MsXLabs
Sayfa 4 / 4

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Müslümanlık/İslamiyet (https://www.msxlabs.org/forum/muslumanlik-islamiyet/)
-   -   Menkıbeler (Dini Hikaye, Öyküler) (https://www.msxlabs.org/forum/muslumanlik-islamiyet/9058-menkibeler-dini-hikaye-oykuler.html)

ik_ra 28 Temmuz 2009 20:25

Sevgi de ölçülü olmak
 
İnsan bazen birilerini delice sever; ancak,bazen karşı taraftan aynı karşılığı göremez.Çünkü fıtrat, fıtrî olmayan şeyi reddeder.O zaman da sevgi, düşmanlığa dönüşür.Öyle ki, daha önce övmede değer kabul ettiği durumlar,daha sonra onu yermeye esas teşkil eder .Önce, kendi kendine, o şahıs için gönlünde bir Süleyman tahtı kurmuştur.Şimdi de o tahtı kırıp geçirmekte ve söküp atmaktadır.
Kim bilir belki de ne kurduğundan, ne de kırıp döktüğünden,karşıdakinin hiç mi hiç haberi yoktur.
Bu tıpkı ‘’ tavşan dağa küsmüş dağın haberi yok’’ misalindeki gibi lüzumsuz bir küskünlüktür
Her şeyde olduğu gibi sevgide de aşırılıktan kaçınmak gerekir. Bu konuda Allah Resulü’nün (sas) verdiği ölçü ne kadar çarpıcı ve ibret vericidir! ‘’Sevdiğini bir ölçüde sev,belki bir gün o düşmanın olur.Kızdığına ,da yine bir ölçüde kız ,belki bir gün dostun olur.’’


Misafir 29 Temmuz 2009 17:49

Arzu Eden Gelsin
 
Arzu Eden Gelsin

Muhammed Nasûhî Efendi, bir ara üç gün müddetle sevenlerinden birinin dâveti üzerine hava değişikliği için Çamlıca civârındaki Bulgurlu'ya gitti. Bulgurlu'ya gelişlerinin ilk gecesi, gece yarısından sonra teheccüd namazını kıldıktan sonra yanında bulunanlara;

- Bize bugün Üsküdar'a gitmek gerekiyor. Hizmeti yerine getirdikten sonra inşâallah yine geliriz. Arzu eden bizimle gelebilir, buyurdu.

Sabah namazını kıldıktan sonra Üsküdar'a gelmek üzere yola çıktı. Yolda karşısından derviş kıyâfetli biri geldi ve;

-Ben duâcınız da efendime gidiyordum. Dergâhınıza vardım. "Efendim hazretleri (yâni siz) Bulgurlu'dadır." dediler. Çok şükür efendime burada kavuştum. Size gelişimin sebebi, Üsküdar'da Bülbülderesi denilen yerdeki bir mağarada, Nakşibendiyye yolu mensuplarından Şâh Haydar adında bir zât vardı. Bu zât kimsenin işine karışmayan, haram işlememek için insanlardan uzak yaşamaya gayret eden biriydi. Ömrünün sonuna doğru bana; "Artık dünyâ hayâtım bitmek üzeredir. Vefât ettiğimde cenâzemi yıkamak, namazımı kılmak, kabre koymak ve telkînimi vermek üzere Nasûhî hazretlerinin vekil olmasını istirhâm ediyorum. Bu vasiyetimi unutma ve başkaları yapmak isterlerse mâni ol. Vefâtımı ve vasiyetimi ona bildirmene lüzum yok. Ona Allahü teâlâ bildirir." buyurdu. Lâkin duâcınız işgüzârlık yapıp kendiliğimden geldim. Bu gecenin son üçte birinde vefât etti, dedi.

Nasûhî hazretlerinin yanında bulunan talebeleri, onun bir kerâmetini daha gördüler. Vefât eden zâtın dediği gibi oldu. Nasûhî hazretleri talebeleriyle birlikte Bülbülderesine geldi. Kabrini kazdırdı.Cenâzesini yıkadı. Namazını kılıp, kabre koydu ve telkînini verdi.

'Alıntı'


Misafir 29 Temmuz 2009 17:55

Cehennemden Kurtulabilecek miyim?
 
Cehennemden Kurtulabilecek miyim?

Mısır evliyasından “Fahr-ül Farisî” hazretlerine, talebesinden biri gelip;
- Efendim, ben bir şeyden çok korkuyorum, diye arz edince sordu:
- Hayırdır evladım, neden korkuyorsun?
- Ahirette Cehennemden kurtulabilecek miyim acaba? Bunu düşünüp çok korkuyorum hocam.
- İnşallah kurtuluruz oğlum.

- İnşallah efendim, ama nasıl?
Buyurdu ki:
- Ümidimiz odur ki oğul, büyükler bize sahip çıkar ve şefaat ederler de inşallah kurtuluruz.
- Ya sahip çıkmazlarsa efendim?
- Merak etme oğlum. Biz bugün onlara sahip çıkarsak, onlar da o gün bize sahip çıkarlar.
Biz onları dinlersek...

- Anlamadım, nasıl yani?
- Demem o ki oğul, biz o büyüklerin sözlerini dinler, nasihatlerine göre yaşarsak, onlara sahip çıkmış oluruz. O zaman onlar da bize sahip çıkarlar.
***
Bir gün de bir genç gelip;
- Efendim, dünyada ve ahirette felaketlerden kurtulmak için ne yapayım? diye sorunca;
- Bunun bir tek çaresi var, buyurdu.
- O nedir ki efendim?
- Kurtulanlarla beraber olmak.
- Kurtulanlardan maksat kimlerdir ki?
- Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. “Ehl-i sünnet alimleri” ve “evliyalar” bunlardandır mesela.
Böyle zatlar yoksa?
Delikanlı sordu:
- Böyle zatlar yoksa efendim?
- Onlar yoksa, kitapları var evladım. Onların kitaplarını okuyan da onlarla beraber sayılır.

***
Bir gün de bazı gençlere,
- “Emr-i maruf”, yani İslâma hizmet etmek kime nasip olursa, çok sevinsin, çok şükretsin, buyurdu.
- Bu iş, çok mu sevaptır? dediler.
- Elbette, buyurdu. Bir beldede küfre karşı “emr-i mâruf” yapılırsa, Allahü teâlâ o beldenin hak ettiği azâbı tehir eder. Emr-i maruf yapılmayan beldeye ise azab-ı ilâhî gelir.

Alıntı


ik_ra 21 Ağustos 2009 09:02

Oruç bir ruh terbiyesidir
 
İnsanı başarıya ulaştıran ve mutlu kılan ahlak kurallarının başında sabır gelir.

Yüce Allah,’’Sabret,Allah’ın vaadi haktır.’’ (Rum 60) buyurarak insanlara sabrın en güzel ilaç olduğunu vurgulayarak onlara sabrı emretmiştir.
Sıkıntıları hazmetme sanatı olan sabır, orucun en güzel hediyesidir.Oruç, bir anlam denizidir.Bir cevaplar ansiklopedisi…Bu denizin bir damlası, O kelimeler ülkesinin bir harfi de insanı güzelleştiren sırrıdır.
Ramazan da insan yüzleri,izlemeye doyum olmaz bir masumiyet galerisidir. Benliğinden,
Gururundan sıyrılmış insanın içindeki yalınlıktır bu. Kendinden başkasını görmeyen gözlerin perdesini indiren, ben dağlarını eriten sıcaklık , ihtiyaç sahiplerini görmemizi sağlayan bir gözlük, ve bir ruh terbiyesidir oruç.
Aç kalmanın insanı derinden etkileyebileceğini birçoğumuz aç kalınca anlamış olabilir.Ama burada dikkat çeken ferdi açlıktan çok toplumun aç kalması söz konusu ki; yürekleri toplu attıran bu his dalgasıdır. ‘’Ben neredeyim’’, ‘’Yaptıklarım doğru mu?’’ diyebilmenin kendini gerçekler aynasında görebilmenin bir fırsatıdır oruç.

Nefsimizle hesaplaşmamızın sene-i devriyesinde hayata bakışımızı, kazancımızın helal olup-olmadığının,hakkıyla ibadet edip- etmediğimizin bir mü’min olarak üzerimize düşen vazifeleri yerine getirip- getirmediğimizi sorgulayarak geçireceğimiz bu zaman dilimini en güzel bir biçimde kullanmak dileğiyle hayırlı ramazanlar herkese
Sabırsa en güzel ilaç o zaman bu sabrı ruhun her zerresine yayan şırınga da oruçtur.Ne mutlu her zerreye oruç tutturarak sabır şerbetini içenlere…


asla_asla_deme 18 Kasım 2009 22:15

Fil Güneş ve Kuran
 
Fil Güneş ve Kuran

Hayatında hiç fil görmemiş insanları karanlık bir odaya toplamışlar. Filin vücudunun muhtelif yerlerini sırasıyla bu insanlara temas ettirmişler. Filin kulağına dokunan fili bir yelpazeye, hortumunu tutan boruya, bacağını tutan direğe, gövdesini elleyen ise bir duvara benzetmiş.

Mevlana ise bu konuda “Herkes filin neresine dokunduysa fili anladığı şekilde tarif etti. Oysa hepsinin ortak bir ışığı olsaydı filin tümünü görebilirdi” yorumunda bulunmuştur.

Bu insanlar filin vücudunu elledikten sonra bir araya gelip hepsi dokunduğu yerin neye benzediğini birbirlerine söylemiş olsalardı, bu doğrultuda parçalar birleştirilerek ve istişarede bulunularak birliğin verdiği kuvvetle hepsi birden doğru cevabın fil olduğu sonucuna ulaşabilirlerdi. Ve lakin herkes ayrı ayrı değerlendirmede bulunduğundan fil kendisi hariç neredeyse her şeye ve nesneye benzetilmiştir. Mevlana’nın dediği gibi bir ışık olsaydı filin tümü görülecekti.

En büyük ışık, hakiki mürşit, yol gösterici ise ilimdir. Ortak paydaya sahip insanların bu ortak değerleri farklı farklı yorumlamaya çalışmaları, herkesin kendince müçtehit olması (!) filin vücudunun farklı bölgelerine dokunan insanların doğru sonuca ulaşamaması gibi eksik ve sağlıksız sonuçlar doğurabilir. Ortak paydadan herkes her şeyi anlayabilir. Fakat burada anlatılmaya çalışılan ortak payda Kur’an’dır.

Bin beş yüz seneden beri süre gelen ve Kur’an-ı Kerim’de bariz şekilde geçen birçok konu bugün farklı zihinlerde farklı şekilde yorumlanarak fili farklı nesnelere benzetenler misali ışığı kaybettirmeye çalışıyorlar. Başörtüsünü Kur’an’da geçmiyor diyerek inkâr etme, beş vakit namazı üç vakite indirmeye çalışma, sarhoş etmediği sürece içki haram değildir örnekleri bunlardan sadece bir kaçıdır. Belki bunu yaparken ışığın kaynağına, yani Kur’an’a yaptığı saygısızlığı fark etmiyorlar belki de kasıtlı yapıyorlar. Öyle veya böyle ortaya çıkacak sonuçta zarar görecek olan ışığın kendisi değildir. Asıl zarar görecekler ışığı eğmeye, bükmeye çalışanlardır. Zira Allah’a inananlar için söylenecek en doğru şey onun bize ihtiyacının olmaması ve bizim ona muhtaçlığımızın söz konusu olmasıdır. İnanmayanlara diyecek bir söz olamaz. Zaten onlara son sözü sonra anlamına gelen ahir(et)te söylenecektir.

Unutmayın ki güneş, dolayısıyla ışık hiçbir zaman batmaz, o sadece bize kaybolur. Başka yerlerde, başka diyarlarda kendini göstermeye devam eder. Orada kaybolduğunda ise tekrar bize ışığını verir. Kur’an ise bu ışığın yeryüzündeki yansımasıdır. O her daim ışığı kendiliğinden hazır bir vaziyette dünya üzerinde döner. İsteyen dünyayı dolaşan güneşten kaçarak karanlığa sığınanlar gibi Kur’an’ın nurundan, ışığından saklanır; isteyense o ışığa doğru yönelir. Neticesinde herkesin kendince bir bildiği, bir hesabı vardır. Lakin son hesabı olan da Allah’tır, O Hasib’tir. Hasib, herkesin hayatı boyunca yaptıklarının bütün teferruatıyla hesabını iyi bilen anlamına gelen 99 güzel isimden sadece biridir. Cenab-ı Allah bizleri hesabımızı doğru yoldan şaşırmayacak şekilde olanlardan saysın… Selametle…

Müslüm IŞIKLAR


_Yağmur_ 13 Haziran 2010 07:26

Bu Hikaye Bize Güzel Bir İbrettir
 
Güzel Insan

Gayet dindar bir karı koca vardı. Durmaz, dinlenmez, daima ibadet ve dua ederlerdi. Ne var ki, pek de yoksul insanlardı. Hemen her Allah’ın günü yarı aç, yarı tok yaşıyorlardı. Bu hal, seneler boyunca hep aynıydı.

Bir gün kadın dayanamadı artık ve kocasına dedi ki:

“Ne olur efendi, bir kere de dünyalık istemek için birlikte duâ edelim, yalvaralım Hazret-i Allah’ımıza!”

Hanımının teklifini uygun bulan adamcağız:

“Pekiyi” dedi. “Bu gece namaz kılar, tesbih çeker, duâ ederiz.”

Ve öyle yaptılar. Allah’tan biraz da dünyalık isteğinde bulundular. Duâları kabul edilmiş olacak ki, hemen ertesi sabah görevli bir melek kapılarını çalmıştı. Erkek merakla koştu açtı kapıyı. Gayet güzel bir delikanlıydı gelen. Elinde bir torba vardı. Bunu uzatarak:

“Dünyadaki sevabınızın karşılığıdır bu. Hazret-i Allah’ın hediyesi” dedi ve hemen uzaklaştı. Adam şaşkın şaşkın hanımının yanına döndü, ona da anlattı olanları, torbayı da gösterdi.

“Açsana efendi, açsana! Ne var içinde bir görelim.”

Torbanın ağzını açınca ne görsünler? Torbanın içi ağzına kadar altınla, gümüşle dolu değil mi? İkisinin de sevinç doldu içleri, büyük bir haz içindeydiler. Derin bir oh çektiler. “Bu dünyalık bize ölünceye kadar yeter de artar bile” dediler.

Bunun için o günü rahatlıkla geçirdiler. Fakat o gece kadın çok mânâlı bir rüya gördü. Mahşer gününde karı kocanın mizanı yapılıyordu. Melekler onları davet ettiler Cennete. Hep birlikte Cennete girdiler. Melekler çok güzel bir köşkü göstererek “İşte sizin köşkünüz! Gelin de gezip görelim.” deyince, köşke girdiler. Her şey ve her taraf o kadar güzeldi ki, hanımı hayran kalmıştı. Neye yarar ki daha iç salona girince bütün sevinci ve neşesi kırıldı. Çünkü buranın tavanı çökmüş, dökülmüştü. Kadın, meleğe sordu:

“Burası neden böyle?” Melek de müteessir bir halde “Kabahat sizde” dedi. “Çünkü ahiretin nimetleriyle birlikte dünyalık da isteyince Cennet köşkünüzün burası çöktü yıkıldı işte!”

Bu sözler üzerine kan ter içinde, yüreği sızlayarak uyandı, oturdu yatağın üstüne. O anda yanı başında yatmakta olan efendisi de kalkıp oturarak:

“Hayırdır, hayırdır inşallah!” diye hayıflanıyordu. O da kan ter içindeydi.

Hanımı sordu:

“Ne oldu efendi?”

“Müthiş bir rüya gördüm. Cennette bize verilmiş olan bir köşkün tavanı çökmüş.”

Kadın çığlığı bastı.

“Ben de, ben de gördüm aynı rüyayı. Gezdirici melek bunun için bizi suçlu buluyor.”

“Dünyalık istediğimiz için değil mi?”

“Evet efendi! Yarın sabahtan tezi yok, altınlarla gümüşleri, Allah rızâsı için bütün fakir ve fukaraya dağıtalım. Öksüzleri ve yetimleri sevindirelim. Belki Cenâb-ı Hakk, bizleri de affeder, dünyalık istediğimizden ötürü.” dediler.

Ve ertesi gün konuştukları gibi yaptılar. Sabah namazlarını kıldıktan sonra torbayı alarak yola çıktılar. O gün tâ akşama kadar, bu paradan, muhtaç olanlara liveçhillah dağıttılar ve akşam olunca büyük bir gönül rahatlığı ile huzurla evlerine döndüler. Ve yatsı namazının sonunda gözyaşları içinde yalvararak dua ettiler Rabbülâlemine. Ve yattılar uykularına. O gece ikisi de yine ayni rüyayı gördüler. Melek onlara köşkü gösteriyor ve “Müjdeler olsun ikinize de” diyordu. “Bakın şu çöküp yıkılmış olan salonun tavanına” Salonun tavanına girip baktılar. Gözleri kamaştı. Tavan yeniden yapılmış, boyanmış, güzel nakışlarla süslenmişti. Bu güzel haller içinde sevinç içinde uyandılar. Birbirlerine bir şey söylemeye hacet görmediler. Sevinç gözyaşları içinde kucaklaştılar.

Onun için oyalanmayı bırakıp Hakk’la meşgul olalım.

Resulullah (s.a.v.) Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Bütün insanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar.” buyuruyorlar. (K.Hâfâ)




_Yağmur_ 18 Haziran 2010 08:50

Hayatı Anlamanız İçin Küçük Bir Sır!
 
En Masumane Tavırlarına Gaddarca Yaklaşanlar Olacak Belki.
İçindeki Çocuk Hafife Alınacak...

Anlatmak İstediklerin Değil Anlaşılmamış Yanların Konuşulacak.
"Olsun" Diyeceksin,Yüzündeki Gülümsemeyi Kaybetmeden.
Yine de Hüsnü Zan Edeceksin.

Allah İçin Söylediğini Yine Allah İçin Olduğu Yerde Bırakacaksın.
Yaradanı Alıp Yüreğine,Sırtını Dayayıp Tevhidin Çınarına Akibeti Ukbada Düşüneceksin.

Ve Kalbin Şöyle Bir Hafifleyecek,Damarlarına Giden İyimserlik Yolunu Tıkamadığından...

Üzülüp Acı Çektiğinde Çileni Hafife Alanlar Olacak Belki...

Öyle Bir Yanacak Ki İçin Kimseye Anlatamayacaksın.

Günlerce Ağlayacaksın...

Sonra En Yakınındaki , En Yüreğindeki Vuracak Hislerini....

Canım Dediğin Dönecek Sırtını.

Bir "Ah!" Çekeceksin Ve Arkanı Döndüğünde Kimse Kalmamış Olacak.

"Sabır" Diyeceksin Yine Sabır.

Eyüplerin Torunluğuna Yakışır Sabır...

"Bugün Allah İçin Ne Yaptın" Sorusu Geldiği An Kulağına ,
Vereceği Cevabı Bulamayanların Tedirginliği Değil En Zor İmtihanını Başarıyla Vermiş Öğrencilerin Rahatlığı Olacak Ruhunda.

Başını Yastığa Koymadan "Elhamdülillah" Diyecek ,Rüyanda Cennetten Kesitler Göreceksin Belki....

Ve Sabaha Erdiğinde ,Avucunda Tuttuğun Tesbih Tanesi Yine "Ya Sabır" La Başlayacak...

Uzat Ellerini Ve Bekle.
Sabırla Bekle Gönül...

En Geç Surun Sesi Duyulduğunda , Tutacak Ellerinden O gönüllere sığmayan en Sevgili.....

tutacak alemin yaratılış sebebi Allahın Resulü...Pes Etme Sabret Gönül...

Asıl Sahibini Düşün Sabret...

Başını Sonunu Kestiremediğin Olaylarda Bile Sabret...

Pes Etme Sabret Gönül...


_Yağmur_ 3 Temmuz 2010 13:30

Bu Ne Sevgi Allah'ım !

Bir gün, iki Peygamber torunu, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin arasında bir meselede anlaşmazlık çıkmıştı. İkisi de birbirlerine gücendiler. Fakat, çok geçmeden, bir hiddet anında birbirlerine söyledikleri sözlerden pişman oldular.

O sıralar biri gelip Hz. Hüseyin’e:

“Sen Hasan’ın küçüğüsün. Gidip özür dilemek sana yakışır” dedi.

Hz. Hüseyin şöyle cevap verdi:

“Ben Resûlullah’tan bir hadis duymuştum. Barışmayı ben taleb edersem, dedemin emrine karşı gelmiş olmaktan korkarım.”

Hz. Hüseyin, duyduğu hadisi şöyle açıkladı:

“İki kimse arasında uyuşmazlık çıkar da hangi taraf başını eğip öteki tarafla anlaşmaya talip olursa, cennete ondan önce girer.”

Bu hadisi zikrettikten sonra, Hz. Hüseyin:

“Barışmaya ben talip olursam, ağabeyim Hasan’ı sevap işlemekte geçmiş olmaktan çekinirim” dedi. “O yüzden, bekliyorum ki, o bana gelsin.

Hz. Hasan, bunu duyunca Hz. Hüseyin’in yanına koştu ve derhal kucaklaşıp barıştılar.


_Yağmur_ 5 Temmuz 2010 09:51

4 Kapı
 
TASAVVUF'TA 4 KAPI VARDIR
1- Şeriat Kapısı
2- Tarikat Kapısı
3- Marifet Kapısı
4- Hakikat Kapısı

Öğreti olarak bu kapılar birer birer geçilerek Hakikate ulaşılır.

Öğrencilerinden biri Mevlana'ya sormuş;

"Efendim, bu 4 kapı meselesini ben pek anlayamıyorum.

Bana anlayabileceğim bir lisanla anlatır mısınız?"

"Şimdi bak, karşı medresede dersini çalışan dört kişi var ve hepsi rahlelerine eğilmiş.

-Sen git bunların hepsinin ensesine bir şamar at, sonra gel sana anlatayım."

Öğrenci gitmiş, birincinin ensesine bir tokat akşetmiş.

Tokadı yiyen derhal ayağa kalkıp arkasını dönmüş ve daha kuvvetli bir tokatla Mevlana'nın öğrencisini yere yıkmış.

Öğrenci dayağı yemiş, geri dönecek ama hocasına itaat var.

Yaradana güvenip ikinciye de bir tokat akşetmiş. O da derhal ayağa kalkıp elini kaldırmış.
Tam tokadı vuracakken vazgeçip yerine oturmuş.

Öğrenci devam etmiş, üçüncüye de bir tokat atmış.
Üçüncü şöyle bir kafasını çevirip baktıktan sonra çalışmasına devam etmiş.

Dördüncü, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmadan çalışmasına devam etmiş.
Öğrenci Mevlana'ya dönmüş, olanları anlatmış.

Mevlana; "İşte sana istediğin örnekler....

- Birinci, şeriat kapısını geçememiş biri idi.
Şeriatta kısasa kısas olduğu için, tokadı yiyince kalktı, aynısını sana iade etti.

- İkinci, tarikat kapısındadır . Tokadı yiyince o da kalktı, tam tokadı iade edecekti ki,

tarikat öğretisinde verdiği söz aklına geldi.
"Sana kötülük yapana bile iyilik yap". Onun için döndü, oturdu.

- Üçüncü, marifet kapısına kadar gelmiştir.
İyinin ve kötünün tek Yaradandan geldiğini bilir, inanır.
Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye merakından şöyle bir dönüp baktı.

- Dördüncü, hakikat kapısını da geçmiştir.
İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu ve aynı olduğunu bilir.
Onun için dönüp bakmadı bile...

Mevlana



_Yağmur_ 5 Ağustos 2010 12:27

Taşın Hikayesi

Genç bir Yönetici, yeni Jaguarı içinde kurulmuş, biraz da hızlıca, bir mahalleden geçiyordu. Park etmiş arabaların arasından yola fırlayan bir çocuk olabilir düşüncesiyle dikkatini daha çok yol kenarına vermişti. Bir şeyin yola fırladığını görünce hemen fren yaptı ama aracı durana kadar geçen mesafede yola çocuk fırlamadı. Bunun yerine, yepyeni arabasının yan kapısına büyükçe bir taş çarptı. Adam hızlıca frene yüklendi ve taşın fırlatıldığı boşluğa doğru geri geri gitti.

Sinirlenmiş olan genç adam arabasından fırladı ve taşı atan çocuğu kaptığı gibi yakında park etmiş olan bir arabanın gövdesine sıkıştırdı. Bunu yaparken de bağırıyordu : Sen ne yaptığını sanıyorsun serseri? Bu yaptığın ne demek oluyor? O gördüğün yepyeni ve pahalı bir araba ve attığın o taşın mahvettiği yeri düzelttirmek için kaportacıya bir sürü para ödemek zorunda kalacağım. Neden yaptın bunu ?

”Küçük çocuk üzgün ve suçlu bir tavır içindeydi. “Lütfen, amca, lütfen kızmayın. Ben çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim, bilemedim. Taşı attım çünkü işaret etmeme rağmen diğer arabalar durmadı. Çocuk, gözlerinden süzülen yaşları elinin tersiyle silerek park etmiş bir aracın arkasına işaret etti. “abim orada. Yokuştan aşağı yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü ve ben onu kaldıramıyorum.”

Çocuğun şimdi hıçkırıklardan omuzları sarsılıyordu ve şaşkın adama sordu : “Onu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturtmama yardım edebilir misiniz? Sanırım abim yaralandı ve benim için çok ağır.
Ne diyeceğini bilemez halde, genç yönetici boğazındaki düğümden yutkunarak kurtulmaya çalıştı. Yerde yatan sakat çocuğu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturttu, cebinden temiz ve ütülü mendilini çıkartıp, çeşitli yerlerinde oluşmuş ve kanayan yara ve sıyrıkları dikkatlice silmeye çalıştı.

Bir şeyler söyleyemeyecek kadar duygulanmış olan genç adam, abisinin tekerlekli sandalyesini iterek yavaş yavaş uzaklaşan çocuğun ardından bakakaldı. Jaguar marka arabasına geri dönüşü yavaş yavaş oldu ve yol ona çok uzun geldi.
Arabanın yan kapısında taşın bıraktığı iz çok derin ve net görülür şekildeydi ama adam orayı hiçbir zaman tamir ettirmedi. Oradaki izi, şu mesajı hiç unutmamak için sakladı :

Hiçbir zaman yaşamın içinden, seni durdurmak ve dikkatini çekmek için birilerinin taş atmasına mecbur kalacağı kadar hızlı geçme.
Yaratıcı ruhumuza fısıldar ve kalbimizle konuşur. Bazen, onu dinlemek için vaktimiz olmuyorsa, bize taş fırlatmak zorunda kalır.

Fısıltıyı dinle… veya taşı bekle.
Seçim senin.


_Yağmur_ 14 Ağustos 2010 11:20

Çoban ve Elma Ağacı

Yaşlı çoban sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında tepeye yakın bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak:
"Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık".
Ve bir elma düşerdi, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kur'an'ını okumaya koyulurdu.

Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı. Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı. Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı. Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken :
"Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi."
Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan.

Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi.

Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense birşey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları, yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini. Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her zamankinde daha nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden doğmuştu sanki çoban. Birşey hatırlamıştı.
Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken :
"Canım" dedi, hıçkırıp ağlayarak.
"Benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazan'ın ilk günü olduğunu ?"



_Yağmur_ 5 Ekim 2010 20:05

İPİN HESABI
Zenginin biri ölümden ve kabirdeki yalnızlıktan çok korkuyormuş. "Öldüğüm geceyi kim kabre girerek sabaha kadar benimle geçirirse servetimin yarısını ona bağışlıyorum" diye vasiyet etmiş. Öldüğünde "Kim birlikte kabre girip sabahlamak ister?" diye araştırmışlar. Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal, "Benim sadece bir ipim var, kaybedecek bir şeyim yok. Sabaha kadar durursam zengin olurum." diye düşünerek kabul etmiş. Vefat eden zengin ile birlikte defnetmişler. Sorgu sual melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir canlı var. "Nasıl olsa bu ölü elimizde... Biz şu canlı olandan başlayalım" demişler ve hamalı sorgulamaya başlamışlar. "O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullandın?" Sabaha kadar sorgu sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş. Sabahleyin kabirden çıkmış.
- Tamam, servetin yarısı senin, demişler.
- Aman,demiş hamal, istemem, kalsın. Ben, sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O kadar servetin hesabını nasıl veririm?




asla_asla_deme 7 Ekim 2010 16:32

Güzel Görüşlü Çirkin Cariye
 
Harun Reşid?in siyah ve çirkin bir cariyesi vardı. Bir gün cariyelerinin önüne para saçtı. Cariyelerden paraları toplamaya kalkıştılar. Çirkin olan cariye ise, durduğu yerden kıpırdamayıp, Harun Reşid?in yüzüne bakıyordu. Harun Reşid, cariyeye:
- Sen niye paralardan almıyorsun?? diye sordu.
Cariye: ?Onların istekleri paradır. Benim isteğim ise, para değil, paranın sahibidir? dedi.
Cariyenin bu sözü, Harun Reşid?in hoşuna gider. Cariyeyi kendisine daha yakın kılar ve ona medh ü senada bulunur. Bu hal diğer ülkelerin hükümdarlarına ulaşır ve ?Harun Reşid, siyah ve çirkin bir cariyeye aşık olmuş? derler. Onların bu sözleri Harun Reşid?e ulaşınca, tüm hükümdarlara davetiye gönderip, onlara ziyafet verir. Bütün hükümdarlar Harun Reşid?in yanında toplandıklari vakit, Harun Reşid, cariyelerin gelmelerini emreder. Cariyeler huzuruna gelince, Harun Reşid her birine yakuttan bir kadeh verir ve yere atmalarını emreder. Bütün cariyeler bu işi yapmaktan imtina ederler. Sonunda çirkin cariyeye, kadehi atıp kırmasını emreder, o da atıp kırar. Bunun üzerine Harun Reşid, mecliste bulunan hükümdarlara:
- Bu cariyeye bakın. Bunun yüzü çirkindir, fakat içi güzeldir? der. Halife, cariyeye:
- Kadehi niçin kırdın?? diye sorar. Cariye şöyle cevap verir:
- Siz bana, kadehi kırmak için emir verdiniz. Ben ise, kadehi kırarsam, halifenin hazinesinde bir noksanlık olacağını, eğer kırmazsam, onun emrine itaat hususunda noksanlık olacağını düşündüm. Bunun birincisinde noksanlığı tercih ettim ve halifenin emrine itaat ve hürmet ederek kadehi kırdım. Aynı zamanda kadehi kırdığım takdirde delilikle, kırmadığım takdirde ise asilik etmekle suçlanacaktım. Asilik etmekle suçlanmaktansa, delilikle suçlanmak, bana daha uygun göründü?.
Hükümdarlar cariyenin bu sözlerini güzel görüp tasvip ettiler ve Harun Reşid?in onu sevmesinden dolayı, kendisine karşı takındıkları tavır için özür dilediler.


_Yağmur_ 3 Kasım 2010 18:51

Allah Nasıl Misafir Edilir?

Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:
- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»
Musa Aleyhisselâm:

«Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.
Allah (c.c.):

«Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.
Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip:

«Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi.

Hz. Musa:

- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.
Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.
İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:
- Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:
- Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:
- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:
- «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.
Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır.


_Yağmur_ 3 Kasım 2010 19:14

ALLAH’ın Varlığı ve Adaleti

Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal tıraşı olmak için berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete başladılar. Değişik konular üzerinde konuştular. Birden ALLAH ile ilgili konu açıldı...

Berber: " Bak adamım, ben senin söylediğin gibi ALLAH'ın varlığına inanmıyorum."

Adam: "Peki neden böyle diyorsun?"

Berber: "Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıya çıkmalısın. Lütfen bana söyler misin, eğer ALLAH var olsaydı, bu kadar çok sorunlu, sıkıntılı, hasta insan olur muydu, terkedilmiş çocuklar olur muydu? ALLAH olsaydı, kimseye acı çektirmez, birbirini üzmezdi. ALLAH olsaydı, O'nun bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum..."

Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam gördü. Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki tıraş olmayalı uzun süre geçmişti. Adam berberin dükkanına geri döndü.

Adam: " Biliyor musun ne var, bence berber diye bir şey yok"

Berber: " Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir berberim."

Adam: " Hayır, yok. çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı.

Berber: " Hımmm... Berber diye bir şey var ama o insanlar bana gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?"

Adam: " Kesinlikle doğru! Püf noktası da bu! ALLAH var ve insanlar ona gitmiyorsa, bu gitmeyenlerin tercihi. İşte dünyada bu kadar çok acı ve keder olmasının nedeni!


_Yağmur_ 29 Kasım 2010 10:02

Yeminin Bedeli

Dervişin biri bir dağa çekilmiş sadece ibadetle meşgul oluyor,durmadan Allah'ı(c.c)tesbih ediyor,anıyordu.

Yiyeceği dağda yetişen meyvelerdi.
Bir gün kendi kendine düşündü ve söz verdi,ahdetti;yemin etti:

''Ben bundan sonra elimi uzatıp bu meyvelerden koparmayacağım,sadece kendiliğinden düşenlerle besleneceğim.''dedi.

Bunun üzerinden tam beş gün geçti.Dervişin açlığı son raddeye varmıştı.Tam bu sırada bir rüzgar esti armudun dalını eğip önüne kadar getirdi.Dalda nefis armutlar nazlı nazlı sallanıp duruyordu.

Derviş dayanamayarak elini uzatıp birini kopararak yedi.Biraz sonra yirmi otuz kadar hırsız oraya geldi çaldıkları malları bölüşmeye başladı.

Bunlar çaldıkları eşyaları bölüşürken,Sultanın adamları gelip onları yakaladılar.Dervişide onlardan sanarak birlikte götürdüler.Ellerini, ayaklarını kesmeye başladılar.

Dervişin sağ elini kestiler,sol ayağına sıra gelince bir atlı son hızla gelerek yetişti.Celada:
''Sen ne yapıyorsun bre ahmak insan,bu kişi felan zattır.''dedi.

Cellat ne yapacağını şaşırdı.Binbir özür dileyerek yalvarmaya başladı.
Fakat iş işten geçmişti.Hakkında hüküm verildi.

Derviş Cellada:

''Üzülme oğlum neden böyle olduğunu biliyorum,ben yeminimi tutmadım o yüzden bunlar başıma geldi.''dedi.


_Yağmur_ 2 Aralık 2010 09:43

ALLah'ım Niye Ben DiyenLer İçin ....!!!!

Brenda, yamaç tırmanışı yapmak isteyen genç bir kadındı. Bir gün cesaretini toplayarak bir grup tırmanışına katıldı.

Tırmanacakları yere vardıklarında, neredeyse duvar gibi dik, büyük ve kayalık bir yamaç çıktı karşılarına. Tüm korkularına rağmen, Brenda azimliydi. Emniyet kemerini taktı, ipi yakaladı ve kayanın dik yüzüne tırmanmaya başladı.

Bir süre tırmandıktan sonra, nefeslenebileceği bir oyuk buldu. Orada asılı dururken, gruptan yukarıda ipi tutan kişi dalgınlığa düşerek ipi gevşetiverdi. Aniden boşalan ip, hızla Brendanın gözüne çarparak lensinin düşmesine neden oldu.

Lens çok küçüktü ve bulunması neredeyse imkansızdı. Lens, yamacın ortasında bir yerlerde kalmıştı ve Brenda artık bulanık görüyordu. Ümitsizlik içinde Brenda, lensini bulması için Allah a dua edebilirdi yalnızca... Ve içten içe düşünüp dua etmeye başladı. Allah ım! Sen bu anda buradaki tüm dağları görürsün. Bu dağlar üzerindeki her bir taşı ve yaprağı bildiğin gibi, benim lensimin yerini de biliyorsun. Onu bulmama yardım et.

Patikalardan yürüyerek aşağı indiler. Aşağı indiklerinde, tırmanmak üzere oraya doğru gelen yeni bir grup gördüler. İçlerinden biri Aranızda lens kaybeden var mı? diye bağırdı.

Brenda nın sonradan öğrendiğine göre, lensi bir karınca taşıyordu ve karınca yürüdükçe yavaşça kayanın üzerinde hareket edip parlayan lens kızların dikkatini çekmişti.

Eve döndüklerinde Brenda lensini nasıl bulduklarını babasına anlatacak ve bir karikatürcü olan babası da ağzıyla lens taşıyan bir karınca resmi çizerek karıncanın üzerindeki baloncuğa şunları yazacaktı:

Allah ım! Bu nesneyi neden taşıdığımı bilemiyorum. Bunu yiyemem ve neredeyse taşıyamayacağım kadar ağır. Ama istediğin sadece bunu taşımamsa, senin için taşıyacağım...


_Yağmur_ 16 Aralık 2010 11:53

Doğruların Öyküsü: Yardım İsteyen Adam

Meşakkat dolu geçmişini düşünüyordu. Ne kadar acı ve üzüntülü günlerini, geride bıraktığı hatırına geldi. O günlerde karısının ve masum çocuklarının rızkını hazırlayacak kadar gücü yoktu. Kendi kendine üç kez kulağını okşayan, ruhuna güç veren ve hayatının yolunu değiştiren, kısa fakat tek bir cümle ile fakirlikten ve düşkünlükten nasıl kurtulduğunu düşünüyordu.

O, Resul-i Ekrem (s. a.v.)in sahabesinden biriydi. Fakirlik ve yoksulluk ona galip gelmişti. Artık bıçak kemiğe dayandığı bir günde karısıyla müşavere edip durumunu Resul-i Ekrem e açıklayarak o hazretten mali yardım istemeye karar verdi.

Bu niyetle gitti. Fakat hacetini söylemeden önce Resul-i Ekrem in söylediği şu cümle kulağına geldi:

- Kim bizden yardım isterse ona yardım ederiz. Fakat bir kimse istiğna gösterip çalışırsa ve hacet elini hiç bir mahluka uzatmazsa Allah onu hiç kimseye muhtaç etmez.

O gün hiç bir şey söylemedi ve evine döndü. Tekrar evine, gölge salmış olan fakirliğin o korkunç hayali ile karşı karşıya geldi. Çaresiz ertesi gün aynı niyetle Resul-i Ekrem in meclisinde hazır oldu. O gün de Resul-i Ekrem den aynı cümleyi işitti.

- Kim bizden yardım isterse ona yardım ederiz. Fakat muhtaç olmayan bir kimse çalışır ve hacet elini hiç bir mahluka uzatmazsa Allah onu hiç kimseye muhtaç etmez.

Bu defa da hacetini söyleyemeden evine döndü. Kendisini aynı şekilde fakirliğin pençesinde zayıf, çaresiz ve güçsüz görünce üçüncü defa aynı niyetle Resul-i Ekrem (s.a.v) in meclisine gitti. Tekrar Resul-i Ekrem (s.a.v) in dudakları hareket etti ve gönüle kuvvet veren, ruhu tatmin eden cümleyi aynı ahenkle tekrar etti.

İşittiği aynı cümle, bu defa kalbini daha tatmin edici bir şekilde kendini hisettirdi. Kendi güçlüğünün anahtarının aynı cümlede olduğunu anladı. Dışarıya çıktığı zaman daha tatminkar adımlarla gidiyordu.

Kendi kendine düşünüyordu. Yardım için kulların arkasından gitmeyeceğim. Allah a dayanırım. Vücuduma emanet edilen kuvvet ve istidadımdan faydalanırım, ve Allah tan beni engellerden kurtarmasını, muhtaç olmayan bir duruma gelmemi, isterim.

Kendi kendine Elimden ne iş gelir diye düşündü. Hemen çöle giderek odun toplayıp getirmenin ve satmanın, yapabileceği bir iş olduğu aklına geldi. Emanet bir balta alarak çöle gitti. Odun topladı ve sattı. Kendi el emeğinin lezzetini tattı. Yavaş yavaş kazanmış olduğu parayla kendisine, balta, hayvan ve diğer iş aletlerini alınacaya kadar diğer günlerde de bu işe devam etti, Bu işi sermaye sahibi olana kadar sürdürdü.

Bir gün Resul-i Ekrem (s.a.v) ona geldi ve gülümseyerek:

- Kim bizden yardım isterse ona yardım ederiz, fakat bir kimse muhtaç olmamaya calışırsa, Allah onu hiç kimseye muhtaç etmez demedim mi buyurdu.


_Yağmur_ 4 Ocak 2011 10:25

Bir Bebeğin Yarım Kalmış Günlüğünden

5 Ekim: Bugün var edildim. Buradayım. Varım. Müthiş bir duygu bu. Var olduğumu henüz annem ve babam bilmiyor.

Bir elma çekirdeğinden bile küçüğüm. Ama ne de olsa, ben benim. Varım ya! Bu bana yetiyor. Henüz bedenim belli belirsiz, yüzüm yok ama, varlığımı ve benliğimi hissedebiliyorum. Bir kız olacağım ve baharda çiçekleri seveceğim.

19 Ekim: Biraz büyüdüm. Kımıldamam mümkün değil. Annem henüz farkında değil ama onun kanıyla besleniyorum. Kalbini dolaşıp gelen sımsıcak kan bana geliyor. Beni sevecek bir kalbin kıpırtılarını şimdiden hissediyorum. Annem beni çok sevecek. Annem için güzel bir sürpriz olacağım.

23 Ekim: Hiç göremediğim bir el ağzımı biçimlendirmeye başladı. Dudaklarımda onun dokunuşunu hissediyorum. Bu "el"in dokunduğu yerler dudağım damağım oluyor. Düşünün bir yıl sonra bu elin dokunduğu yerde tebessümler açacak, güleceğim. Dudağımdan ve dilimden sözler dökülecek. Herhalde önce "Anne!" diyeceğim. Anne duyuyor musun beni? Seninle konuşacağım. Sana güleceğim. Kimilerine göre hâlâ daha var değilmişim Nasıl olur? Varım ve gülücükler sunacak dudaklarım da olmak üzere ya Hem sonra bir ekmek kırıntısı ne kadar küçük olursa olsun yine ekmektir. Öyle değil mi anneciğim? Ah bir konuşabilsem!

27 Ekim: Bugün pek mutluyum. İçimde tatlı bir kıpırtı başladı. Artık bir kalbim var. Kalbim atmaya başladı. Hayatım boyunca böyle atıp duracak. Sevgilerle dolduracağım kalbimi. Tıpkı anneminki gibi... Annem bedeninde iki kalbin birden atmaya başladığını bilseydi ne kadar sevinirdi! Duyuyor musun anne?

2 Kasım: Her gün biraz daha büyüyorum. Kollarım ve bacaklarım da biçimlenmeye başladı. Hele bir büyüsün kollarım bak nasıl kucaklayacağım seni anneciğim. Şu ayaklarım da tamamlansın da, beraber çiçekli bahçemizde yürürüz. Belki birlikte okula gideriz.

12 Kasım: Ah evet Bunlar, bunlar ne kadar sevimli ve küçük şeyler. Aman Allah'ım parmaklarım da çıkmaya başladı. Bunlarla çiçek toplayacağım, annemin elini tutacağım, kalem tutacağım. Belki de güzel bir şiir yazacağım. Anneciğim, orada mısın? Ellerimi ellerinin arasına koymak için sabırsızlanıyorum.

20 Kasım: Oh, nihayet.. Annem doktora gitti. Burada olduğumu öğrendi.. Yaşasın! Doktor teyze özel bir cihazla gördü beni. Ultrason diyorlarmış. Resmimi bile çekti. Sevinmiyor musun anneciğim? Seneye kalmaz kollarının arasında olacağım

25 Kasım: Artık babam da burada olduğumu biliyor. Fakat henüz kız olduğumun farkında değiller. Onlara sürpriz yapacağım..

10 Aralık: Bugün yüzüm tamamlandı. Artık iki güzel gözüm, bir küçük burnum, dudaklarım ve yanağım var Anneme benziyorum galiba

13 Aralık: Artık çevreme bakabiliyorum. Etrafım çok karanlık ama olsun. Yine de mutluyum. Yaşıyorum ve varım. Kısa bir süre sonra gün ışığını görebileceğim, renkleri ve çiçekleri tanıyacağım. Rüyamda gördüm. Dünyada gökkuşağı diye bir şey varmış.. Onu çok merak ediyorum.. Anneciğim, babacığım sizin yüzünüzü de göreceğim. Tanışacağız. Mutlu olacağız. Gülüşeceğiz..

24 Aralık: Kulaklarım daha iyi duyuyor artık. Anneciğim, senin kalbinin seslerini duyuyorum. Benim kalbimin atışlarını da sen duyabiliyor musun? Hatta sesini bile tanıyabiliyorum. Sesin ne kadar tatlı Hiç duymadığım bir şey bu Güzel ve sağlıklı bir kız olacağım. Kollarında uyuyacağım, yüzüne bakacağım, o tatlı sesini dinleyeceğim. Benim için ninni de söyleyecek misin anneciğim? Sen de beni özlüyorsundur mutlaka Beni koklayacaksın.. Çok seveceksin, değil mi?

28 Aralık: Anne burada bir şeyler oluyor. Doktor abla neden mutsuz bakıyor böyle... Sen acı çekiyor gibisin. Kalp seslerin değişti... Sustun. Benimle niye konuşmuyorsun anne? Anne Anne Anneciğim Yüzümde soğuk bir şey hissediyorum. Anne, yüzümü parçalıyorlar... Anne bir şeyler yap Anne Kolumu çekiyorlar anne Canım yanıyor anne... Anne Ayaklarımı parçalıyor bu şey anne... Beni sana bağlayan damarı kopardılar anne Anne kalbimi parçalıyorlar Anneciğim Anne Anne An

Ah! Kürtajınız ta-mamlandı hanımefendi. Geçmiş olsun !..




_Yağmur_ 10 Ocak 2011 10:35

Beşikte Oruç

Abdulkadir Geylani Hazretleri, henüz iki-üç aylıkken görülen kerametlerini annesi söyle anlatır:

"Oğlum henüz birkaç aylıktı. Mübarek Ramazan ayı geldi. Birinci gün şafak söktükten güneş batıncaya kadar bütün gün hiç süt emmedi. İkinci gün de ayni durum tekrar edince anladım ki Abdulkadir oruç tutuyor.


İkinci sene Şaban ayının sonuna doğru hava fazla bulutlu olduğu için halk Ay'ı göremedi. Ramazanın başlama tarihini tespit edemediler. Abdulkadir'in bu meziyetini bilenler hemen annesinin yanına gidip onun süt emip emmediğini sordular. Gerçekten o gün Abdulkadir şafaktan beri süt emmemişti. Daha sonra o günün ramazanın birinci günü olduğu anlaşıldı.

Beşikteyken oruç tuttuğunu şu beyit ile dile getirir.

"Başlangıcım şöyleydi, dillerde söylenirdi.
Beşikteyken oruçtum, bunu herkes bilirdi.

Allah ona ayağını veli kullarımın omuzlarına koy derken sebebi bu olsa gerek ...

Kaynak: Orucu Yaşayanlar, Salih Büte, Kayıhan Yayınları, 2007


_Yağmur_ 3 Nisan 2011 09:11

20 Kuruş‏
 

Londra’da bir camiiye yeni bir imam gönderilmiş. Adam şehre gitmek için hep aynı otobüse biniyor ve çoğu zaman aynı şoföre rastlıyormuş.

Bir gün, bilet alırken şoför yanlışlıkla 20 kuruş fazla vermiş. İmam yanlışlığı oturup parasını sayınca fark etmiş. Kendi kendine düşünüyormuş ”20 kuruşu geri versem mi şoföre?..”diye ama içinden bir ses diyormuş ki “Çok gülünç bir sayı ve şoförün umrunda değil. Otobüs şirketi çok para kazanıyor zaten… Sadece 20 kuruş onlara bir şey yapmaz.” Ve bu parayı saklayabilir diye düşünmüş Allahtan gelen bir hediye gibi…

İnecegi durağa gelince, imam kalkmış ve fikrini değiştirmiş, inmeden önce şoförün yanına gitmiş, 20 kuruşu geri vermiş ve: “Paranın üstünü fazla verdiniz.”demiş.

Şoför gülümsemiş ve demiş ki : “Siz camiinin yeni imamısınız değil mi? Aslında uzun zamandır sizi ziyaret etmek istiyordum caminizde, islamı öğrenmek için.Ve bilerek size fazla para verdim nasıl tepki vereceğinizi görmek istedim.”

İmam inerken artık bacaklarını hissetmiyormuş, yere yığılacakmış, bir direğe tutunmuş ve kendine gelmeye çalışmış, gözlerinden yaşlar dökülerek gökyüzüne bakmış ve demiş ki:
“Allahım az daha islamı 20 kuruşa satıyordum!..”

Unutmayın ki belki de bugün siz, müslüman olmayan insanlar için dinimizi tanıtan yegane kişisiniz.


middleboy76 6 Nisan 2011 23:36

Şeytan... (Bir Hikaye)
 
Dünyadaki her türlü kötülüğün ve türlü şerliğin baş sorumlusu olarak gösterilen şeytanın yolu bir köye düşmüş, sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineği sağan genç bir kadını uzaktan izlemeye başlamış.

Şeytan, kadını epeyce izledikten sonra buzağının ipini biraz gevşetmiş. Buzağı da annesinin sağılmasını aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış, debelendikçe boynundaki ip biraz daha gevşemiş ve sonunda hepten çözülmüş. Koşarak annesini emmeye giden buzağı, süt kovasına çarpmış ve bütün sütler yere dökülmüş.

Sağdığı süt ziyan olunca siniri tepesine çıkan genç kadın, eline geçirdiği odunu buzağının kafasına vurmuş, yavru kan içinde yere yıkılmış.

Yavrusuna saldırıldığını gören inek bir tekmede kadını öldürmüş.

Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi, ineğin gelinini öldürdüğünü görüp, elindeki tüfekle ateş ederek ineği öldürmüş.

Silah sesini duyan koca koşup gelmiş. Karısını yerde cansız yatar, babasını da elinde tüfekle görünce, silahını çekip tek atışta babasını öldürmüş.

Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam bu kadar acıya dayanamayacağını düşünüp bir kurşun da kendi kafasına sıkarak canına kıymış.

Şeytan gülerek,"Şimdi herşeyin sorumlusu olarak beni görürler, buzağının ipini gevşetmekten başka ne yaptım ki ben" demiş...


ŞEYTANA PRİM TANIMAMAMIZ DİLEĞİYLE....

''Allah cümlemizi ve cümle Ümmet-i Muhammedi(sav) şeytanın ve şeytanlaşmış

kimselerin şerrinden muhafaza buyursun...(amin-ve -ecmain)

Ya Müin..


_Yağmur_ 6 Mayıs 2011 08:43

Hakimin Üç Kusuru

Hazret-i Ömer, hilafeti zamanında Hımıs ileri gelenlerine bir mektup yazıp, çevredeki fakirlerin kendisine bildirilmesini isteyerek yardım edeceğini bildirdi. Hımıs'lılar Şam ve civarında bulunan fakirlerin bir listesini Halife Hazret-i Ömer'e arzettiler. Hazret-i Ömer gelen listeyi açıp baktığında listenin başında kadı olarak tayin ettiği Sa'd bin Amir'in ismini görüp listeyi getirenlere hakiminin mali durumunu sordu. Onlar, (Hakimimiz hakikaten gayet fakirdir. Elinde avucunda olanı fakir fukaraya dağıtıyor, rüşvet olacağı korkusundan, bizim de en küçük bir hediyemizi bile kabul etmiyor) dediler.

Hazret-i Ömer sordu:
- Allah'tan bu kadar korkan hakiminizin hoşunuza gitmeyen tarafları da var mı?

Evet diyerek kusurlarını şöyle sıraladılar:
1- Vazifesine sabah namazından sonra başlaması gerekirken kuşluk vakti başlıyor.
2- Evine çekilir aramıza girmez.
3- Haftada bir gün, evinden dışarı bile çıkmaz. Kapısı arkasından kilitlidir.

Hazret-i Ömer, onlara bir kısım erzak ve giyecek vererek gönderdi. Hakim Sa'd bin Amir'i de bunların sebebini öğrenmek üzere huzuruna davet etti.

Hakim, Hazret-i Ömer'in huzuruna gelince durumu anlattı:
Birinci kusurum; ailem hasta olduğundan evin bütün işlerini bizzat kendim görüyorum ve bu sebepten vazifemin başına ancak kuşluk vakti gelebiliyorum.

İkincisi ise
; akşam olunca gün boyu yaptığım işlerin muhasebesini yapıyor acaba yaptığım işlerde bir kusurum var mı diye onu tetkik ediyorum.

Üçüncüsü
; sırtımdakinden başka giyecek elbisem yoktur. Haftada bir gün giydiğim çamaşırlarımı yıkıyor temizlik işleri ile meşgul oluyorum. Hatta evimde bile üzerime alacak bir elbisem olmadığından yıkadığım çamaşırlarım kuruyuncaya kadar hiçbir kimseyi görüşmeye bile kabul edemiyorum.

Sa'd bin Amir'in bu izahatı karşısında Hazret-i Ömer çok memnun oldu ve ondan sonra Sad'ı hatırladıkça, (Ah Sa'd ah, Allah korkusu seni ne kadar yüceltmiş) der onunla iftihar ederdi.


Misafir 16 Mayıs 2011 17:48

YEŞİL ELBİSE

Yolda karşılaştığımızda ezan okunuyordu.
-Gel seni camiye götüreyim,dedim.Bugün Cuma biliyorsun.
-Sen de benim camiye gitmediğimi biliyorsun,dedi
-Biliyorum ama,sebebini gerçekten merak ediyorum.
-Ne bileyim olmuyor işte,dedi.Hem pantolonumun ütüsü bozulup,dizleri çıkar diye endişe ediyorum.
Gayri ihtiyari gülmeye başladım.
-Herhalde şaka yapıyorsun,dedim.Bunun için cami terk edilir mi?
-Ciddi söylüyorum,dedi.Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin.
Gerçekten öyleydi.Giydiği birbirinden güzel elbiseleri mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.
-Peki,dedim.Hayatında hiç camiye gitmedin mi?
-Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim,dedi.Hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum.Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum.
Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmişti. Daha sonra el sıkışıp ayrıldık.
Onunla konuşmamızdan 2 ay sonra, kendisinin camide olduğunu söylediler.Hemen gittim.Bahçedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve üzerinde yine yeşiller vardı.
Yavaşça yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:
-Hani,dedim.Camiye gelmeyecektin?

Hiç sesini çıkarmadı.Çünkü musalla taşının üzerinde,yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu.


nicely 29 Haziran 2011 02:03

Öldükten Sonra Dirilen Sahabe Nevfel (ra)


Birgün Hz. Peygamber, Allah yolunda cihad etmenin faziletinden bahsediyordu. O kadar ki, o yolda şehit düşenlerin karşılaşacağı nimetler ve göreceği ikramlar dinleyenleri âdeta mestediyordu. İşte bu dinleyenlerin arasında Nevfel adında biriside vardı.

Silahını kuşanıp atına binip Hz. Peygamberin yanına geldiği zaman, anneciği de yanında idi.

Kadıncağız ağlayarak:

Yâ Resûlallah! Benim gözümün yaşına acı. Benim hayatımda gören gözüm ve tutan elim bu oğlumdur. Bundan başka sığınacak kimsem yoktur. Çok garip ve fakirim. Oğlum da çok gençtir. Harb etmesini bilmez. Soğuğa sıcağa dayanamaz. Sonra ben yalnız kalır kötü durumlara düşerim. Kimse hâlimi bilmez dedi.

Resûl-i Ekrem kadına acıdı ve Nevfele:

Evladım ben sana kefil oluyorum. Cihâd sevabını aynen alacaksın. Şehid olma mertebesini de kazanacaksın. Yaşlı ve kederli annenin rızâsını al, göz yaşlarını akıtma. Bize şefâate gelmişken onu ayrılık ateşine yakma buyurdular.

Nevfel:

Yâ Resûlallah, beni cihâddan geri bırakmayınız. Bu arzumdan vazgeçmek elimde değil. Hak yoluna canımı ve başımı koymuşum. Anneme dua buyurunuz Rabbim ona çok sabırlar versin” dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Nevfelin annesine:

Gel bu yiğiti hayırlı yoldan alıkoyma! buyurdular.

Annesi Hz. Peygamberin ricası karşısında :

Yâ Resûlallah, oğlum savaş hâllerini bilmez, ama onun her halini koruyup gözetmen için sana ısmarladım dedi.

Hz. Peygember kadıncağızın bu dileğini kabûl ettiler.

Sefer bitti ve İslâm ordusu, pek çok ganimetle birlikte geri döndü. Ancak bazı sahabeler şehit olmuşlardı. Nevfel de onlardan biriydi.

Nevfelin annesi Resûl-i Ekremin huzuruna varıp, oğlunu sordu. O Şefkâtli Nebî bu haberi annesine vermekle onun gönlünü incitmekten çekindi.

Geride kaldı, gelenlerden sor! buyurdu.

Kadıncağız, Hz. Ali yanına geldiğinde ona sordu. Hz. Ali:

Resulullahtan sordun mu? dedi.

Kadıncağız:

Evet sordum deyince, Hz. Ali, Resûl-i Ekremin kadının kalbini incitmemek için böyle söylediğini anladı ve arkadakileri göstererek:

Geriden gelene sor dedi.

Kadıncağız geriden gelen Hz. Osman ve Hz. Ömere den de aynı cevabı aldı.

Yol bekleyen gözleri Hz. Ebu Bekiri gördü. Nevfelini gelip, Hz. Ebu Bekirden sordu. Resûl-i Ekremin mağara arkadaşı, mûbarek sakalını dudakları arasında sıkarak içinden:

Ya Rabbî, bir gönül kırmaktan Habib-i Ekremin sakındı ve Ali ve Osman ve Ömer de kaçındı. Ben zor bir halde kaldım. Eğer Nevfelin şehit olduğunu söylesem Hz. Peygambere muhalefet etmiş olurum. Eğer geride kaldı, geliyor desem, yalan söylemiş olurum. Doğru söylesem, bir gönlü yıkmış olurum. Yalan söylersem din yıkılır.

Sen bana bir söz ilham et. Bu annenin yanık yüreğini teselli edecek bir kolaylık ihsan eyle diye dûa etti ve içten gelerek: Yâ Allah! dedi.

O anda okun yaydan çıktığı gibi Nevfel, elinde kılıç olduğu halde süratle geldi. Hz. Ebu Bekire selam verip:

Beni mi çağırdın yâ Ebu Bekir, buradayım! dedi. Hz. Aliye ve bütün ashab-ı Kirama selam verdi. Bütün sahabeler hayrete düştüler.

Zübeyr bin Avvâm diyor ki: Resûllullah (s.a.s.) seferden dönünce mescide gidip iki rekat namaz kılar idi. Bu sefer de Resûl-i Ekrem mescidde oturuyordu. Kapıda bir kalabalık toplandı. Nevfelin içeri girip selam verdiğini gördüler. Resûl-i Ekrem Nevfeli karşılayıp selamını aldı. Otururken:

Bu, Allahın bir âyetidir, acaba kimin duasıyle meydâna gelmiştir? dedikleri sırada, Cebrail (a.s) gelip:

Ya Resûlallah! Şükür secdesi et! Cenab-ı Hak, ümmetinden Hz. İsa gibi ölüleri dirilten birini yaratmıştır. Allah selam ediyor, mağara arkadaşın Sıddık sakalı ağzında iken bir kere daha Ya Allah deseydi, İzzetim ve Celalim hakkı için bütün şehidleri diriltirdim. Ben, Ebu Bekirden razıyım. O da benden razı mıdır? Onun sözünün üzerine Nevfeli dirilttim. Çünkü o câhiliyet devrinde yalan söylememiştir, buyurduğunu haber verdi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, Hz. Ebu Bekirin sakalını öpüp Cebrail nin getirdiği müjdeyi haber verdikten sonra:

Allah sana büyük bir ikram da bulunmuştur. Rabbime hamd olsun ki, ben dünyadan ayrılmadan önce ümmetimden Hz. İsa gibi Allahın izniyle ölüleri dirilten birini gösterdi buyurdu.

Bu olaydan sonra Nevfel iki yıl daha yaşadı. Evvel ki oğullarından başka iki oğlu daha oldu. Sonra Yemâme cenginde şehit oldu.
Selam ve dua ile...


asla_asla_deme 3 Haziran 2012 15:46

Cennet
 
Adam ve hayattaki tek arkadaşı olan köpeği bir kazada birlikte ölmüşlerdi ... Gökyüzüne çıktıktan sonra bembeyaz bulutların arasında dolaşmaya başladılar ... adam çok susamıştı.. biraz su bulabilmek ümidiyle yürümeye devam ederken, birden kendilerini muhteşem bir manzaranın karşısında buldular.. rengarenk çiçeklerle süslü bir bahçe, altından yapılmış bir bahçe kapısı, ve onları karşılayan beyazlar içinde bir kadın.. Adam köpeğiyle birlikte kadına yaklaştı ve sordu:
"Afedersiniz... burası neresi?"
Kadın ona gülümsedi: "Burası Cennet, efendim"
Adam bunun üzerine sevinçle "Harika...!!!" dedi "Peki bana biraz su verebilir misiniz, gerçekten çok susadım"....
Kadın cevap verdi: "Tabi efendim, içeri girin... içerde dilediğiniz kadar su bulabilirsiniz....."
Böylece adam köpeğine döndü, "Hadi oğlum içeri giriyoruz" diyerek kapıya yürüdü......... ama kadın onu birden durdurdu:
"Üzgünüm efendim, köpeğiniz sizinle gelemez.. hayvanları içeri almıyoruz..."
Bunun üzerine adam bir an durdu.. düşündü.. ve geri dönüp köpeğiyle birlikte geldikleri yolun tam ters yönünde yürümeye koyuldular.... bir süre geçtikten sonra kendilerini bu kez tozlu çamurlu bir yolda buldular, ve yolun sonunda karşılarına çiftlik girişini andıran bir kapıyla yırtık pırtık elbiseli bir dede çıktı... adam sordu:
"Afedersiniz.... bana biraz su verebilir misiniz??"
Dede "İçeri gel" dedi.. "kapıdan girdikten sonra sağ tarafta bir ceşme var..."
Adam sordu: "Peki arkadaşım da benimle gelip ordan içebilir mi?"
Dede " Tabii..."dedi.. "ceşmenin yanında köpeğinin de su içebileceği bir kase bulacaksın..."
Bunun üzerine adam kapıdan girdi... biraz yürüdükten sonra sağ tarafta çeşmeyi buldu.. adam ceşmeden köpek de oracıktaki kaseden doya doya içerek susuzluklarını giderdiler... derken adam geri giderek girişte bekleyen dedeye sordu:"Su için çok teşekkür ederim... peki burası neresi..?"
Dede "Burası cennet" dedi.. bunu duyan adam şaşırdı:
"Ama nasıl olur..? az önce burası gibi kırık dökük olmayan muhteşem bir yere gittik ve orasının da Cennet olduğunu söylediler..." Dede "şu rengarenk çiçeklerle süslü altın kapılı yer mi?" dedi... "ama orası Cehennem..."
Adam iyice şaşırmıştı: "Peki ama orası sizin adınızı kullanarak insanları kandırıyor diye hiç kızmıyor musunuz..??"
Dede gülümsedi: "Kızmıyoruz..... çünkü onlar kendi çıkarı için en iyi arkadaşını yarı yolda bırakanları Cennet'ten uzak tutuyorlar....


KahR` 1 Eylül 2012 05:08

Hz. Hanzala Şehadet'i
 
Eshâb-ı kirâmdan Hanzala hazretlerinin henüz yeni evlendiği günün gecesiydi. Sevgili Peygamberimiz, eshâbını toplayarak islâma saldırmak ve yok etmek için bütün savaş hazırlıklarını tamamlayan Mekkeli müşriklere karşı harp yapılması kararını vermişlerdi. Harbe katılacak sahâbiler tek tek evinden çağırıldı. Harp haberini duyuran haberci, Hanzala ın evine uğradı. Bu karar ve resûlullah Efendimizin emri ona da ulaştı. Emri duyan Hanzala, boy abdesti alma fırsatını bulmadan Uhuda gitmek üzere hemen sahâbenin arkasından koşmaya başladı ve eshâbının arasına katıldı.
Harp sona erince Müslümanlar Medineye dönmeye başladılar.
Harbe iştirak edenlerin yakınları acaba bizden geriye dönen olacak mı heyecanı içerisinde yollara sıralanmışlardı. Bunların arasında henüz bir günlük evli olup, gece yarısı sevgili peygamberimizin emrine uyarak harbe giden ve şehitlik şerbeti içen hazreti Hanzala ın dul hanımı da vardı.Herkes büyük bir heyecanla harpten dönenlere yakınlarını soruyor, fakat hiç kimse kimseye cevap vermiyordu. Ancak sorulan soruları sevgili peygamberimiz\aleyhisselâm\ cevaplıyordu. En son olarak soru sorma sırası, şehit olan Hanzala ın hanımına gelmişti. Resûlullah Efendimize yaklaşarak
- Ey! Allahın Resûlu! Hanzala nerede, demesi üzerine sevgili peygamberimiz cevabında
- "Hanzala şehit oldu", buyurdu.
Bunun üzerine Hanzala'ın hanımı:
- Yâ Resûlullah, şu anda söyleceğim bir aile sırrıdır. Sizler de biliyorsunuz ki, kocamla daha henüz ilk evlendiğimiz geceydi. Kocam Hanzala, sizin mübârek emrinize uyarak boy abdestini alamadan harbe katıldı. Bildiğiniz gibi şehit oldu. Bu sebeple, emir veriniz de kocamı bulsunlar ve yıkasınlar, dedi. Bunun üzerine sevgili peygamberimiz yarı hüzünlü bir şekilde (sen Hanzala için hiç merak etme! Ben Hanzalayı rahmet suları ile melekler tarafından yıkanırken gördüm) buyurdu.Bunun üzerine bütün sahâbiler Uhud yolunu tuttu ve herkes Hanzalayı aramaya başladı. Daha sonra sahâbiler Hanzala ın henüz vücûdu kurumamış ve ıslak bir şekilde buldular.

Sevgili peygamberimizin müjdesini bizzat gözleriyle gördüler. Bunun için O a \Gasilül- melâike\ yani (Meleklerin gusül ettirdiği Hanzala\ denir. Bu evlilikten Eshâbın büyüklerinden hazret-i Abdullah dünyaya geldi...

Allah O'ndan Razı olSun...


asla_asla_deme 16 Mayıs 2014 14:20

SABREDENLERDEN HİFA ŞÜKREDENLERDEN SÜHEYB
 
Medine'nin kadınları hem güleryüzlü, hem de güzeldirler. Ancak Hifa
>Hatun başka güzeldir ve bambaşka gülümser. Öylesine sıcakkanlı ve
>öylesine samimidir ki kadınlar onu canları gibi severler. Oğlu,
>abisi, erkek kardeşi olanlar akraba olmaya kalkar, hatta bazıları
>beylerine ister. Onu ciddi ciddi sıkıştırır, araya hatırlıları
>koyup, izdivaç teklif ederler. Hifa Hatun'un methi hızla
>yayılır ve çoook uzaklara gider. Bırakın hekimleri, tüccarları;
>vezirler, sultanlar sıraya girer. Ancak o Necaşi gibi bir İmparatoru
>bile reddeder sadece ve sadece ALLAH'ın rızasını diler. Ama
>taliplerin ardı arkası kesilmez. Kimi ayaklarına halılar serer...
>Kimi eşiğine cevahirler döker... Yüz kızıl tüylü deveyi getirip
>kapısına bağlayanları mı sorarsınız, yoksa saray anahtarlarını önüne
>atanları mı? Hifa Hatun bütün bunlara dönüp bakmaz bile, Efendimizin
>huzuruna çıkıp "Ey ALLAH'ın Resûlü" der, "bana cennete ****ürecek bir
>şeyler öğretsene." Doğrusu o, Peygamber Efendimiz'in (sallallahu
>aleyhi ve sellem) 'gündüzleri oruç tut' ya da 'geceleri namaz kıl'
>gibi bir tavsiyede
>bulunacağını sanır ama Server-i Kâinat "Önce evlenmen lâzım"
>buyururlar "zira bununla dininin yarısını emniyete alırsın!" Hifa,
>büyük bir teslimiyetle boynunu büker ve "siz kimi münasip görürseniz
>ben ona razıyım" der.
>
>Mâlum, o sıradan bir hanım değildir ve onu nikahına alacak erkeğin
>de "özel" olması gerekir. Lâkin Resûlullah (sallallahü aleyhi ve
>sellem) ne kimseye ümid verir, ne de kimsenin ümidini kırar. Her
>zamanki gibi basit ve pratik bir çare
bulur "yarın sabah mescide ilk
>gelenle evlen" buyururlar. Bu teklifi herkesin hoşuna gider,
>talipler erken kalkmak için tedbirler düşünür, kendilerince hazırlık
>yaparlar. Bu haberi elbette Hazret-i Suheyb de duyar ama dikkate
>almaz. Zira o fakir ve kimsesiz biridir. Evi yurdu yoktur ve karnını
>zor doyurur. Kah ağaç altlarına uzanır, kâh mescid gölgelerine
>kıvrılır. Uzun boyuna rağmen o kadar zayıftır ki, rüzgar sert esse
>ayaklarını yerden kaldırır. Ama bakın şu işe ki o gece ALLAHü teâlâ
>bütün sahabelere derin bir uyku verir, Hifa Hatun'un talipleri
>gözlerine çöken ağırlığa yenilirler.
>
>Resulullah Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) her zamanki gibi
>imsak sökerken mescide gelir ve büyük bir merakla talihli sahabeyi
>bekler. Nitekim mescidin eşiğinde bir gölge uzar ve Süheyb içeri

>girer. Resulullah Efendimiz namazdan sonra Hifa Hatunu çağırtıp
>neticeyi bildirir. Hazret-i Hifa büyük bir teslimiyetle kabul
>eder.Efendimiz güzel bir hutbe okur ve nikah akidlerini yaparlar.
>Sonra şanslı sahabeye döner "Ey Süheyb" buyururlar, "şimdi hanımına
>bir hediye al ve tut elinden evine ****ür."Suheyb Radıyallahu anh
>ellerini çaresizlikle iki yana açar. "İyi ama" diye mırıldanır,
>"benim ne bir dirhem gümüşüm, ne de sığınacak evim var." Hifa Hatun
>kocasının boynunu büktürmez, ona içinde on bin dirhem gümüş olan
>süslü bir heybe gönderir ve "filanca yerdeki köşkümü sana hediye
>ettim" der. Alemlerin Efendisi çok hislenir onlara hayır dualar
>ederler. süheyb, o gün Medine sokaklarında dolanır durur, akşama
>doğru utana sıkıla konağa sokulur. Kendisi için hazırlanan muhteşem
>sofradan ya
bir, ya iki hurma alır ve "Ya Hifa" der, "biliyorum sen
>benim için bulunmaz bir nimetsin, ben ise senin için sadece
>mihnetim. Ben şükretsem gerek, sen sabretsen gerek. İster misin şu
>geceyi taat ve ibadetle geçirelim zira Efendimiz (Sallallahü aleyhi
>ve sellem) "Cennette yüksek bir çardak vardır. Orada yalnız
>şükredenlerle sabredenler otururlar." buyurdular. Ve öyle de
>yaparlar. Seccadelerini gözyaşları ile ıslatır, kalplerini zikr ile
>aydınlatırlar. Cebrail Aleyhisselam olup biteni Resulullah
>Efendimize anlatır ve onları ALLAHü teâlânın cenneti ve cemaliyle
>müjdeler. Ertesi sabah, namazdan sonra Efendimiz Suheyb'i yanlarına
>oturtur "Ey Süheyb" buyururlar "geceki halini sen mi anlatırsın ben
>mi anlatayım?" Süheyb gözlerini kucağına indirir, zor duyulan bir
>sesle "ALLAHın Resulü en iyisini
bilir" cevabını verir.
>
>Efendimiz onlara "ne mutlu size" gibilerinden bakar, "İkiniz de
>cennetliksiniz" buyururlar, "... ve ALLAHü teâlâyı göreceksiniz!"
>Süheyb derhal secdeye kapanır ve "Ya Rabbi!" diye yalvarır, "o ki
>beni mağfiret ettin, günahlara bulaşmadan canımı al!" ALLAHü teâlâ
>bu yanık duayı kabul eder, Suheyb, secdede kalakalır. Mescidde
>bulunanlar ağlamaklı olurlar. Resulullah Efendimiz (sallallahu
>aleyhi ve sellem) "Size daha şaşılacak bir şey söyliyeyim mi? Şu
>anda Hifa Hatun da ruhunu Hakka teslim etti" buyururlar.
>Namazlarını, yüzü suyu hürmetine yaratıldığımız o yüce Server
>kıldırır. İkisini yanyana toprağa bırakırlar. Baş uçlarına küçük bir
>tahta çakar.
>
>Birine "şükredenlerden Suheyb" yazarlar, öbürüne "sabredenlerden Hifa"



Saat: 06:17
Sayfa 4 / 4

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık