur.

Hanbeli mezhebine göre; gusülde ağzın ve burnun içini yıkamak farzdır. Hanefi mezhebine göre, guslün farziyetini

bildiren Ayet-i Kerimedeki "Fettahherû" Emr-i İlahisine binaen, ağzın ve burnun içinin yıkanması içtihada dayalı bir farzdır. Şafii ve Maliki mezheplerinde ise mazmaza ve istinşak gusülde sünnettir.

Zaruret sebebiyle kaplatılan veya dolgu yaptırılan bir diş gusle mani değildir. Zira zaruret halleri dini kaidelerden müstesna tutulmuştur. Zaruret, meşakkat ve zorluk bulunduğu zaman yıkanması gereken mahalle suyu ulaştırmak şart değildir. Muteber fıkıh kitaplarının bu husustaki sarih hükmü şöyledir: "Vücuttan meşakkatsiz olarak yıkanması mümkün olan her yerin yıkanması farzdır."

"Meşakkatsiz olarak yıkanması mümkün olan" ibaresi, ihtirazi bir kayıttır. Yıkanmanın farz olmasında "Meşakkatin bulunmaması" gerektiğin de fıkıh alimlerinin görüş birliği vardır.

Zarar verme ihtimali bulunduğundan dolayı, gusül yapılırken gözün içini yıkamanın şart olmadığı, muteber fıkıh kitaplarında sarahatle ifade edilmektedir.

Henüz sünnet olmamış bir erkeğin, tenasül uzvunu örten derinin ağız kısmının dar olması, sıyrılmasında zorluk bulunması, zorlandığı zaman acı vermesi halinde dış kısmının yıkanmasının kafi ve caiz olduğu ifade edilmektedir.

Muhakkak ve şüphe götürmeyecek derecede açık olan cihet şudur: Gusülde vacip olan husus, yıkanması meşakkatsiz olarak mümkün olan yeri yıkamaktan ibarettir. Bu sebeple, diş kaplatma ve doldurtma meselesinin tetkiki, fıkıh kitaplarının gusül bahsinde değil, ya "Kitabü'l-kerahiyet-i ve'l-istihsan" ya "Kitabü'l hazr-i ve'l-ibaha" veya "Kitabü'l libasi vez-ziynet" bahislerinde ele alınmış bulunmaktadır.

Bu hususta İslam aleminin alimleri arasında bir uyuşmazlık yoktur. Bazı fetva sahiplerinin bu husustaki duraklaması, dini hükmü değil, o şahsın seciyyesini aksettirmiş olur. Bizler, ictihad derecesine ulaşamayız. Bu itibarla delilimiz müctehidlerin sözü olacaktır. Halbuki ne ictihad sahiplerinden böyle bir söz işitilmiş ne de bir kitapta müşahede edilmiştir. Bu mevzuda fıkıh bilginlerinden nakil olunan hususlar, diş doldurtma veya kaplatmayı nehye, yasaklamaya değil, isbata ve cevaza delalet etmektedir.

Yediğimiz gıdaların öğütülmesi, okuyacağımız Kur'an ayetlerinde harfleri mahreclerinden çıkarıp tecvid üzere kıraat edebilmemiz, hep dişlerin eksiksiz olmasına bağlı bulunmaktadır. Dinimiz, bir kimsenin dişini kıranı diyet ödemekle cezalandırırken, dişin hayat-ı beşerde ve İslam nazanndaki ehemmiyetini ortaya koymaktadır. Hal böyle iken, tamiri kabil çürük bir dişi çıkarmak ve yerini boş bırakmak, şahsın kendisinin bileceği bir husustur. Ama bu hususta verilecek fetva da ilim erbabının bileceği bir cihet olarak kalmalıdır.

4 - Soru: Altın ile diğer maddelerin diş konusunda mukayesesi nasıldır?

Cevap: Altın ile yaptırmak caiz, gümüşten yaptırmak efdadir. Zira imamlar arasındaki ihtilaftan çıkılmış olur. (Hanefi imamlarının gümüş üzerinde bir ihtilafı yoktur)

5 - Soru: Dişlerinin bir kısmını veya tamamını çıkartan bir kimse, bu dişlerinin yerine altın diş taktırabilir mi?

Cevap: Kaplama işindeki cevaz, İmam Ebu Hanife hazretlerine göre, gümüş ile yaptırılma kaydıyla verilmiştir. İmam Muhammed ise altın veya gümüşten yapılabileceğini ictihad etmiş bulunmaktadır. Dişlerinin tamamını çıkartan erkek, protez (damaklı) diş yaptıracak olsa, buna altın diş koydurmak süs için olacağından haramdır. Bu hususta sadece kadın için cevaz verilebilir
reyan - avatarı
reyan
Ziyaretçi
8 Ağustos 2009       Mesaj #88
reyan - avatarı
Ziyaretçi
Kalpte Olupta Sorumluluk Gerektiren Duygu Ve Düşünceler Hangileridir?


İman, hased, kin, küfür gibi duygulardan fiiliyata dönüşmedikleri halde sorumluyuz. Acaba içimizden edilen gıybetler de buna dahil midir? Kalpte bulunan sevgi ya da buğzun da bir sevabı var mıdır? Sonra aklıma şöyle bir şey de gelmekte: Bir kimse kötülük yapmak isteyip de yapmazsa ona günah yoktur. Fakat o anda o kimsenin kalbinde kin ve öfke vardı ve bu da bir sorumluluk ve günahı gerektirmiyor mudur acaba?


İnsanın içinde boy gösteren farklı duygu ve düşüncelerin farklı kaynakları vardır. İnsanın hoşuna giden, inancını pekiştiren, güzel ahlak sinyali veren duyguların yanında; insanın hoşuna gitmeyen, inancına ters düşen, ahlakî çöküşün görüntüsünü veren düşünceler de söz konusudur.

İsteğimizin dışında gelip başımıza musallat olan bu kötü duygu ve düşüncelerden ötürü de hesap verecek miyiz?

“İster içinizdekini açığa vurun, ister gizli tutun, ALLAH onunla sizi hesaba çeker” (Bakara, 2/284) mealindeki ayetin zahiri anlamına baktığımız zaman bu anlaşılmaktadır.

Bu ayetin manası üzerinde duran alimlerin farklı açıklamaları söz konusudur. Hepsini vermek yerine tercih ettiklerimizi esas alarak konuyu birkaç madde halinde özetlemeye çalışacağız:

İnsanın içine doğan duygular iki çeşittir. Bir kısmı, insanın iradesi dışında kalbe gelen hayaller, hatıralar ve tasavvurlardır. İnsanın bu tür hatıralardan (kalbe doğan düşüncelerden) ötürü sorguya çekilmeyeceği konusunda herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Çünkü, bu tür tasavvurlar insanın iradesinin dışında meydana gelmektedir.

“Şüphesiz ki ALLAH,—eyleme dönüştürmedikleri ve seslendirmedikleri sürece—içlerine doğan kötü düşüncelerden ötürü ümmetimi sorgulamaktan muaf tutmuştur” (Buharî, Eyman,1; Müslim, İman,202) mealindeki hadiste söz konusu olan tolerans bu tür düşünceler için geçerlidir.

İçe doğan düşüncelerin diğer bir kısmı ise, insanın iradesine bağlı olarak gelen ve sahibi tarafından azimle pekiştirilen düşüncelerdir. Bunlar da kendi aralarında iki çeşittir:

1- Eyleme dönüştürülemeyeler: Bunlar, küfür, haset, kibir gibi düşüncelerdir. İnsanoğlu bu gibi düşüncelerinden ötürü mutlaka hesaba çekilecektir. Çünkü, kişi bunları azim ve iradesiyle gönlüne koyduğu gibi, aynı şekilde gönlünden çıkarabilir de.

2- Eyleme dönüştürülebilenler: İnsan bunları eyleme dönüştürdüğü zaman mutlaka hesaba çekilir. Sözgelimi, bir insan hırsızlık yapmaya azmettikten sonra, gidip hırsızlık ederse, hem kötü niyetinden, hem de hırsızlık fiilinden dolayı sorguya çekilecektir.

Eğer kişi, hırsızlık yapmaya azmettikten sonra, kendi özgür iradesiyle o teşebbüsten vazgeçtiği takdirde ise, bu dönüşün bir mükâfatı olarak kötü niyetinden dolayı hesaba çekilmeyecektir.

“Kim bir kötülük yapmaya karar verip de sonra bu kararından vazgeçerse, kendisine bir iyilik yazılır” mealindeki hadiste bu hususa işaret edilmiştir (Krş. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

Abdullah b. Ömer (Buharî, Tefsir,55) ve Ebu Hureyre (Müslim, İman,199), “ALLAH hiç kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez” (Bakara, 2/285) mealindeki ayetle, bu ayetin hükmü nesih edildiğini—ortadan kaldırıldığını—söylemişlerdir. Aynı görüş Abdullah b. Abbas’tan da rivayet edilmiştir (Bkz. Zemahşerî, ilgili ayetin tefsiri).

İman ve vesvese ilişkisi

Ebu Hreyre anlatıyor: Sahabelerden bazı kimseler, Hz. Peygamber (a.s.m)’e geldiler ve: “Birimizin dillendirip seslendirmeye cesaret edemeyeceği kadar büyük (suç olarak) gördüğü bazı şeyler içimizden geçmektedir” diyerek şikâyette bulundular. Hz. Peygamber (a.s.m), “Gerçekten böyle bir şey görüyor musunuz?” diye sordu. Onlar “Evet” deyince, “İşte bu açıkça imanın bir yansımasıdır” diye buyurdu (Müslim, İman, 209).

Burada “imanın bir yansıması” olarak ifade edilen şey, kötü düşüncelere karşı verilen iç mücadeledir, duyulan üzüntüdür. Kalbin bu menfi duygulara karşı sergilediği müspet tavır, onun iman potansiyeline sahip olduğunun göstergesidir.

Zemahşerî de Bakara 284. ayetinde geçen duygu ve düşüncelerin durumuna dikkat çekmiş ve özetle şu görüşlere yer vermiştir: İnsanın içine doğan vesvese ve “hadisu’n-nefs” denilen nefsin kendi içindeki tasavvur ve tehayülleri, sorgulamaya tabi değildir. Çünkü onları tamamen ortadan kaldırmak insan gücünün dışında bir şeydir. Ayette, sahibinin hesaba çekileceği bildirilen husus, kişi tarafından gerçekten itikat edilen ve eyleme dönüştürülmeye azmedilen duygu ve düşüncelerdir (Zemahşerî, ilgili ayetin tefsiri).

Bu konuyu en güzel açıklayanlardan biri de Bediüzzaman Said Nursi’dir. İnsanın, iradesi dışında kalbine gelen kötü duygu ve düşüncelerden sorumlu olmadığını belirten Nursi’nin değerlendirmesini şöyle özetlemek mümkündür:

1- İnsanın kalbine gelen kötü duygu ve düşünceler, insan kalbinin ürünü değil, şeytan tarafından telkin edilen vesveselerdir. Bunun en açık delili, kalbin bu duygulardan ötürü duyduğu rahatsızlıktır. Şayet kendi ürünü olsaydı, kalp üzülmez ve rahatsızlık duymazdı.

2- Mantık’ta, tasdik ile tasavvur farklı şeylerdir. Tasdik bir hükümdür, iradeye bağlı bir kabuldür. Tasavvur ise, bir hüküm, bir onay, bir kabullenme değildir. Bu sebeple, sonuçları itibariyle, müspet veya menfi bir etkiye sahip değildir. Sözgelimi—samimi olarak niyet etmeksizin—namaz kılmayı, oruç tutmayı, zekât vermeyi, hacca gitmeyi zihninde tasavvur eden bir insan, bu tasavvurundan ötürü bir sevap kazanmadığı gibi, bu ibadetlerin tersini aynı şekilde tasavvur etmekte de bir günah yoktur. Bunun gibi, küfrü tahayyül etmek, dalaleti tasavvur etmek de küfür ve dalalet değildir.

3- Şeytanın en büyük bir hilesi şudur: İnsana zatî bir ihtimali, zihnî (aklî) bir ihtimal olarak göstermesidir. Halbuki, zatî bir ihtimalin, kesin olarak bilinen ilmî bir gerçek karşısında hiçbir değeri yoktur. Sözgelimi, zatî imkân (ihtimal) yönüyle, Marmara denizinin şu anda yere batıp yok olması mümkündür, ihtimal dahilindedir. Fakat bu ihtimal, şu anda onun yerinde durduğuna dair kesin bilgimiz karşısında hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Çünkü, bir emareden, bir delilden kaynaklanmayan zatî bir ihtimal, aklî (zihnî) bir ihtimal olmaz ki, şüpheye, tereddüde sebep olsun.

4- Yine kalbin yakınında, insana güzel şeyleri telkin eden ilham eden kuvve-i melekiye olduğu gibi, kötü şeyleri telkin eden lümme-i şeytaniye de vardır. Şeytanın bu lümmesinden çıkan ve şeytan tarafından imal edilen, kutsal varlıklar hakkındaki bazı çirkin tasavvurlar, ister istemez kalbin ekranına da yansımaktadır. Şeytan, bu çirkin sözlerin kişinin kendi kalbinden çıktığını telkin ederek onu vartaya düşürmeye çalışır. Halbuki, onun bu düşünceden ötürü korkması ve titremesi ve ondan hoşnut olmaması, o çirkin sözlerin, tasavvurların kendi kalbinden çıkmadığının delilidir (bu konuda geniş bilgi için bk. B. Said Nursi, Lemalar/13. Lema).

Bütün bu açıklamalardan da anlaşıldığı üzere, insanın iradesinin dışında içine doğan, veya iradesiyle de olsa sadece bir tasavvur, bir tahayyül olarak ortaya çıkan duygu ve dürtülerden ötürü insan için bir sorumluluk söz konusu değildir. Sorumluluk hattı, niyet, azim ve tasdik santralına bağlı olarak çalışır.

reyan - avatarı
reyan
Ziyaretçi
22 Ağustos 2009       Mesaj #89
reyan - avatarı
Ziyaretçi
ABDEST ÜZERİNE SORU VE CEVAPLAR

1 - Soru: Öğlenci ve sabahçı olduğumuz zaman, devamlı şekilde abdestlerimizi iş yerinde alıyoruz. Yalnız ayak yıkama yeri, yüzümüzü yıkayacağımız yere 9-10 metre uzak. Tabii içimizde Hıristiyanlar da olduğu için, "Burası ayak yıkama yeri değil" diyorlar. Elimizi, yüzümüzü ve kollanmızı yıkayıp, ayaklarımızı da bundan 10-15 metre uzaklıktaki bir yerde yıkıyoruz. Bu abdestle de namaz kılıyoruz. Caiz mi, değil mi?

Cevap: Abdest uzuvlarının birbiri peşine yıkanması, Hanefi mezhebine göre sünnettir. Bu sebeple yüzünüzü yıkadığınız yerden 15 metre ilerdeki çeşmeden ayağınızı yıkayarak aldığınız abdestle namaz kılmak caizdir.

2 - Soru: Abdest alırken başımızın dörtte birini mesh manasını nereden anlıyoruz?

Cevap: Abdestin farziyyeti ile ilgili sure-i Maide'nin 6. ayeti, başı meshetmeyi farz kılmıştır. Farz kılınan miktar hususunda müctehidlerin içtihadı ve ihtilafı bulunmaktadır. İmam Ebu Hanife'nin içtihadı dörtte bir miktarın meshedilmesidir. Muğire b. Şube'nin rivayet ettiği bir Hadis-i Şerif buna mesned olmaktadır. Bu sahabi diyor ki: "Peygamber (sav) bir kavmin süprüntülğüne geldi de küçük abdest bozdu, sonra abdest aldı, başının nasiyesine ve mestleri üzerine mesh etti." Nasiye, alın tarafına doğru uzayan saçların bulunduğu başın tepe kısmıdır. Bu ictihadda bulunan ilim erbabı ve müctehidler, "Bi rüusiküm"deki banın teb'iz için olduğu görüşündedir.

3 - Soru: Namaz kılmasak bile gerektiği zaman namaz abdesti almak, beyhude bir hareket midir? Dinen açıklamasını yapar mısınız?

Cevap: Abdest, namaz, tavaf ve Kur'an-ı Kerim'e el sürmek için farz (şart) tır. Sair hallerde abdestli bulunmak bir fazilettir. Fakat namaz kılmayınca abdestten beklenen fayda tam olarak doğamaz. Her zaman abdestli bulunmanın hikmet ve faydalarından biri de "şeytanın o kimseye namazı bıraktırmaktan ümit kesmesidir." Bir kimse namaz kılmayınca şeytanın ümitlenmesine imkan vermiş ve Cenab-ı Hakk'ın rızasını kazanamamış olur. Namaz kılmadığı halde abdestli bulunmak, devamlı çorap giyip de pantolonsuz gezmeye benzer. Dünyada ahirete giden yolun üzerinde birçok haramiler var. Olmaya ki onlara kapılasınız. Olmaya ki onlara kapılanıp, İslami vazifelerden uzak kalasınız.

4 - Soru: Farz namazların dışındaki vakitlerde, hayrat suyundan alınan bir abdestle en az bir nafile namaz kılmak gerektiğini duyuyoruz. Bu hususta ne dersiniz?

Cevap: Bu tavsiye, yapıldığı zaman sevap olan, yapılmadığı zaman günah bulunmayan bir husus olmaktadır.

5 - Soru: Abdestsiz gezdiğim zaman huzur duyamıyorum ve işim rast gitmiyor. Bu sebeple, abdestli durmaya devam etsek ve fakat aldığımız abdestle nafile namaz kılmasak sorumlu olur muyuz?

Cevap: Bu abdestle nafile namaz kılamadığınız zaman sorumlu olmazsınız. Bir ayet de okusanız hakkını ödemiş olursunuz.

6 - Soru: Ben, abdest ve gusülde şüphelere düşüyorum. Yani, guslü yaptığım zaman "Acaba guslüm oldu mu?" diyor, abdest aldığımda da buna benzer şüpheler içimi kemiriyor. Ben, zaman geliyor da tekrar tekrar abdest alıyorum. Bana abdest ve gusülden tafsilatlı olarak bahseden bir kitap tavsiye eder misiniz?

Cevap: Vehim şeytandandır. Onun şerrinden korunmak için Euzü okuyunuz. Allah(cc)'a sığınınız ve Ayetü'l-Kürsi'yi okuyunuz. Dikkatlice abdest aldıktan sonra gelen bu vesveseye asla kapılmayınız ve içinizden gelen sese "abdestim abdest, guslüm gusüldür. Kör olası şeytan, sen kahrından çatla" diye onunla alay etmek gerekir. Tavsiye edeceğimiz kitaplar, evhamı gidermek için değil, bu husustaki fıkhi ve dini bilgilerinizi genişletmeye yarar. Büyük İslam İlmihali (Ö.N. Bilmen'in) ve Nimetü'l-İslam'ı okuyunuz.

7 - Soru: Abdestin farz olan mahallerini yıkayıp geri kalan taraflarınınn terk edilmesi caiz midir?

Cevap: Asla böyle bir şey doğru ve caiz değildir. Onların faydası olmasaydı Peygamber Efendimiz (sav) terk ederdi. Sünnetlerin ihmali, bid'atların ihyasına ve çoğalmasına yol açar. Bundan dolayı, her zaman ve hele asrımızda sünnetleri ifada azami gayret göstermelidir.

8 - Soru: Abdest alırken ağıza su vermek sünnet olduğu halde gusulde farz olmaktadır. Bunun sebebini açıklar mısınız?

Cevap: Abdestle ilgili Ayet-i Kerimede yüzün yıkanılması emredilmiştir. Yüz, saçın bittiği yerden çene altına kadar ve iki kulak arasında yer alan kısmın dışıdır. Burayı yıkamakla farz yerine gelir. Gusulde ağız ve burunun içi, vücudun dış kısmından kabul edilmiş bulunmaktadır. Bu sebeple ağız ve burun içinin yıkanılması gusulde farz, abdestte ise sünnettir.

9 - Soru: Suyu ile abedst alınan bir havuza para atmakta bir beis var mıdır? Bu havuzdan abdest almak caiz midir?

Cevap: Bu davranış bir israftır. Malı sokağa atmak gibidir ve ayrıca bid'attır. Fakat içine para atılmış olması, havuzun suyu ile abdest almaya engel olmaz.

10 - Soru: Tuvalette abdest almakta bir mahzur var mıdır?

Cevap: Başka bir yerde abdest almak imkanı bulunmadığı zaman helada da abdest alınabilir. Ancak, buralar temiz olmadığı için dualar okunamaz.

11 - Soru: Bir kimse, abdest alırken, abdest uzuvlarından birini unutuyor. Namazı kıldıktan sonra hatırlıyor. Yeniden abdest alıp namazı iade edecek mi?

Cevap: Evet, o uzvu da yıkayarak abdestini tekrar alması ve namazını tekrar kılması gerekir.

12 - Soru: Abdestin farzlarının dört olduğunu biliyoruz. Bazı kimseler bunun altı olduğunu iddia etmektedirler. Bunların iddiası dini esaslara uygun mudur?

Cevap: Evvela şunu belirteyim ki, bu, dine aykırı olmayıp, tafsilata ihtiyaç gösteren bir husus olmaktadır. Hanefi mezhebinde farz olarak kabul edilen şeyler, diğer mezheplerde de farzdır. Zira hakkında ayet bulunmaktadır. Bundan sonra, diğer üç mezhebin müctehidleri tarafından farz olduğuna hükmedilmiş şeyler de vardır. Şöyle ki: İmam Şafii, abdestin farzlarının altı olduğunu belirtmiş ve bizim bildiklerimizin üzerine "Niyyet" ile "Tertibe riayet'in farz olduğu ictihadında bulunmuştur. Niyyet, İmam Malik'e göre de farzdır. Ahmed bin Hanbel, tertibin farz olması hususunda İmam Şafii ile ictihad etmiş bulunmaktadır.

13 - Soru: Üzerinde ayet bulunan veya Allah (cc) adı bulunan bir parayı abdestsiz olarak almak nedir?

Cevap: Mekruhtur.

14 - Soru: Şia'nın abdestte ayaklarını mesh etmelerinin bir dayanağı var mıdır?

Cevap: Şia'nın hangi harekelinin sağlam bir dayanağı vardır ki, bunda mesned arayalım. Ehl-i sünnete muhalif kalmayı şiar edindikleri için her hususta muhalefeti şuur haline getirmişlerdir.

Şia, Maide suresinin altıncı ayetini "ve ercüliküm" şeklinde mecrur olarak okuyan kıraat imamlarının okuyuşundan hareketle kendisine ahkam çıkarmaktadır. Böyle okunması halinde, "Vemsehü bi rüüsiküm" cümlesi üzerine atıf olmakta, başınızı mesh ediniz, cümlesinin üzerine atfedilen kelimeye de onun hükmünü yükleyip ayaklara meshedileceği hükmünü vermektedirler. Önce şunu belirtmek isteriz ki, kıraat imamlarının hepsi böyle okumakta değildir. Nafi, İbni Amir ve Kisai, Nasb ile "Ve ercüleküm" okumaktadırlar. Mecrur olarak okuması halinde mana yönünden değil, lafız yönünden mütabeate binaen olmaktadır. (Nimetü'l-İslam, Kitabü't-Taharet c. 66). Mecrur olarak okuma, "Cerri civari ve tenasüb-ü kelam içindir" Tefsir-i İbni Kesir, c. 2, s. 26) Mecrur okunduğu zaman meshin cevazı çıplak ayağa değil, ayakta mest varsa onun üzerine mesh etmekle kayıtlıdır. (Tefsir-i Kurtubi, c. 6, s. 93)

15 - Soru: Acaba Hz. Ali (ra) çıplak ayağının üzerine mesh etti mi?

Cevap: Bilakis Hz. Ali (ra), "Ayaklarınızı topuklara kadar yıkayınız" diye emir buyurmuştur. (Tefsir-i Kurtubi, c. 6, s. 93) Hz. Ali bir gün halkın arasında hüküm vermekte iken mübarek çocukları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in abdest ayetinin ayaklarla ilgili cümlelerini mecrur olarak "Ve ercüliküm" ibaresiyle "Ve ercüleküm" okumuş ve şöyle devam etmiş ve "Kelamdan" (varid olanın) önü de sonu da budur" demiştir. Ashabın ulemasından bulunan Abdullah bin Mes'ud ve Abdullah bin Abbas (ra) da, "Ve ercüleküm" okurlardı. (Tefsir-i Kurtubi, c. 6, s. 93)

Nezzal bin Sebre, Hz. Ali (ra)'den naklederek demiştir ki: Ali (ra) öğle namazını kıldırdıktan sonra, Küfe meydanında halkın arasına oturmuştu. İkindi vaktine kadar orada kaldı. İkindi olunca bir su küpünün yanınaa vardı. Bir avuç dolusu su alıp onu yüzüne, ellerine, başına ve iki ayağına sürdü, sonra ayağa kalkıp onun artanını ayakta olduğu halde içti, sonra, "Halktan bazı kimseler, ayakta su içmeyi kerih görüyorlar. Resulullah (sav), benim yaptığımı muhakkak yapmıştır" dedi ve şöyle devam etti: "Bu, abdestini bozmayanın abdestidir" dedi.

Hazret-i Ali'ye (ra) nisbet edilen ve ayaklar üzerine meshetmekle ilgili bunun dışında bir beyan yoktur. Abdesti olanın eline, yüzüne, başına ve ayaklarına su sürmesi, serinlemek için olmaktadır. (Tefsir-i İbni Kesir, c. 2, s. 26)

İbni Arabi demiştir ki: "Ulema, ayağı yıkamanın vacip olduğu üzerinde ittifak etmiştir. Taberi'den başka bunu reddedeni bilmiyorum." (Tefsir-i Kurtubi, c. 6, s. 91) Bu kelimeyi mecrud olarak "Ve ercüliküm" okuyanlardan bir kısmı "Ayakları mesihten murat, yıkamaktır" demişlerdir. Sahih olan da budur. Zira mesh kelimesi, sıvazlamak ile yıkamak arasında müşterek bulunmaktadır. Bazen yıkamada bazen de meshetmekte kullanıldığı olmuştur. (Tefsir-i Kurtubi, c. 6, s. 92)

Peygamber Efendimiz abdestlerinde ayaklarını yıkamış ve "Bu bir abdesttir ki, Allah bundan başkasını kabul etmez" buyurmuştur. (Tefsir-i İbni Ke-sir, c. 2, s. 26; Nimetü'l-İslam; Kitabü't-Taharet, s. 66)

Abdullah bin Zübeyr'e (ra), Peygamber Efendimiz(sav)'in nasıl abdest aldığı sorulmuş idi. Bir kap su istedi ve onlara göstermek için Peygamber Efendimiz'in aldığı şekilde abdest aldı: Önce üç defa ellerini yıkadı, sonra üç defa mazmaza ve istinşak yaptı, sonra da üç defa yüzünü yıkadı, sonra dirsekleriyle birlikte üç defa kollarını yıkadı, sonra başını meshetti de ellerini bir defa öne, bir defa da geriye götürdü, sonra topuklarına kadar iki ayağını yıkadı. (Tefsir-i Kurtubi, c. 6, s. 96)

Şayet ayakta farz olan, mesih olsaydı veya mesih caiz bulunsaydı, yıkamayı terk etmek üzerine vaid (korkutucu beyan) vaki olmazdı. Zira meshetmek ayağın her tarafını kaplamak değil, ancak mestin üzerine olduğu gibi, bazı yerlere elin temas etmesidir. (Tefsir-i İbni Kesir, c. 2, s. 27)

Bir de Peygamber'in (sav) Buhari ve Müslim'de Abdullah bin Amr ile Ebu Hüreyre'den (ra) rivayet edilen hadis-i şeriflerinde "Abdestinizi ikmal ediniz. (Kuru kalan) ökçelerin vay ateşten haline" buyurmaktadır. Aynı metinle bir hadis-i şerifi Müslim, Hz. Aişe'den (ra) rivayet etmiştir. (Tefsir-i İbni Kesir, c. 2, s. 26) Peygamber (sav), abdest alan bir adamın ayağının üzerinde tırnak kadar bir yerin kuru kaldığını görmüş ve "Kuru kalmış ökçelerin vay haline" buyurmuştu. Hz. Enes (ra) nakletmektedir: Peygamber'e (sav) bir adam gelmiş, orada iken abdest almış ve ayağının üzerinde tırnak kadar bir yeri kuru kalmıştı. Bunu gören Peygamber (sav), "Dön de abdestini güzel al" buyurdu. (Tefsir-i îbni Kesir, c. 2, s. 27) Bu hususta daha fazla bilgi için gerek tefsir gerekse fıkıh kitaplarının geniş bilgi ihtiva edenlerim gözden geçirmeleri tavsiye olunur.

16 - Soru: Mesh ne demektir? Ve başın mesihteki mahalli neresidir?

Cevap: Mesh, başka tarafta kullanılmamış bir yaşlığı bir yere değdirmekten ibarettir. Başın, kulağın üst tarafında kalan yerin dörtte birini mesh farz olmaktadır.

17 - Soru: Kişi, abdest aldıktan sonra bazı yerlerin kuru kaldığına dair şek etse ne yapar?

Cevap: Kuru kaldığına dair kesin bilgisi yoksa şekke itibar yoktur.

18 - Soru: Gözler, yüz üzerindeki birer uzuv olduğu halde neden gözlerin içini yıkamıyoruz?

Cevap: Gözlerin içini yıkamak zarar vereceği için abdestte ve gusülde yıkanması caiz değildir.

19 - Soru: Abdest aldıktan sonra başını tıraş ettiren kimsenin yeniden başını mesh etmesi gerekir mi?

Cevap: Mesh etmesi lazım gelmez. Zira, saçlar kesilmekle hades (abdest bozulması) vaki olmuş değildir. İkincisi, başı mesh etme farzı sakıt olmuştur. Düşmüş olan bir mükellefiyet geri gelmez.

20 - Soru: Abdest veya gusülden sonra tırnak kesen kimsenin orayı tekrar yıkaması gerekir mi?

Cevap: Gerekmez. Sadece orayı yıkamak müstehab olur.

21 - Soru: Bir insan abdest almış, daha sonra kolunda bir kuru yer kaldığını görmüş olsa ve eliyle o kuruluğu gidermiş olsa, acaba bu abdest tamam olur mu?

Cevap: Abdestte her uzuv müstakil bir uzuv olarak kabul edilmektedir. Koldaki kuru yer, aynı koldaki yaşlılıkla giderilebilir. Böyle yaparak abdestini tamamlamış olur.

22 - Soru: Taharet-i suğra ne demektir?

Cevap: Abdestsizlik halini gidermek, yani abdest almak demektir.

23 - Soru: İştiyak ne demektir?

Cevap: Misvak kullanmak demektir.

23 - Soru: Teşvis ne demektir?

Cevap: Misvake bedel olarak dişleri parmakla temizlemek demektir.

24 - Soru: Teslis ne manasına gelmektedir?

Cevap: Bir fi'li üçlemek, üç defa yıkamak manasına gelmektedir.

25 - Soru: Tahlil ne demektir?

Cevap: (Parmaklarını) aralamak, parmak aralarını temizlemek demektir


Umut FM
reyan - avatarı
reyan
Ziyaretçi
22 Ağustos 2009       Mesaj #90
reyan - avatarı
Ziyaretçi
Oruç Hakkında Sorulan Muhtelif Sonular

1- Kulak ve burun damlasi kullanmak orucu bozar mi?

Hanefi fikhinda kulaga konan ilaç, Safii’de ise ilaç veya su fark etmez orucu bozar. Buruna damla damlatmak da ayni sekilde orucu bozar. Kazasi gerekir, ama keffaret gerektirmez. Fakat çok mecbur kalinirsa, kulaga ilaç koymak konusunda Imam-i Azâm’in talebeleri olan Imam-i Muhammed ve Imam-i Ebu Yusuf’a göre amel edilebilir. Onlara göre; kulaga konan ilaç, orucu bozmaz. Dolayisiyla kaza gerekmez.

2- Disler arasinda kalan yemek artigi orucu bozar mi?

Bu meselede, kalan artigin mahiyetinden ziyade onun miktarina bakilir. Eger bir nohut tanesinden büyükse oruç bozulur. Eger nohuttan küçük bir parça ise, bir susam tanesi veya et parçasi vb. orucu bozmaz. Safii mezhebinde ise, parçanin büyüklügü önemli degildir. Eger kisi, disleri arasinda kalan artigi bilmeden yutsa, bunda kendi iradesi olmadigindan oruç bozulmaz. Ama kisi ister Hanefi’ye ister Safii’ye mensup olsun; disari atma imkâni oldugu halde parça ne kadar küçük olursa olsun yutarsa, oruç bozulur. (Mezahib’ül Erbaa, 2: 569)

3- Misvak kullanmak orucu bozar mi?

Misvak, Hz. Peygamber (sav)’in ümmetine siddetle tavsiye ettigi, “Zor gelmeyecegini bilsem, emredecektim” diye ifade ettigi kuvvetli, nurani ve bereketli bir sünnettir. Misvakta, onlarca maddi ve manevi faydalar vardir. Normal zamanlarda kullanilmasi sünnet oldugu gibi, oruçlu iken de sünnettir. Fakat bazi sartlar vardir.
Hanefilere göre; günün her vaktinde ister yas ister kuru olsun, misvak kullanilabilir. Safiilere göre ise, oruçlunun ögleden sonra misvak kullanmasi mekruhtur. Bu görüs, Hambeli ve Malikilerde de aynidir. Delilleri ise, Hz. Peygamber (sav)’in, “Oruçlunun agiz kokusu Allah (cc) katinda miskten daha güzeldir” seklindeki meshur hadisidir. Aslinda bu hadis, ögleden sonra misvak kullanilmamasina delil olamaz. Büyük muhaddis Ibn-i Hacer el- Askalani de, bu hadisin oruçlunun misvak kullanmasina engel olmadigini kaydeder. (Sünen-i Ebu Davud , Tercüme ve Serhi , 9: 216)


4- Dis firçalamak orucu bozar mi?

Bu mesele de misvak meselesi gibidir. Fakat macunun yutulmamasi ve tadinin bogaza gitmemesi gerekir. Buna dikkat edilirse orucun bozulmayacagi dogru olmakla beraber, en güzeli oruçlu iken disleri firçalamaktan uzak durmaktir. Mümkünse bu gibi isler iftardan sonra ve sahurda halledilmelidir.
5-Dis kanamasi orucu bozar mi?
Dis etlerinden çikan kan, bogaza gitse fakat içeriye girmese, yani kanin tadi hissedilmese orucu bozmaz. Çünkü bundan sakinmak mümkün degildir. Çok oldugu zaman da bakilir. Eger tükrükten fazla degilse, yine orucu bozmaz. Kanin tadi hissedilirse, yahut kan tükrükten fazla ya da esit ise, yutuldugunda oruç bozulur. Bir refleks olarak hemen tükürülüp, bogaza su kaçirmadan agzi temizlemek gerekir.

Kaynak: Akit Gazetesi

Benzer Konular

2 Aralık 2013 / Misafir Bilgisayar
24 Mayıs 2015 / XZixYaxRetxÇiX Cevaplanmış
13 Mayıs 2011 / Drawradar Cevaplanmış