ritim biraderler
Hamdi ve Mehmet Akatay'dan oluşan Akatay Project, ilk albümleri "Des - Be Dest" ile vurmalı çalgıları her ritimde konuşturuyor.
NAZAN ÖZCAN
VURMALI çalgıları sevenlerdenseniz mutlaka ama mutlaka dinlemeniz gereken bir albüm Akatay Project'in "Des - Be Dest"i. Hamdi ve Mehmet Akatay biraderlerin ilk albümlerinde elektronikten türküye her formda müzik var, ama illa ki ritim. Her iki kardeşin de davul dışında çalamadığı vurmalı bir şey yok gibi. Babalarından gelen genlerden olsa gerek. Şu ana kadar belki de birlikte çalmadıkları kimse kalmamış. Mehmet Akatay aynı zamanda Laço Tayfa'nın elemanı. Bol bol yurtdışı festivalleri de var. Montreal Jazz, Etna Malaga, Etnasor vs. Şimdiki hedefleri kendi parçalarını festivallerde çalmak.
Dest be dest ne demek?
Hamdi Akatay: Osmanlıca, elden ele demek. Ellerin icra ettiği albüm olduğu için. Yalnızca bizim değil, albümdeki herkesin çok önemli eller olduğunu düşünerek bu ismi koyduk.
Çok uzun yıllardır bu işi yapıyorsunuz, niye albüm şimdi çıkıyor?
H. A.: Doğru zamanlama çok önemli. Bu albümü yapmış olmak için yapmadık. Çok özene bezene çalıştığımız bir albüm. Bir senelik bir çalışma ile gerçekleşti. Bizim başka çalışmalarımız vardı, solistlere eşlik ediyoruz, albümlere de. Daha önce planlanmış bir albüm ama kendi bestelerimiz hariç, elimizdeki materyaller yeterli değildi. Öbür parçaların doğru müzikalitede olmasına dikkat ettik; genç ve yetenekli insanları bulmaya çalıştık. O arkadaşlarla yaklaşık iki senelik bir ön çalışma yaptık.
İsmail Tunçbilek, Mercan Dede, Hüsnü Şenlendirici, İbrahim Kavala vs. Çok konuğunuz var albümde. Niye?
H. A.: Aletlerinin virtüözleri oluşu en büyük etken. İbrahim Kavala, çok önemli bir neyzen, İsmail Tunçbilek çok iyi bağlamacı. Sonra arkadaşlıklar, kulisler, çok önemli böyle şeylerde. Bize iyi elektrik vermeleri en önemli nedenlerden. Hepsi kendi albümleriymiş gibi çalıştı. Başka bir albüme gidersiniz, çalarsınız ve paranızı alırsınız. Ama burada öyle değildi. Arkadaşlarımız yapabildiklerinin en iyisini yapmaya çalıştılar ve başardıklarına da inanıyorum.
Albümde her müzik türü var, elektronik, oryantal, türkü vs..
Mehmet Akatay: Bazı şeyler kendiliğinden ya da müzisyenlerin kalitesinden doğdu. Geriye dönük teknik çalışmalar, araştırmalar var ama. Bu albümde her parçanın yapısı bir sonraki parçaya nazaran çok daha değişik. Her tarzda insan dinleyebilir. Piyasada olan bu tarz albümlerin biraz tekdüze sound'a ve duyguya dayalı olduğunu düşünüyoruz. Biraz harmanlayalım, karıştıralım dedik. Herkes kendine göre bir şeyler bulsun diye düşündük. Clup'ta dans etmek isteyene göre de, evde oturup kafa dinlemek isteyene göre de parçalar var.
Türkiye'deki diğer perküsyon ya da ritim gruplarından ne farkınız var?
H. A.: Öyle bir kıyaslama yapmayalım ama bizim bir kere çok sesliliğimiz var. Alet zenginliğimiz de... Bir farkımız da bizim kökenimizin Türk müziğine dayanması. Türk müziği geçmişimizi ve Türk müziğindeki ritim zenginliğini avantajımız olarak görüyoruz. Kimseyle yarışımız yok, bizim amacımız iyi müzik yapmak, insanların kulağına iyi müzikle hitap etmek. Bu işi yapan insanların, müzisyenlerin birbirini sevmesi en büyük temennimiz. Sevmeden müzik olmaz. İyi müzik olan yerde, kötülük olmaz.
Son zamanlarda perküsyon, vurmalı çalgılar çok çok önemsenmeye başlandı. Her yerde çalınıyor, albümleri çıkıyor, kursları bile açılıyor, sizce neden?
H. A.: Aslında her zaman vardı. Bundan 15 sene evvel mesela Burhanettin Tonguç, Arto Tunçboyacıyan öyle bir grup kurulmuştu. Ama finans bulamadıkları için hayata geçmemişti. Bizim şansımız Türkiye'de dünya ve enstrümantal müziği takip eden bir kesimin oluşması. Çünkü artık besteler dejenere olmaya başladı. İnsanlar yeni bir şeylerin peşindeler. Kulaklar artık aynı şeyleri duymaktan bıktı. İnsanlar müziği öğrenmeye, bilmeye başladılar. Mesela Sezen Aksu'ya eşlik ediyorum, Açıkhava'da Sezen Hanım bir parçaya giriyor, yedi bin kişiden hiç tonalitesi bozulmadan aynı ses çıkıyor. İnsanların kulağı da sağlamlaştı yani.
Ritim duygusu insanlarda, hayatta nereye tekabül ediyor?
M. A.: İnsan güne başladığı zaman bir ritmik hayatı var. Banyoya aynı tempoda gidersiniz, aynı tempoda giyinirsiniz, sadece zaman farklıdır. Hayatını ritme etmek kadar düzgün yaşama şekli yok bence. Bir de yeni jeneresyon çok fazla farklı müzik dinliyor, araştırmacı bir tutumla yapıyor bunu. Afrika, Uzakdoğu, Arap, Hint olsun, o yüzden dünyada da perküsyon öne çıkmaya başladı.
H. A.: Türk insanının genlerinde var. Mehteran mesela. Türk müziğinde 120 zamana kadar usul kalıpları bulunuyor. Bu da Türk insanının ritmi sevdiğine tekabül ediyor. Hindistan hariç bu kadar ritim zenginliği olan bir ülke yok. Yaşamda ise insanın yürümesi, kalp atışları hepsi ritme dayalı. Bilinçaltında bir şey var. İnsan strese girdiği ya da bir sorunun cevabını veremediği zaman elleriyle ya da ayağıyla hemen ritim tutar, bedende ritimle ilgili çok şey var çünkü.
Akataylar kimdir?
M. A.:1969 doğumluyum ben. İki kızkardeşimiz daha var. Babamız hanendeydi yani büyük fasıl heyetinde şarkı okuyan kişiydi. Perküsyon çalardı. Yedi sekiz yaşlarında evde bir şeyler yapıyorduk. Babam okumamızı istedi ama ekonomik şartlar elvermedi. Ben futbolcu olmak istiyordum. Oynuyordum da. 13 yaşında profesyonel olarak çalmaya başladım. İlk defa İzmir Kadifekale'de bir fasılda sandalyeye oturduğumda ayaklarım yere değmiyordu. Fasıl çalıyorum ama uyukluyorum. Babam beni kaldırıyordu, hadi eve gidiyoruz diye.
H. A.: 1963 doğumluyum. Babamın yedi sekiz tane darbukası vardı. Türk müziğini ondan öğrendik. Aletlerine çok düşkün bir insandı. Derisini kendi seçer ve takardı. Altı yedi yaşlarındaydım ve komşularımızı çok rahatsız ederdim, benden şikayetçiydiler yani. Babam bir darbukayı alır gider, gerisi bana kalırdı. Biraz berduş ruhluydum ama darbukayı çok seviyordum. Günün belli saatlerinde darbuka çalar, sonra vın kaçar, top oynardım filan. Şimdi 12 yaşında oğlum var; albümde bir parçada eşlik etti. Bazen çok kızıyorum ama kendimi görüyorum, o da oyuna çok düşkün. Yaklaşık 11 yaşında ilk defa sahneye çıktım. 13 - 14 yaşında İzmir camiasında profesyonel ritimciliğe başladım. '86'da İstanbul'a geldim.
Niye?
H. A.:İzmir'de yapabileceğimiz çok bir şey kalmamıştı. Türkiye'nin kalbi burada atıyordu. Geldim İstanbul'a, Beyoğlu'nda otelde kalmaya başladım. Zaman zaman otel parasını ödeyemiyordum. Çünkü evliydim, kızımı 40 günlük bebek bırakmıştım. Eve para göndermek zorundaydım, otel masraflarını karşılayamıyordum. Otel sahibi Nuri Abi bizleri idare ediyordu. Şu anda bir şeyler yapabiliyorsak, buraya gelene kadar büyük zahmetler çektik.
M. A.: Ben abimden sekiz ay sonra geldim. İdolumuz insanlar vardı, İstanbul'da. Burhanettin Tonguç, Metin Şanlıer gibi. İlk Emrah ile çalıştık. Zaman akıp geçti, kendimizi plak piyasası içinde bulduk. Çok yoğun, tatil olmaksızın kayıtlar çalmaya başladık. İbrahim Tatlıses, Tarkan, Orhan Gencebay, Sezen Aksu, Nilüfer, Ajda Pekkan aklınıza kim gelirse çalmaya başladık.
Ders aldınız mı hiç?
M. A.: Burhanettin Tonguç ile tanıştık. 14 yıl oldu öleli... Ondan dersler aldık. Hem nota hem ritim kombinasyon. Orkestra içinde bir perküsyoncunun kendine nasıl yer bulması gerektiğini öğretti bize. İşin ahlakını öğretti. Hatta o dönem kısmi felçliydi. Evinde ders veriyordu. Bütün öğrencilerinden ders parası alırdı, bizden almazdı. 17 yaşındaydım zaten. Beni 80 metromda çalıştırıyordu ama ben onu 100'e çıkartıyordum. Benim ellerimi tutuyordu, "Dur ben yaşlıyım," diye.
Bu kadar insanla çalıştınız, birlikte çalışmaktan en keyif aldığınız kim?
H. A.: Hepsi çok keyifli, yorum yapmayalım. Zaten sanatçıdan zarar gelmez.
Yurtdışında festivallerde de çaldınız, farkı nedir?
H. A.: Festivalde çalmak zevkli. Çünkü oraya gelen insanların müzikle birebir bağlantısı oluyor. Bir perküsyon festivaline gelen insanların genellikle perküsyoncu olduğunu bildiğimiz için oradaki elektrik çok daha yüksek düzeyde oluyor.
Kandırmaca performanslar ve çalar gibi gözükenlerden hoşlanmadığınızı söylüyorsunuz bir yerde, kim bunlar?
M. A.: Becerisi çok kısıtlı, araştırması olmayan, geçmişi olmayan bir kişi, gelip büyük birine çalabiliyor mesela. Arada kaynıyor, ben bunlara kızıyorum. İşi profesyonel yapan, içine sindirmiş, geçmişinde araştırma yapmış ve piyasaya çıkmış perküsyoncu sayısı az.
Kolay mı gözüküyor ne, vurmalı çalmak, darbuka çalmak?
M. A.: Dünyanın en zor matematiği aslında. O kadar çok ki Türk müziğinde ritim. Kendi içinde de varyasyonları var. Onu yapabilmek beyni bölmeyi gerektiriyor. Dört kişi dokuz dörtlük çalıyor diyelim, her çalanın bir karakteri var ama. Devamlı işiniz matematikle. 100 kişiye de birlikte çaldırabilirsiniz, bin kişiye de ama bu işi çok iyi bilen insanlara.