1955 YILINDA MİLLİYET GAZETESİ’NDE ŞEMSİ BELLİ İMZASIYLA YAYINLANAN “MAKBULE ATADAN ANLATIYOR” ADLI YAZI DİZİSİ
Şemsi Belli tarafından kaleme alınan bu yazı dizisi ilk defa, 10 Kasım 1955 -24 Kasım 1955 günleri arasında Milliyet Gazetesi’nde yayınlandı; daha sonra 1959’da küçük bir kitap haline getirildi. Söz konusu yazı dizisi, Makbule Hanım’ın 1955 yılı yazında Ankara Gülhane Hastanesi’nde tedavi görürken şair ve gazeteci Şemsi Belli’ye anlattıklarından oluşmaktadır. Atatürk’ün çocukluk ve gençlik yılları, kişisel özellikleri ve Makbule Hanım’ın tanık olduğu Atatürk’e ilişkin bazı anılardan söz eden bu röportaj dizisinden, kitap halinde yayınlanması nedeniyle sadece tanıtıcı bir bölüm sunmakla yetiniyoruz:
…İşte böyle birçok heyecanlı günler geçirdikten sonra bir akşam Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçeceğini haber aldık..
Ağabeyim bütün arkadaşlarına veda ederken şöyle diyordu:
—Bu geceyi annem ve kardeşimle geçireceğim sabaha kadar.. Sizi tekrar ziyarete gelemeyeceğim için kusura bakmayın.. Şimdi hepinize veda etmiş olayım!
Arkadaşları gittikten sonra beni çağırdı:
—Makbuş! dedi. Annemin karyolasının karşısına yer sofrası hazırla! Bu gece sizinle biraz dertleşmek istiyorum. Yarın gideceğim. Hayat bu.. Belki ölürüm, gelemem; size söyleyeceklerim var..
Annemin karyolasının karşısına yer sofrası hazırladık. Minderleri, yastıkları yerleştirdik. Ağabeyim, annemin karşısına geçti:
— Anneciğim, dedi, burası Selânik gibi değil.. Ben gittikten sonra yanılıp da sokaklara çıkmayın! Benim işim büyük.. Bu işte muvaffak olabilmem için kalp huzuruyla çalışmam lâzım.. Beni merak ve endişede bırakmayın.. Giderken gözüm arkada kalmasın.. Elimi, ayağımı bağlamayın. Memleket için çalışırken sizden yana bir üzüntüye uğramak istemem..
Annem, heyecandan düşüp bayıldı; zaten hasta idi kadıncağız.. Biraz sonra kendine geldiği zaman, oğlunun muvaffak olması için Tanrı’ya dua ediyordu.
O gece sabaha kadar uyumadık, konuştuk, dertleştik.. Ertesi gün, araba kapıya dayandı. Annemle ağabeyimin birbirlerine vedası çok hazin oldu. Sarıldılar, öpüştüler.. O, annemin ellerini tekrar tekrar dudaklarına götürdü. Öptü, öptü, öptü..
Aşağıya -kendisini uğurlamak üzere- arkadaşları gelmişti. Âdetimiz gereği aşağıda erkekler olduğu için, ben alt kata inmedim. Ağabeyim merdivenin başına çıktı; gözlerini gözlerime dikti.. Belki dakikalarca konuşmadan birbirimize baktık..
Ben olanları ve olacakları düşünecek halde değildim.. Ağabeyim:
— Niçin konuşmuyorsun Makbuş? dedi.
— Ağabeyim dedim, ne konuşayım.. Muharebeye giderdin bilirdim.. Terfi ederek giderdin bilirdim. Bir vazife ile giderdin bilirdim.. Fakat bugün ne için gidiyorsun? Benim aklım durdu bu gidişe!
— Evet Makbuş, dedi, merak etme bunu da bilirsin inşallah!
Beni bağrına bastı. Veda etti. Merdivenleri atlayarak aşağı indi. O, arkadaşlarının refakatinde arabasına binip kapıdan uzaklaştığı zaman, biz pencerelere yığılmış, gözyaşı döküyorduk.. Bizi gene annem teselli etti:
—Sen asker kardeşisin! dedi. Ayıp.. Ağlanır mı hiç askerin ardından.. Üzüntünü belli etme kimseye.. Misafirlere şerbet ez. Memleketi için giden insan, ölse bile ardından ağlanmaz!
Üç gün, üç gece telefonumuz çalmadı. Ağabeyimin aramızdan ayrılışı o kadar belli oluyordu ki.. Üç gün sonra “ Samsun’a ayakbastım, merak etmeyin!” diye telgrafı gelince, üzüntümüzün yerini coşkun bir sevinç aldı. Öyle sevinçli, öyle mesuttuk ki.. Fakat neticenin ne olacağını bilmiyorduk..
Telefonumuz gene çalmaya başladı.. Fakat telefonun zilinde hep bir müjde sesi vardı.. Ağabeyimin Samsun’a çıktığını bizim gibi haber alan diğer arkadaşları bizi tebrik ediyorlar, “Gözünüz aydın!” diyorlardı.
Gidiş, o gidiş.. Ağabeyim sekiz sene kayboldu. Beş-on günde bir, onun bir adamı geliyor, kendisi namına bizim hatırımızı soruyor, gidiyordu.
Mevcut parasını giderken bankaya yatırmıştı. Bu para, benim, annemin ve kendisinin mührü ile çekilebiliyordu. Bize gönderdiği mektuplarda:
— Sakın darlık çekmeyin! diyordu. Bu paraları harcayın, yetişmezse evdeki halıları satın.. Sıkıntıda kalmayın!
Biz, bazen annemin, bazen benim mührümle bankadaki parayı çekiyor ve kimseye muhtaç olmadan idare ediyorduk. Tam sekiz sene ağabeyimi görmedik. Bu sekiz sene bize o kadar uzun geldi ki anlatamam!
Atatürk Anadolu’ya geçtiği zaman biz gözetim altında idik. Zaten ağabeyimin emri gereğince biz de hiçbir yere çıkmadık; eve kapanıp kaldık. Ağabeyimin İstanbul’daki adamları ara sıra bizi ziyarete gelirdi. Bunun dışında misafirliğe bile gitmezdik..
Bir gün kapı çalındı. Pencereden baktım, tanımadığımız kimseler.. Açmadım. Gene çalındı. Bu sefer aşağı indim. Tam onsekiz kişilik bir kalabalık.. Osmanlı hükümetinin adamları.. Kapının dışına çıktım:
—Ne var, ne istiyorsunuz? dedim.
—Evi arayacağız! dediler. Kızdım:
—Canım, bizim evimizi ne hakla basıyorsunuz? dedim. Annem hasta, felçli.. Ölüm yatağında.. Ben yalnız bir kişiyim!
—Hayır, arayacağız! diye ısrar ettiler.
Kapının önüne çıktım. O zamanlar gazetelerde Mustafa Kemal aleyhinde birçok yazılar çıkıyordu. Onun idamına karar verilmişti. Her gazete, onu fena bir insan tanıtmak istiyordu. Bütün bu neşriyat sarayın emri ile yapılıyordu. Birden bunları düşündüm o anda..
— Evimizi basmaya hakkınız yok! diye bağırdım. Kendisini gazetelerde fena bir adam diye tanıttığınız bir insanın evini niçin basıyorsunuz? Mademki ağabeyim fena bir adam, neden ondan bu kadar çekiniyor, kendisine bu kadar ehemmiyet veriyorsunuz? Burası benim evimdir. Bu evi basmaya hakkınız yok!
Kapıdaki kalabalık kendi aralarında konuşup görüşürken, yan taraftan birkaç kişi belirdi. Yanıma yaklaştılar ve kapının aralığında fısıltı halinde:
—Korkmayın! dediler, biz Mustafa Kemal’in adamlarıyız. Evi kimseye bastırmayız. Siz kapıyı kapatıp, çıkın yukarı!
Ağabeyimin adamlarının bizi bu kadar dikkatle takip ve himaye etmeleri beni çok gururlandırdı. Sevinçle yukarı çıktım. Kocama haber verdim. O da çizmelerini giyindi. Yan odaya geçti. Bu sefer annemin yanına gittim:
—Anne, dedim, endişe etme! Ağabeyimin adamları da etrafta dolaşıyor.. Hiçbir şey yapamaz kimse!
Tekrar aşağı indiğim zaman, kapıdaki kalabalığın çoktan dağılmış olduklarını gördüm.
DR. RIDVAN EGE İMZASIYLA 10 KASIM 1962 TARİHLİ ZAFER GAZETESİ’NDE YAYINLANAN “RAHMETLİ MAKBULE ATADAN ANLATMIŞTI: AĞABEYİM ATATÜRK!” BAŞLIKLI YAZI
1 Kasım 1955 günü Makbule (Atadan) Hanım tarafından Dr. Rıdvan Ege’ye anlatılan anılardan oluşan aşağıdaki yazı, söyleşi tarihinden 7 yıl sonra 1962 yılında yayınlanmış olup özellikle Atatürk’ün çocukluk ve gençlik dönemlerine ışık tutmaktadır. Şimdi sözü Makbule Hanım’a bırakıyoruz:
— Annemiz, çocuklarının üzerine titrerdi. Çocuklarına düşkünlüğü o derecede idi ki, babamın ölümünde, o büyük acının yanı sıra “Artık evlât yapamayacağım!” diye ağlamıştı. Benim büyük kardeşlerim Fatma, Ahmet, Ömer ve Mustafa idi. İçlerinden yalnız Mustafa yaşadı. Mustafa doğduğu zaman, babam ona kılıç armağan etmiş.
Babam önceleri memurken, sonradan ticaret yapmağa başlamış, hayli zenginmiş. Hatta bu yüzden üç defa dağa kaçırmışlar. Ben doğduğum zaman, Mustafa 4,5 yaşında imiş. Diğer kardeşlerim, ben doğmadan öldüğü için, annem “Tek evlâtla kaldım!” diye yakınırmış. Bir süre sonra ben dünyaya gelmişim. Bu arada babam hastalanmış. İki yıl kadar, Mustafa’yı okula götürüp getirmesi, onun en zevkli işi olmuş.
* * * *
— Babamın son günlerinde Naciye adlı bir kardeşimiz daha dünyaya geliyor. Buna herkes çok seviniyor. Ben iki yaşımda, Naciye 40 günlük iken, babamızı, hiç beklemediğimiz bir anda kaybediyoruz. Annem dul kalıyor. Çiftlikte oturan dayım, bize geliyor, anneme “Seni ben evlendirdim, böyle perişan bırakamam, benimle beraber gelin!” diyor. Böylece annem, dadımız Rabia ve biz üç kardeş çiftliğe taşınıyoruz.
Annem, babamın bıraktığı altınlardan her ay birkaçını bozdururdu. Çiftlik hayatından hepimiz çok memnunduk. Dayım bize bir baba gibi, şefkat ve muhabbetle bakardı. Biz de onu çok severdik. O Mustafa’ya “Paşam!”, bana “Makbuş!, Naciye’ye “Bülbül!” derdi.
Babamın ölümündeki üzüntülü bir başka olay da şimdi aklıma geldi. Onu da söyleyeyim: Babamın ölüm günü dadımız, Naciye’yi yere düşürüyor ve kızın ayağı kırılıyor. Çocuğu tedaviye başlıyorlar, fakat üst üste gelen bu iki üzüntü annemi çok harap ediyor.
Mustafa çok az konuşurdu. Arkadaşı yoktu. Köyde kümes yapar, duvar düzeltir, lüver (tabanca) temizlerdi. Daima benden yardım isterdi. Onu gücendirmemek için elimden geleni yapardım. Bir gün balkonda diz çökmüş, lüveri ile oynarken, birden “Pat” diye bir ses geldi. Ben “Anne ağabeyim öldü!” diye bağırmağa başladım. Annem feryadı bastı. O, sessizce kalktı, baktık bir şey olmamış.. Bu olaydan sonra annem, Mustafa’ya bir meşgale aradı. Köyde okulu olan bir kilise vardı. Mustafa’yı o okula götürdü. Akşam eve dönen Mustafa, “Ben gâvur olamam, orda okuyamam!” diye diretti. Bunun üzerine dayım, biraz okuryazar olan kâhyanın Mustafa ile ilgilenmesini istedi. İki günlük dersten sonra Mustafa, “Bu cahil adamla ben kafa patlatamam!” dedi, ondan da vazgeçti. Dayım bu durumda Selânik’te bir ev tutmayı ve Mustafa’nın öğrenimini sağlamayı arzuladı. Büyükannem, Naciye ve beni çiftlikte bıraktı. Dayım, haftada bir ağabeyimi atla getirir, bizleri buluştururdu. Bu buluşma günlerimiz çok neşeli geçerdi.
* * * *
Mustafa’yı Selânik’te ilkin “Mülkiye Rüştiyesi”ne veriyorlar. Orada öğretmeni, bir fiil çekiminin tekrarını istiyor. Mustafa bunu söyleyemeyince hocası ısrar ediyor ve kulağını çekmeğe başlıyor. O kadar çekiyor ki, kulağının arkasından kan geliyor. Bu arada Mustafa içinden, “Bu kulağı koparsan da okumayacağım!” diye düşünürmüş. Sessizce eve gelip odasına çıkıyor.
Esasen annem onun odasını ayırmıştı. Bir masası, üstünde mavi kâğıdı ve bir lambası bulunurdu. Mustafa çok konuşmaz, kimseyi lafa tutmazdı. Fakat bu gelişinde hiç kimseyle tek kelime konuşmamış, yalnız mektepten kaçarken baba dostu Hüseyin Efendi’yi bulmuş, ona “Ben askerî okula gitmek istiyorum, kaydımı yaptırıver!” demiş.
Eve geldikten sonra dört gün odasına kapanmış, hiçbir yere çıkmamıştı. Annem de onu, görev yapmak için evde kaldı sanırmış.
Annem, yatarken onun yemeğini hazırlar, yanına bırakır, ondan sonra odasına çekilirdi. Mustafa “Aman anne gitme, kulağımı sıçan ısırır korkarım!” dermiş. Annem de o günlerde ona korkulacak bir şey olmadığını söylermiş.
Ağabeyimin okula gitmeyişinin dördüncü günü kapıya annemin tanımadığı biri gelir, “Zübeyde Hanım, Mustafa’nın okul işi tamam, bir imzanız gerek!” der. Annem şaşa kalır. “Oğlumu niçin asker yapıyorsunuz, kime sordunuz?” diye söyleniyor. O bey de baba dostu olduğunu, Mustafa’nın bunu, kendisinden istediğini söyler. Annem hemen Mustafa’ya koşar, “Oğlum kapıda bir efendi var, seni askerî okula yazdırmak istiyor, oysa ben seni biraz okuttuktan sonra tüccar yapacaktım!” der. Mustafa anneme, “Hayır anne, ben basma topu taşıyamam, okuyacağım!” cevabını verir. Annem hiç sesini çıkarmaz, fakat çok üzülür. Mustafa kalkar, sessizce evi terk eder, şehrin öbür ucundaki halama gider. O gece eve gelmez. Annemin fena halde canı sıkılır ve “Tanrım bu çocuğun isyanını nasıl halledeyim?” diye yakınır. Bir süre oturduktan sonra yatar ve şöyle bir rüya görür: Çok yüksek bir minarenin tepesinde, Mustafa, altın bir tepsinin içine oturmuş, aşağıda duran sakallı bir ihtiyar anneme, “Hanım, imzanı verirsen Mustafa’nın yeri işte burasıdır; vermezsen tepsiyi aşağı atarım!” diyor. Annem “Aman atma!” diye feryadı basmış ve kan ter içinde uyanmış.
Hemen ertesi sabah halama giderek, Mustafa’ya “Evlâdım kâğıtları imza edeceğim, hayırlısı olsun!” diyor. Mustafa hemen Hüseyin Efendi’yi bulup evrakı anneme imzalatıyor ve askerî okula gidiyor. O tarihten itibaren küçük Mustafa, “Asker Mustafa” oluyor. O zaman 9–10 yaşlarındaydı. Çalışkanlığı öğretmenlerini çok memnun bırakıyor. Bir gün öğretmeni, “Mustafa sen çok kabiliyetlisin, sende bu yaşta kemal var. Onun için bugünden itibaren senin adın Mustafa Kemal’dir!” diyor. Annem, oğlundan memnundur.
Okulun bitiminde ağabeyim Manastır’a gidiyor. O zamanlar, okullar ramazanda tatil olurdu. Mustafa her ramazan, hepimize, Manastır’ın dolma şekerlerinden, armağan yazılı yüzüklerinden, işlemeli terliklerinden armağanlarla eve gelirdi. Bu gelişlerinden birinde, annem Mustafa’yı artık büyümüş görüyor ve babamdan kalan saati, kendisine armağan ediyor.
Bir gün ağabeyim okulda nöbet tutarken hastalanmış ve askerî hastaneye yatırılmış. Anneme “Oğlun verem oldu, gel!” diye haber gönderiyorlar. Annem hemen hastanenin baştabibi Miralay Muhsin Bey’e giderek evde tedavi için oğlunu istiyor. Miralay, “Hemşire Hanım, oğlunuz bir askerî öğrencidir, ona biz bakarız” diyor. Annem ağlayarak Miralay’ın eşine gidiyor, meseleyi anlatıyor. O sırada eve gelen Muhsin Bey, babamın eski bir arkadaşı çıkmış. O akşam ağabeyim üç ay izinle eve gönderildi. Annem onu, sümüklü böcek, anne sütü ve öteki ev ilaçlarıyla tedavi ediyor. Ağabeyim biraz kendine geliyor ve o günlerde, baba yadigârı saati kaybettiğini fark ediyor. Çok üzülüyorlar. Hatta annem “Büyüdün zannıyla saati sana vermiştim, fakat sen hâlâ Küçük Mustafa imişsin!” diyor. Ağabeyim buna üzülüyor ve saati hastayken çaldıklarını söylüyor.
Bir süre sonra ağabeyim iyileşti ve okula döndü. O yıl İstanbul’a gidecekti. Tatilde ders alarak, bir, iki, üç diye talim ederek dans öğrenmeye başlamıştı. Sonunda Küçük Mustafa Kemal İstanbul’a gitti. Orada derslerinin yanı sıra, hukuka ve devlet idaresine merak sarmış, onları incelemeğe başlamış. O günkü kanunları beğenmezdi.
İstanbul kızlarından da hoşlanmazdı. İçinden diyor ki, “Eğer bir gün evlenecek olursam, katiyen İstanbul’dan kız almayacağım!”
* * * *
Dediğim gibi her ramazan armağanlarla gelirdi. Gene bir ramazan gelişinde, kapıyı açan hizmetçi kıza bizi sorar. Bu arada Naciye’den de bahseder. Hizmetçi kız, eve geleli bir hafta olduğunu, fakat Naciye adlı birini tanımadığını söyler. Nihayet bizlerle karşılaştı ve Naciye’yi sordu. Annem, dört gündür halasında olduğunu söyledi. Fakat o, meseleyi fark etmişti. Naciye’nin kaybına çok üzüldü. Naciye’yi on yaşındayken kaybetmiştik. Uzun boylu, iri yapılı, çok güzel bir kızdı.
* * * *
Ağabeyim askerî okulda 3 yıl okudu, mülâzım olarak okulu bitirdi. Bundan sonra Erkân-ı Harbiye Okulu’na gitti, orayı da yüzbaşı rütbesiyle bitirdi.
Annem her ay kiraları alır, 20 lirayı bana verir, “Bu paralarla sana çeyiz yapacağım!” derdi. Fakat daha kirayı aldıktan hemen birkaç gün sonra, ağabeyimden bir telgraf veya haber gelir, acele 20 lira istediğini bildirirdi. Annem, bunu bana, sıkılarak söylerdi. Ben de “Hemen evleniyor değilim ya, parayı ona gönderelim!” derdim. Annem parayı yollar, hem o, hem ben sevinirdik. Ağabeyim bu paralarla zırhlı elbiseler, süslü üniformalar, sivil elbiseler yaptırırmış. Nihayet bir gün eve geldi.
Komşular onun her gün bir başka elbise ve özellikle sivil elbise giyinişine bakarak, merak ederlermiş. Bir gün kapıyı çalarlar, anneme “Komşu, yoksa oğlunu askerden mi çıkardılar? Nedir bu elbiseler? Hep burada ve hep sivil giyiniyor.” derler. Tabiî annem de bunları ağabeyime iletir. O, “Anne ben erkânıharbim, istediğimi giyerim, sen hiç meraklanma!” der ve annemi yatıştırır.
* * * *
Ağabeyim gene İstanbul’a döndü. Zaten ordayken yedi arkadaş bir bekâr odası tutmuşlar, hep orada toplanır, Sultan Hamit aleyhine konuşurlarmış. Bir gün yine Sultan Abdülhamit aleyhine konuşmuşlar, bu memlekette çalışanların hakkının verilmediğinden, idarenin adaletsiz olduğundan bahsetmişler. Bu konuşmayı Sultan’a duyuruyorlar. Gece yarısı ağabeyimin odasına bir zaptiye gelerek, kendisini Sultan’ın istediğini söylüyor. Ağabeyim, “Tam okulu bitirdiğimde mükâfat beklerken, ceza mı alacağım?” diye söylenerek gidiyor. Yolda kendi kendine “Aman dayak atmasalar!” diye düşünürmüş.
Saraya geliyorlar… O arada Mustafa Kemal bir de bakıyor ki, Ohri’li Kemal hariç, aynı odada kalan öteki altı arkadaşı da orada ve hepsi sorguya çekilmekte.. Israra rağmen, hiçbiri hiçbir şey söylemiyor. Bunun üzerine altısını da, altı ayrı odaya hapsediyorlar. Orada her gün sorguya çekerlermiş. Fakat çok ağzı sıkı olan Mustafa hiçbir şey söylemezmiş.
Hepsini bol ışık altında uyumağa mecbur ederlermiş. Bir gün nöbetçi subaya, ışığın çok olduğunu, bu yüzden uyuyamadığını söylemiş, “Söndüreceğim!” demiş. Nöbetçi subay “Hayır, olmaz!”demiş. “Siz söndürürseniz, biz yakarız. Işık altında uyuyun ki sayıklayasınız. Biz de sizin sayıklamanızı dinleyip, not tutacağız!” Bu subay, Manastır’dan ağabeyimin arkadaşıymış üstelik. Ağabeyim bunu hatırlatmış, nöbetçi subay da “Sen bizim üstümüzdeki sınıftaydın. Bana bir gün yüz sopa vuracaklardı, sen on sopa vurdurttun!” demiş. Ağabeyim “İyi ya, ben söylemeseydim yüz sopa vuracaklardı!” cevabını vermiş, fakat gene de gücenik olduğunu ifade etmiş. Ağabeyim bu tartışmadan sonra ışığı söndürmüş, subay yakmış..
Hepsi, kırk gün kadar orada alıkonmuşlar. Fakat bakmışlar ki, bunlardan ses seda çıkmıyor, sürgün edeceklerini söylemişler. Ağabeyimi iki yıl süreyle Yafa’ya sürgün göndermeyi kararlaştırmışlar. Orada paşayla ahbap olmuş. Günün birinde bir de bakmış, Ohri’li Kemal, kendisine amir olarak oraya gelmiş. Onun iznini, ahbap olduğu paşaya rica ederek, kendi üzerine çevirtmiş.
Ben de o gece rüyada ağabeyimle sarmaş, dolaş oldum ve sevinçle uyandım. Anneme “Ağabeyim geliyor!” dedim. Az sonra “Pire yoluyla geliyorum” diye telgrafını aldık. Hem sevindik, hem şaşırdık. Gerçekten birbirimize çok düşkündük. Ağabeyim ertesi gün geldi. Sessiz ve neşesizdi. Geldiği günler askerî kanunları ve ceza kanununu okumaya başladı. Askerlikten kaçan ne ceza alır, göreve gitmeyen ne ceza alır, onları okurmuş.
Annem, o geldi diye sevinçten çengi oynatmak istedi. Sırf annemin hatırı için bunu kabul etti. Çengi geldiği zaman pencereleri kapattırdı.
“Nasıl olsa öleceğim, bari memlekete hizmet edeyim!” diyordu. Derken Mithat Paşa Okulu’nun müdürüyle tanıştılar. Ahbap oldular. Daha bazı arkadaşlar edindiler. Mütemadiyen toplanıyorlardı. Bazı günler evde hiç konuşmazdı. Bazen bize şarkı söyletirdi. En çok “Mihr ü mahında gözüm yok, felek benden emin ol!” şarkısını severdi. O gün bu şarkıyı dördüncü defa söylemişti ki, “Güneş ufukta doğmaya başladı” diye bir telgraf aldı. Hemen hazırlandı, hiçbir şey söylemeden çıktı, gitti.
Yafa’da kalması gereken iki yılı dolmuştu. Üsküp’e vermek istediler. O ısrarla memleketi olan Selânik’i istedi, sonunda oraya verdiler. Garnizonun bütün şubelerinde sırasıyla görev aldı. Herkesin işini yapmaya başladı. Yaşlılara hürmet ederdi. O sırada Selânik’te kolera salgını vardı. Bir gün, ben namaz kılarken sendelemiş, bayılmışım. Ağabeyim, “Sen kolera oldun!” diye çok üzülmüştü.
SONUÇ
Basın taramamızda belirlediğimiz, Atatürk’ün kız kardeşi Makbule (Atadan) Hanım’la yapılan söyleşiler burada sona ermektedir. Bu vesile ile Atatürk’ün yaşam öyküsü, özellikle çocukluk ve gençlik dönemleri hakkında önemli bilgiler veren ve paha biçilmez anılarını bizimle paylaşan merhum Makbule Atadan’ı rahmetle anıyoruz.
kaynak: ATADAN, Makbule, “Büyük Kardeşim Atatürk”, Yeni İstanbul Gazetesi