MsXLabs
Sayfa 3 / 4

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Müslümanlık/İslamiyet (https://www.msxlabs.org/forum/muslumanlik-islamiyet/)
-   -   Menkıbeler (Dini Hikaye, Öyküler) (https://www.msxlabs.org/forum/muslumanlik-islamiyet/9058-menkibeler-dini-hikaye-oykuler.html)

_ajan_rap_ 29 Ekim 2007 07:17

hikaye
 
:)ALLAH'BİLMEYE 100 DELİL

Fahreddîn-i Râzî Herat ve civarında bozuk inançları yaymakla meşgul olanlarla mücâdele ediyor, Müslümanlar'ı bunların tehlikelerine karşı korumaya çalışıyordu. Üç yüz kadar atlı talebe ve âlim ile Herat'a geldiğinde; hem devlet, hem din büyükleri akın akın ziyaretine gelmiş, alâka göstermişlerdi. Ama birileri vardı ki; ne geliyor, ne de gelme arzusu ızhâr ediyordu. Acaba Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin muhâliflerinden miydi?
Halktan bir zengin, bir gün Fahreddîn-i Râzî hazretlerini bahçesinde yemeğe dâvet etti. Maksadı; ziyaretine gelmeyen zâtı da orada bulundurup, görüşmelerini ve bir yanlış anlamanın meydana gelmemesini temin etmekti.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri, yemekte karşılaştığı ziyaretine gelmeyen zâta,

- Niçin bizi ziyârete gelmediniz? diye sordu. Şöyle cevap verdi o zât:

- Ben fakirin biriyim. Ne ziyâretinize gelişim size bir şeref kazandırır, ne de gelmeyişim size bir şey kaybettirir. Siz mühim kimselerle meşgul olun.

Bu cevap Fahreddîn-i Râzî hazretlerini düşündürdü. Bu defa büsbütün meraklanarak ısrarla suallerini peşi peşine sıraladı:

- Bu, sıradan birinin sözüne benzemiyor. Kalbi-gönlü uyanık birinin cevabıdır bu. Şimdi daha çok meraklandım. Söyleyin lütfen niçin gelmiyorsunuz? Bize vermek istediğiniz bir mesajınız olmalı.

- Sen, 'Müslümanlar'ın benim ziyâretime gelmeleri vâciptir' diyormuşsun. Neden senin ziyâretine gelmek vâcip olsun?

- Ben ilim ehli biriyim. Benim ziyâretime gelenler aslında benim değil, ilmin ziyâretine gelmiş olurlar. Mücâdelemde bana yardımcı olmuş, beni desteklemiş sayılırlar.

- Öyle ise anlat bakalım... İlmin hedefi Allâh'ı bilmek olduğuna göre, nasıl biliyorsun Hazret-i Mevlâ'yı?

- Yüz delil ve burhan ile biliyorum Allah Teâlâ'yı...

- Peki öyleyse, söyler misin; burhan ve delil, şüpheleri gidermek için değil midir? Demek sende bu kadar şüphe varmış ki her birine delil aramış; ancak bu delillerle şüpheni gidermişsin. Halbuki Allahü zû'l-Celâl bana, öyle bir îman verdi ki; şüphenin zerresi bile kalbimde yoktur. Olmayan şeyi gidermek için ne diye delil ve burhan arayayım?

Bu cevaptan sonra bir suskunluk başlar. Neden sonra yerinden kalkan büyük müfessir Fahreddîn-i Râzî hazretleri,

- Uzat elini de öpeyim. Sen sıradan biri değil, bir îman ve ihlâs numûnesi mâneviyât sultânısın. Kim isen söyle de beni daha fazla merakta bırakma.

Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin kulağına eğilen birinin, fısıltı hâlinde söyledikleri şundan ibârettir:


- Konuştuğun zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleridir.

Fahreddîn-i Râzî hazretleri hemen diz çöküp rica eder:

- Lütfen beni de kabul buyurun tâlipleriniz arasına da, ben de iştirak edeyim sohbetlerinize...

* * *

İşte zâhirî ilimle bâtınî ilmin farkı... İşte zâhirî ilim ehli ile, zû'l-cenâhayn olan mâneviyat erbâbının seviye ve dereceleri... Keza, aralarındaki diyaloğun güzelliği ve hakkı teslim ile neticelenişi... Ve, biribirlerine karşı olan nezâket ve saygıları...

Zamanımız 'tartışmacıları'na örnek olması dileğiyle...

ALLAHÜ TEÂLÂYI BİLİR MİSİN?

Abdullah bin Mübarek, bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa, büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve:

-Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu.

Çocuk:

-Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.

-Allahü teâlâ'yı ne ile biliyorsun?

-Bu koyunlarımla.

-Bu koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin?

-Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir olan, Allahü teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece bildim

-Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?

-Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.

-Böyle olduğunu nasıl bildin?

-Yine bu koyunlardan.

-Nasıl?

-Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse, Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım. Abdullah bin Mübârek:

-İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.

Çocuk:

-Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.

-Peki başka ne öğrenmişsin?

-Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.

-Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.

-Gönül ilmi şudur ki, bana kalb verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalb ile O'nu bileyim. O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili zikretmek, O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O'nu hatırlatanları dile getirmeği, O'ndan bahsetmiyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece O'na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım.

Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine:

-Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana nasîhat ver, buyurdu.

-Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan istemeyi, beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e kavuşamazsın, dedi.


Misafir 29 Ekim 2007 11:31

Öyle Bir Tevbe Yaptı ki...

Hz. Büreyde (r.a.) anlatıyor:

Resûlullah (s.a.s.)'a, Mâiz İbnu Mâlik el-Eslemî (ra) gelerek:
- Ey Allah'ın Resûlü, ben nefsime zulmettim, zinâ fazihasını işledim, beni temizlemeni istiyorum" dedi. Resûlullah (sav) onu reddetti , geri çevirip meselenin üzerine gitmedi..

Ancak Mâiz ertesi gün tekrar geldi. Yine:
- Ey Allah'ın Resûlü, ben zinâ fazihasını irtikab ettim!" diye ikinci sefer itirafta bulundu. Adamı ikinci sefer geri çeviren Resûlullah (sav) adamın kavmine birisini yollayarak:
-Onun aklında bir noksanlık biliyor musunuz, normal bulmadığınız bir davranışına rastladınız mı?, diye tahkik ettirdi.
Ancak hep beraber:
-Biz onu gördüğümüz kadarıyla, aramızdaki sâlih kişilere denk akıl sahibi biliyoruz" dediler.

Mâiz üçüncü sefer müracaatta bulundu. Hz. Peygamber (sav) onlara yine birini göndererek adam hakkında sordurdu. Yine ne kendinde, ne aklında bir kusur olmadığını söylediler.
Adam dördüncü sefer müracaat edince, ona bir çukur kazdırdı. Taşlanmasını emretti ve taşlandı.
Gâmidiye adında bir kadın da gelerek:
- Ey Allah'ın Resûlü, beni niye reddediyorsun. Görüyorum ki, beni de Mâiz gibi geri çevirmek istiyorsun. Allah'a kasem olsun ben hamileyim de!, dedi.
Hz. Peygamber (sav) :
-Öyle ise hayır. Sen git ve çocuğu doğurunca gel,dedi.

Kadın gitti çocuğu doğurunca, bir beze sarılmış olarak çocukla geldi.
-İşte çocuk, doğurdum!,dedi.
Resûlullah (sav) :
-Git, sütten kesinceye kadar emdir, sonra gel!" buyurdu.

Kadın gitti, o çocuğu sütten kesince çocukla birlikte geldi. Çocuğun elinde bir ekmek parçası vardı.
-Ey Allah'ın Resûlü, işte çocuk, sütten kestim, yemek de yedi" dedi.

Resûlullah (sav) çocuğu alıp, Müslümanlardan birine teslim etti. Sonra bir çukur kazılmasını emir buyurdu. Göğsüne kadar derinlikte bir çukur kazıldı. Bundan sonra halka taşlamalarını emretti. Herkes taşladı. Hâlid İbnu Velid (ra) elinde bir taş ilerledi, başına attı. Kan yüzüne fışkırmıştı, kadına küfretti. Resûlullah (sav) Hâlid'in kadına küfrettiğini işitince:
-Ey Hâlid ağır ol!, dedi ve ilâve etti:
- Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e kasem olsun, bu kadın öyle bir tevbe yaptı ki, şâyet alış-verişte sahtekârlık yapanlar aynı tevbe ile tevbe yapsalardı, onların bile mağfiretine yeterdi !

Sonra Resûlullah (tekfın) emretti. Kadının üzerine namaz kıldırdı ve defnedildi.


Demir YumruK 30 Ekim 2007 14:22

Bir Ölüm Rüyası

Bir zamanlar bir yerde Allah’ın bir veli kulu yaşardı. Temiz kalpli, ihlaslı, safça bir mü’mindi. Her gördüğünü iyiye yorumlar, Allah’a çok tevekkül ederdi. Bir kötülük, bir çirkinlik görse iyi tarafından alır, “Bunda bir hikmet vardır” diyerek gönlünü hoş tutardı. Her şeyin iyi yönünü görür, gülleri devşirir, dikenlerle hiç ilgilenmezdi. Yaratandan ötürü yaratılanı hoş görür, onlara güler yüzle nasihat ederdi.

Müslümanların kıskanmasına aldırmaz. Onlara karşı yine hüsn-ü zan ederdi. Şeytanı ve nefsini tam ve katıksız düşman bilir, Allah’a sığınırdı. Nefsinin hücumlarına karşı iman kalesine girer, elden geldiğince ona karşı silahlanırdı.

Açıktan küfrünü açıklayanlara, Tevhid’i bulmaları için dua ederdi. Hayatı nurlu, gönlü sürûrlu has bir kuldu. Kur’an-ı sıkça okur, ayetleri anlamaya çalışırdı.

O gün yine nafile oruca niyetlenmişti. Dûha namazını biraz erkence kılmış, şehrin dışına doğru yürüyüşe çıkmıştı. Çevre duvarlarının dışına ağaç gölgelerinin sarktığı eski mezarlığa doğru yürüdü.

Kabristana girdi. Fatiha ve ihlası okudu. Bunu da, ebedi ikamegâhlarında yatanların ruhlarına hediye eyledi.

Koyu gölgeli bir ağacın altına oturup alnında biriken terleri mendiliyle sildi. Derin bir tefekküre daldı. Mezardakilerin hallerini düşünüp, onlar için kaygılandı. Yüreğine ılık bir şeyler aktı, gözleri yaşardı.

Sevgili Peygamberimiz kabir konusunda ne buyurmuştu? “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.”

Şimdi burada yatanlar acaba hangisinde?

Acaba bunlar dünya hayatında neler yaptılar? Nasıl inandılar, nasıl yaşadılar? Şimdi cennet bahçesinde zevk mi ediyorlar, yoksa cehennem çukurunda azap mı çekiyorlar? Bir meraktır kapladı içini...

Bu eski mezarlıkta kimler yatıyor? Zengiler, fakirler, iyiler, kötüler, zalimler, günahkârlar...

Sonra yaşadığı zamanı düşündü... Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışanları, mazlumlara eziyet eden zalimleri, vatan, millet, bayrak diye halkı uyutanları, bankalarındaki hesaplarını kabartabilmek için herşeyi mübah sayanları düşündü.

Bir lokma için çöplük karıştıranları, televizyonda gördüğü sanatçı(!)lara ilah muamelesi yapanları, sırf okumak için gittikleri okula; senin giyinişin, kılık-kıyafet yönetmeliğine aykırı diye umudunu o okula bağlamış kızları okula almayan zihniyeti, dininin gereği giyindiği için okuluna alınmayan kızları, alkolün ve uyuşturucunun batağına düşmüş gençleri, ekranlarından fuhuştan başka birşeyin gösterilmediği televizyonların yöneticilerini düşündü... Allah’ım aklıma mukayyet ol! Sen ki duaları kabul edersin. Bizleri Rasulullah’ın (s.a.v.) sancağı altında toplananlardan eyle!..

Senin dininin gereklerini yerine getirmeyenler, bu hayatın sonunda hesap yok zannediyorlar. Oysa Üstad Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde:

“Bu hayatın sonunda hesap yok mu zannettin sen?

Lokantanın garsonu bile; ‘hesap lütfen’ diyor.

Lokantanın garsonu bile hesap isterken...

Sen nasıl olur da; bizlere herşeyi bahşeden, sen...

Hesap sormazsın?..

İlahî onları affet, onlara hidayeti nasip et.”

Ya Rabbi! Çok sürmeden beni de buraya getirecekler. Benim halim ne olacak? Her nefis ölümü tadacaktır. “Ölümün acısı üç yüz kılıç yarasından fazladır.” buyurulmuş. Ben nasıl dayanacağım?

Şeytan son anda bana musallat olursa ben ne yaparım? O zaman halim nice olur. Kabir hayatı, sonra diriliş, hesap-kitap, mizan-terazi, sırat, cennet, cehennem...

Gelen iki meleğe nasıl hesap vereceğim? Onların sorularına cevap verebilecek miyim?..

Bu düşünceler içindeyken uyku bastırdı. Başını yaşlı ağacın gövdesine dayadı. Dualar mırıldanırken gözü dallara, yapraklara kaydı. Sanki o yapraklarda ölmüş insanların isimleri vardı. Onları okumaya çalıştı. Uyku iyice bastırdı. Gözleri kapandı. Derin bir uykuya daldı.

Rüyasında mezardakileri gördü. Güyâ kendisi de ölmüş, orada bulunan kabir arkadaşları hâl diliyle kendisine bir şeyler anlatıyorlardı. Geriye dönüşü olmayan dünya hayatlarını, çaresizliklerini, nasıl aldandıklarını, halen hayatta olanlara nasıl gıpta ettiklerini, kendilerine fırsat verilse ve dünyaya dönseler sırf Allah’ın (c.c.) rızası için nasıl yaşacaklarını, hepsini, hepsini...

Sonra kabrin içinde en çok feryatların, iniltilerin geldiği kabrin sahibine sordu:

- Arkadaş halin nedir? Neden en çok azap sana çektiriliyor?

Kabirdeki şöyle cevap verdi:

- Ah!.. Aman... Halimi hiç sorma. Ben dünya hayatında Allah’a (c.c.) şirk koştum. Her günah affolunur, benim günahım affolunmaz.

- Anladım...

Sonra ana-babasına karşı gelenlerin, katillerin, intihar edenlerin, zulüm yapanların, zina yapanların, içki içenlerin, faiz yiyenlerin, kumar oynayanların, iftira atanların, riyakârların, münafıkların, rüşvet yiyenlerin, yetim malı yiyenlerin, sihirle uğraşanların, avret yerini açanların, karşı cinse benzeyenlerin, ilmiyle âmil olmayan alimlerin, hatta sattığı süte su karıştıranların hayatını dinledi. Çektikleri azaba tanık oldu.

İçi sıkıldı iyice. Çıldıracak gibi oldu. Sonra duyduğu kuş sesleriyle, hissettiği ve tarif bile edemediği eşsiz korkularla kendine geldi..

- Ya sen ey mevta! Nedir tüm bu güzelliğin sebebi? Seni görünce içim açıldı, gönlüm rahatladı. Senin yerinde olması ne kadar isterdim. Belli ki cennete namzetsin. Seni bu makama çıkaran nedir? dedi.

- İmandır kardeş, iman.

- Nasıl yani?

- Ben dünyadayken “La ilahe illALLAH (c.c.) Muhammedürresullah” lafzını tam manasıya anladım, layıkıyla iman ettim, ibadet ettim.

Allah’ım bu güzelliklerini hepimize nasip et, düşüncesi içinde diğer cennetlikleri; zekat verenleri, oruç tutanları, namaz kılanları. Allah’ı (c.c.) çokca zikredenleri ana-babasına hürmette kusur etmeyen evlatları, iyiliği emredip kötülükten nehyedenleri. İffet sahibi insanları, şehidleri, ehl-i takva sahiplerini dinledi. Onlara yapılan izzet-i ikramı gördü. Onlara gıpta ile baktı.

Bizim ALLAH (c.c.) dostu rüyasında kabir aleminde dolaşırken gelen gürültülerle uyandı. O kabristana yeni bir ölü getirilmişti. Kalabalık bir cemaat vardı. Ölüyü kabre koydular. Üzerini toprakla örttüler. Yasin, tekasür, ihlas, fatiha surelerini okuyup dua ettiler. Ellerini yüzlerine sürüp kabristandan ayrıldılar. Kabrin başında ölenin oğlu, kardeşi, bir de imam kaldı. İmam ayağa kalkıp:

- Ey Ahmet oğlu Hasan! diye üç kere bağırdı.

Dünya üzerinde bulunduğun inancı hatırla. O da şudur: “Allah’tan (c.c.) başka ilah olmadığına, Muhammedin (s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Rasulü olduğuna, senin Rab olarak Allah’a (c.c.) Din olarak İslam’a, Peygamber olarak Hz. Muhammed’e (s.a.v.) razı olduğuna dair şahitliğindir.” dedi...

Artık imamın ve yanındakilerin işi bitmişti. Son kez kabre bakıp çıkışa doğru yürümeye başladılar.

Kendisini halen rüyada zannediyordu ki; karşıdan gelen imam:

- Hey! Mübarek kalk ne yatıyorsun? sözleriyle irkildi ve birden ayağa fırladı.

- Sen kimsin? Ben nerdeyim? Öldüm mü? dedi..

İmam tebessüm ederek:

- Korkma, dünyadasın. Güneşin altında mezarlıkta uyumuşsun. Az önce bir kardeşimizi ahirete uğurladık. Uyuyacağına cenaze namazına iştirak etseydin, daha iyi olurdu dedi.

- Çok derin uykudaydım hocaefendi. Öyle rüyalar gördüm ki... Bende, ölmüş gibiydim...

- Hayırdır inşaallah. Nasıl olsa öleceğiz. Şimdi önce bir abdest al açılırsın. Sonra öğlen namazının vakti çıkmadan namazını kıl.

İmam ve yanındakiler kabristandan ayrıldılar. O ise halen gördüğü rüyanın etkisi altındaydı. Elinin tersiyle alnının terini sildi. Rüyasında bile cehenneme tahammül edememişken nasıl olur da yaşadığı hayatı cennete gidebilmek için harcamazdı...

İlahi! Bizi af ve mağfiret eyle. Rahmeti ve mağfiretini üzerimizden eksik etme.

Bizlerin canını Senin yolundayken al. Yoksa biz sorgu meleklerine nasıl hesap verir, kabir azabına ve cehenneme nasıl dayanırız?..

İlahi!.. Affet...


Misafir 30 Ekim 2007 14:24

Fukara Kalbi

“Fukara kalbine her kim dokuna
Dokuna sinesi Allah okuna.” Şahidi


Rüzgarlı havanın kuytusu, yağmurlu havanın uykusu sözünü günün ilkesi haline getirecek bir hava hüküm sürüyor dışarda. Bir kaç “serseri aşık” Lodosa meydan okurcasına vapurun yan tarafında sigarasını tüttürüyor. Ne vakittir görmediğim artık denizde değil de çöplüklerde uçtuklarını duyduğum martılar kendilerine kurumuş ekmek atan meczup görünüşlü adamla adeta şakalaşıyor.

Vapurun içi bir yudum oksijen diye inleyen yolcularla tıklım tıklım dolu. Dilencilerin biri girip biri çıkıyor. Hep aynı “nını nını” diye tek düze bir sesle ifade edilen çocuğunun ameliyat parası, eşinin trafik kazasında öldüğü hikayesi. İstanbullu olup da, bu tür hikayeleri dinlemeden bir gün geçirmiş olan insanlar özel arabalarıyla şehrin fazla içine bulaşmadan evinden iş yerine gidip gelenlerdir. Zaten onların site, plaza, kulüp arasında sürdürdükleri İstanbul hayatı başka bir İstanbul’a aittir. Kazara TEM oto yolunun dışında bir yol kullanmak zorunda kalırlarsa arabalı vapur ya da trafiğin sıkıştığı bir noktada böyle bir hikayeyi dinlememe hürriyetini her an kaybedebilirler.

Üçüncü bir kadın giriyor yolcu salonuna. Evladının elinden tutup, tek tek yolcuların gözlerinin içine bakıyor. Bakışlarında “Sizin çocuğunuzun başına da gelebilirdi” diyen bir manâ var. Sesi daha öncekiler gibi her gün tekrarlana tekrarlana inandırıcılığını yitirmiş “hep aynı nakarat” havasından çok başka. Kadın, yolculardan para isterken yüreğini koyuyor ortaya:

- Allah’tan gelene razıyız. Beni bir dilenci diye hor görmeyin kardeşlerim. Yavrun lösemi Çapa’da tedavi görüyor…

Karşımda oturan kadınlardan biri daha önceki seslerle bu yürekten kopup gelen sesi tefrik ederek cüzdanından para çıkarıyor. Yanlarında oturan 45-50 yaşlarında pembe rujlu, leğen şapkalı kadın açılan kendi cüzdanıymışçasına tepki gösteriyor:

- Bunların sizden benden çok parası vardır. Her gün bu işi yapıyor..

- Bu işi yapanlar var ama, gerçekten ihtiyacı olanlar da var. Devlet sosyal devlet değil. Sigorta bakmıyor. Bir emar çektirme kaça maloluyor hanımefendi? Fakir insanlar ne yapsın?

- Yok öyle şey. Siz işin kolayına kaçıyorsunuz. Gerçek fakirler dilenmez. Onlar utanır. Bak ne kadar rahat dileniyor.

- Evlâdı için dilenir. Siz hiç evlât acısı yaşadınız mı?

- ……..

- Söyler misiniz ne yapsın. Ya da siz ne yapıyorsunuz? Eleştirdiğinize göre sizin altenatif yöntemleriniz olmalı.

- Bir defa gidip mahallesinde bulacaksınız…

- Yapmayın hanımefendi karşımıza gelen insanın gözlerine bakmaya üşeniyoruz da gidip mahalle mahalle dolaşacağız ha?!..

Yaşlı koket kadın karşısındaki kadından hiç böyle bir tepki beklemediği için bir ara boş bulunup:

- Dernekler var…diyecek oluyor.

35-40 yaşlarındaki solgun yüzlü kadın dernek lafını duyar duymaz celalleniyor:

- Bana dernek demeyin. Bana dernek demeyin. Çaylar içilip pastalar yenilecek. Bir iki el konken partisi. Eh zaman kalırsa bir iki medya şov.

İki kadının tartışmasını sessizce izleyen diğer yolcular kadının dernek eleştirisini homurdanmalar şeklinde takdir ediyor.

Pembe rujlu kadın son defa:

- İyi dernekler de var arayıp bulacaksınız. Ben şimdi bir dernek kuru…

- Hanımefendi kuracağınız derneğin reklamını yapmak adına bir fakirin eline geçecek üç kuruşa ne diye mani oluyorsunuz? Sizinle çene yapacağım derken kadıncağız çoktan gitmiş. Ne hikmetse sizin gibi kalbi nasırlaşmış insanlar pek meraklı oluyor dernek kurmaya.

Elinde kalan paraları hışımla çantasına atıyor. Başını iki yana sallayarak uzaklaşıyor.

Hakikaten yardıma ihtiyacı olanlarla olmayanları ayırabilecek bir miyarımız neden yok? Gerçek miyar vicdanlarımız olduğu için mi? Gerisini söylemeye dilim varmıyor.


Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Otobüsname


KENCISii 4 Kasım 2007 17:18

Kabirden Mektup (kabir azabı)
 
Kabirden Mektup


Canım Anneciğim

Hani basucumda toplanmis, telas icinde feryadu figan ile gozyasi dokuyordunuzya iste o anda dunyada iken hic gormedigim, tanimadigim varliklar geldi yanima. Meger onlar Meleklermis. Azrail ve diger gorevli melekler... o esnada bir sey daha oldu. Bana Ahirette ebedi kalacagim yer gosterildi. Alevler vardi orada.

Ceza yeriymis orasi. Her seyi anladim. Ihmalimi de hatalarimi da. Ve cok korktum anne. Bir urperti sardi bedenimi. Oyle bir sIkIntiya girdim ki sizleri de taniyamaz oldum. Azraile baktikca korkumun siddeti artti. Cok heybetliydi. Pisman olmustum dunyadaki gafletime. O sirada Allahu Teala dan salih ameller isleyebilmek icin olumu geciktirmesini ve beni tekrar geri dunaya gondermesini istedim. Ama vakit cok gecti. Istedigim kabul olunmadi. Tabi bunlardan sizin haberiniz olmadi. Nasil aci cektigimi hissedemediniz. Oyle ya ne bilecektiniz. Benim gibi Azraili butun dehsetiyle gormediniz ki. Hani dunyada iken Sekerati Mevt diyorlardiya ne kadar zormus. O anki aciyi anlatmak mumkun degil. O gun gelipte Azraille karsilasanlar bilir ancak. Yani tadinca bilir ana tadinca bilir.

Gercekten Peygamberimiz (sav) in "Allahim sekerati mevtte olum zahmeti ve bayginligimda bana yardim et." diye dua ettigini soylerdi hocalar da sanki kulagimin birinden girer nefsime hic etki yapmadan digerinden cikardi. Ne kadar dogru imis. Yani anlayacagin anacigim o olum ani kasabin elinde derisi soyulan koyunun dustugu an gibi bir hal. Izdirap dolu bir an. Cok ama cok zor. Ve cok korkutucu. Bu korkunc manzara karsisinda biliyor musun ruhum bedenimden cikmak istemedi ana, parcalara ayrildi kacisip duruyordu bedenimde. Ruhum cikmamakta direndikce melekler de bana azap ettiler. Iste boylece daha ruhum cikmadan kabir azabi baslamisti. Nihayet ruhum bedenimi terk etti de bende bu azaptan kurtuldum. Hep dusundum durdum anne. Acaba bu kadar cezayi hak edecek ne yaptim? Fakat sonradan anladim bu cezanin sebebini. Meger bunlar dunyada isledigim kotu amellerin sonucuymus. Azrailin yaninda iki melek daha vardi biri rahmet diyeride azap melegiymis. Olen iyi kimse ise azrail aldigi ruhu rahmet melegine kotu kimse ise azap melegine verirmis. Allahin emri boyle imis. Bir yigin azaptan sonra azrail ruhumu aldi.... ve.... azap melegine teslim etti. O zaman daha once gosterilen ahiretteki yerimin ne kadar kotu oldugunu daha iyi anladim. Zaten ruhum alinacagi sirada bir kus gibi gogsumun en ust tarafina, koprucuk kemigime firlamisti. O zaman meleklerin konusmalarinda her sey belli olmustu. Cunku, "bunu kim tedavi edecek?" diye birbirini soruyorlardi. O ani ve sIkIntilarini anlatmak imkansiz anacigim. Ayaklarim birbirine dolasti melekleri gorunce. Belki sizde fark ettiniz ayaklarimdan kanin cekildigini ve bembeyaz buz gibi oldugunu. Iste boyle anne.

Benim dunyadan getirdigim kotu amellerim dolayisiyla melekler ruhumu bedenimden zorla almak durumunda kalmislardi. Bunlar naziat melekleri imis. Eger amellerim iyi olsaydi, yani salih amel sahibi olsaydim o zaman neseli ve kolaylastirici Nasitat melekleri ruhumu alacakmis. Ve bana Allahin selamini sunup selam sana ey Allahin Veli kulu, muhakkak ki Allahu Teala sana selam gonderiyor diyecekmis. Nerdeee! Gafletimin acisini cektim iste boylece anne. Ve sayet Azrail geldiginde abdestli olsaydim birileride yanimda Kuran okusaydi ve salih amellerimde cok olsaydi, o kadar aciyi cekmeyecektim biliyor musun. Olumum daha kolay olacakti. Yahut orada bulunanlardan Allahin sevdigi bir dostun benim icin azraile "Ey Azrail, arkadasima aci. Ona yumusak davran cunku o muminlerdendir " dese ve boylece dua etseydi yine o kadar aci cekmeyecektim biliyor musun. Dogrusu Azrail gelirken zaten heybetinden korkmustum. Zira daha ruhumu almadan onu korkunc sekliyle gordum. Keske


yüksel2 11 Kasım 2007 18:07

BESMELE
Bişr-i Hafi. Evliyânın büyüklerinden. Genç. Günah çukuruna düşmüş yuvarlanıyor yuvarlandıkça batıyor...

Bir gün Gecesini içki masalarında sabahladığı bir gecenin günü. Sarrhoş. Evinin yolunu tutturmuş, gidiyor, gitmeye çalışıyor. Yürüyor. O da ne? Bir kağıt, üstünde Besmele yazılı bir kağıt. İçi cız ediyor. Eğiliyor. Çamurların içinden Besmele yazılı kağıdı alıyor. Hiç Allah'ın ismi yerde olur mu, çamurlar içinde olur mu, bin bir düşünce bin bir ah ediş. Kağıdı öpüyor, çamurlarını siliyor, temizliyor, evine götürüyor, güzel kokulare sürüyor ve eveinin en güzel yerine asıyor.

O gece âlim bir zât bir rüyâ görür. Rüyâda,'' Git, Bişr'e söyle! İsmimi temizlediği gibi onu temizlerim. İsmimi büyük tuttuğu gibi büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığı gibi, onu güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, onun ismini dünyada ve âhirette temiz ve güzel eylerim'' denildi.
Bu rüyâ, üç defa tekrar etti. Rüyâ gören kimse, sabah olunca, Bişr-i Hafi'yi arayıp meyhanede buldu. Mühim haberim var diye içeriden çağırdı. Bişr geldiğinde, gelen zâta dedi ki:
-Kimden haber vereceksin?
-Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim. Bunu duyan Bişr, ağlamaya başladı ve sordu:
-Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak? Rüyâyı sonuna kadar dinleyince arkadaşlarına dönüp şöyle söyledi:
-Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremiyeceksiniz.
O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara,''Söz verdiğim zaman yalınayaktım, şimdi giymeğe hayâ ederim'' derdi.

Ayakkabı giymediği için kendisine ''Hafi'' (yalınayak)denilmiştir.


Misafir 11 Kasım 2007 21:55

Allah Sevgisi

Şehvetinin esiri olmuş her bir nefis
dizginlerinden boşanmış bir at gibidir
Bu atı kırbaçlayıp şÃ¢hâ kaldıran
sinsi şeytanın ta kendisidir
Dizginleri ele alıp atı durduracak kişi
yalnızca atın seyisidir
Bunu da her zaman için yaptıracak olan
yÜrekten gelen ALLAH sevgisidir


Timur İlikan


yüksel2 11 Kasım 2007 23:55

ESAS HASTA BENMİŞİM

Bir zaman Cüneyd-i Bağdâdî'nin gözlerinde ağrı meydana geldi. Tabib çağırdılar, gelen tabib, hıristiyan idi. Muâyene edip;

"Gözlerinize su değdirmeyeceksiniz." dedi.

Cüneyd-i Bağdâdî;

"Su değdirmesem nasıl abdest alırım?" deyince, tabib;

"Gözleriniz size lâzım ise su değdirmeyeceksiniz." dedi.

Cüneyd-i Bağdâdî abdest alıp namaz kıldı ve namazdan sonra bir mikdâr uyudu. Uyandığında gözlerinde hiç ağrı kalmamıştı. O anda duyduğu ses;

"Yâ Cüneyd! Sen bizim için gözlerini fedâ ettiğin için, biz de senden o ağrıyı aldık." diyordu.

Bir zaman sonra hıristiyan tabib tekrar geldi. Baktı ki gözleri tamâmen iyi olmuş. Hayret edip;

"Nasıl yaptın da iyi oldu?" dedi.

Cüneyd-i Bağdâdî olanları anlatınca, Cüneyd-i Bağdâdî'nin elini öpüp îmân etti ve;

"Esas ağrıyan göz sizinki değil benim gözlerim imiş. Hakikatleri göremiyen ben imişim" dedi.


Misafir 12 Kasım 2007 16:40

"ALLAH’TAN KORK, MÜHRÜMÜ BOZMA!"

Geçmiş ümmetlerde gurbete çalışmaya giden üç arkadaş, bir ara yoğun bir yağmura mâruz kalınca yol kenarındaki bir mağaraya sığınırlar. Ne var ki, karşı dağdan, düşen yıldırım sebebiyle kopup yuvarlanan bir taş gelir, içinde bulundukları mağaranın kapısına sıkışıp kalır.
İçeride bulunan üç arkadaş korkup düşünmeye başlarlar. Nasıl çıkacaklar kapanmış olan mağaradan? Biri der ki: Bu belâdan kurtulmamızın bir çâresi olabilir. O da, Rabbimizin rızâsı için yapmış olduğumuz iyilikler. Gelin bunları şefaatçı yapıp buradan kurtulmayı Rabbimizden dileyelim.
Bu sebeple biri der ki:
– Ey Rabbim! Ben yanında işçi çalıştıran biriydim. Bir gün, çalışan işçim akşam yevmiyesini almaya gelmedi. Ben de onun parasını onun adına ayırıp çalıştırdım. Seneler sonra gelince parasını kazancıyla birlikte verdim. Şaşırdı, almak istemedi. Sonra ciddi olduğumu anlayınca yevmiyesini kazancıyla alıp sevinerek gitti. Bunu sadece senin rızân için yaptım. Eğer senin yanında makbul oldu ise, bunun hürmetine şu kayayı, çıkacağımız yerden uzaklaştır!
Bu dua üzerine kaya yerinden kımıldar, ama çıkılacak kadar yer açılmaz.
İkincisi de şöyle der
– Ey Rabbim! Ben annesine çok hizmet eden biriyim. Bir gece annem su istemiş, ben de koşup dışarıdan su getirmiştim, baktım annem uyumaktadır. Karşısında uyanıncaya kadar bekledim. Gece yarısı uyandığında beni karşısında bekler halde görünce çok memnun olup duâ etmişti. Bunun hürmetine bu belâdan bizi kurtar.
Kaya biraz daha kımıldar, ama yine kurtulmaya yeterli değildir.
Üçüncü olarak da son arkadaşları şöyle duâ eder:
– Ey Rabbim! Memleketimizde kıtlık olmuş, bir çok âile açlık belâsına mâruz kalmıştı. Benim durumum ise iyi idi. Bir gün komşum kızı yanıma gelip açlıktan ölüm tehlikesi geçirmekte olan âilesi için benden yiyecek birşeyler istemiş, ben de ona kendisini bana teslim etmesi halinde istediğini verebileceğimi söylemiştim. Başka çâresinin kalmadığını anlayan kızcağız, nihayet isteğime râzı olmuş, birlikte tenha yere gittiğimizde birden şu ikazda bulunmuştu:
– Ey elinde imkân olan adam! Allah’dan kork, benim iffet mührümü nikâhsız bozmaktan hicap duy! Bu mühür, ancak nikâhla bozulur, başka değil!
Bu beklenmedik ikazdan korkup titremeye başladım. Kendimi mâsum bir kızın namus mührünü bozan iffetsiz durumuna düşürmekten utandım ve dedim ki:
– Haydi gel, istediğin kadar yiyecek al, mührünü muhafaza ederek iffetinle yaşa.
Böylece ona istediğini verdim ve mührünü bozmadım. Bunu senin rızân için yaptım. Eğer kabul edildi ise, şu kayayı kapımızdan uzaklaştır da çıkıp kurtulalım.
Bir de baktılar ki, sıkışmış kaya paldır küldür yuvarlanıp gitti, kurtulup dışarı çıktılar.
Evet, işte iffetsizlerin yersizliğini söylemek istedikleri kızlık işaretinin hadisteki adı mühürdür.
Kaynak: Yeni Aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları


yüksel2 14 Kasım 2007 23:28

Yakup a.s, oğlu Yusuf’u yitireli 40 yıl olmuş. Bedeni bu ıstıraba dayanamamış da gözleri kör olmuş. Ama hala ümit içinde evladını bekliyor. Kardeşler Mısır’dan kervanla dönünce: “Kervanda Yusuf kokusu alıyorum” demiş Yakup.

Oğulları acı acı gülerek: “Baba, 40 yıl geçti, hala mı ümit, hala mı Yusuf? . Geç bunları geç” demişler. Yakup’un cevabı ümit dolu: “ALLAH ın rahmetinden ümit kesmeyiniz"..

İçinde bulunduğunuz çukurdan çıkamayacak gibi hissediyorsanuz kendinizi. İşte hem teselli hem ümit size:

“Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! ALLAH’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz ALLAH bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Zümer-53)


KisukE UraharA 21 Kasım 2007 11:07

Dini Hikayeler
 
DELİ KİME DENİR BİLİYOMUSUNUZ?

Allah dostlarindan Bayazid-i Bestami hazretleri bir gün timarhanenin önünden
geçiyordu. Hakimlerden birisi de tokmakla havanda bir seyler dövüyordu.
Bayazid-i Bestami hazretleri:
"-Ne yapiyorsun Hekimbasi?
-Delilere ilaç hazirliyorum.
-Benim hastaligima da ilaç olur mu?
-Hastaligin nedir?

Günah hastaligi. Bir ilaç biliyorsan tarif et.

-Hayir, ben günah hastaliginin ilacini bilmiyorum"
O sirada parmakligin arkasindan bir deli Bayazid-i Bestami'ye seslendi:
"-Gel baba gel senin hastaliginin ilacini ben biliyorum.
-Söyle bakalim seni dinliyorum.

-On dirhem tevbe kökü ile on dirhem istigfar yapragi al. Bunlari kalb
havanina koy. Tevhid tokmagi ile döv. Insaf eleginden geçer. Göz yaslariyla
yogur. Ask firininda pisir. O macundan her gün bes kasik al. Senin
hastaligindan eser kalmaz"

Bayazid-i Bestami bunlari dinledi. Içini çekti ve:

"Hey gidi dünya hey! Seni deli diye timarhanenin parmakliklari arkasina
koyanlar utansin!" dedi.




Şeyh Ve Mürid

Mürid, görmeden bağlandığı şeyhini görmek için can atıyordu. Nihayet bir fırsatmı bulup hazırlandı ve şeyhin köyüne doğru yola çıktı.
Üç günlük zahmetli bir yolculuktan sonra şeyhinin kö­yüne vardı.
Evi öğrendi ve avluya geldiğinde önce hasretle eğildi, toprağı öptü; sonra da kalbi çarpa çarpa kapıyı çaldı.
Asık suratlı bir kadın kapıyı açtı ve "Ne istiyorsun?" diye sertçe sordu. Mürid,
"Efendi Hazretlerim ziyarete gelmiştim. Üç gündür bu anın özlemiyle yollardayım. Ne olur lütfedip beni kabul ederler mi?" dedi.
Şeyhin karısı kızgın bir şekilde,
"Efendin evde yok. O bunaktan ne umuyorsunuz da ge­liyorsunuz, bilmem. Bu kadar yol onu görmek için tepilir mi? Zındığın teki o. Çektiğin zahmete yazık..," dedi.
Ve daha bir sürü sövüp sayarak kapıyı müridin yüzüne çarptı.
Mürid, neye uğradığını şaşırdı. Tepesinden buz gibi bir su dökülmüşçesine, donakalmış bir vaziyette bekledi bir süre. Bütün ümitleri, hayalleri alt üst oldu. Sonra da boz­guna uğramış bir halde başı önde döndü, şeyhinin kapı­sından.
Yolda rastladığı bir ihtiyara şeyhinden söz etti ve nere­de olabileceğini sordu. O da şeyhinin ormana odun getir­meye gittiğini ve o saatlerde dönmek üzere olduğunu söy­leyip yolu gösterdi. Mürid ormanın yolunu tuttu. Hem git­ti, hem düşündü:
"Şeyhim böyle bir kadınla nasıl beraber duruyor?"
Nihayet orman yolunda, gerçekten Allah'ın veli bir kulu olan şeyhini gördü. Hem de odunları bir arslana yüklemiş, kendisi de üstüne oturmuş gelirken. Hayretinden ağzı açık kaldı. Ne söyleyeceğini bilemedi.
Şeyh, müridinin karşılaştığı durumu tahmin etmiş ve-sarsılan güvenini tamir etmek için ona bu kerameti göster­mişti. Ayrıca şeyh, herkese ders olacak şu sözleri söyledi müridine:
"Ey oğlum! Ben sabredip o kadının yükünü çekmesey-dim, bu erkek arslan beni üzerinde taşıyıp yükümü çeker miydi?"
Mürid, biraz önceki düşüncelerinden dolayı mahcubi­yet duydu ve yüzü kızardı. "Âlimlerin yanında dilini, mürşitlerin yanında da kalbini kontrol altında tut" sözünün ne kadar doğru bir söz olduğu geldi aklına.
Ve kerametine şahit olduğu mürşidinden feyz almış ve teslimiyeti artmış bir şekilde memleketine dönen müridi, o günden sonra kendi hanımının huysuzluklarına karşı da­ha sabırlı olacağına dair kendi kendine söz verdi.


Misafir 22 Kasım 2007 14:45

Birgün ashab Peygamberimiz (s.a.v)'den Hz. Ali'yi niçin çok sevdiğini sordu. Hz Peygamber o anda mecliste bulunmayan Hz. Ali'yi çağırmaya adam gönderdi ve orada bulananlara sordu:

- Birisine iyilik etseniz, o da size kötülük etse ne yapardınız? Cevap verdiler:

- Yine iyilik ederiz.

- Yine kötülük yapsa?

- Biz yine iyilik ederiz?

- Yine kötülük yapsa?

Ashab cevab vermedi, başlarını öne eğdiler. Bunun anlamı kötülüğe kötülükle mukabele etmesek bile iyilik yapmaya devam etmeyiz, demekti.

Bu sırada Hz. Ali o meclise geldi. Rasulullah Hz. Ali'ye sordu:

- Ya Ali, iyilik ettiğin biri sana kötülük etse ne yapardın?

- Yine iyilik ederdim.

- Yine kötülük yapsa?

- Yine iyilik yapardım.

Hz. Peygamber soruyu tam yedi defa tekrarladı. Hz. Ali yedi defasında da "yine iyilik ederdim" diye cevap verdi. Ashab,

- Ya Rasulallah, Ali'yi çok sevmenizin sebebini şimdi anladık, dediler.

Kaynak: İsmail ÖZCAN - Kıssadan Hissel


yüksel2 22 Kasım 2007 20:16


Resûlüllüh (s.a.v.) bir adam gelerek:
- Yâ Resûlüllüa! Falanca komşum, hurma saplarını benim bahçeme koyuyor. Bana eziyet veriyor, dedi.
Allah Resûlü o zâtı çağırarak, ona:
- Filancanın bahçesine koyduğun hurma saplarını bana sat, teklifini yaptı. Adam:
- Olmaz dedi. Allah Resûlü:
- Öyle ise bana hediye et onları, dedi. Adam bu teklife de:
- Olmaz dedi. Allah Resûlü son bir teklifte bulundu:
- Peki, cennette karşılığı verilmek şartı ile onları bana ver! Adam, bu son derece câzip teklife de:
- Olmaz, karşılığını verince, Allah Resûlü, şöyle söylemekten kendini alamadı:
- Selâm vermekten kaçınan kimse dışında, senden daha cimrî bir kimseyi görmedim.


yüksel2 27 Aralık 2007 20:17

1’den önce sayı var mı?
Allahü teâlâyı inkâr eden zeki bir dehri [ateist] vardı. Hıristiyan din adamları bu dehriye cevap veremeyince, sana ancak İslam âlimleri cevap verebilir diyerek onu Basra’ya gönderirler. Basra’ya gelip, dünyada bana cevap verebilecek bir âlim bulamadım der. Herkese meydan okur.

Hammad hazretleri (hele önce bizim çocuklarla tartış, gerekirse âlimlerle görüşürsün) der, onun karşısına genç yaştaki Numan bin Sabit’i [imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerini] çıkarır. Dehri, çocuk denilecek yaştaki bir gençle tartışmayı gururuna yediremez. Kürsüye yumruk vurur, “Hani nerede, o meşhur âlimleriniz” der.

Genç Numan bin Sabit onu, onun silahı ile vurur. “Ne o der, demek benden korkmaya başladın?” Dehri bu söze tahammül edemeyerek ilk sorusunu sorar:
- Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmaması mümkün mü?
- Mümkündür.

- Nasıl olur?
- Sayıları bilirsin birden önce hangi sayı vardır?

- Bir şey yoktur.
- Mecazi bir olanın önünde bir şey olmayınca, hakiki bir olanın önünde ne olabilir?

- Peki hakiki olanın yönü ne tarafadır?
- Mumun ışığı ne taraftadır?

- Bir tarafta denemez.
- Mecazi ışık için böyle denirse ebedi nur olan için ne denebilir?

- Her var olanın bir yeri olması gerekmez mi?
- Mahluklar için öyledir.

- İlah kâinatta ise, bir yerde görünmesi gerekmez mi?
- Yaratan ile yaratılan mukayese edilmez ama sütte yağı görebiliyor musun?

- Görülmez.
- Sütte yağ olduğu bir gerçek iken, göremiyoruz diye nasıl inkâr edilir? Ben de sana bir soru sorayım: Senin aklın var mı?

- Elbette var.
- Var olan şey görünür dedin. Aklın varsa gösterebilir misin?

- Peki O, şu anda ne yapmaktadır?
- Sen bütün soruları kürsüden sordun. Biraz da ben kürsüden cevap vereyim.

- Peki geç kürsüye.

İmam-ı a’zam olacak bu genç, kürsüye çıkıp, “Allahü teâlâ şu anda, senin gibi imansız bir dehriyi kürsüden indiriyor ve benim gibi bir muvahhidi kürsüye çıkarıyor” der ve ardından Rahman suresinin (Öyle iken Rabbinizin hangi nimetlerini inkâr edebilirsiniz?) mealindeki 28. âyetini okur. Kalabalık hep bir ağızdan istiğfara başlar. Bu arada dehri çoktan uzaklaşıp gitmiştir.


arwen 4 Ocak 2008 04:19

Hadim-ül harameyn deYavuz Sultan Selim Han, Mısır'ı fethetmiş ve hilafet 1516 yılında Abbasilerden Osmanlılara geçmişti. Cuma günü Ümeyye Camiinde Cuma namazı kılınırken, imam Hutbede halifenin ismini zikredip (Hakim-ül harameynişşerifeyn = Mekke ve Medine'nin hükümdarı) dedi. Yavuz hemen oturduğu yerden ayağa kalkarak, (İmam efendi, Hakim-ül harameyn deme, Hadim-ül harameyn = Mekke ve Medine’ye hizmet eden de) dedi.



yüksel2 6 Ocak 2008 21:08

Genç bir delikanlı senelerce yurt dışında
>okuduktan sonra vatanına ateist
>olarak geri döner. Üç sorusuna hiç
>kimse cevap veremediğinden dolayı
>canı gayet sıkıntılıdır.
> Ebeveyni oğullarına yardım etmek niyetiyle büyük
>ilim sahibi olan köyün hocasına
>***ürürler. Hoca ve delikanlının arasında
>geçen dialog şöyle devam eder.
>
> Delikanlı: Kimsin sen? Sorularıma
>cevap verebilecek misin?
>Hoca: Allah'ın bir
>kuluyum ve Onun izniyle sorularına cevap
>verebileceğim.
>
>Delikanlı: Emin misin? Proferserler bile cevap veremedi bana.
>Hoca: Allah'ın izniyle cevap vermeye çalışırım
>Delikanlı: 3 sorum var
>1. Allah yaşıyor mu? öyle ise,şeklini bana göster

>2. Takdir (kader) nedir?
>3. Eğer şeytan ateşten yaratıldıysa
>neden cehenneme yollanıyor,
>cehennemde ateş dolu değil mi?
> Ateş ateşi nasıl yaksın. Tanrı bunu düşünemedi mi?
>
>Bu arada, aniden bizim hocamız
>delikanlının başı üzerinde bir saksı kırar.
>
> Delikanlı canı yana yana sorar; Neden sinirlendin ki?
>Hoca: Sinirlenmedim. Bu benim üç
>soruna bir cevabım der.
>Delikanlı: Hiç birşey anlamadım.
>Hoca: Nasıl hissetin kendini saksıyı
>başında kırınca
> Delikanlı: Tabii ki, fena bir acı hissettim.
>Hoca: Yani, acının varlığına inanıyor musun?
> Delikanlı:
> Evet
>Hoca: Bana bu acının şeklini göster ozaman!
>Delikanlı:Gösteremem.
>Hoca: Bu benim ilk cevabım. Herkes
>Allah'ın varlığını hisseder ama
> Allah'ı göremez.

>Hoca: Dün gece rüyanda benim
>başında saksı kırdığımı gördün mü?
>Delikanlı:Hayır.
>Hoca: Bugün böyle birşey ile
>karşılaşacağını hiç düşündün mü?
>aklındangeçti mi?
> Delikanlı:Hayır
>Hoca: Bu işte takdir dir (kader)
>Hoca: Biz neyden yaratıldık?
>topraktan yaratılmış değil miyiz?
>Delikanlı: Evet böyle denir.
>Hoca: E o zaman ? Saksıda topraktan
>yapılmadı mı? Allah isterse ateşten
> yaratılan şeytanı ateşin içinde
>cezalandıramaz mı?


Misafir 11 Ocak 2008 02:22

Annenin İhtiyacı Var
Ebû'l-Haseni'l-Harkânî (k.s) hazretleri şöyle anlatır:
İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete muhtaç bir anneleri vardı. Her gece kardeşlerden biri annenin hizmeti ile meşgul olur, diğeri Allah Teâlâ'ya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allah Teâlâ'ya ibâdet kardeş, yaptığı ibâdetten, duyduğu hazdan dolayı kardeşine:
- Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim, dedi.
- Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüya gördü.

Rüyasında bir ses ona:
- Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık, deyince genç:
- Ben Allah Teâlâ'ya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz, dedi.

Ses ona:
- Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız yok. Fakat, kardeşinin annene yaptığı hizmetlere annenin ihtiyacı vardı, karşılığını verdi.


EDEBALİ 28 Şubat 2008 11:52

Hz. Cebrail’i ağlatan iki önemli an
 
Bir bayram günü Peygamber Efendimizin torunları Hz. Hasan'la Hüseyin'in elbise istediği rivayet edilir. Peygamber Efendimiz yoksul… Damadı Hz. Ali ve kızı Hz. Fatıma fakir. Hz. Cebrail'in bile gözünü yaşartan güzide torunların bu isteği, iki tane bembeyaz kumaştan elbiseyi Peygamber Efendimize hediye etmesiyle neticelenir. Ama çocuklar pek memnun kalmazlar ve "keşke renkli olsaydı" diye ağlamaya başlarlar.

Torunları Hasan ve Hüseyin’in elbisenin rengini beğenmemesi üzerine Peygamberimiz Hz. Cebrail'e bakar. Hz. Cebrail, Efendimiz'e, "su atın üzerine Efendim, çocuklar hangi rengi istiyorsa o renge bürünsün" der. Efendimiz elbiselerin üzerine biraz su serptiğinde Hz. Hasan'ın elbisesi sarıya, Hz Hüseyin'in elbisesi kırmızıya dönüşür. Hz. Cebrail ağlamaya başlar. Peygamber Efendimiz bunun üzerine, "Çocuklar memnun kaldılar. Niye ağlıyorsun ki?" der. Hz. Cebrail, "Ne acı ki, Hz. Hasan ileride zehirlenerek vefat edecek. Hz. Hüseyin al kanlarla öbür âleme yürüyecek". Bu renkler onun rengidir.

Taberani'nin Mu'cemu'l-Evsat'ta belirttiğine göre, Enes bin Malik (R.A)'dan şöyle rivayet edilmiştir: Bir gün Hz. Cebrail alışılmışın dışında bir saatte Hz. Peygamber (S.A.V)'e geldiğinde yüzünün rengi iyi değildir. Hz. Peygamber kendisine: "Niye yüzünün renginin uçuk olduğunu" sorduğunda Hz. Cebrail şöyle der; “Cehennem ateşinin, kabir azabının her şeyden ağır olduğunu bilen kimsenin bunlardan emin olmadıkça (yani oraya girmeyeceği garanti olmadıkça) yüzü gülmemelidir" der.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (S.A.V) Cebrail'e: "Ey Cebrail! Bana cehennemi anlat" der. Cebrail yüreklere korku salan müthiş şeylerden bahseder. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "Bu kadar yeter, daha anlatma! Nerdeyse kalbim parçalanıp öleceğim" der ve ağlamaya başlar.

Fakat Cebrail'e bakınca onun da ağladığını görür. Bunun üzerine, "Ey Cebrail! Allah katındaki mevkiine ve derecene rağmen sende mi ağlıyorsun?" der. Hz. Cebrail şöyle cevap verir: "Neden ağlamayayım ki? Kim bilir belki de benim de başıma Şeytan’ın başına gelen şeyler gelebilir. Zira (başlangıçta) o da meleklerdendi. Kim bilir Harut ile Marut'un uğradığı akıbete ben de uğrayabilirim." Cebrail’in bu sözleri üzerine ikisi beraber ağlamaya devam ederler. Nihayet kendilerine şöyle bir ses gelir: "Ey Muhammed ve Ey Cebrail! Allah sizleri kendine asi gelmekten emin kıldı."


EDEBALİ 28 Şubat 2008 11:55

Leyla'nın Aşkından
 
Leyla'nin Aşkindan Bir gün bir derviş namaz kılıyordu...

Önünden mecnunun geçtiğini gördü...

Derviş namaz kılarken önünden geçmenin ne kadar günah olduğunu biliyordu...

Bu yüzden hemen mecnunun yanına gitti...

Biraz sert çıkıştı...

-Sen niye namaz kılarken önümden geçtin bilmiyormusun günahını?

Mecnun gayet sakin bir şekilde şöyle manidar bir cevap verir:

-Kardeşim hakkını helal et.özür dilerim...
kusura bakma ben leylanın aşkından seni görmemiştim.peki ama sen namazda iken mevlanın aşkından beni nasıl gördün...!!!


asla_asla_deme 28 Şubat 2008 13:40

Terbiye Yaratilisa Baglidir

Eski iran hükümdarlarından biri vezirine oğlunun hocasından yakınıyordu:

- Ben istiyorum ki oğlum ilim öğrensin, benim yerime iyi bir hükümdar olsun, o ise devamlı müzikle, sesle, sazla meşgul Demek ki hocası buna iyi bir yön veremiyor

Vezir aynı görüşte değildi:

- Hükümdarım hocanın elinde mucize yok Çocuğun kabiliyeti neye ise hocası ancak onda ilerlemesine, olgunlaşmasına yardım edebilir İnsanın tabiatı değiştirilemez Terbiye yaratılışa tabidir

Hükümdar aksi görüşteydi Terbiye ile yaratılışa yön verebileceğini iddia ediyordu Bunu kanıtlamak için bir akşam sarayında bir eğlence düzenledi Bu eğlence sırasında eğitilmiş kedilerin bir gösterisi de yer aldı Bu kediler, sırtlarında, bir tabak içinde yanan mumları taşıyorlar ve onları

düşünmüyorlardı Hükümdar vezire bu kedileri göstererek:

- Görüyorsunuz, terbiyenin nelere gücü yetiyor, dedi

Vezir karşılık vermedi Olumlu, olumsuz bir şey söylemedi Yeni bir eğlence gecesini bekledi Bir başka gecede düzenlenen eğlenceye gelirken yanında gizlice bir kaç tane fare getirdi Kediler gösteriye başladığı zaman bu fareleri kedilerin ortasına doğru salıverdi Fareleri gören kediler sırtlarındaki tabağı, mumu unutup farelerin peşine takıldılar Mumlar, tabaklar hepsi bir yana yuvarlandı Yanan mumlardan yerdeki halılar tutuştu Ortalık bir anda ana-baba gününe döndü Tam bu esnada vezir padişaha yanaşıp iddiasını kanıtlamanın gururuyla şöyle dedi:

- Gördünüz mü padişahım terbiye yaratılışa tabidir


EDEBALİ 29 Şubat 2008 00:27

Batmayan gemi Ebu Müslim-i Saftar, evliyanın büyüklerindendi. Bir gün gemi ile yola çıktı. Yanında çok kimseler de vardı. Aniden ters yönden bir rüzgar çıktı. Dalgalar yükseldi. Gemi batacak gibi oldu. Gemide olan yükü denize attılar. Yardım istediler.

Ebu Müslim diyor ki:
Bizimle beraber gemide kim olduğu bilinmeyen bir köylü vardı. Yanında bir mushafı vardı. Oradan kalktı ve mushafı elinin üzerine koydu ve şöyle yalvararak dua etti: (Ya Rabbi! Eğer bir kimsenin elinde dünya sultanından bir mektup bulunursa, hiç kimse ona saldıramaz, zarar veremez, belalardan emin olur.) Mushafı kaldırdı ve (Ya Rabbi! Bu senin kitabındır, bunu bize verdin. Ellerinde senin kitabın bulunan kullarını suda boğmak keremine yakışmaz. Bizi tehlikeden kurtar.)

Derhal dalgalar döndü ve deniz süt liman oldu ve sağ salim gittik.


asla_asla_deme 3 Mart 2008 19:55

Allah Rizasi
 
Allah Rizasi

Vakti zamanında odunculukla geçinen, çalış kan, dürüst, dindar bir adam vardı O zamanda yaşayan bazı insanlar, yakın bir çevrede bulunan ve nadir yetişen bir ağaca kutsallık izafe etmişlerdi Adaklarını, dileklerini o ağaç aracılığıyla yapıyorlardı Bu oduncu anılan ağacı şirk (Allah'a ortak koşma) sebebi olarak görüyordu ve bunun için kesmeye karar verdi O zamana kadar kimse buna cesaret edememişti Oduncu bir gün baltasını aldı ve verdiği kararı uygulamak üzere yola koyuldu Yolda karşısına acayip görünüşlü, insana güven vermeyen biri çıktı Oduncu "sen kimsin?" diye sordu, o da "Ben şeytanım" diye cevap verdi Oduncu "Vay alçak vay hain demek insanları yoldan çıkaran sensin, şimdi seni geberteyim" diye söylenip üstüne çullandı Bir anda şeytanı altına alıp boğazına abandı "Demek ki insanları kandırıp o ağacı kutsallaştıran da sensin alçak herif" dedi Şeytan, "Boşuna uğraşma, çabalama, beni öldüremezsin, çünkü Allah tarafından kıya mete kadar insanları saptırmak için bana mühlet verildi Sen o ağacı kesmekten vazgeç sana bir öneride bulunacağım" diye karşılık verdi Oduncu "Kabule şayan ne önerin olabilir muzır herif?" diye çıkıştı Şeytan şu öneride bulundu:

- Sen o ağacı kesmekten vazgeçersen sana her sabah bir altın getirir yastığının altına koyarım Böylece seni geçindirmeye bile yetmeyen odunculuktan kurtulmuş olursun

Oduncu biraz yumuşar gibi oldu ve sordu:

- Peki vadettiğin bir altını getirmezsen ne olacak?

- O zaman bana dilediğini yap

Oduncu öneriyi, kabul etti, ağacı kesmeden geri döndü O gece yattı Sabah olunca yastığının altına baktı ve gerçekten bir altın konmuştu Buna çok memnun oldu Merakla ertesi günü bekledi Ertesi gün oldu ama yastığının altına para konmamıştı Belki başka bir yere koymuştur diye her yanı alt üst etti yine altın çıkmadı Buna çok içerleyen oduncu hemen bıçağını baltasını alıp şeytanı bulup öldürmek üzere yollandı Aynı yerde şeytanla yine karşılaştılar Oduncu şeytanı görür görmez hemen üzerine atıldı Ama önceki nin tersine şeytan kendisini bir un çuvalı gibi savurdu Adam kalktı, şeytanın üzerine yeni bir hamle yaptı Ama elini bile süremedi Artık insiyatif şeytana geçmişti Şöyle dedi:

- Boşuna uğraşma arkadaş, sen geçen sefer beni neredeyse haklıyordun, çünkü o zaman Allah rızası için yola çıkmıştın Şimdi ise bana kızgınlığın kendi nefsin için Bundan dolayı artık bana gücünü geçiremezsin, aksine sen mağlup olursun


asla_asla_deme 7 Mart 2008 14:03

En Büyük Keramet

Türk asıllı mutasavvıfların en büyüklerinden birinin Aziz Mahmud Hüdayi olduğunda şüphe yoktur Bugün Üsküdar'da adıyla anılan caminin avlusunda türbesi bulunan Aziz Mahmud Hüdayi I Sultan Ahmed'in de mürşidi idi Hükümdardan büyük saygı görüyor, kendi de hükümdarı seviyor ve sayıyordu Arayı pek fazla uzatmadan birbirini ziyaret ederlerdi Biri din ve maneviyatın ulusu, diğeri devletin ulusu bu iki insan uzun süre birbirini görmeden duramazdı Sultan Ahmed'in en mutlu anları şeyhiyle beraber olduğu anlardı Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri ziyaretine geldiğinde onun hizmetini bizzat kendisi yapardı Aziz Mahmud'un Topkapı sarayında yine padişahı ziyaret ettiği bir gün namaz vakti yaklaşmış, Aziz Mahmud Hazretleri de abdest alıp hazırlanmak istemişti Derhal leğen ve ibrik istendi Padişah suyu kendisi dökerek şeyhinin abdest almasına yardımcı oldu Bu sırada valide sultan (padişahın annesi) de kurulanması için havlu elinde bekliyordu Valide sultan bu sırada içinden şunu geçiriyordu: "Ah şu mübarek insan bir keramet gösterse de gözümüz açılsa ne olur?" Abdest almayı bitirmiş, kurulanmak üzere valide sultanın elindeki havluya uzanırken, valide sultanın içinden geçenlere vâkıf olan Hüdayi Hazretleri, "Dünyanın en büyük devletinin hükümdarının altın ibrikle su döktüğü, annesinin en nadide iplikten dokunmuş havlusunu tuttuğu insan, hiçbir sıfatı bu lunmayan, sıradan bir kul, bir abdi acizdir Bundan daha büyük keramet ne olabilir?"


zümra 8 Mart 2008 20:34

s.a (semum) hakkında gerçek bir bilginiz varmı???


asla_asla_deme 9 Mart 2008 11:11

Alıntı:

zümra adlı kullanıcıdan alıntı (Mesaj 967962)
s.a (semum) hakkında gerçek bir bilginiz varmı???


Semum bir tür ateştir.

“Andolsun ki biz, insanı pişmemiş çamurdan, kokuşmuş cıvık balçıktan yarattık. Cân’nı(cinleri)da (insandan) daha önce semûm ateşinden yarattık.” (Hicr, 26-27) buyurur. Ayetten anlaşıldığı gibi Cân(cinler), insanoğlundan önce yaratılmıştır. İnsanın yaratılışının, kainattın yaratılışında son halka olduğu düşünülürse, Cân (cinler) sondan bir önceki halka olarak yaratılmıştır.

Ayetteki “semûm ateşi” hususunda, bazıları, “Bu, ateşin alevidir.” demişler; bazıları da “O, öldürücü derecede sıcak olan sam rüzgarıdır.” demişlerdir. Önceki ayetin de yardımı ile, İbareden anlaşılan bunun bir çeşit ateş olduğudur. Fakat, bedenin gözeneklerine, yani derideki o küçücük deliklere nüfuz edip, içine işlediği için buna, “semûm” ismi verilmiştir. İnsanın içine işleyen rüzgara da bu yüzden “sam rüzgarı” denmiştir. Bir rivayette, “Semûm, dumansız ateştir. Yıldızlar da bu ateşten yaratılır.” denmiştirki, bu, “semum ateşi” ile geçen ayetteki “ateşin mârici”’nin aynı olduğunu gösterir. Buna göre aynı şeyi anlatan bu kelimelerden biri, o ateşin yalın, saf ve dumansız bir ateş olduğunu, diğeri de yakıcı ve kavurucu olduğunu anlatmış olur. Âlûsî “semum ateşi”ni, “fevkalade hararetli ateş” diye tefsir ederken buna işaret etmektedir.

Bazı hadislerde Cân’(cinler)nın yaratıldığı ateşin, bildiğimiz ateşlerden çok daha sıcak olduğu bildirilmektedir. Ebu Davud et-Tayalisî’nin İbn Mes’ud(r.a.)'dan naklettiği bir hadise göre, “Bu (dünyada gördüğümüz) ateşler, Cân’(cinler)nın yaratıldığı ateşten yetmiş kat daha hafiftir.”



yüksel2 10 Mart 2008 22:26

Birgun bir dervis, bir kucak dolusu elma ile bayirlar aşan
bir genc kiza rastlamis...
Bozkirin sicaginda yorgunluktan al almış kızın yanakları.
"Nereye gidersin? Ne doldurdun kucagina?" diye sormus dervis.
Uzak bir tarlayi isaret etmis kiz.
"Sevdigim çalışıyor orada. Ona elma götürüyorum."
"Kaç tane" diye soruvermiş baba dervis.
Kız şaşkın:
"Insan sevdigine götürdüğü şeyi sayar mi hiç?"

Usulca kırıvermis elindeki tesbihi dervis...!


asla_asla_deme 15 Mart 2008 14:47

Degisen Sizin Kalbiniz

Bir padişah, bir iki vezirini ve diğer erkandan birkaçını yanına alarak payitahta (başkente) yakın yerleşim merkezlerinde bir gezintiye çıkmıştı Payitahttan ayrılıp bir kaç saatlik bir yol katettikten sonra yolları üzerindeki bir nar bahçesinin kıyısında dinlenme molası verdiler Olgunlaşmış, tam kıvamını bulmuş olan narlar insanın iştahını kabartıyordu Padişah bahçe içinde çalışmakta olan yaşlı bir adamı yanına çağırdı sordu:

- Bu güzel nar bahçesi kimin?

- Bu nar bahçesi benimdir efendim, babamdan miras kaldı

- Oğlun, uşağın var mı?

- Allah bize oğul uşak vermedi efendim, bir karı kocadan ibaret iki kişilik bir aileyiz

- Peki ben de bu ülkenin hükümdarıyım, şuradan bir nar şerbeti sıksan da içsek

İhtiyar "başüstüne" dedi ve hemen gidip bah çe içindeki kulübeden kalaylı, tertemiz bir tas getirdi En yakındaki ağaçtan iki nar kopardı ve sıktı İki nar tam bir tası doldurdu Padişah içti ve

çok beğendi Bütün vücuduna bir zindelik ve ferahlık yayılmıştı İhtiyar çif çi padişahın beraberindeki herkese sırayla nar şerbeti ikram etti Padişah ve adamları bedenlerinin kazandığı bu zindelikle biraz yol almak için ihtiyara veda edip yola koyuldular Yolda şeytan padişahın kafasını karıştırmaya başladı "Madem birer ayakları çukurda olan bu yaşlı karı-kocanın mirasçıları yok, ne yapacaklar böyle güzel nar bahçesini, karşılığında bir kaç kuruş verip de bu bahçeyi ellerinden alayım" diye düşündü Padişah ve adamları akşama doğru geri dönerlerken aynı bahçenin yanında yine konakladılar Padişah ihtiyardan bir tas daha nar şerbeti yapmasını istedi İhtiyar sabahki kadar candan ve gönülden olmasa da bir tas nar şerbeti yapıp sundu Fakat padişah bu defa nar şerbetinin tadını pek beğenmedi Sabahkine hiç benzemiyordu Sordu:

- Baba ne oldu böyle, bu nar şerbeti sabahki ile aynı nardan değil mi? Bunun tadı hiç de hoş değil

- Aynı nardan evlat, aslında tadında da bir değişiklik yok, asıl değişen sizin kalbiniz Tebaanızın malına göz koydunuz, bunun için de narların tadı değişti.


yimake 15 Mart 2008 22:50

KÜÇÜK BİR ÇOCUK,

Deniz kenarına oturmuş, gözlerinide ilerdeki bir noktaya dikmişti.
Belki de bir saattir öylece duruyordu.Onun bu hâli, alışveriş için balıkçı sandallarının kıyıya dönmesini bekleyen bir ihtiyarın dikkatini çekti. Yaşlı adam, seke seke onun yanına gidip:
- Merhaba delikanlı!. dedi. Bu gün deniz çok harika değil mi?
Küçük çocuk, başını çevirmeden;
- Ama rüzgârlı, dedi. Topum denize düşünce sürükleyip götürdü.
Adam, çocuğun yanına oturup:
- Eğer biraz genç olsaydım, yüzüp onu alırdım!. dedi.
Ama şimdi adım bile atamıyorum.
Küçük çocuk, ona cevap vermedi. Ve kıyıdan uzaklaşan topunu daha iyi görebilmek için, hemen yanındaki tümseğe çıktı. Yaşlı adam, sakin bir ses tonuyla:
- Ümidini hiçbir zaman kaybetme!. dedi. Bence dua etsen çok iyi olur. Çocuk, büyük bir sevinçle:
- Dua etsem topum geri gelir mi? diye sordu. Denize düştüğü yeri bilir mi?
- Allah isterse eğer, ona öğretir!. dedi ihtiyar. Topun geri gelmese de, duaların sevabı sana yeter.
Küçük çocuk, yaşlı adamın sözlerini biraz düşündükten sonra, her okuduğunda dedesinden bahşiş kopardığı duaları ard arda sıraladı. Daha sonra da, topun dönmesi için Allah'tan yardım istedi. Ama üzüntüsü azalmamıştı.
O topa bir sürü para harcamış, bayram parasını bile ona katmıştı.
Şimdi artık tek şansı, bazen olduğu gibi, rüzgârın âniden yön değiştirmesiydi. Ama deniz çok büyüktü, topu ise küçücük. Akşam üstü hava biraz daha sertleşti. Ve güneş batmak üzereyken sandallar döndü.
Çocuk, eve gitmek istemiyordu. Bu yüzden de ihtiyarla birlikte oyalandı.
Yaşlı adam, hep aynı balıkçıdan alışveriş yapardı.
Sonunda onu bulup:
- Avınız inşallah iyi geçmiştir!. dedi Eğer varsa, birkaç kilo alabilirim.
Sandaldaki adam, bir kova içindeki balıkları gösterip:
- Zaten ancak o kadarcık tutmuştum, dedi. Denizde "av" diye bir şey kalmadı.
- Dua etmeyi denediniz mi? diye atıldı çocuk. Ümidinizi sakın kaybetmeyin!.
Balıkçı için her şey tesadüftü. Bnun için de "rasgele" derlerdi.
Ama şimdi bir şey hatırlamıştı. Yıllar yılı unuttuğu bir şeyi.
Çocuğun yanaklarını okşarken:
- Dua ha!. diye mırıldandı. O zaman tutar mıyım?
- Tutamasanız bile, duaların sevabı size yeter, dedi çocuk.
Bunu yeni öğrendim. Balıkçı, böyle bir sözü ilk defa duyuyordu.
Başını ağır ağır sallayarak:
- Ben de yeni öğrendim!. diye gülümsedi. Üstelik de küçük bir öğretmenden.
Çocuk, bu sözlerden çok hoşlanmıştı.Artık topun gitmesine üzülmüyordu. Yanındaki yaşlı adam ona bir göz kırparken, balıkçı tekrar sandala yöneldi ve ağların üzerindeki eski örtüyü açtı.
Bir top vardı orada.Henüz ıslak olduğundan, ışıl ışıl parıldayan bir futbol topu. Balıkçı, onu çocuğa uzatıp:
- Öğretmenlerin hakkı hiç ödenmez!. dedi. Bunu biraz önce denizde buldum!.
Küçük çocuk, rüyada olmalıydı. Hiç beklenmedik şeylerin yaşandığı bir rüya. Aceleyle sağa sola bakındı. Ama her şey gerçekti. Balıkçı da, sandal da, ihtiyar da...
Topu ise, işte ellerindeydi. Ona sıkıca sarılıp:
- Bir daha benden izinsiz gezmek yok!. dedi. Ya dua etmeseydim ne olurdun o zaman?

SİZLERDE DUA ETMEYİ DENEDİNİZMİ SIKINTILI ANLARINIZDA?...
BELKİ DUALARINIZ HEMEN GERÇEKLEŞMEYEBİLİR AMA O DUALARIN SEVABI YETER SİZLERE...
YENİ ÖĞRENDİM BENDE....
DUA EN KIYMETLİ BİR HAZİNE BİZİM İÇİN..
BİTER DİYE KORKMAYIN İSTEDİĞİNİZ KADAR KULLANIN...
ÖYLE BİR HAZİNE Kİ SINIRSIZ VE KARŞILIKSIZ VERİLMİŞ HEMDE..


Gabriella 19 Mart 2008 17:51

Cennet'in Hanımefendisi
 
Peygamberimiz Efendimiz (sav); ahirete rihlet edeceğini, vefatından evvel bir sır olarak Hz. Fatıma validemize söylemişlerdi. Hz. Fatıma ise, bu sırrı Efendimizin vefatından sonra bilrdirmiştir


Âişe (rah) şöyle dedi:
Peygamber (sav)’in hanımları onun yanında otururlarken Fâtıma tıpkı Resûlullah (sav) gibi yürüyerek çıkageldi. Resûl–i Ekrem onu görünce sevindi ve “merhaba kızım” diyerek sağ veya sol yanına oturttu. Sonra Fâtıma’nın kulağına bir şeyler fısıldadı. Fâtıma yüksek sesle ağlamaya başladı. Onun aşırı üzüntüsünü görünce kulağına bir şey daha fısıldadı. Bu defa Fâtıma güldü. Fâtıma’ya:
– Hanımları yanındayken Resûlullah (sav) sadece sana bir sır verdi; sen de ağladın, dedim ve Resûlullah kalkıp gidince, ona: “Resûlullah (sav) sana ne söyledi?” diye sordum. Fâtıma:
– Resûlullah (sav)’in sırrını kimseye söyleyemem, dedi.
Resûlullah (sav) vefat ettikten sonra da:
– Senin üzerindeki analık hakkıma dayanarak Resûlullah’ın sana verdiği sırrı bana söylemeni istiyorum, dedim.
Fâtıma:
– Şimdi olabilir, dedi ve şunları söyledi: Resûl–i Ekrem kulağıma ilk defa bir şey söylediğinde, Cebrâil’in nâzil olan Kur’an âyetlerini baştan sona okumak üzere her yıl bir –veya iki– defa geldiğini, fakat bu yıl aynı maksatla iki defa geldiğini söyledi ve “Ecelimin yaklaştığını anlıyorum; ALLAH’a karşı saygıda kusur etme ve sabırlı ol! Benim senden önce gitmem ne iyi!” buyurdu. Bunun üzerine gördüğün gibi çok ağladım. Benim çok üzüldüğümü görünce, kulağıma tekrar bir şeyler fısıldayarak: “Fâtıma! Mü’min hanımların – veya bu ümmetin kadınlarının– hanımefendisi olmak istemez misin?” buyurdu. O zaman da gördüğün gibi güldüm.
(Buhârî, Menâkıb 25, Fezâilü ashâbi’n–nebî 12, Megâzî, 83, İsti’zân 43; Müslim, Fezâilü’s–sahâbe 97–99).


ALLAHü Teala bizleri şefaatinden mahrum eylemesin!





alıntıdır


yüksel2 27 Mart 2008 20:54

HELAL VE HARAM
Gencin birisi Kabe’de hep, - “Ey doğruların yardımcısı olan Allah’ım, Ey haramdan sakınanların yardımcısı olan Allah’ım, sana hamdü sena ederim,” diye dua eder. Bu durum herkesin dikkatini çeker. Birisi: - “Neden hep aynı duayı yapıyorsun, başka birşey bilmiyor musun?,” der. O da anlatır: Yedi sekiz sene önce yine Kabe’de iken içi altın dolu bir torba buldum. Tam bin altın vardı. İçimden bir ses: - “Bu altınlarla, şunları şunları yaparsın” diyordu. Hayır dedim kendi kendime. Bu benim değil. Başkasının malı, kullanmam haram olur dedim. Bu sırada birisi - “Şöyle bir torba bulan var mı?” diye bağırıyordu. Çağırdım onu. - “Nasıl bir torbaydı? İçinde ne vardı?” diye sordum. Torbayı tarif etti ve “İçinde bin altın vardı” dedi. - “Torban burada.” diyerek verdim. Adam torbayı açıp bana otuz altın verdi. Pazara gittim. Temiz yüzlü genç bir esiri överek satıyorlardı. Gencin temizliği dikkatimi çekti. Yanlarına gittim, - “Bu köle için ne istiyorsunuz?” dedim. “Otuz altın dediler”. Adamdan aldığım otuz altını verip genci satın aldım. Bir iki yıl geçti. Genç çok çalışkan, çok edepli idi. Onu aldığıma çok memnun olmuştum. Bir gün onunla giderken karşıdan iki üç kişi geliyordu. Genç bana dedi ki, - “Efendim, ben Fas emirinin oğluyum. Bu gelenler babamın adamları. Beni buldular. Senden beni satın almak isterler. Sen iyi bir insansın. Onlara otuz bin altından aşağıya satma.” dedi. O kişiler yanıma geldi. - “Bu esiri bize satar mısın?” dediler. “Satarım.” dedim. “Altmış altın verelim.” dediler. Ben de “Olmaz.” dedim. - “Sen bunu pazardan otuz altına almadın mı? Biz sana iki mislini veriyoruz” dediler. - “Öyleyse gidin pazardan alın.” dedim. Arttıra arttıra yirmibin altına kadar çıktılar. Otuzbin altından aşağı olmaz dedim. Çaresiz kabul ettiler. Ben o otuzbin altın ile işyerleri açtım. Ticaret yaptım. Daha çok zengin oldum. Bir gün bana arkadaşlarım, - “Çok zengin bir ailenin iyi bir kızı var. Babası yeni vefat etti. Onunla seni evlendirelim.” dediler. - Ben de “Olur.” dedim. Nikah kıyıldı. Deve yükleri çeyizini getirdiler. Çeyiz arasında bir torba dikkatimi çekti. Kıza, “Bu nedir?” dedim. - “İçinde 970 altın var. Babam Kabe’de bunu kaybetmiş. Bulan gence otuzunu vermiş. Kalanını da bana hediye etti. Çeyizine koyarsın dedi” diye anlattı. Demek ki bulduğum altınlar benim rızkım imiş. Vermese idim haram yoldan gelecekti. Şimdi helal yoldan yine bana geldi. Bana yardım edip haramlardan koruyan, nice nimetler ihsan eden yüce Rabbim’e hamd ederim.


asla_asla_deme 6 Nisan 2008 15:50

Sarayda Iftar
 
Harun Reşid bir Ramazan günü Behlül'e tembih etti:

- Akşam namazında camiye git, namaza gelen herkesi iftara davet et.

Akşam oldu, namaz kılındı, namazdan sonra Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıka geldi. Harun Reşid şaşırdı:

- Behlül bunlar kim? Ben sana namaza gelen herkesi saraya iftara çağır diye tembih etmedim mi? Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin..

- Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra bendeniz cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış.


Gabriella 6 Nisan 2008 21:00

Bal Tefsiri

Hz. Ali Kerimetullahi vecheh,bir gün gazadan hanesine geldiğinde ,Hz.Ebubekir Sıddık(R.A),Hz.ÖmerRadyallahu Anh,Hz. Osman(R.A)gelip Hz.Ali'ye "gazan mübarek olsun" demişler.Hz.Fatimetüzzehra(R.Anhü)onlara ikramen,kalaylı bir tas içinde bir tas bal getirmiş,balın üszerinde ince bir kıl görmüşler...HzEbuBekir(R.A) "Dördümüz de birer açıklama yapalım" buyurmuşlar.

HZ.EBUBEKİR SIDDIK (R.A.)


Namaz kılanın kalbi nurludur bu tastan, namaz kılmak tatlıdır bu baldan .Namazı Tadili-erkanına uygun kılmak incedir bu kıldan.

HZ.ÖMER(R.A)

Misafir seven hane sahibinin kalbi nurludur bu tastan,Misafirlerle sohbet edip,onlara ikram etmek ,tatlıdır bu baldan.Misafirin kalbi incedir bu kıldan.


HZ. OSMAN(R.A)


Kuran okuyanın kalbi nurludur bu tastan,Alimlerle sohbet etmek tatlıdır bu baldan, Kurana mana vermek incedir bu kıldan.....


HZ.ALİ RADYALLAHU VECHEH


Gazaya giden gazilerin kalbi nurludur bu tastan,Kafirlerle cenk edip al kanlar içinde kalmak tatlıdır bu baldan,Üzerine kul hakkı geçirmeden hanesine dönecek insan incedir bu kıl dan.....

HZ.FATİME TÜZZEHRA (R.A)

Erkeği ile hoş geçinmek,ona cefa etmemek,tatlıdır bu baldan,Erkeğinin rızasını yerine getirmek incedir bu kıl dan....

HZ.PEYGAMBERİMİZE (S.A.V) haber salmışlar efendimiz gelmiş ve buyurmuşlarki;
Benim ümmetimin kalbi nurludur bu tastan,Benim şeriatım tatlıdır bu baldan,Benim şeriatım incedir bu kıl dan.....


HZ.CEBRAİL (A.S.) HAK TEALADAN VAHİY GETİRDİ;


Benim habibim Nübüvvet nuru ,nurludur bu tas tan ,cennet kefseri tatlıdır bu baldan,sırat köprüsü incedir bu kıl dan..buyurmuş..


Ondan sonra Resulullah(s.a.v.)el kaldırıp dua ettiler.---YARABBİ
bu bal tefsirini okuyana ikiyüz peygamber sevabı isteriz Sen den dediler Cebrailin önünde "AMİN" dediler.
Hak teala dan nida geldi"_YA MUHAMMED!! Her kim bu BAL TEFSİRİ ni okursa yahut okutursa ,yazıp evinde yada yanında taşırsa ,yazdırıp ümmetine hediye ederse ,izzet ve celalim hakkı için,ben o kimseye "ikiyüzyirmidörtbin peygamber sevabı veririm
buyurmuştur....
Bir kimse bu tefsiri okursa ve okutmaya devam ederse dünya darlığını görmez,fakru zarurete düşmez,ölürken hüsnü aleme nasip olur,ahirete iman ile gider va gelecek kaza ve musibiyetlerden kendisini Cenabı Hakteala muhafaza eder.Cümlesinin ruhları için lillahilFatihate maasselavat


Alıntıdır


asla_asla_deme 14 Nisan 2008 12:11

Birgün rasulullah aleyhissalatu vesselam cebraile(as) hiç zorlandığın bir an oldumu diye sorar :
cebrailde(as) evet ya resulhttp://www.ashabilyemin.com/images/smilies/Allah.jpg hemde dört kere diye cevap verdi.
Rasulhttp://www.ashabilyemin.com/images/smilies/Allah.jpg(sav) nasıl oldu diye sorunca cebrail şöyle cevap verir


1_birgün arşın altındaydım. Cenabı Allah bana emir verdi. ya cebrail halilullahımı (ibrahim as) nemrud ve askerleri ateşe fırlattılar .çabuk yetiş diye sert emir verince nasıl yetişeceğimi bilmiyordum.çünkü imkansız oraya kendi gücümle o anda yetişmek. ama http://www.ashabilyemin.com/images/smilies/Allah.jpgın emri ile göz açıp kapama gibi bir hızla orda oldum. benki ibrahimi (as) havada kucakladım.http://www.ashabilyemin.com/images/smilies/Allah.jpg ateşe emir verdi..ey ateş ibrahimi(as) yakma ona hiç olmadığın gibi serin ol. ve ozaman ben ve ibrahim (as) ataşe yavaş bir iniş yaptık ve ateş ize serin oldu.

2- yine arşın altındaydım http://www.ashabilyemin.com/images/smilies/Allah.jpgtan emir geldi. ya cebrail (as) ibrahim(as) bana oğlu ismaili (as) kurban ediyor git kurtar onu ve http://www.ashabilyemin.com/images/smilies/Allah.jpgın yardımıyla yetiştim ismaile(as).bıçağın keskin tarafına kapladım kendimi o anda http://www.ashabilyemin.com/images/smilies/Allah.jpg bıçağa emir verdi .ey bıçak ismaile(as) karşı kör ol kesme. ibrahim(as) beni bışakla beraber defalarca ismailin(as) boğazına vurdu sonuç alamayınca şiddetle yanı başındaki kayaya sallarken bıçağı,ben bıçağı kendi haline bıraktım ve http://www.ashabilyemin.com/images/smilies/Allah.jpgın bıçağa kes emri vermesiyle bıçak taşı zorlanmaksızın ikiye ayırdı.

3_yusufu (as) kardeşleri kuyuya atarken yine aynı yerdeydim.yinede yetişmem imkansızdı.tabiki http://www.ashabilyemin.com/images/smilies/Allah.jpgın emri ile orada belirdim. yusufu(as)kuyunun içini boylarkenyakaladım.

Peygamberimi aleyhissalatu vesselam sonuncu kimdi diye sorunca , cebrail:sizdiniz ya rasulhttp://www.ashabilyemin.com/images/smilies/Allah.jpg(sav) dedi. anlat dedi cebraile (as)

4_yine aynı yerdeydim http://www.ashabilyemin.com/images/smilies/Allah.jpgtan hiç böyle sert böylesine öfkeli bir emir almamıştım. kafirler habibimin rasulümün (sav) dişini kırdılar savaşta. hem vhttp://www.ashabilyemin.com/images/smilies/Allah.jpgi hem billahi o kanın zerresi yere düşsün yerde bitki bitirmem ve onları yerle bir ederim..diye emir verince http://www.ashabilyemin.com/images/smilies/Allah.jpgın emri ile size yetişip o mübarek ağzınızdan akan kanı semaya fırlattım......


asla_asla_deme 25 Nisan 2008 15:52

Gururdan Korkmak
 
Büyük Türk Padişahı Yavuz Sultan Selim,

sert ve gerektiğinde şiddete başvuran bir hükümdar olmakla beraber, dindarlığı, Allah'a ve Resulüne bağlılığı, bu konuda iddialı olan bir çoklarını geride bırakırdı Suriye ve Mısır'ı fethedip Kölemenler devletini yıktıktan sonra mukaddes emanetler ve "Müslümanların halifesi" unvanı kendine geçmişti Artık camilerde hutbeler Yavuz Sultan Selim adına okunuyor ve kendisinden "Hakimü'l-Harameyn" (Mekke ve Medine'nin hakimi) diye bahsediliyordu O bu "Hâkimü'l-Harameyn" ifadesini kutsal yerlere saygıyla bağdaşmaz bulmuş, "Hâdimu'l-Harameyn" (Mekke ve Medine'nin hizmetkârı) olarak değiştirmişti Dince kudsiyeti olan şeylere bu kadar saygılıydı Yavuz Sultan Selim "şir-pençe" denen ve o devirler için öldürücü olan bir hastalığa yakalanmıştı Bu hastalık kendisini iyice yatağa düşürdüğü bir sırada

Yavuz'un sohbet dostu Hasan Can artık yapılabilecek fazla bir şeyin kalmadığını anlatmak için, "Efendimiz artık Allah'la beraber olmanın zamanıdır" deyince, Koca hükümdar kendisini, "Sen bizi şimdiye kadar kiminle sanırdın hey Hasan Can?" diye paylamıştı

işte bu büyük hükümdar, iki yıl süren, önemli savaşlara sahne olan, büyük zafer ve kazançlar elde edilen Suriye ve Mısır seferinden dönüşte ikindi vakti bu günkü Üsküdar'a gelmişti Bütün beylere paşalara emir verdi ki gece oluncaya kadar Üsküdar'da kalınacak, karşıya karanlık basınca geçilecekti Bazı yetkililer gündüzden geçilmesini daha uygun bulduklarını, geceyi beklemenin niçin gerekli görüldüğünü sormak cesaretinde bulundular Padişah da açıklama büyüklüğü gösterdi: "Bütün dünyada yankı uyandıran büyük bir zafer, şan ve şerefle dönüyoruz Gündüzün istanbul'a geçtiğimiz takdirde halk büyük bir karşılama yapacak tezahüratta bulunacaktır Bu da nefsime bir gurur getirebilir Bundan Allah'a sığınırım Buna meydan vermemek için payitahta gece geçeceğiz"


mustakar 14 Mayıs 2008 10:34

Alıntı:

peymane adlı kullanıcıdan alıntı (Mesaj 153674)
...
Bir gün ikimiz de korkunç bir şeyle sarsıldık. Mutlu günler sona ermişti artık. Gül yüzlüm artık okuyamayacaktı. Okuluna devam edemeyecekti. Okuma hakkını elinden almışlardı. Çünkü beni tercih etmişti. Başörtüsünü... Olmadık hakaretlere uğruyor, herkes geleceğini bilir gibi karanlık masallar uyduruyorlardı. Artık bizim için yeni bir süreç başlamıştı. Gül yüzlüm baskılara direnecek, kendisiyle aynı yasaklara maruz kalanlarla yeni ve anlamlı dostluklar kuracaktı.. Zulme, sürgüne duçar edilmişti. Bu bir başörtüsü sevdası olmalı. Sabret gül yüzlüm, sabret! Şu an karanlık. Belki gecenin en koyu olduğu bir vakit. Şafak yakındır gül yüzlüm, şafak yakındır. Başak başak olacak bir gün ümitlerimiz. Allah’ın rahmet kanadının altında buluşacak bir gün ellerimiz.

Dilek DİNÇER

Güzel kompoze edilmiş ,tesekkurler.


fadedliver 2 Haziran 2008 19:43

İnsan 10 milyonu sadaka verecek olsa bu miktarı çok bulur ama 10 milyon ile mağazadan bir şey almaya gitse alacak bir şey bulamaz...



İlginç,

İnsan 10 dk zikir edecek olsa bu zamanı çok bulur ama bir film veya maç olsa bir buçuk saatlik zaman onun için hemen geçiverir...



İlginç,

bir futbol maçının uzaması insanın hoşuna gider ama Cuma namazında hutbenin birkaç dakika uzaması hiç de hoşuna gitmez...







İlginç,

insan duyduğu dedikoduya hemen inanir ve kabullenir ama kesin dogru oldugunu bildiği bir şeyi inat ederek hemen kabullenmez...







İlginç,

insan modayı her an takip eder ama Peygamberimiz (s.a.v ) sünnetini moda gibi bilmez veya bilse de uygulamaz...







İlginç,

insan camide bir saat ibadet ederek vakit gecirecek olsa onun icin zaman gecmek bilmez ama televizyona bakarken zaman onun icin cabucak gecer...



İlginç,

insan namaz kılarken, ibadet esnasında dünyevi konuları düşünmeyi sever ama normalde İslamiyet'i düşünmekten kaçınır...







İlginç,

insana bir sureyi veya surenin anlamını okumak zor gelir ama bir romanı okumak onun için kolaydır...







İlginç,

insan konserde ilk siralarda olmak icin çaba sarf eder ama camide ilk sıralarda olmak için çaba sarfetmez.







Aksine namazın sonunda hemen çıkıp gideyim diye son sıralarda olmak ister...







İlginç,

bir ayet ya da hadis ezberlemek insanın zoruna gider ama muzik listesi top 10'da olan şarkıların hepsini ezbere bilir...







İlginç,

insan ajandasında bir dini toplantı için zaman bulamaz ama dünyalık işler için çok zaman bulur.







İlginç,

insan İslami konuları dinlemeyi ve anlatmayi zor bulur ama dedikoduları dinlemeyi ve anlatmayı çok sever...







İlginç,

insan CENNET’E gitmeyi ister ama hicbir sey yapmadan...




İlginç,

insan her gün birilerinin ölüm haberini alır, ama yine de kendisinin de birgun öleceğini düşünmez...

İlginç,

insan her gün bir gün çürüyecek vücudunu daha formda tutmak icin yediklerine dikkat eder, cildine bakım yaptırır ama asla çürümeyen ruhu ve kurtuluşu için hiç dikkat etmez...

Sizce de İlginç, değil mi?



ALLAH HEPIMIZI ISLAH ETSIN!


Misafir 9 Ağustos 2008 13:57

Bir Küp Altın ve !


Geçmiş zamanın birinde bir adam, bir çiftlik evi yapmaya karar verdi. Bunun için güzel bir yer aradı ve aradığı yeri sonunda buldu. Araziyi sahibinden satın aldı. Hemen işe koyuldu. Önce kendine güzel bir ev, daha sonra hayvanları için bir barınak yaptı. Geri kalan arazi üzerine ise meyve ağaçları dikmeye başladı.

Bir gün arazide çalışırken kazmasının ucuna sert bir cisim takıldı. İçinden, “sert bir kaya parçası olmalı” diye düşündü. Ancak biraz daha kazdığında bir de ne görsün! Bir küp altın. Küpü bulunduğu yerden dikkatlice çıkardı. İçinden şunu geçirdi:
- Ben bu araziyi satın aldım; ama içindekileri satın almadım. Bu altınlar arazinin benden önceki sahibinin olmalı. En iyisi ben bu küpü ona teslim edeyim.
Adam hemen araziyi aldığı adamın yanına gittti ve durumu anlattı. Bu altın küpünü adama teslim etti. Adamı dikkatlice dinleyen arazinin eski sahibi şöyle dedi:
- Kardeşim, ben bu araziyi sana içindekileriyle beraber sattım. Bu altın küpü benim değil, senin. Çünkü arazi şu anda sana ait.
Karşı taraftaki adam ise altınları kendisinin alamayacağını söylüyordu. Aralarındaki bu anlaşmazlık uzayınca hakime gitmeye karar verdiler.
Mahkemeye vardıklarında durumu hakime arz ettiler. Hakim öncelikle toplumda böylesi insanların yaşadığı için Rabbine şükretti ve ardından her iki adama da bekâr çocuklarının olup olmadığını sordu. Adamlar şaşırmıştı. Konunun bekâr çocuklarla ne ilgisi olabilirdi ki?
Araziyi satın alan adam,
- Benim bir oğlum var, dedi.
Diğer adam ise,
- Benim de bir kızım var hakim bey dedi. Bunun üzerine hakim sözlerine şöyle devam etti:
- Efendiler! Sizin hakkınızda verdiğim hüküm şu: Çocuklarınızı birbiriyle evlendirin. Bu altınların bir kısmını da onlara düğün masrafları ve düğün hediyesi olarak harcayın. Bir kısmını kendi ihtiyaçlarınız için, geri kalan kısmını da Allah yolunda hizmette kullanın.
Her iki taraf da haklarında böyle bir kararın verileceğini akıllarının ucundan geçirmiyorlardı. Ancak bu karardan iki taraf da oldukça memnun kaldı. Çünkü bu sayede hem aralarındaki ihtilaf çözülmüş hem de akraba olmuşlardı. (Buhari, 3285; Müslim, 1721)
Hikâyeden çıkarılacak bazı dersler 1. İnsan, kul hakkı mevzuunda olabildiğine hassas olmalı. Meşru olmayan her türlü kazanç ancak hasâret getirir. Vücudunun her zerresi haramdan müteşekkil insanların meydana getirdiği toplum hiçbir zaman Cenab-ı Hakk’ın rahmetine liyakat kazanamaz. Bir toplum, kendini değiştirmedikçe de Cenab-ı Hakk onları değiştirmez. Durup dururken aziz bir cemaatı Allah zelil etmez, zelil ettiğini de aziz hale getirmez.
Allah Rasûlü, üzerinde kul hakkıyla musalla taşına yatırılmış bir insanın namazını kılmamıştır. Zira kul hakkıyla giden kendisine rahmetle dua edilme liyakatından mahrumdur. Kul hakkı hangi yol ve ne suretle geçerse geçsin insanın helakine sabep olur. Ahirete kul hakkıyla gidenlerin durumu çok zordur.
İslam, kul hakkına büyük önem vermiştir. Herkesin hesap endişesiyle titrediği kıyamet gününde, hiçbir suale tabi tutulmadan cennete girecek olan şehidin bile hesap vereceği tek husus, “kul hakkı”dır. Onun için her mü’min, üzerinde başkasına ait bir hak varken ölmekten şiddetle kaçınır. Böyle bir inanç, insana kendi kazancına başkalarını ortak etme hasletini de kazandırır. Zira içinde bir başkasının alın teri bulunmayan, hiçbir kazanç yok gibidir. İçinde bir başkasının hakkı olmayan kazanç, beraberinde vicdan huzurunu da getirir. Vicdanen huzurlu bir insan ise, çalışırken daha bir aşk ve şevkle çalışır.
2. İnsanlar bir konuda anlaşmazlığa vardıklarını kendi aralarını bulacak bir hakime gidebilirler. Hakim, her iki tarafı da dinlemeli ve her zaman haklının hakkını hak ettiği ölçüde vermelidir.'
Sayı: 246


MeLL 9 Ağustos 2008 16:17

Arkadaşlar bu kıssalarda okuduklarım arasında çok güzel,çok anlamlı konular buldum.Okuyamadıklarımda da bir o kadar anlamlı hikayeler olduğuna eminim...Allah(c.c.) ve hikmetlerine dair,onun doğru yoluna dair,böyle kıssalara değindiğiniz için Allah razı olsun sizlerden...


MeLL 12 Ağustos 2008 03:24

İHTİYARIN DERSİ

Bir zaman çok zengin bir adam, çocuklarına şöyle vasiyette bulunur:

Ben ölüp yıkanınca, şu eski çoraplarımı ayağıma geçirin, ben bunlarla gömülmek istiyorum.

Vakit saat gelir bu zengin vefat eder.

Cenaze yıkandıkdan sonra oğulları çorapları alıp getirirler:

Babamızın vasiyeti var, şu eski çorapları ona giydireceğiz derler.

Cenazeyi yıkayan hoca efendi bunu katiyyen kabul etmez.

Bu sefer müftüye çıkarlar. O da

Dinimizde böyle birşey yok deyip reddeder.

İster istemez, babalarının vasiyetinden vazgeçmek mecburiyetinde kalırlar.

Cenazeyi defnedip kabirden evlerine dönünce komşularından biri elinde bir mektupla gelir.

Babanız çok önceleri bu mektubu, bana vererek, benim cenazem gömülüp oğullarım eve dönünce kendilerine ver demişti der.

Mektubu açıp okuyunca, babalarının en son ibretli dersini şu ifadelerle verdiğini görürler:

Evlatlarım, işte gördünüz; eski çoraplarımı bile kabrime götüremedim. Aklınızı başınıza alınız. Ne yapacaksanız hayatta yapıp öbür aleme gönderiniz. Aldanmakta fayda yok.

Allah mekanını cennet etsın hem çocuklarına hemde ıyı bır ders verdiği için.
inna LİLLAHİ VE İNNA İLEYHİ RACİUN(şuphessiz Allahtan gelmiş ve Allaha döneceğiz)


asla_asla_deme 20 Ağustos 2008 11:46

Peygamberimizin sahabelerinden biri; bir akşam hurma çalan bir hırsızı yakalar ve 'seni Allah'ın resulûne götüreceğim der'. Adam yalvarmaya başlar ve 'çoluk çoçuğum aç onlar için çalmak istedim beni ne olur bırak' deyince sahabe dayanamaz bırakır ve ertesi gün peygamberimiz haberdar olmadığı hâlde olayı bilir ve sahabesine sorar 'hurmaları çalan hırsızı neden bıraktın' der. Sahabe de hırsızın söylediklerini anlatır. Peygamberimiz cevap verir 'sana yalan söylemiş bu akşam tekrar gelecek'Akşam olunca hırsız tekrar hurmaları çalmaya gelir fakat peygemberimiz akşam tekrar gelecek dediği için sahabe hırsızı beklemektedir. Tam hurmaları çalarken hırsızı tekrar yakalar ve 'seni Hz. Muhammed (s.a.v.)'e götüreceğim der. Hırsız yalvarır ama sahabe dinlemez bile fakat hırsız 'bir daha yapmayacağım allah aşkına' bırak deyince sahabe dayanamaz ve tekrar bırakır.Ertesi gün garip bir şekilde peygamberimiz yine durumu biliyordur ve sorar 'neden bıraktın' diye.. Sahabe de aynen anlatır. Peygamberimiz 'sana yine yalan söylemiş' diye cevap verir....vee 3. akşam olur hırsız tekrar gelir ve sahabe yine yakalar onu... Bu kez hırsızın yalvarıp yakarmaları fayda etmemektedir. Sonunda dayanamaz ve şunları söyler; 'seninle bir anlaşma yapalım. sen beni azad et, bende sana gerçekten işine yarayacak birşey öğreteceğim der ve bu öğreteceğim şey seni tüm kötülüklerden koruyacak der'. Sahabe kabul eder ve onu bırakır. Hırsız ona şunları söyler; 'her gece yatmadan önce Ayet-el Kürsi'yi oku. Bu dua okunan eve kötülük gelmez ve şeytan o eve yaklaşamaz der' ve gider.Ertesi gün peygamberimiz yine olanları sorar. Sahabe de aynen anlatır ve peygamberimiz şunları söyler; ' o hırsız çok yalancı biridir ama sana ilk defa doğruyu söylemiş. sen 3 gecedir yakaladığın hırsızın kim olduğunu biliyor musun diye sorar ve o kişi şeytan'ın kendisidir' diye cevap verir.


asla_asla_deme 1 Eylül 2008 16:48

ADALET

İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkümleri serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.
Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.
Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler. (1)
Kaynak:
1) Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi


ik_ra 16 Mart 2009 17:03

Bir Gün
 
''Hadi oğlum, dersine çalışsana! '' dedi, yalvaran gözlerle annesi... ''Bir gün'' dedi ve uyumasına devam etti çocuk.

Zaman su gibi akıp geçti. Bir- iki yıl hazırlık kursu aldıktan sonra üniversiteye girebildi. Bir gün fakülte arkadaşlarının; ''Bizimle cumaya gelmeye ne dersin?'' teklifine, ''Siz gidin bir gün olur ben de giderim.'' diye kaçamak cevap verdi.

İkinci sınıfa geçmeden fakülteden atıldı, ''Bir gün'' olup da çalışmak nasip olmadığından...İşsiz güçsüz dolaşırken, bir arkadaşı elinden tutup onu bir işe yerleştirdi.
Gün geldi, evlendi, çocukları oldu. Arkadaşı; '' Çocuklarına imandan, ahlâktan, kültürden bahsetsen, çok boş yetişiyorlar.'' dediğinde, ''Daha küçükler, hele bir büyüsünler.'' dedi.

Çocuklar büyüyüp, sorular sormaya başlayınca, onlara geçiştirici cevaplar vermeye çalıştı, ama bilgisizliğini bir türlü gizleyemedi, içinde bir eziklik hissetti. Bildiği bir şey vardı, bilgisizliğini yenebilmesi için kitap okulmalıydı.

'' İnsan neydi, niçin vardı?'' Evvelâ bu mevzu ile alâkalı kitapları taradı.Bulduğu kitap sayısı bir düzineyi geçmişti. Kasaya doğru ilerlerken, kitapların fiyatlarını şöyle bir hesapladı, olduğu yerde kaldı: ''Şimdi param az, elime toplu para geçecek nasıl olsa, o zaman gelir alırım.'' diye tasarladı ve dönüp kitapları yerine bıraktı. Eline para geçti ama kitapçıya uğramak aklına gelmedi...

Uzun bir aradan sonra işe giderken yolda sakat bir dilenci gördü, para vermek geldi içinden; ''Neyse?'' dedi, ''Dönüşte verebilirim.''

İşine yaklaşırken bir salâ sesi duydu, dikkat kesildi; meğer bir yakını vefat etmiş! İçine bir huzurszluk çöktü, ''Ya ölüm bir gün yakama yapışıverirse, zaten yaş da ilerlemekte...'' diye düşündü. Kendi kendine, ''Artık iç dünyama çeki düzen verme vakti gelmedi mi?'' diye sordu.cevabı, teredüdütsüz ''evet''ti ama işler de bu aralar hayli yoğundu, ''Hele bir yaza varalım tesisllerin açılışını yapalım, düşünürüz.'' dedi yine. Allah'ın günleri bitmezdi ya!..

Bir iş dönüşü gecekonduların arasından geçerken, çileli yılları geldi aklına bir burukluk hissetti.

Hay Allah! Bu gözyaşları da neyin nesi? Duygu selinin tazyikine daha fazla dayanamayıp, gözlerden sızan yaşlar, çağlayan oluverdi.Dermanı kalmayınca, çömelerek ağlamasını sürdürdü.

Tarifsiz hislerle çağladı ruhu, gözlerini silerek; '' Bunları kaleme almalıyım!'' diye mırıldandı Yine ''bir gün'' dedi; ''Gün gelir yazarım duygularımı...''

''Gün olur bir aya değer''di ama, bilmeliydi ki, o güne ulaşabilmek için, her günün kadrini bilip çabaları kilometre taşı yapmalıydı.

''Bir gün'' salâ sesiyle mahalle,sessizliğe büründü. İşe giderken, dikkatsiz bir şoförün kullandığı arabanın çarpmasıyla hayatını kaybetmişti. ...



'Ey Rabbimiz! biz kendimize zülmettik.Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz'(A'raf 23)


ik_ra 18 Mart 2009 23:40

Üzülme
 
Üzülme

Eğer günah işlediysen tövbe et, istiğfarda bulun, yanlış yaptıysan düzelt, O'nun rahmeti sonsuz, kapısı hep açıktır.
Üzülme Kaybettiğin şey için üzülme çünkü daha pek çok nimetlere sahipsin. Allah'ın sana bahşettiği diğer nimetleri düşün ve şükret. Allah'u Teala, "Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız buna güç yetiremezsiniz" buyurmuyor mu?

Üzülme

Ehli batılın sözlerinden dolayı üzülme, onların tenkitlerine sabrettiğin sürece mükafatlandırılacağını unutma.


Üzülme

İnsanlara ihsanda bulunduğun sürece üzülme. Çünkü mutluluğun yolu insanlara ihsanda bulunmaktan geçer.

Üzülme

Çünkü iyiliğin mükafatı on mislinden yedi yüz misline, kötülüğün karşılığı ise sadece mislince


Üzülme

Dünya, ne seçim, ne geçim dünyasıdır; dünya, bugün var yarın yok, imtihan dünyasıdır.

Üzülme

Hakk'ın rızâsına uygun düşen belâ, kulun sevgisini artırır.

Üzülme

Altın, ateş ile; iyi kul da belâ ve musibet ile tecrübe edilir. (Hz. Ali r.a.)

Üzülme

İnsanlar, başlarına gelen belâ ve musibetleri ondan daha büyükleriyle kıyas etselerdi, şüphesiz belâların bazısını âfiyet kabul ederlerdi.


Üzülme

Karşı karşıya kalabileceğin muhtemel bir musibet için en kötü ihtimal ne olabilir sorusunu kendine sor. Sonra bu muhtemel sonuca kendini alıştır, ona tahammül etme konusunda kendine telkinde bulun. "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" ayetini tedebbür ederek bu hali sakin bir şekilde iyimser bir tabloya dönüştürmeye bak.

Üzülme

Şunu unutma yaşadığın günün sınırları içinde yaşamazsan sıkıntı ve kaygıların artacak demektir. Biraz daha açarsak; Sabaha çıktıktan sonra artık akşamı bekleme, akşama kavuşunca da sabahı bekleme. Ne maziye takıl kal ne de gelecek kaygısı içinde ol. Yani ânı yaşa.

Üzülme

İnne maal usri yüsran / Her zorlukla birlikte kolaylık vardır. Yani kolaylık zorluğun içinde saklıdır!.. Bir başka ifade ile; kolaylık; zorluk zannettiğimiz şeyin taa kendisidir!..


alıntı


ik_ra 27 Mart 2009 09:19

Biri bizi gözetliyor!
 
Dünya binlerce senedir içindeki canlıları sürekli doldurup boşaltarak ilerleyen büyük bir ulaşım aracı gibi.Milyarlarca insan ve onların sıra dışı hikayeleri acıları ve sevinçleri ile yaşanıp ortadan kaybolup gidiyor mu?Hayır. Dinimizin bize öğrettiği en önemli şey, bu dünyada yaptığımız her şeyin Hafaza melekleri tarafından amel defterimize sürekli kaydedilmekte olduğudur.
Kısacık dünya hayatımızı ve yaşadıklarımızı, alelacele gerçekleştirdiğimiz bir market alış verişine benzetebiliriz. Her tarafta kameralar doludur. Her yapılan hareket kumanda odasından izlenmektedir. Her ürünün üzerindeki özel barkod eğer o ürün ücreti ödenmeden dışarı çıkarılmaya çalışılırsa kapıda sahibini fena halde mahcup edebilmektedir.
Herkes özellikle büyük şehirlerde mutlaka karlaşmıştır. Çıkıştaki özel elektronik kapıdan çıkan sinir bozucu sesi market güvenlik elemanlarının rahatsız edici telaşlı koşuşturmaları izler ve hedefteki müşteri kibarca kenarı alınır. ‘’Hey Alla, çocuk koymuş!’’ ifadeleri çoğu kez haklı olsa da o an yaşanan ‘’yer yarılsa da içine girsem’’ duygusu sahibini haftalarca meşgul edecek kötülüktedir.
İşte bunun gibi, on nefesimizde Cenab-ı Hakk’ın varlığı ve birliğine olan şahadetimizi yaptıktan sonra esas dünyaya geçiş yapacağız. Milyarlar, trilyonlarla sene ile bile ifade edilmeyecek olan ‘ebedi’ hayat için 60-80 senelik bu dünya hayatı gerçekten de ‘İki taşın arasında yapılmış bir alış verişten ’ farklı değil mi?
Efendimiz de zaten dünya hayatının mealen ‘bir kervanın ağacın altında yaptığı kısa dinlenme kadar’ olduğunu ifade ediyor.İnsanın biri sağ tarafında, biri sol tarafında oturmuş iki kaydedici melek (Hafaza melekleri) onun yaptıklarını alıp kaydetmektedir. (Kâf 17) Hemen bir sonraki ayette ise ‘İnsan hiçbir söz söylemez ki onun yanında yaptıklarını gözetleye ve kaydeden hazır bir melek bulunmasın’ denmektedir.
Günah işlerkenki umursamazlığımızı kırmak için Kur’an bizi şöyle uyarıyor: ‘’Siz günahları işlerken kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şahitlik etmesinden sakınıyordunuz.’’(Fussilet 22) Peki, Ahirette bu pişmanlık duygusunu yaşamamak için neler yapmamız gerekiyor?
Tek çare elimizden geldiğince Cenab-ı Hakk’ın huzurunda olduğumuzu unutmamak, eğer bir günah işlemişsek hemen samimi olarak tövbe etmektir.Bir tatlı sözün, bir sadakanın, her vakit için alacağımız taze abdestin küçük günahları sileceğini unutmamalıyız.
Yoksa ahirette bizi kim kurtarabilir ki?Ayette ne diyor: ‘’O gün, biz onların ağızlarını mühürleriz. Elleri bize konuşur, ayakları da kazandıklarına şahitlik eder.’’(Yasin 65)



http://www.resimrehberi.com/files/x-large-photo/image.php?image=dini-resim3.jpg&maxim_size=716


asla_asla_deme 19 Mayıs 2009 13:47

AZRAİL'in Can Alışı
 
AZRAİL'İN CAN ALIŞI

Cenabı Hak, Azrail Aleyhisselam'a;

"Ya Azrail!.
Bir kimsenin ruhunu alırken hiç üzüldüğün oldu mu?
diye sordu. O:

Ya Rabbi herşey Sana malûm...
Yalnız bir kulunun ruhunu alırken çok üzüldüm.
O da bir gemi dalgalar arasında parçalanıp batmıştı.
Fakat o gemide kundakta bir bebek vardı.
Anasının ölümü ernrolunmuştu.
Bebeğin annesinin ruhunu alırken çok üzüldüm.
Sonra o bebek bir tahta parçasının üzerinde karaya çıkarak kurtuldu ve öksüz kaldı, dedi.

Bu sefer Hak Teâlâ:
"Sevinerek ruhunu aldığın bir kimse hatırlıyor musun?
diye sual ettiğinde Azrail (Aleyhisselam):

Evet Ya Rab! Zalim bir hükümdar vardı.
Halk ondan bizar kalmıştı.
İşte o zalim sultanın ruhunu kabzederken de sevindim, dedi.
Allah (Celle Celaluhu):

"Kim olduğunu hatırlıyor musun, o zalim padişahın?"

Azrail Aleyhisselam:

Hayır hatırlamıyorum Ya Rab!..
deyince Cenabı Hak şöyle buyurdu:

"Hani o anasının canını üzülerek aldığın bebek varya, işte odur o zalim padişah!..!


asla_asla_deme 19 Mayıs 2009 13:53

ÜÇ SUAL VE BİR CEVAP
 
Mevlana Celaleddin-i Rumi'ye felsefecilerden bir grup geldi.
Sual sormak istediğini bildirir.
Mevla'na Hazretleri bunları Şems-i Tebrizi'ye havale etti.
Bunun üzerine O’nun yanına gittiler.
Şems-i Tebrizi Hazretleri mescit de, talebelerine bir kerpiçle teyemmümün nasıl yapılacağını gösteriyordu.
Gelen felsefeciler üç sual sormak istediklerini belirttiler.
Şems-i Tebrizi; "sorun" buyurdu.
İçlerinden birini sözcü seçtiler.
Hepsinin adına o soracaktı.
Sormaya başladı:
-"Allah var dersiniz.
Ama görünmez, göster de inanalım."
Şems-i Tebrizi Hazretleri;
-"Öbür sorunu da sor" buyurdu. O;
-Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azap edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azap eder mi? dedi.
Şems-i Tebrizi;
-"Peki öbürünü de sor" buyurdu. O;
-"Ahiret'te herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz.
Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın" dedi.
Bunun üzerine Şems-i Tebrizi, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu.
Soru sormaya gelen felsefeci, derhal zamanın kadısına gidip, davacı oldu. Ve;
-"Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu." Dedi.
Şems-i Tebrizi;
-"Ben de sadece cevap verdim." Buyurdu.
Kadı bu işin açıklanmasını istedi.
Şems-i Tebrizi şöyle anlattı:
-"Efendim, bana Allah-u Teala’yı göster de inanayım dedi.
Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim." Dedi.
Şems-i Tebrizi; "İşte Allah-u Teala’da vardır, fakat görünmez.
Yine bana, şeytana ateşle nasıl azap edileceğini sordu.
Ben buna toprakla vurdum.
Toprak onun başını acıttı.
Halbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı.
Yine bana; "Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın.
Bundan dolayı bir hak olmaz." Dedi.
Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum.
Niçin hakkını arıyor?
Aramasa ya!
Bu dünyada küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan Ahiret hayatında niçin hak aranmasın?" Buyurdu.
Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahçup olup, söz söyleyemez hale düştü.

Bir garson bile yemeğin sonunda der ki;
"Hesap Lütfen"
Bu hayatın sonunda hesap yok mu ? Zannedersin sen.
Hülasa ; Dünyada hesap yok ibadet var
Ahirette ibadet yok hesap var
Ya Rabbi cümlemizi mizanı ağır, hesabı kolay olanlardan eyle. Amin...!


Rockn 5 Haziran 2009 22:08

Sana kötülük yapanlari ALLAH`a havale et
 
insanne kadar kötülük işlemiş olursa olsunyine de gönlünde
İyi bir insan olmak özlemini duyar..
İnsanın hidayete gelme arzusundanyüreğinde bu güzel duygunun
Uyanmasından ümidimizi kesmememiz gerektirir..
Çöplükte bir gülün gülümsemesi sisler içinde bir güneşin görünmesi
Her zaman mümkündür.




Yüce Rabbinin taktir ve tecellilerine razı ol..
İnsanlara ve özellikle dünya ehline halinden şikayet etme.
Sonra Allah seni onlara bırakırperişan olursun..



İnsanlardan bir iyilik gördün zamanönce Allah’a şükretsonra ona vesile
olan kimseye teşekkür et..
Nimeti göndereni unutmagetireni de ihmal etme..

Sana kötülük yapanları Allah’a havale et..kötülüklerinden O’na sığın..
Eğer intikamla uğraşirsandaha büyük zararlara karşılaşırsın ve
Ömrünün boş yere harcamış olursun



asla_asla_deme 19 Haziran 2009 14:05

Bir annenin evlenecek kızına nasihati
 
İslâm Kadın Alimelerinden Ve Ahlakcılarından Ümame, Kızına izdivaç Yapacağı Zaman Şöyle Nasihatte Bulunmuştur:- Bak yavrum! Öğüt vermek, yani bir insana hayırlı yolu göstermek, eğer o kimsenin edebli ve terbiyeli olması ile veya büyük adam evladından olarak herkesin yanında makbul ve haysiyetli bulunmasıyla terkedilmiş olaydı, ben de sana nasihat etmeye ihtiyaç görmezdim; lakin, öyle olmayıp nasihat, bilenin tekrar hatırına gelmesine, bilmeyenin de yeniden öğrenip, bilgi sahibi olmasına sebeb olacağından herkes hakkında faydalı ve lüzumludur.
Kızım! Bir kız ana ve babasının zenginliği halinde kocaya varmayacak olsaydı, sen asla kocaya varmaya muhtaç olmazdın. lakin öyle değil, erkekler bizim için yaratıldığı gibi, biz de onlar için yaratılmışızdır.
Kızım! Sen artık büyüyüp, yetişmiş olduğun yerden, gezip yürüdüğün yuvadan çıkıp bilmediğin bir yuvaya girecek ve şimdiye kadar konuşup, görüşmediğin bir hayat arkadaşı ile karşılaşacaksın! Sen ona tam bir sadakat göster ki, o da sana olanca sevgisiyle bağlansın. Şimdi, sana on tane nasihat vereceğim. Bunları iyice aklında tutar, sırası geldikçe aynen takbik edersen, güzelce geçinirsiniz, aranız asla bozulmaz.
BİRİNCİSİ: Haline razı ol! Yani, kocan yenilecek ve giyileceğe dair her ne alır, getirirse kabul et. Zira, kalb rahatlığının ilk yolu kanaattir.
İKİNCİSİ: Dinlediğin sözlerine itaat ederek konuş, itiraz ve isyan ederek hürmet ve itaatte kusur etme. Anlaşma ve itaat ile yapılan sohbetlerden Allahü Teala razı olur.
ÜÇÜNCÜSÜ: Efendinin göreceği yerlere dikkat ve ehemmiyet ver, sakın çirkin bir şey gözüne çarpmasın.
DÖRDÜNCÜSÜ: Kokusu olabilecek yerleri kolla, daima güzel kokulu durmasını temin et, burnuna kötü koku gitmesin. Şunu unutma ki, güzellik ve temizlik getiren nesnelerin en iyisi ve alası su'dur.
BEŞİNCİSİ: Yemek saatini iyi tesbit et, istediği anda hemen hazır bulundur.
ALTINCISI: Uyuyacağı vakti geciktirme. Adeti ne zamansa o zamanda yemeğini ve yatağını hazırla. Zira açlık insanı huysuzlandırdığı gibi, uykusuzluk da asîleştirir, geçiminizin bozulmasına sebeb olur.
YEDİNCİSİ: Mal ve eşyasını muhafaza etmekte titizlik göster. Çünkü mal muhafaza etmek, işbilmekten doğar.
SEKİZİNCİSİ: Akraba ve yakınlarına hürmette kusur etme. Kocanın hısım-akrabasına hürmet etmek de iyi idare ve tedbirli olmaktan ileri gelir.
DOKUZUNCUSU: Efendinin, haberdar olduğun sırlarını sakın kimseye duyurma, Eğer duyuracak olursan itimadını kaybeder, sen de ondan emin olamazsın.
ONUNCUSU: Dine muhalif olmayan isteklerini yerine getirmekte ihmal gösterme. Emirlerini yerine getirmekte ihmal gösterirsen, darıltıp, kendine düşman etmekten başka bir şey kazanamazsın. O kederli olduğu zaman, sen neş'eli olmaktan, o neş'eli olduğu vakit sen hüzünlü görünmekten çekin! Zira onun üzüntülü zamanında senin neş'eli görünmen, neş'eli zamanında da kederli bulunman onu sevmemenin, hislerine dertlerine ortak olmamanın delilidir. Bu hal ise, sizi birbirinizden ayırmaya kadar götüren bozuk bir davranıştır. Sen eşinin dertlerine ve düşüncelerine ne kadar ortak olur, alaka gösterirsen, ondan da o kadar alaka görür, sevgisini kazanırsın.
Şunu bil ki, bu nasihatlarımı yerine getirip, söylediğim gibi hareket edebilmen için isteklerine, efendinin isteklerini tercih etmen gerekmektedir. Onun isteklerini nefsinin isteklerine tercih edebilirsen söylediklerimi kolayca yapabilirsin." (İzahlı Kadın ilmihali, A.Uysal,M.Uysal, Konya, Uysal Y. S.499)


asla_asla_deme 25 Haziran 2009 15:02

Etme Bulma Dünyası
 
Bir adam, karısı ve yaşlı babası. Kadın kayınpederini istememekte, huysuzluk etmekte, evin huzurunu boznaktadır.
Bir gün kocasına:
- Bey... bey.. Bezdim bezdim. Bir gün göremedim. Gençliğim gidiyor. Ya ayrılalım, babanla kal., ya da al babanı al da nereye getirirsen getir beraber kalalım. Yoksa ben gidiyorum.
Adamcağız şaşkınbiraz da sitemli bir vaziyette:
-Ne diyorsun hanım, o babam babam; öldüreyim mi, atayım mı? Kimi var bizden başka bakacak, dese de karısı ısrarda ısdrar ediyordu.
Adam baktı olacak gibi değil babasını dağa bırakmaya karar verdi. Yanına oğlunu da alarak yola koyulurlar. Babasına da:
- Baba, torununla beraber dağa oduna gidiyoruz, istersen sen de gel" der. Baba gelinin dırdırını dinlemektense onlarla beraber ağın yolunu tutar..
yola koyulu dağlara, ormanların içlerine girip bir müddet gittikten sonra, babasına:
- Baba sen burada biraz dinlen. Bizde odun toplayalım, der ve oradan ayrılırlar.
Odun toplamadan, babasını orada bırakarak dönerler.
Yolda oğlu:
- Dedemi almadık baba.
- Dedeni oraya bıraktık. Artık ihtiyarladı orada kalacak.
Torun ısrar eder:
- Dedemi isterim... . En sonunda babasına ne dese desin fayda etmeyceğini anlayan çocuk:
- Baba, sen ihtiyarladığında ben de senin gibi seni getirip dağa mı bırakacağım? der demez adamın aklı başına gelir.
ir. Babasını almaya karar verir İhtiyar, kendisini almak için yoldan geri dönen oğluna:
- Evlâdım, sen beni bırakıp gidemezsin. Çünkü ben babamı bırakmadım. Ölünceye kadar hizmet ettim.
Adam babasını alıp eve getirir.
«Bu dünya etme-bulma dünyası» diye... Sen ne yaparsan sana da onun aynısının yapılacak.


UnknowN 28 Haziran 2009 14:02

Selam ile..
Birisi her gece kalkıp ALLAH'ı anıyor, O'na dua
ediyordu...
Şeytan ona dedi:
Ey ALLAH'ı çok anan kişi!
Bütün gece ALLAH deyip çağırmana karşılık seni buyur eden var mı?
Sana bir tek cevap bile gelmiyor, daha ne zamana
kadar dua edeceksin?
Adamın gönlü kırıldı, başını yere koydu ve
uyudu.
Rüyasında ona şöyle dendi:
Kendine gel uyan!
Niye duayı, zikri bıraktın? Neden
usandın?
Adam: Buyur diye bir cevap gelmiyor ki, kapıdan
kovulmaktan korkuyorum dedi.
Bunun üzerine dendi ki ona:
Senin ALLAH demen, O'nun buyur
demesi
sayesindedir...
Senin yalvarışın, ALLAH'ın senin ruhuna haber
uçurmasındandır...
Senin çabaların, çareler araman, ALLAH'ın seni
kendine yaklaştırması, ayaklarındaki bağları
çözmesindendir...
Senin korkun, sevgin, ümidin ALLAH'ın lütfunun
kemendidir...
Senin her Yarabbi demenin altında, ALLAH'ın buyur demesi vardır...
Gafilin, cahilin canı, bu duadan
uzaktır...
Çünkü Yarabbi demeye izin yok
ona...
Ağzında da kilit var, dilinde
de...
Zarara uğradığı zaman, ağlayıp, sızlanmasın diye
ALLAH ona dert, ağrı, sızı, gam, keder vermedi...
Bununla anla ki, ALLAH'a dua etmeni, O'nu çağırmanı
sağlayan dert, Dünya saltanatından daha iyidir...
Dertsiz dua soğuktur.
Dertliyken yapılan dua gönülden
kopar...
Mesnevi




Saat: 04:17
Sayfa 3 / 4

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık