Arama

İslam Hukuku

Güncelleme: 30 Temmuz 2012 Gösterim: 5.508 Cevap: 9
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #1
arwen - avatarı
Ziyaretçi
İSLAM HUKUKU

Sponsorlu Bağlantılar
Giriş

İslâm Hukukunda, önce fıkhın tarihçesini ve geçirdiği devreleri bilmek gerekir. Böylece mezheplerin kuruluşundan, müctehid imamlardan, onların metodlarından, vaz'ettikleri usûl ve kaidelerden bahsedilerek Hukuk Bilgisine hazırlık yapılmış olur.
İSLAM HUKUKU'nun bir adı FIKIH'tır. Eskiden HUKUK anlamında FIKIH kullanılırdı. Bugünkü Arap literatüründe bu terim, hukuk karşılığı kullanılmaktadır. Fıkh'ın sözlük anlamı: Anlamak, kavramak, bilmek demektir. Terim olarak da eski İslâm Hukuk sistemine denir. Bu sistemin kendine has bir özelliği vardır. Fıkıh: Şer'i delillerden istinbat olunan hükümlerin heyet-i mecmuasıdır. (Müberred, el-Kâmil, s. 529). Şer'î, Dini delillerden hüküm çıkarıp alana, FAKİH denir ki, bugünkü Hukukçu karşılığıdır. İbn-i Haldûn Mukaddemesi, eskiden FUKAHÂ yerine KURRÂ tâbirinin kullanıldığını söyler. FIKIH, kulun hem Allah, hem de insanlarla olan münasebetini tanzim eder. Bugünkü hukukta ise yalnız beşerî münasebetler ele alınır. Bugün İslâm Hukuku ile ifade ettiğimiz Fıkıh, daha sonraları bu anlamda kullanılmağa başlanmıştır. Fıkhın türlü tarifleri yapılmıştır.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye göre Fıkıh: Kişinin lehinde ve aleyhinde olan hükümleri, yâni haklarını ve vazifelerini bilmesidir.
En yaygın tarif şudur: Ahkâm-ı Şer'iyye-i Ameliyye'yi tafsîlatlı bir sûrette delilleriyle bilmektir. Mecelle ise: "Mesâil-i Şer'iyye-i Ameliyye'yi bilmektir." diye tarif etmiştir. Amelî ve fer'i mes'elelerin hükümlerinin, delillerden nasıl istinbat edildiğinden USUL-I FIKIH bahseder.

İSLAM HUKUKUNUN BAŞLICA DEVİRLERİ
Fıkıh, yâni İslâm Hukuku tarihçeleri, fıkhın geçirdiği devirleri 6'ya ayırırlar:
1– Vahiy Devri: Yâni Hz. Peygamber (S.A.S.) zamanı. Bu devirde teşrî, Kitab ve Sünnete dayanır.
2– Sahâbe Devri (Dört Halife zamanı): Bu devirde de fıkhın kaynağı Kitab ve Sünnettir. Ashâbın ictihadları ve icmada delil olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kitap(1) toplanmış ve istinsah edilmiş, Sünnet tedvin olunmaya başlanmıştır.
___________
(1) Kitab: Kur'ân-ı Kerîm.
3– Tabiîn Devri: Müslümanlar siyasî gruplara ayrılmıştır. Âlimler, muhtelif şehirlere dağılmıştır. Örf ve adetin tesiriyle ihtilaflar artmıştır. Nasslardan hüküm istinbât etme usûlü teessüs etmiştir. Yalan Hadis rivâyeti başgöstermiştir. Ulemâ, Ehl-i Hadis ve Ehl-i Re'y diye iki gruba ayrılmıştır.
4– Hicrî 100–350/ Milâdi 718–960 Yılları Arasındaki Devir: Büyük imamlar ve müctehidler devridir. Kur'an-ı Kerim'in kıraatına, tefsirine büyük önem verilmiştir. Hadisler yazılmıştır. Usul-ı Fıkıh, ictihad usulleri kurulmuştur. Füru'da ihtilaflar çoğalmıştır. Kıyas ve ictihadda ayrılıklar başlamış, fıkıh istılahları çıkmıştır. Ana kaynak olan kitaplar yazılmıştır.
5– 350–656 H./960–1258 M. Yılları Arasındaki Devir: Mezhepler yayılmış ve kuvvetlenmiştir. Mezhep taraftarlığı ve taklid artmıştır. Eskilerin verdikleri hükümlerin sebeplerini araştırmak (Ta'lîl-i Ahkâm) ve onlarınkilerinden mes'ele çıkarmakla uğraşılmıştır.
6– Son Devir: Durgunluk devridir. Ulemâ arasında râbıta kopmuş, her ülke kendi derdine düşmüştür. Fukahâ, eskilerin eserlerini, ya ihtisar veya şerh etmekle meşgul olmuştur. Bu şartlar altında fıkıh duraklamıştır. Ancak zamanımızda İslâm âleminde, her sahada olduğu gibi fıkıh ve hukuk sahasında da bir uyanma ve çalışma başlamıştır.

İSLAM HUKUKU BÖLÜMLERİ
İslam Hukuku, dini kaynaklara dayanan bir hukuktur. Ana delilleri Kitab ve Sünnet teşkil eder. Fer'i deliller arasında örf ve âdete de yer verilmiştir. Bu sûretle milletlerin hayatına kolayca intibak eder. Fakat dini görüşler daima üstün gelir. Aldıklarını İslam potasında eritir. Bu hukukun tek mümeyyiz vasfı İSLAM HUKUKU'dur (Bak: Mahmud Esad, Tarih-i İlm-i Hukuk, S. 228).

FIKHIN TAKSİMİ
Ebû Hanife, fıkıh mes'elelerini üçe ayarmıştır: İ'TİKÂDİ FIKIH- AMELÎ FIKIH-VİCDANÎ FIKIH (Ahlâk ve tasavvuf.) Daha sonra umûmîleşen taksim ise şöyledir: Dinî hükümler USUL-I DİN ve FÜRU-I DİN olmak üzere ikiye ayrılır. Usûl-i Din i'tikad mes'elelerini kapsar. Füru'-ı Din mes'eleleri de dört kısma ayrılır: İBÂDAT, MUAMELAT, MÜNAKEHAT ve MÜFAREKAT, UKUBAT. Bu füru' mes'elelerinden fıkıh bahseder. Bu taksimde esas şudur. Mecelle'nin I. maddesinde de açıklandığı üzere:
a) İnsanın ahirete ait işleri ibadetlerdir. Bunlar kulun Allah ile olan münâsebetleridir.
b) İnsanın dünya işlerine dâir, şahsını ilgilendirenlere, muâmelât denir. Bunlar insanlar arasındaki münâsebetleri tazim eden hükümlerdir. Fıkhın muâmelat kısmının çoğu bugün Medenî Kanunun şümûlüne girer.
c) Yeryüzünde insan neslinin devamını sağlamak için âile yuvası kurmak gerekir. Bunlardan Münâkehât ve Müfârekât (evlenme ve boşanmalar) bahseder. d) İnsanların medeni bir düzen içinde yaşamalarını, enmiyet ve asayişi temin için, kurulu düzenleri, yasaları ihlâl edenlerin cezalandırılmaları gerikir. Bunlar UKUBAT (cezalar) bahsini teşkil eder (Bak: M. Ali Tehânevi, Keşşaf-ı İstilâhati'l-Fünûn, C. I. s. 36). Bundan başka son devrin meşhur fıkıh kitabı olan İbn-i Âbidin şöyle bir taksim yapıyor:
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #2
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
İSLAM HUKUKU'NUN TARİHÇESİ-1

Sponsorlu Bağlantılar

Hukukun zaman içindeki gelişmesini iç ve dış faktörleri ile beraber takibe elverişli olduğu için devreleren ayırarak incelemek adet hâline gelmiştir. Biz de buna uyarak İslâm hukuk tarihini başlangıçtan zamanımıza kadar altı devrede içinde önemli değişme ve gelişmelerin vukubuldugu zaman parçasında ele alacağız. Bunlar sırayla Hz.Peygamber, Sahabe, Abbâsiler, Selçuklular. Moğol istilasından Mecelle'ye ve son devir başlıklan altında verilecektir.

A - HZ. PEYGAMBER DEVRİ
Bu devir, İslam Hukuku'nun kuruluş devresiolması ve hukukun temeli olan vahyin bu dönem içinde sona ermesi bakımından çok önemli olup ikikısımda ele alınmaktadır:

1) Mekke devri:
Milâdi 610 yılında kendisine vahiy gelmeyebaşlamak suretiyle peygamber olan MuhammedMustafa (s.a.) doğup büyüdüğü Mekke şehrinde en yakınlarından başlamak üzere İslam'ı (kendisine vahiy yoluyla bildirilenleri) insanlara ulaştırmaya, anlatmaya başlamış ve bu işe yaklaşık onüç yıl devam etmiştir. Bu müddet içinde Kur'an-ı Kerim'in üçte birine yakını Allah tarafından vahyedilmiştir. Ancak Mekke devrinde nazil olan ayetlerin çoğu iman ve ahlâk ile ilgilidir. İslam Hukuku'nun iman ve ahlâk ile sıkı ilişkisi göz önüne alınırsa temelin de bu devrede atıldığı söylenebilir.Hukuk ve ibadetle ilgili az sayıdaki ayet, teferruâtı geleceğe bırakarak prensipleri ve temel hükümleri vazetmektedir.

2) Medine devri:
Hz. Peygamber Mekke ve yakınlarında İslam'a dâvet vazifesini büyük bir gayretle sürdürmüş. fakat toplumda istediği köklü kültür değişimini meydana getirememiştir. Mekkeliler eski iman ve düzenlerinden vazgeçmemek hususunda direnmiş, Rasulullah'ı dâvasından vazgeçirmek için hemen her yola başvurmuşlardır. Onüç yıllık mücâdeleden sonra Allah'ın izni ile eski adı Yesrib olan Medine'ye hicret edilmiştir. Medine'de birbirine düşmüş iki arap kabilesi ile bunların ihtilafından istifade eden yahudiler bulunuyordu. Yeni gelen Mekkeli müslümanlar (muhacirün) ile bunarı yeni bir hukuk ve cemiyet nizamı içinde adetâ yeni baştan inşa etmek gerektiği için vahiyde ibâdetler, cihad, aile, miras, ceza, muhakeme usulü, borç münâsebetleri ve devletler arası ilişkilere yönelmiş, bu sâhaları düzenlemeye koyulmuştur.

Vahyin hukuk nizamını tesisi iki şekilde oluyordu:

a) Bazı olaylar ve problemler ortaya çıkıyor,müslümanlar Hz. Peygambere başvurarak çözümistiyorlardı. Bunun üzerine ya âyetler geliyor, yahut da yalnızca mâna ve hüküm Allah Rasülü'nün zihnine doğuyor (Allah tarafından vahyediliyor),
bunu ifâde etmek ve uygulamak da kendisine düşüyordu. İşte bu ikinci şekil -birincisinden ayırdedilmek maksadıyle- Sünnet diye adlandırılmıştır

b) Bazı hallerde ise problem ve sual beklenmeden hukuki hükümler vazediliyor, hukuk nizamının binası parça parça tamamlanıyordu. Şura(işlerin danışma yoluyla- idaresi), zekat ile ilgili miktarlar, aile ve ceza hukuku ile ilgili bazı kaideler ve hükümler doğrudan vazedilenlere örnektir.

c) Çözüm bekleyen bir problem veya hâdiseye rağmen vahiy gelmezse Rasülullah ictihada başvuruyor, gerekli görürse ashâbı ile de istişare ediyordu- Sahabe de gerek bu istişarede ve gerekse Hz Peygamber'den uzakta bulundukları zamanlarda
O'ndan öğrendikleri usüle göre- ictihad ederlerdi. Gerek Hz. Peygamberin ve gerekse sahâbenin ictihadı, sonunda ilâhi tasvibe mazhar olduğu için sünnet vasfını kazanırdı.

Bu devrin özellikleri:

Hz. Peygamber devrinde hukukun kaynakları Kitab ve Sünnet'tir; yâni vahiydir. Hz. Peygamber'in âhirete intikali ile vahiy kapısı kapandığı için bu, incelediğimiz devrin en belirgin özelliği oLmaktadır.
Bu devrin bir başka özelliği tedricdir; yâni hukuk inkılabının sindire sindire yapılması, kültür değişiminin sosyal krizlere meydan vermeden gerçekleştirilmesidir. Yaygın alkollü içki alışkanlığı ve fâizcilik karşısında içki ve fâizin alıştıra alıştıra yasaklanması tedricin tipik bir örneğidir.Belli bir zaman için konmuş olan kanunun (hüküm), zamanı gelince değiştirilmesi mânasında "n e s i h" , bu devrin bir başka özelliğidir. Gerçi sonraki devirlerde de kanunlar zaman zaman değişmektedir; ancak bu devirde değişen kanun, âyet ve hadise dayanan kanundur ki, bunun daha sonraki devirlerde değiştirilmesi mümkün değildir.

Tedvin:
Hukukun yazıya ve kitaba geçirilmesi manasında kullandığımız tedvin bu devirde ancak Kuran-ı Kerim için bahis mevzuudur. Hz. Peygamber'in titizlikle seçtiği vahiy kâtipleri, o zaman
mevcut bulunan imkânlara göre Kur'ân-ı Kerim'i yazıyor ve muhafaza ediyorlardı. Vahiy, Allah Rasülü nün ömrü boyunca devam ettigi için bu yazma işi de devam etmiş, O'nun dünyaya veda etmesinden sonra ilk halifenin önemli işlerinden birisi,tamamı yazılmış ve birçok hâfız tarafından ezberlenmiş bulunan Kur'an-ı Kerim'in bir mushafta (bir ciltte), vahyedilen sıra ve düzene göre toplatmakve muhâfaza etmek olmuştur.

Hukukun ikinci önemli kaynağı Sünnet, Kur'ân ile karışmasın diye -serbest olarak- yazdırılmamış, genellikle uygulamada ve hâfızalarda muhâfaza edilmiş, bu arada Hz. Peygamber in dikkatlerine güvenerek izin verdiği bazı sahabiler tarafından da yazıya geçirilmiştir. Abdullah b. Amr,Ebü Hüreyre, Câbir b. Abdullah bunlardandır. Bu devrin yazılı metinlerinden biri de --esas teşkiât bahsinde göreceğimiz- "Medine Site Devleti
Anayasası'dır".

Mahkeme ve muhâkeme usülü:
Hz. Peygamber devlet başkanlığı, komutanlık gibi görevler yanında hâkimlik görevini de yapmış,ışığında teşkilât ve usülün gelişeceği örnekler vermiştir. O devirde mescid, mabet, meclis, kırâathane gibi fonksiyonlar yanında "mahkeme" olarak
da kullanılmıştır. Yazının ve vasıtalarının yeterli olmadığı bu dönemde muhakeme usülü oldukça basittir ve süratlidir. Başlıca isbat delilleri şahidlik, ikrar (itiraf, kabül) ve yemindir. Hâkimlik mesleği "tam meslek mânasında müstakil" değildir. Hz. Peygamber idareci olarak tayin ettiği ashâbına hakimlik görevini de vermiş ve usülünü öğretmiştir.

B - SAHABE DEVRİ
Sahâbe devrinin, Hz. Peygamber'den hemen sonra başladığında ittifak bulunmakla beraber ne zaman sona erdiği konusunda iki görüş vardır: İktidârı esas alanlara göre hicri 41 yılında, hakim nesli göz önüne alanlara göre ise, birinci hicret
asrının sonunda sahabe devri kapanmaktadır. Müessese ve ilim olarak hukuka tesirleri farklı bulunduğu için Râşid Halifeler ve Emeviler devirlerini birbirinden ayırmakla beraber biz hâkim nesil esasına göre yürüyeceğiz.

1 - Raşid Halifeler (hulefâ-i rüşşidin), devri:
Bu devir 11/832 yılinda Hz. Ebu Bekr'in halife olmasıyle başlar ve 41/881 yılında Hasan b. Ali'nin hilâfeti Muâviye'ye devretmesiyle sona erer; bu arada gelen beş halifeye "doğru yolu izleyenler" mânasında -r a ş i d î n- denir. Bunlardan ilk üçü zamanında fetihler devam etmiş, İslam ülkesinin sınırları doğuda Amuderya, kuzeyde Suriye, Batı'da Mısır'a kadar uzanmıştır. Hz. Ali zamanında Şam valisi Muâviye'nin başkaldırması ile iç savaş başlamış, siyâsi kargaşa içinde, önce siyasi iken sonraları iman ve fıkıh düşüncesine de sıçrayan iki mezheb ortaya çıkmıştır: Ş i a ve H a v a r i c.
Şia başlangıçta siyasi bir fırka olup iktidar mevzuunda Hz. Ali tarafını tutanlardan ibârettir. Hz. Ali'nin şehid edilmesi. Hz. Hasen'in fitneyi önlemek için hilâfetten çekilmesi, Hz. Hüseyin'in feci bir şekilde Kerbela'da şehid edilmesi, aynı soydan gelenlerin uğradıkları haksızlık ve baskılar... taraftarlarındaki muhalefet şuurunu iyice güçlendirmiş, buna ağır baskılar ve takibat da eklenince şia, faaliyetlerini gizli yürüten bir muhalefet grubu hâline gelmiş, zamanla inanç ve fıkıh sahasında da farklı telâkkilere sâhip olmuşlardır. Bu fark-
lı inanç ve düşünceler Kur'an tefsirinde ma'sum (günah ve hatadan beri) imama tanıdıkları sınırsız selahiyet, icma ve kıyas prensiplerini inkar ve ehl-i beyt kanalından gelmeyen hadisleri red esaslarından kaynaklanmaktadır


Hz. Ali ile Muâviye taraftarları arasında cereyan eden Sıffin savaşı sırasında ortaya çıkan bir grup, barışı temin için taraflarca haşvurulan hakem formülünü reddetmiş, "hüküm verme selahiyeti Allah'a âittir, O'ndan başkası hakem olup hüküm veremez." demiş, Hz. Ali'den, anlaşmayı bozarak tekrar savaşmasını istemiş, bunu temin edemeyince de Harürâ mevkiine çekilerek iki tarafada cephe almışlardı; işte bunlar "hâriciyye veya havaric" diye ifade edilen haricilerdir. İbadıyye
gibi bazı kollarının mensupları az da olsa hâlâ yaşayan hâriciler genellikle Sünnet kaynağını inkar ederek Kur'ân-ı Kerim'in yorumsuz m******* esas alırlar. Bunlara göre halife ancak seçim yoluyla iş başına gelebilir, Kur'an yolundan kıl ucu kadar sapan halife mürted (dinden çıkmış) sayılır ve derhal azledilir, İslâm yolundan sapanlar kim olurlarsa olsunlar ve şartlar ne durumda bulunursa bulunsun mücâdele etmek müslümanların görevidir.

Hüküm kaynakları:
Bu devirde hüküm kaynaklarının başında yine Kitâb ve Sünnet vardır. Henüz yaygın bir şekilde yazıya geçirilmemiş olan Sünnet'in -rivâyet ve doğru anlama bakımlarından- sahih olanını olmayanından ayırma konusunda titizlik gösterilmekle beraber Hz. Peygamber'den nakledildiği doğru zaptedilip anlaşıldığı, dini bakımdan bağlayıcı olduğu sabit olan hadislerle amel edilmiş, bunlara aykırı hareket asla tecviz edilmemiştir. Kitâb ve Sünnet'te hükmü açıkça bulunmayan meseleler ortaya çıktıkça bilhassa Hz. Ebu-Bekir ve Hz. Ömer
gibi halifeler istişâreye başvurmuş, meseleleri şurâ ictihadı ile netice ve hükme bağlama yolunu tutmuşlardır. Daha çok amme hukuku sâhasına âit meselelerde bahis mevzüu olan bu toplu ictihad sonuçları bağlayıcı olmuş, ferdi ictihadlarda ise
tam bir hürriyet hakim bulunmuştur. Re'y veyâ ictihad "ra'y" denilen ferdi ictihaddan bu devirde kastedilen mâna: Kur'ân ve Sünnet'te hükmü bulunmayan meseleleri, yine bu iki kaynağın ışığı ve genel prensipleri altında hükme bağlamaktır. Sonraki devirlerde terim haline gelen kıyas, istihsân, örf ve âdet, mesâlih... prensipleri -isimleri zikredilmese dahi- re'y ictihadına dahildir.

Müctehidler ve ictihad metodları:
Sahâbe devrine adını veren ashâbın tamamının müctehidlik derecesinde din ve hukuk bilgini olmadıkları bilinmektedir. Kendilerinden az veya çok -bir kitap tutacak kadardan birkaç fetvaya kadar- fetvâ ve hukuki görüş nakledilen sahabi sayısı yüz otuz civarındadır. Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Mes'üd, Aişe, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer bunların başında gelen isimlerdir.

Sahâbe nesli ictihadlarını şu esas ve metodlara göre yürütmüşlerdir:

a) İmkân buldukları ölçüde istişare (danışma,fikir tartışması) yapmışlardır.

b) İctihad yoluyla vardıkları hükümleri, Kitâb ve Sünnet'in açık hükümlerinden titizlikle ayrı tutmuş, birinci nevi hükümlere kesin nazariyle bakmamış ve bunları "bu benim görüşüm, zanni,kanaatimdir..." diyerek kendilerine nisbet etmişlerdir.

c) Nazari ve farazi (varsayarak) ictihadlar yapmamış, ancak ortaya çıkan, vakıa ve problem hâline gelen meseleler üzerinde durmuşlardır.

d) Zamana bağlı hükümleri -gerektiğindedegiştirmiş, mübâh ve câiz olan bazı fiil ve davranışları -kötü neticeler vermesi halinde- yasaklamış, zaruret ve mecburiyet hallerinde nasları dahi uygulamamış, bütün bu davranışlarıyle "celb-i menfaat, def'i-mefsedet" formülü ile ifade edilen maslahat prensibine riayet etmişlerdir. Burada maslahattan maksat, İslâm'ın genel prensiplerini, akıl ve tecrübeyi ölçü alarak iyi ve faydalı olanı elde etmek, kötü ve zararlı olandan kurtulmak, bunun için gereken tedbiri almaktır.

e) Sahabe maslahat prensibi yanında -adını anmamakla beraber- Hz. Peygamber zamanındaki uygulamalara benzetme yoluyla kıyas metodunu da kullanmışlardır.

Görüş ayrılıkları (ihtilaf):
Bir taraftan nasların (Kur'an ve Sünnet metinlerinin) anlaşılması, diğer taraftan farklı zaman ve yerlerde, farklı şartlar içinde bunların uygulanması, gerektiğinde re'y ictihadı ile hükme varma işi beşeri olduğu için bütün beşer aklı ve
düşüncesinin daima tek hüküm ve neticede birleşmesi düşünülemez; bu eşyanın tabiatına, yaratılış kanun ve düzenine aykırıdır. İşte bu genel sebebe bağlı olarak şu tali sebepler altında sahâbe arasında da görüş farkları, ictihad ihtilafları meydana gelmiştir:

a) Cihad, öğretim, idare vb. görevlerle Medine dışında Hz. Peygamber'den uzakta bulunan bazı sahabilerin, bu arada gelen ayet- ve hadislerden haberdar olmamaları.

b) Hadisi, anlayış veya akılda tutma bakımından sağlam sayılan bir kaynaktan elde etmemiş olmak.

c) Farklı anlamak ve yorumlamak.

d) Yanılmak ve unutmak.

e) ilk bakışta birbirine aykırı gibi görünen nasları uzlaştırma ve uygulama konusunda farklı yollardan yürümek. .

işte bu sebeplerle sahabe müctehidlerinin fıkıhla ilgili konulardaki görüşleri arasında farklılıklar bulunmuştur. Bu farklı anlayış, yorumlama ve uygulamalara, nazari ve ilmi manada "mezheb" denir; bu mânada Hz. Ali'nin, Ömer'in, İbn Mes' ud'un mezheblerinden bahsedilir. Ancak dini ve ictimâi bir müessese olarak; yani müslümanların gruplar hâlinde, dinlerini anlamak ve yaşamak için seçtikleri, rehber edindikleri bir müctehidin ictihadlarının bütünü manasında "m e z h e b" henüz bu devrede mevcut değildir.

2 - Emeviler:
Nesiller bakımından genç sahâbe ile tâbiünu içine alan Emeviler devrinde (132/750 yılında sona ermiştir) İslam ülkesinin sınırları Batı da Atlas Okyanusu, Doğu da Çin kıyıları, ve Afganistan, Kuzey'de kısmen Küçük Asya ve İspanyâ ya kadar genişlemiştir.

Hadis rivâyeti ve bunun yanında başta siyâsi maksatlar bulunmak üzere çeşitli maksatlarla hadis uydurma hareketininin ortaya çıktığı bu devrede nazari fıkhın başlayıp gelişmesine sebep teşkil eden bir gelişme oldu: Ömer b. Abdülaziz dışında kalan emevi hükümdarlar genellikle siyâsetin gereğini, dinin gereğine tercih ettiklerinden Hz.
Peygamber ve râşid halifeler çizgisinden sapmalar meydana gelmeye başladı. Bunu gören bilginler daha ziyade Medine'de toplanarak hem hadîsleri,hem de bunların ışığında fıkıh kaidelerini tesbit ve tedvin etmeye koyuldular. Bu davranışlarıyle bilginler aynı zamanda emevi idaresine karşı reaksiyonlarını göstermiş oluyorlardı.

Hicaz ve Irak medreseleri:
Sahâbenin yetiştirdiği tâbiün nesli bilginleri,üstad, muhit ve bilgi farkına dayanan iki grup teşkil ediyorlardı: Hicazlılar ve Iraklılar. Daha sonra metod farkına doğru gelişerek eser ve rey okulları adını alacak olan bu grupların büyük tâbiin zamanında, Hicaz'daki İmamı Said b. el-Müseyyeb (v. 94/712), Iraktaki İmamı ise İbrâhim b. Yezid enNehâi (v. 9B/714) idi.

Her iki grup da Kitâb, Sünnet ve sahabe icmâına dayanmakta birleşirler. Ancak muhit ve üstad farkları dışında Hicazlılar Medine örfüne (teâmülüne) ayrı bir değer verir, bunu bir manada yaşayan sünnet telâkki ederler. Iraklılar ise bir nassa dayanmayan Medine uygulamasını, diğer şehirlerin uygulamasından farklı görmezler; ayrıca muhitleri icabı hadis tenkidinde daha titiz davranırlar.

Tedvin ve mezheb:
Mezheb bakımından durum bir önceki devirde oldugu gibidir. Tedvin konusunda ilk teşebbüs Ömer b. Abdül&ziz'den gelmiş, Medine valisine gönderdiği bir emirname ile hadislerin toplanmasını istemiş. Zühri'nin memur edildiği bu iş, ancak
halifenin vefatından sonra gerçekleşebilmiştir. İmam Zeyd b. Ali'ye (v. 122/740) nisbet edilen el-Mecmü' fi l-fıkh da bu devirden zamanımıza gelen ilk fıkıh kitabıdır.


Son düzenleyen Blue Blood; 19 Haziran 2007 20:03
KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
18 Kasım 2007       Mesaj #3
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi

İslam Hukuku Hakkında Genel Bilgi


İslam Hukuku (fıkıh), müslüman ferdin, doğumundan ölümünekadar, hayatının her alanında kendisinden uyması beklenen, tutum ve davranışlarının asgari ve azami sınırlarını belirleyen bir sistemdir. Bu sistem içerisinde ferdin ibadet hayatı yer aldığı gibi, diğer fertlerle ilişkilerini konu içeren sosyal hayatı, devletle ilişkilerini içeren hukuki hayatı da girer. Daha açık söylemek gerekirse; müslüman bir fert Allah'a nasıl kulluk edeceğinin bilgisine İslam Hukuku sayesinde sahip olur; yani nasıl namaz kılacağını,, nasıl oruç tutacağını, nasıl zekat verip, nasıl hacca gideceğini İslam Hukuku ona öğretir. Bunun yanında içinde yaşadığı toplumda nasıl ahlaklı ve dürüst bir kimse olacağını da yine İslam Hukuku'ndan öğrenir. İnsanlarla ilişkilerinide, alış-verişinde, para muamelelerinde ve diğer bütün sosyal ilişkilerinde bir müslümanın nasıl olması gerektiğinin bilgisi İslam Hukuku tarafından sağlanır. Öte yandan, toplumun ve devletin işleyişinde ferdin uyması gerekli kurallar da yine İslam Hukuku tarafından belirlenir. Her ne kadar gunumuzde bir takim kimselere gore “tatbik-i gayr-i kabil” (uygulama imkani olmayan) olarak degerlendirilse de Islam Hukuku (Fikh), kendisini Musluman olarak tanimlayan fertlerin gunluk hayatlarinda uymaya ozen gosterdikleri bir hayat tarzidir. Cunku o, en genel anlamiyla, Musluman bir bireyin dunyada nasil yasamasi gerektiginin anahtarlarina sahiptir. Nerede, nasil yasayacak, hangi durumlarda nasil davranacak, Allah’a ve diger Muslumanlara, diger insanlara karsi nasil bir tavir izleyecek, fikih butun bunlarin anahtarlarini icinde bulundurur. Bu yuzden her zaman tatbiki kabildir (uygulanabilir).
Onu tatbik-i gayr-i kabil olarak niteleyenler, kanimca bir pratikten, demokratik, laik bir Musluman devleti olan Turkiye pratiginden hareketle bunu soylemektedirler. Bu, iki amac icin soylenebilir: Birincisi “Turkiye Cumhuriyeti Devleti modern bir anayasaya sahip bir devlettir, bu yuzden de Islâm Hukuku’nun bu devlette uygulama alani yoktur” demek icin; Ikincisi “Demokratik, laik bir devlette Islam Hukuku uygulanamaz” demek icin. Her ikisi birbirine cok benzese de, bu ikisinin aralarinda cok onemli bir fark vardir. O da birinci amaca sahip olanlarin Islâm Hukuku’nun gerekliligine inanmamasi, ikinci amaca sahip digerlerinin ise demokrasiye inanmamasidir. Netice her iki amac sahiplerinin Islâm Hukuku’nu yeteri kadar bildigi soylenemez.
Islâm Hukuku Turkiye Cumhuriyeti Devleti’nde de uygulanabilir ve hatta uygulanmaktadir ve ayrica din olarak Islâm ile demokrasi birbirine aykiri seyler degildir. Her ne kadar bu soylenenler ayri bir tartismanin yolunu acar nitelikte olsa da bizim bu calismadaki amacimiz demokrasi-Islâm, Turkiye Cumhuriyeti’nde Islam Hukuku uygulamalari gibi cok buyuk onem arz eden bu iki konuyu tartismak degildir. Bu calismanin amaci Islâm Hukuku’nu yeterince bilmeden onun hakkinda yorum yapan kisilere onu tanitmaktir. O nedenle burada Islâm Hukuku terimini meydana getiren Islâm ve hukuk kavramlari aciklandiktan sonra klasik literaturdeki adiyla Fikh kavraminin tanim ve mahiyeti uzerinde durulacaktir.
1. ISLAM NEDIR?
Arapca “s-l-m” kokunden turemis olan Islam kelimesi sozlukte inkiyad, boyun egmek, teslim, baris, esenlik gibi anlamlara gelmektedir. Istilahta ise, en genel anlamiyla, Hazret-i Muhammed (S.A.S.)’e gonderilmis olan ve onun insanlara teblig ettigi dinin adidir . Tanimda gecen temel unsur olan din kavramini biraz acmak gerekirse, “Insanin Allah, diger insanlar ve varliklarla iliskilerini duzenleyen ve hayatina yon veren, onlarla ilgili davranislarina esas olacak kurallar butunudur” . Bu tanimdan dinin uc temel ozelliginin oldugunu anlamaktayiz. Birincisi insanin Allah ile munasebetlerini duzenlemesi, ki bunlar genel olarak ibadetlerdir; ikincisi insanin diger insanlarla (bireyin toplumla) ve varliklarla iliskilerini duzenlemesi, ki bunlarda cezalar ve muamelelerdir; ucuncusu insanin hayatina ve davranislarina yon verecek kurallara sahip olmasi. Unlu Cibril Hadisi’nde Hz. Muhammed (S.A.S.) Islâm'i:
"Islâm, Allah'tan baska ilâh olmadigina, Muhammed'in O'nun kulu ve elcisi olduguna sehâdet etmen, namaz kilman, zekât vermen, Ramazan orucu tutman, gucun yettigi takdirde Beytullah'a haccetmendir."
seklinde tanimladiktan sonra iman’i:
"Allah'a, meleklerine, kitaplarina, peygamberlerine, âhret gunune inanmandir. Kadere yani hayir ve serrin Allah'tan olduguna da inanmandir."
biciminde tarif etmekte ve onun iman ve ibadetleri de icine bir sistem oldugunu vurgulamaktadir.
Yukarida anlatilanlarin tamamindan bir netice cikaracak olursak; Islâm icin insanin yeryuzunde nasil yasamasi gerekiyorsa oyle yasabilmesinde kendisine yol gosteren kurallari da iceren ilahi bir inanc, ibadet, ahlak ve hukuk sistemi soyleyebiliriz.
2. HUKUK NEDIR?
Arapca “hak” kelimesinin cogulu olan hukuk sozluk anlami itibariyle haklar demektir. Istilahta ise toplumun nizamlanmasindan kendisinden istifade edilen Sosyal Duzen Kurallarindan biri olarak degerlendirilir ve toplumun rahat, huzur ve mutlulugunun saglanmasi amacini saglayan, devlet mueyyidesiyle desteklenen kurallari ifade eder. Degisik bir anlatimla sosyal duzen kurallarindan biri olarak hukuk, “toplumu meydana getiren fertler arasinda adalet, esitlik ve hurriyeti saglayarak, fertlerin birbirleriyle ve toplumla iliskilerini duzenleyen ve kendisine uyulmasi kamu otoritesi (devlet) ile saglanan kurallar butunu” olarak tanimlanabilir.
Dikkat edilirse bir din olarak Islâm ile hukuk arasinda amac bakimindan bir benzerlik oldugu gorulmektedir. O da her ikisinin de fert ve toplum hayatini duzenlemeyi icermesidir. Islâm’da ek olarak ferdin Allah ile olan iliskilerinin duzenlenmesi de soz konusu olmaktadir. Bu sekilde kisaca “Islam” ve “hukuk” kavramlarinin tanimlarini verdikten sonra simdi Islam Hukuku kavrami uzerinde durabiliriz.
3. ISLAM HUKUKU (FIKH) NEDIR?
“Islâm” ve “hukuk” kelimelerinin bir araya gelmesinden olusan ve bugun Ilahiyat Fakultelerinde bir ana-bilim dali olarak degerlendirilen Islâm Hukuku, Islâm Tarihinde Fikih olarak bilinen bilim dalindan baska bir sey degildir. O nedenle burada hukuk’tan daha genis kapsamli olarak degerlendirilmesi mumkun olan fikh kavrami uzerinde durulmasi yerinde olacaktir.
Lugatte bilmek, anlamak, bir seyi iz`an ile, fetanetle suurlu bir halde idrak etmek, bir seyin kunhune vakif olmak, kapali bir seyin hakikatine dusunceyi nufuz ettirmek, kendisine hukum taalluk eden gizli bir manay kavramak gibi manalari ifade eden fikh; Istilahta: "insanin amel yonunde lehine ve aleyhine olan ser`i hukumleri bir meleke halinde bilmesi" demektir. Diger bir tarife gore fikih: "ameliyata, yani ibadetler, cezalar ve sahirlar arasi iliskilere dair ser`i hukumleri tek tek delilleriyle bilmekten ibarettir. ” diye tanimlanmistir.
Islam Hukuku, klasik literaturdeki kullanimiyla Fikih, Musluman bireyin gunluk hayatini surdururken bilmek ihtiyacinda oldugu temel bilgileri elde edebilecegi disiplinin adidir. Islam hukukculari Fikih'in cesitli tanimlarini yapmislardir. Bu tanimlardan bazilari soyledir:
- Fikih: "mukelleflerin yapip etmelerine (fiiller) iliskin olarak sabit olan ser`i hukumleri bilmektir. "


- Fikih: "Muctehitlerin, tafsilî ser` delillerden istinbat ettigi ser`i ameli hukumlerdir. "
- "Muctehitlerin, her bir ameli meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip onlardan cikardiklari hukumlere "fikih" denir. "
- Fikih: "Ser`i-ameli hukumleri, tafsili (ayri ayri) delillerine dayanarak bilmektir. "
- Amme ve fert hayatinin ve ticaret munasebetlerinin her vechesi, dinin tasvip ettigi ahkama gore, tanzim edilmesinde, kendisinden yararlanilan ahkama fikih denir .
- Dinin furuuna, ameli hayata ait bilgileri ve hukumleri ihtiva eden ilim dalina fikih denir .
- "En genis anlamiyla fikih, Islam'i bir butun olarak Sari'in maksadina uygun bicimde dogru kavramak ve onu cagin sartlarina uygun ve ihtiyaclari karsilayacak bir sekilde, insanlara anlayabilecekleri bir dille, kolayca yasayabilecekleri ve yasadiklarinda da ahirete giden dunya hayatlarinda mutlu olacaklari bir bicimde pratik hayata gecirme kabiliyet ve basarisidir. "
Abdulvahhab Hallaf'in Ilmu Usuli'l-Fikh adli kitabinin cevrisinin basina bir giris ekleyen Huseyin Atay bu kitapta su tanimlari toplamistir .
- Ictihat yoluyla elde edilen hukumleri bilmektir.
- Fikih, dinden oldugu zorunlu olarak bilinmeyen bizzat istidlalle elde edilen ameli hukumlerin bilinmesinden ibarettir.
- Fikih, istidlal ve fikir yoluyla elde edilen, fer`i, ser`i hukumlerin tumunden meydana gelen ilimdir.
- Fikih, istidlal yoluyla ayri ayri delillerinden elde edilen fer`i ser`i hukumleri bilmektir.
Tanimlari daha da artirmak mumkundur, ancak butun bu tanimlardan fikih icin ortaya cikan genel bir tanim verecek olursak; o da: "Fikih: Gunluk hayatinda Musluman ferdin bilme ihtiyacini hissettigi, dinle ilgili olan ve olmayan durumlarla ilgili olarak Muctehitlerin temel ve tali kaynaklar kanaliyla ortaya koyduklari hukumlerdir" diyebiliriz.
SONUC
Islam Hukuku (Fikh)’nu tanitmayi amacladigimiz bu kisa calismada kavrami olusturan Islâm ve hukuk terimlerini tanittiktan sonra, klasik literaturdeki adiyla fikh kavraminin cesitli tanimlarini aktardik. Netice olarak diyebiliriz ki: Islam bir din olarak ferdin Allah, diger insanlar ve varliklarla iliskilerini duzenleyen bir ibadetler, cezalandirma ve soysal iliskiler sistemi olarak, toplumu nizamlama amacini tasiyan hukuk kurallarini da icinde barindirabilmektedir. Bu sebeple Islâm hukuk yada fikh bireyin yeryuzunde Allah'in istedigi standartlarda bir sahsiyet olarak hayatini surdurebilmesinde kendisine yol gosterici kurallari ifade eden bir disiplindir denilebilir.
KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
19 Kasım 2007       Mesaj #4
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi
İslâm Hukuku Pratike Edilmiş (Uygulanmış) Bir Hukuktur



İnsanoğlu, tarihi boyunca " huzur toplumu" ideali uğrunda nice nazariyeler (teoriler) ortaya koymuştur. Bu teoriler, problemli sahalarda daha çok yoğunluk kazanır. Sonu "...izm" le biten, genelde batı kökenli bütün fikrî akımlar, bu doğrultuda hazırlanan projelerden ibarettir. Bu çerçevede insanoğlunun başarılı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Fakat, aynı yargıyı, teorinin pratiğe döküldüğü noktasında söyleyebilmek imkânsızdır. Zira pratik, teorikten daha çok maddî ve manevî kaynak, daha çok çalışma ve özveri isteyen bir iştir. Meseleye sadece idarî açıdan baksak, tarih boyunca var olagelen idarî sistemlerin çokluğu fikrimizi teyid edecektir zannediyorum.
İlâhî dinleri de dünya ve ahireti kapsayan idarî bir sistem olarak bu kategoride değerlendirmek mümkündür. Onların beşerî sistemlerle olan farkı, hükümlerin mahiyetinde kendini gösterir. Mesela İlâhî dinlerde beşer fıtratına aykırı hiçbir şey bulunmaz. Aynı şey, beşerî sistemler için geçerli değildir. Tatbikata gelince; her iki sistemde de çarpıklıklar söz konusudur. Zira araya insan unsuru girmiştir. İnsan faktörünün devreye girdiği şeylerde bozulmanın, tahrifin, tebdilin olmaması düşünülemez. Nitekim Kur'ân'ın ifadesiyle Yahudiler ve Hıristiyanlar hak dinlerini çeşitli mülâhazalara dayanarak kendi, elleri ile tahrif etmişlerdir. İslâm tarihinde de, bazen hükümleri yanlış anlama, bazen de yanlış uygulama neticesi tahrife varan uygulamalara şahid olunmaktadır. Yalnız burada suçlu bizzat İslâm değil onu hayata intikal ettirmeyen Müslümanlardadır. Tarih kitaplarında yer alan böylesi çarpık uygulamalara göz kapamak, öz eleştiri yapmamak, ibret ve ders almamak ve her şeyi toz pembe göstermek hiç kimseye birşey kazandırmaz.
Buna rağmen, Hz. Âdem'den günümüze, en iyi biçimde pratiğe aktarılan sistem, İslâm hukukudur. 15 asırlık İslâm tarihi bunun en büyük şahididir. Konu ile ilgili bazı batılı araştırmacıların yaptıkları birkaç değerlendirmeyi arzedelim:
Gustave Lebonne, "Arapların sosyal yapılanmaları konusunda da şunları söyleyerek konumuza son verelim: Araplar, siyasî düzenlerine uygun olarak mutlak bir eşitlik ruhuna sahiptiler. Avrupa'da sözle ilân edilmiş olan ama gerçekte bulunmayan eşitlik prensibi, doğu insanının tabiatında tam manâsıyla yerleşmiştir. Varlıkları batıda birçok şiddetli ihtilâf ve kargaşalara sebebiyet vermiş olan ve halen de vermekte olan şu mahut sosyal sınıfları Müslümanlar hiç bilmezler. Doğuda, efendisinin kızına eş olmuş hizmetçi erkekleri ve yine işçi ve amelelerden, toplumun ileri gelenleri durumuna gelmiş kimselere pekâlâ görebilirsiniz."
Mösyö Lully, "Müslümanlar, günümüze kadar kendilerim, batının düştüğü korkunç hatalardan korumuşlardır. Avrupa'da refah, işçi sınıfının yüzüne gülmezken sen onların, zenginle fakiri, işveren ile işçiyi her zaman eşit tutan o üstün ve göz alıcı İslâm nizamına tam bir samimiyetle bağlı kaldıklarını görürsün. O halde, şunu söylersek mübalağa etmiş olmayız; "Avrupalı tarafından, ıslahat özlemi çektiği zannedilen şu (doğu) halkı, bu temel meselede en iyi bir örnektir."
Bernard Lewis, "Şüphesiz İslâm, Hıristiyanlığın başarısızlığa uğradığı bir konuda, yani, derin bir iman ve dinî müsamahayı birbiriyle bağdaştırma konusunda kesin bir başarı elde etmiştir. Bu öyle bir müsamaha idi ki, yalnızca diğer din mensuplarını değil, sapık fırkaları ve dinsizleri de içine alıyordu. Kutsal İslâm hukuku bünyesinde birçok fikrî ekollerin yaşamış olması, İslâmî hoşgörü ve itidalin bir başka delilidir. İslâm, sosyal bakımdan dâima demokratik veya daha doğrusu adil kalmıştır. O, Hindistan'daki kast sistemini de, Avrupa'daki aristokrat tabakaların imtiyazlarını da reddetmiştir. İslâm, fırsat eşitliği ve yeteneklere değer verme fikrini İslâm dünyasında yayabilmek için kanlı bir ihtilâle ihtiyaç hissetmemiştir. Bu düşünce, daha İslâm davetinin başlangıcında yerleşmiştir. Bazı İslâm devletlerinin tarihleri içerisinde, aristokrat bir sınıf teşkili eğilimi doğmuşsa da, hakikatte, eşitlik ideolojisi hiçbir zaman İslâm cemiyetinden uzaklaştırılmamış ve kaybolmamıştır. İslâm teorisi, her zaman kanun hakimiyetini ve hakimlerin bunu süratle uygulama mecburiyetlerini öngörmüş ve bunu te'kid etmiştir. Bu İslâmî prensibe uyma zorunluluğunu Osmanlı döneminde de ulemânın kuvvet ve otoritesi gerçekleştirebilmiştir." (1)
[1] Yusuf Karadavî, İslam Hukuku, s: 80-81
KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
19 Kasım 2007       Mesaj #5
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi
İslâm Hukukunda Kolaylık Esastır



Kolaylık, her şeyden önce sübjektif bir kavramdır. Onun hakkında objektif değerlendirmeler yapma ve bunun herkes tarafından kabulünü bekleme bir ölçüde anlamsız ve imkânsızdır. Özellikle imanî ve ahlâkî boyutu olan İslâm hukuku için bunu söyleyebilmek oldukça zordur. Allah'a ve âhirete iman, imanın kuvvet ve zayıflık derecesi, dünya görüşü vb. hususlar, bu konuda belirleyici rol oynar. Meselâ, bir nesnenin yasak edilişi imanı kavî olan insanlar tarafından rahatlıkla kabullenilip, uygulanırken, zayıf olan veya hiç imanı olmayanlar tarafından tatbiki " zor" bulunabilir. Fakat mutlak iradeye teslim olanlar için bu noktada bir problemin olmadığı muhakkaktır. Zira onlar için esas olan, meşiet-i ilâhîyeye uymaktır. Kaldı ki Allah'ın kullarına teklif buyurduğu ameller onların yapabileceği sınır içerisindedir. "Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez" (Bakara, 2/185), "Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez" (Maide, 5/6), "O Allah din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi" (Hac, 22/78) ayetleri buna delildir.
Burada vuzuha kavuşturulması gereken husus, kolaylığın İslâm hukuku öğretilerinin yapısında mı, yoksa hukukun tedvin aşamasında mı olduğudur. Kanaatimiz her ikisinde de aynı ilkenin gözetildiği merkezindedir. Bilindiği gibi İslâm, hiçbir hukukî norm gözetmeyen veya adı üzerinde cahiliye anlayışına sahip insanların yaşadığı coğrafyada gün yüzüne çıkmış bir dindir. Onun ortaya koyduğu imanî, ahlâkî ve hukukî yaptırımlar ferdî ve içtimaî planda birdenbire tatbikat alanına konulmamış, konulamamıştır. Zaten bu tür bir uygulamaya gidilmesi eşyanın tabiatına terstir. Onun için İslâm hukukunun topluma mal edilmesinde tedricîlik ilkeşi gözetilmiş ve bunda kolaylık esas alınmıştır.
Hukukî öğretilerin yapısındaki kolaylığa gelince, bu pratiğe yönelik bir şeydir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bir anlamda sübjektif olan bu mesele, sair hukuk sistemleri ile yapılacak mukayeselerde daha net bir şekilde açığa çıkabilir.
KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
19 Kasım 2007       Mesaj #6
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi
İslâm Hukuku Fert ve Toplum Arasında Dengeyi Gözetir


Fert ve toplum arasında denge, idarî sistemlerin en büyük handikapıdır. Bu dengenin kurulamaması, ilgili sistemin en azından " zâlim" olarak nitelendirilmesini netice verir. Böylesi sistemlerin uzun ömürlü olması katiyen düşünülemez. Beşerî tecrübeler bize bunu göstermektedir. Komünizm bunun en son örneğidir.
Halbuki devlete düşen vazife, fert ve toplumdan tarafa olma değil, onlar arasındaki dengeyi ihkak-ı hak yani evrensel adalet ölçüleri üzerine kurabilmedir. Bir başka tabirle bu iki sınıf arasında hakem rolü oynamaktır. Bu çerçevede ibrenin bir tarafa fazla kayması, devlet millet bütünlüğünün bozulması ile son bulur.
Denge denildiği ân, genelde akla gelen ilk şey komünizm ve kapitalizm sistemlerindeki uygulamalardan hareketle, mülkiyet mevzuudur. Halbuki bu meselenin sadece ekonomik alana yansıyan yönünden ibarettir. Bizim anlayışımıza göre denge, fert ve toplum hayatının bütün alanlarını kapsamak zorundadır. Bunun içinde Allah-kul münasebeti olduğu gibi, karı-koca (aile) hayatına ait esaslar da bulunmalıdır. Madem insan sosyal bir varlıktır ve hayatını hemcinsleri ile kuracağı bir birliktelik içinde geçirecektir. Öyleyse bu birlikteliği ilgilendiren dinî, idarî, siyasî askerî, kültürel, iktisadî hiçbir şey bahsi edilen " denge" nin dışında kalmamalıdır.
İşte gerçek anlamda bu dengeyi kuran sadece İslâm hukukudur. Vaz'ettiği prensiplerle fert-toplum bütünlüğünü gözetir. Bütünlüğün kurulmasında imanî ve ahlâkî esasları ön plana çıkartır. Yer yer kısıtlamalara gider. İmanî seviyesi itibarıyla bu kısıtlamalara baş kaldıran insanlar için de kanunî düzenlemeler ortaya koyar. Meselâ, ticaretini ticarî ahlâk kaidelerine uygun bir şekilde yapan insan, aşırı kâr, ihtikâr, aldatma vb. şeylere başvurmaz, vuramaz. Nebiler Serveri'nin bu konularla ilgili beyanları, bu tür davranışları engelleyen faktörlerdir. Özellikle uhrevî cezalar, âhirete gerçekten inanan insan için vazgeçirici niteliktedir. Ama bunlara rağmen, ticarî ahlâksızlık yapan insanlara hukukî müeyyideler uygulanır. Aşırı kâra karşı narh devreye girer, ihtikâr yapanlara devlet gücüyle mani olunur, aldatma mukabili gerçekleşen zararlar, mutlaka tazmin ettirilir. Bu örnekler içinde aşırı kâr, ihtikâr, aldatma yoksa, İslâm hukuku kâr tespit oranına, mal depolanmasına ve aldatmanın bahis mevzu olmadığı alış verişlere karışmaz. Yeter ki onlar, hukukun tespit ettiği genel-geçer kaideler içerisinde cereyan etsin.
KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
19 Kasım 2007       Mesaj #7
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi
İslâm Hukukunda İhtilaf Tabiî ve Zarurîdir


Bu çarpıcı başlık, derinlemesine hukuk bilgisi olmayan insanların şaşkınlık ve hayranlıkla karşılayacağı bir başlık olabilir. Buna rağmen, bu ara başlık gerçekten İslâm hukukunun en önemli özelliğini belirtmektedir.
Malum, İslâm hukukunda iki ana kaynak vardır; Kur'ân ve Sünnet. Bu kaynakların gerek sübûtu, gerekse yorumlanışındaki farklılıklar ihtilafı tabiî ve zarurî hale getirmektedir. Şöyle ki; önce ayetleri ele alalım. Ayetlerin sabit, sahih ve doğru oluşunda hiçbir problem yoktur. Fakat onların delâlet ettikleri mânâlar üzerinde ilk günden itibaren ulema ihtilaf etmiştir. Vücubu kat'î, delâleti zannî veya vücubu kat'î, delâleti kat'î ifadeleri, farz, vacip, mekruh, haram kavramları hep bu farklı anlayışları ifade etmek için kullanılmaktadır. Buna göre " nassların olduğu yerde, ihtilafa yer yoktur" sözünün doğruları yansıtmadığı meydandadır. Mesela, "Boşanmış kadınlar, üç kur' (iddet bekleyip) kendilerini gözetirler (hamile olup olmadıklarına bakarlar)" (Bakara, 2/228). Ayette geçen kur' kelimesi hem hayız, hem temizlik, hem de her iki mânâyı içine alacak şekilde kullanılır. İşte kur' kelimesinin anlamındaki bu farklılık, fukahanın ayeti farklı yorumlayarak, farklı hükümler vermesine neden olmuştur.
Aslında aynı şey hadis-i şerifler için de geçerlidir. Hatta yorum alanı ayetlere nispeten hadislerde daha fazla olduğu için, ihtilafın boyutları da derinleşmektedir. Hadisleri anlama, kavrama ve yorumlamadaki ihtilafın, Hz. Peygamber'in hayatta olduğu dönemde bizzat sahabe tarafından yapıldığı bir vakıadır. Yer yer bu ihtilaflar Efendimiz'e arzedilmiş, duruma göre bazen Allah Resulü müdahale etmiş, bazen de etmemiştir. Bu da bize bu işin tabiî ve zarurî olduğunu göstermektedir. Bu sahada en meşhur misal Hz. Peygamber'in Hendek Savaşı günü Benî Kureyza yurduna giden ashaba "İkindi namazlarınızı Benî Kureyza'da kılın" emridir. Bu emre muhatap olan sahabe-i kiramdan bazıları lafzî/literal/ zahirî yorum yapmış ve namazın mutlaka Benî Kureyza yurdunda kılınması gerektiğini söylemişlerdir. İ. Hazm'ın "Şayet biz Benî Kureyza gününde bulunsaydık, oraya varmadan gece yarısından sonra da olsa ikindi namazını kılmazdık" (1) sözü, bu anlayışı açığa vuran enfes bir örnektir. Bazıları da Efendimiz'in bu emrine gâî yorum yapmış ve yolda ikindi namazlarını kılmışlardır. Zira bu kısmın anlayışına göre, Allah Resulü'nün bu emirle hedefi, bir an önce Benî Kureyza yurduna ulaşılmasıdır. Bu olay Allah Resulü'ne anlatıldığında, o iki grubu da ayıplamamıştır.
Hadislerin farklı yorumlanması ile ilgili ashaba ait daha birçok misal verilebilir. İslâm hukukunun tedvin edildiği, Hz. Peygamber'in vefatı sonrası dönemlerde bu farklı anlayış ve farklı yorumlamalar daha bir derinlik kazanmış ve çoğalmıştır.
Ayrıca hadis-i şeriflerin sübûtunda yaşanan problemler, yorum farklılığında etkin rol oynamaktadır. Zira bazı fukahaya göre sahih olup, hüküm ihticacında kaynak değeri olan hadis, bazılarına göre sahih değildir.
Öte yandan, Kur'ân ve Sünnette hükümleri bulunmayan meseleleri çözmede kullanılan metodolojinin farklı oluşu, ihtilafı oluşturan unsurlar arasındadır. Bu farklılık, kavramlara giydirilen mânâ ve müracaat sıralamasında açığa çıkmaktadır. Şöyle ki, genelde fukahanın kullandığı metodlar istihsan, kıyas, masalih-i mürsele, ististab, örf ve âdet gibi şeylerdir. Fukaha bu metodlara farklı tanımlamalar getirmiştir. Mesela, Ebu Hanife istihsan'ı " hafi bir maslahat nedeniyle kıyası terketme" olarak tarif ederken, İ. Şafiî buna " telezzüz" demektedir. Tabiî ki bunun sonucu olarak, bu metodun kullanılması ile elde edilen hükümler farklılık arzetmektedir. Ayrıca metodları kullanmada gözetilen sıralamanın farklı oluşu hükümlerde ihtilafı netice vermektedir. İşte gerek ayet ve hadislerin yapısı, gerek onları anlama ve yorumlamada takip edilen yol, farklı anlayış ve farklı hükümlerin yani ihtilafın zuhuruna sebeb olmaktadır.
Arzettiğimiz bu husus, İslâm hukuku adına bir dezavantaj değil aksine bir avantajdır. İhtilaflar İslâm hukukunun zenginliğidir. "Din kolaylıktır" beyanının hukuk alanındaki tezahürüdür. "Ümmetimin ihtilafı rahmettir" hadisinde anlatılmak istenen müspet ihtilafın dışa vurumudur. Yalnız günümüzde var olan siyasî ve idarî yapılanma ve hukukî düzenlemeler, bu ihtilafları asgarî düzeye indirecek uygulamalara geçilmesini gerektirebilir. İslâm hukuku yapı ve ilke itibarıyla buna da açıktır. Nitekim Osmanlı'nın son dönemlerinde taknîn (kanunlaştırma) çalışmaları ile bu devreye sokulmuştur. Aynı şeyin daha geniş bir perspektifte güncel şartları da nazara alarak yeniden yapılmasının lüzumu tartışılmaz.
[1] İbni Hazm, el-İhkâm fi Usuli'l Ahkam, 3/27
KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
19 Kasım 2007       Mesaj #8
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi
İslâm Hukuku Müeyyideler Sistemidir



Her hukuk sisteminin kendine özgü müeyyideleri vardır ve olmak zorundadır. Aksi takdirde buna " sistem" adını vermek imkânsızdır. Müeyyide konusunda öncelikle dikkat edilmesi gerekli olan hususlar, müeyyidelerin tesbiti ve onların uygulanışıdır. İslâm hukukunu özellikle müeyyideler alanında sair hukuk sistemlerinden ayıran bazı şeyler vardır. Bunlar:
1) Bazı müeyyideler sayıları az dahi olsa ilâhî kaynaklıdır. Had cezalarını bu kısma örnek olarak verebiliriz. Bunlar değişmez ve değiştirilemez hükümlerdir. Zaman ve mekana bağlı olarak değişen anlayışlar bunların kabul veya reddinde herhangi bir rol oynamaz. Zira bunlar doğrudan Allah'ın muradını yansıtmaktadır.
2) İlâhî iradenin boş bıraktığı alandaki müeyyideler İslâm fukahası tarafından tesbit edilmiştir. İslâm hukukunun bütünü nazara alındığında bu, çok büyük bir yekûn teşkil eder. Bu tespit çalışmalarında fukaha, elbette belli kayıtlarla sınırlıdır. Mesela, ortaya konan şeyin, ilâhî kaynak ve hedefe uygunluğu, bu çerçevede aranan ilk şarttır.
3) Ahlâkîlik İslâm hukukunda çok ağırlıklı bir yer kaplamaktadır. Bunun kaynağı ise imandır. İmanlı ve ahlâklı bir ferdin, hukukî öğretilere saygılı davranacağı izahtan varestedir. Onun için hukuk sistemleri içinde müeyyideleri olabildiğine hafif olan ve o ölçüde de az müracaat edilen tek sistem İslâm hukukudur. Teorik planda ele alındığı zaman, bu yargıya itiraz edecek selim akla sahip bir insan tasavvur edemiyorum. Pratikte -aynı şeyi- özellikle son dönemler itibarıyla söyleyebilmek oldukça zor. Ama bu alanda tarihe geçmiş sayfalar üzerinde yapılacak bir gezinti ile yukarıdaki yargı rahatlıkla ispatlanabilir.
4) Hukukî öğretileri hayata hakim kılarak, muhalif davranışlarda bulunanlara müeyyideler uygulayacak olan üst otorite devlet, daha doğrusu devletin yetkili organlarında çalışan kişilerdir. İnsan faktörünün devreye girdiği her yer ve her şey sû-i istimale açıktır. Özellikle bu, devlet gücünü arkasına alan kişi ve kurumlarda daha da büyüyebilir. Günümüzde hem de " hukuk devleti" olduğunu ilan ve iddia eden devletlerde bunun nice misallerini görüyoruz. Fakat ilgili ve görevli kişilere devleti/gücü elinde bulundurduğu için birşey yapılamamaktadır. Bu problem İslâm hukukunda nasıl çözülecektir? Bu çizgide sözü fazla uzatmaya hacet yoktur. İslâm hukukunda bütün insanlar, makamı, mevkii, rütbesi ne olursa olsun, kanun önünde eşittir. Hz. Peygamber'in (sav), "Kızım Fatıma dahi hırsızlık yapsa, elini keserim" beyanı ve bu minval üzere nice uygulamalar, bunun en büyük delilidir. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in ilk halife seçildikleri zaman, halka okudukları ilk hutbe -kamuoyuna deklare ettikleri sözleri veya hükümet programları benzetmesi de yapılabilir- bu esasları ihtiva etmektedir. Dolayısıyla, İslâmî prensipler doğrultusunda ortaya konan sistem gereği ister seçilmiş, isterse atanmış olsun, kanuna karşı sû-i istimalde bulunan herkes, aynı müeyyidelere muhatap olmak zorundadır.
Bahsini ettiğimiz bu husus hayalî ve farazi varsayımlardan ibaret değildir. İslâm tarihinde buna nice örnekler göstermek mümkündür. Fakat hemen itiraf edelim, buna muhalif hem de en üst düzeyde uygulamalar da gösterilebilir. Yalnız bu noktada hata, İslâm hukuk kaidelerinde değil, onları tatbik alanına sokmayan/sokamayan kişilerdedir.
KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
19 Kasım 2007       Mesaj #9
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi
İslâm Hukuku İlâhîdir


İlâhî, Arapça bir tabir olarak, ilâha nisbet anlamını taşır. Buna göre "İslâm hukuku ilâhîdir" demek, hukukun Allah'a nisbet edilmesi demektir. Halbuki hemen herkesin bildiği gibi, İslâm hukuku içinde ayet ve hadislere dayanılarak elde edilen beşerî bilgiler, ilâhî asıllara oranla çok daha fazladır. Bu açıdan "İslâm hukuku ilâhîdir" demek uç bir değerlendirme olarak kabul edilebilir. Fakat bizim bundan kastımız, İslâm hukukunun dayanmış olduğu asıllar ve hedefleri itibarıyla ilâhî oluşudur. Bu bir anlamda beşerî çabalar sonucu elde edilen bilgilerin de ilâhîlik vasfıyla nitelendirilmesini netice verir. Ayrıca beşerî bilgiyi elde etmede kullanılan metodoloji de ilâhî kaynaklara dayanmaktadır.
Bizim usul-u fıkıh dediğimiz ilim dalı içinde ortaya konan kaideler genelde ayet ve hadislere dayanarak elde edilmiştir. Bilgi üretme mevkiinde bulunan insanların sıradan insanlar olmadığı ve olamayacağı da onun ilâhîlik vasfına katkı yapan unsurlar arasındadır. Literatürde müçtehid adı verilen bu kişilerin gerek ilmî alanda, gerekse şahsiyeti itibarıyla çeşitli vasıflara haiz olması gerekmektedir. Netice itibarıyla gerek kaynaklar, gerek metodoloji ve gerekse bilgi üretme konumunda bulunan insanlarda aranan vasıflar, İslâm hukukunun bütününe ilâhîlik vasfı kazandıran faktörlerdir.
Buna rağmen "İslâm hukuku ilâhîdir" yargısının objektif olmadığını, aksine sübjektif bir değerlendirme olduğunu ifade edelim. Yalnız bu, İslâm hukuku kendi sınırları içinde mütalâa edildiğinde geçerlidir. Bu mesele, İslâm hukukunun sair beşerî hukuk sistemleriyle mukayesesinde ele alınacak olursa, onun ilâhî olduğundan hiç şüphe yoktur.
Mavi Peri - avatarı
Mavi Peri
Ziyaretçi
30 Temmuz 2012       Mesaj #10
Mavi Peri - avatarı
Ziyaretçi
İslam Hukuku

İlâhî kaynaklı, Kuran ve hadis hükümlerine dayanan hukuk. Kuran'daki ayetlerden ve Muhammet Peygamber'in hadislerinden ya da bunların tefsirlerinden (yorum) oluşur. Müslüman bir kişinin başkalarına, topluma ve devlette karşı tutum, davranış ve haklarını belirler; yargı ve ceza getirir. İslâm hukukunun müeyyide, yargı, suç ve ceza gibi bütün bölümlerinin hepsine birden şeriat denir. İslâm hukukunda Kuran'a aykırı hiçbir hukuk kuralı konamaz, hiçbir ferman ya da yasa çıkarılamaz. Müslümanların inanç, eylem, ibadet, miras, evlenme/boşanma, nafaka, ceza vb. konularda uyacakları kurallar Kuran ayetlerinde belirtilmiştir. İncil ve Tevrat'ın daha çok ahret yaşamı ile ilgili kurallar getirmesine karşılık, Kuran dünya yaşamını da en ince ayrıntılarına kadar belirleyen kurallar koymuştur. Ancak kimi ayetler tefsir gerektirecek niteliktedir. Günlük yaşamda karşılaşılan bir sorunla ilgili ayetlerde açık bir yargı yoksa ikinci derecede bağlayıcı kurallar Muhammet Peygamber'in hadisleridir. Ayrıca yaşamın bütün alanlarında Muhammet Peygamber'in davrandığı gibi davranmak "sünnet"tir. Ayet ve hadiste açık karşılığı bulunmayan sorunlar "reyi ulema" (bilginlerin oyu) ile çözümlenir. Bu bilginlerin yargılarına "içtihat", kendilerine "müçtehit" denir. İslâm hukukunda içtihatların büyük yeri vardır. "Reyi Ulema" ile de çözümlenemeyen sorunlar "icmaı ümmet" (halkın toplu görüşü) yoluyla çözümlenir. Bu, bir anlamda bir kamuoyu yoklaması, bir halkoylaması (referandum) demektir. İslâm toplulukları büyüyüp genişledikçe herkese teker teker sormak olanağı kalmayınca bu yöntem, halkı en iyi temsil eden bilgili ve deneyimli kişilerin oylarına başvurma biçiminde uygulanıyordu. Gene Kuran ve hadis temeli üzerinde olmakla birlikte İslâmın kurallarını anlama ve uygulama biçimlerinde zamanla birtakım ayrılıklar doğdu. Bu ayrılıklar da İslâm mezheplerini doğurdu (Hanefî, Malikî, Hambelî, Şafiî, Şia). Şia dışındaki dört mezhep Sünnî, Şia yolu ise Şiî diye adlandırıldı. Sünnî mezhep Hanefîlik ile Şiîlik arasında en önemli ayrılık, Şiîlerin hadis ve sünnetlerden başka Halife Ali ile birlikte Ali'nin oğulları ve Muhammet Peygamber'in torunları soyundan 12 İmam'ın söz ve eylemlerini de İslâmın temeli saymalarıdır. İslâm hukuku tanrısal (teokratik) özü nedeniyle uygulandığı İslâm ülkelerinde ülkeden ülkeye ya da toplumdan topluma değişmez, her yerde aynı kurallar uygulanır. İslâm hukuku kurallarını inceleyen bilime "fıkıh" denir. Osmanlıların son döneminde fıkıh kuralları toplanıp düzenlenerek mecelle denilen bir yasa metni oluşturuldu. Cumhuriyet dönemindeki yasa devrimi ile mecelle, uygulamadan kaldırıldı. Bugün dünyada Suudi Arabistan, İran (1979'dan bu yana) gibi birkaç Orta Doğu İslâm ülkesi dışında geleneksel İslâm hukukunu uygulayan devlet (şeriat devleti) kalmamıştır.

MsXLabs.org & MORPA Genel Kültür Ansiklopedisi

Benzer Konular

11 Aralık 2006 / virtuecat Hukuk
5 Haziran 2009 / ThinkerBeLL Müslümanlık/İslamiyet
23 Aralık 2014 / asla_asla_deme Hukuk
18 Kasım 2007 / KENCISii Müslümanlık/İslamiyet
1 Ocak 2013 / vertyucek Müslümanlık/İslamiyet