Avrupa'nın birçok ülkelerinde sergi düzenledikten sonra yirmi birinci sergisini Maçka Sanat Galerisi'nde açan Utku Varlık, büyük olgunluğa ulaşmış bir ressam. 1942 yılında Bolu'da doğmuş, 1970'de İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'ni bitirdikten sonra devlet bursu ile Paris'e gitmiş. Orada ilk üç yılını Beaux Art Akademisi'nin litografi atölyelerinde yoğun biçimde çalışarak geçirmiş, sonra, kendi yalnızlığı içinde sanatım hiç ödün vermeden sürdürmüş. "Resim günün yirmi dört saati yaşanan bir olaydır", diyor Varlık. "Bu böyle olmazsa resim kendi içinde gelişimini sürdüremez. Ben her gün on saat çalışıyorum, hatta hafta sonlarında da..." diye ekliyor. Bu yoğun çalışmanın sonucu, resimlerindeki olgunluk, bütünlük ve teknik mükemmelikte kendini gösteriyor.
Varlık'ın resimlerinin gelişim çizgisi, bütün verimli sanatçılarda olduğu gibi, yaşantısmdaki ve kişiliğindeki oluşum ve değişimle birlikte ilerliyor. 1968-72 döneminin ürünleri, topluma dönük, çevre ile doğrudan ilişkisi olan, somut olayların etkisinde yapılmış resimler. Bunlar deseni çok güçlü, politik içeriği ön planda tutanlitcgrafiler. örneğin, taş hücre içinde bir tutuklu, insanlığını yitirmiş tiplerin karşı cephelerde savaşmaları ve giderek toplumun kişiyi yok etmesini simgeleyen, iskeletleşmiş, hiçe inmiş bir alkolik... Bunları batı toplumunu yine somut olaylarla, öyküsel bir anlatımla eleştiren litog-rafiler dizisi izliyor. Almanya'da başarı ile sergilenen ve "metro serisi" diye adlandırılan bu litografilerde, sanayi toplumlarında görülen makineleşmiş yaşamın insanoğluna yaptığı korkunç basınç ve insanlık dışı etkiler ele almıyor.
Yıllar ilerledikçe Varlık'ın dünya görüşünde gitgide büyüyen bir evrensellik oluşuyor. İnsan, politik insan, mekanik insan, şu ya da bu toplumun ya da inancın insanı olmaktan çıkarak geniş anlamda evrende var olan insanoğlunu simgeleyen bir portre olarak görülüyor, özellikle 1975'ten sonra görülen bu büyük aşama, onu çok olgun bir ressam düzeyine yükselten bu sıçrayış, salt konu ve içerik planında kalmayarak plastik yönden de kurgu, renk ve teknik bütünlük öğeleriyle ortaya çıkıyor.
1975'ten bu yana ortaya getirdiği yapıtları, özellikle mitolojik bir nitelik taşıyor. Resimlerin mitsel yönü, dinsellik, evrensellik, zaman ve mekân sorunlarının ele almışıyla yaratılıyor. Sanatçı bu konuları işlerken her türlü kavramsal karşıtlıktan yararlanıyor: Zaman, sınırlı ve sınırsız... Mekân da öyle... Sınırsız evrenle sınırlı nesneler ve dünyasal kişiliğini bulmamış "insan-oğlu"nun dinsel bir belirsizlik taşıyan portreleri... Ve bütün bunların içinde ve dışında, tanrıların katından evreni, insanı, oluşumu ve kendini izleyen tüm zamanların zamansız seyircisi: Ressam. Resimler, sahnede, gözümüzün önünde, bir oyunmuş gibi sergileniyor.
Baktıkça, daha çok, daha iyi bakmak gereğini duyuyor insan, çünkü ilk bakışta resim kendini ele vermiyor, önce bir atmosfer seziliyor. Dumanlı, buharlı, geceli, gündüzlü, düşleri andıran bir atmosfer... Giderek kocaman bir evren beliriyor.' Evrende izlediği zamanlılık ve zamansızlığı, mekânda yakaladığı sınırlılık ve sınırsızlığı, insanda gözlediği dünyasallık ve evrenselliği, içten (ruhsal) ve dıştan (nesnel) yaklaşımını yansıtan anlamdaki bu katkathğa paralel olarak, resmin peyzajım da çok -katlı bir biçimde geliştiriyor. Sınırsızlık hemen her resimde gök, yer, deniz ve durgun suların altındaki derinliklerin birlikte verilmesi ile yaratılıyor. Oysa, sınırlılık, büyük bir karşıtlıkla, ressamın bizi dört yanı kapalı bir odaya ya da bir mağaraya sokmasıyla anımsatılıyor. Aynı resmin içinde zıtlıklar gittikçe yoğunlaşıyor: Karanlık bir "interiof'e (bir odaya, bir mağaraya, bir ağaç kovuğuna) karşın pırıl pırıl evrensel bir doğa... Bunlara teknik yönden ince ayrılıklar da ekleniyor: Büyük fırça vuruşlarıyla anlatılmış bir doğaya karşın, küçük ayrıntıları titizlikle işlenmiş nesnel varlıkları (insan portrelerini, vücut parçalarım, masaları, lambaları, yatakları, çarşafları...) buluyoruz. Evrendeki sınırsızlıkla dünyadaki (nesnel varhklardaki) sınırlılık birçok kez karşı karşıya getiriliyor.
Kesmin gerçek kahramanı insan. Sanatçı, insan manzarasını her resimde ön plana alıyor. Evreni yansıtan genel sahnedeki tüm ışık insan üzerinde yoğunlaşırken portreler tüm ayrıntıları Üe çiziliyor. Varlık'ın resimlerinde yarattığı insan manzaraları somut o-layları, toplumsal yaşamı dile getirmiyor; o, insanoğlunun dağlardan, taşlardan, denizlerden, göklerden doğarak gene onlara dönüşünü anlatıyor. Mistik, mitolojik bir görüş bu; hem de geçerliliğini her yerde, her zaman koruyacak bir dünya görüşü. İnsanın doğumu, gelişimi ve ölümü evrimdeki çevrimsel (cyclic) olaylardan ancak bir tanesini yansıtıyor. Çevrimsellikteki süreklilik ya da zamansızlık, insan yaşantısının (bu, ister doğum ya da ölüm, ister cinsel birleşme olsun) evrende durmadan dönen geometrik dairelerin içine yerleştirilmesi ile vurgulanıyor, insan bir an için evrenden kopsa da —sanatçı bu kopuşu daireleri örtülerle sarıp sarmalayarak veriyor— , dönen daireler içinde gene başladığı yere, evrene, ağaçlara, balıklara dönüyor, denizde kendi yansısını buluyor. Kendi portresini de bazen dairelerin içine, bazen dışına ve bazen de olayların resmini yapan bir öğe olarak resimlerine yerleştiriyor. Böylece ressam, hem yaşayam hem de yaşananları seyreden bir varlık kimliğine bürünüyor. Bazı resimlerdeyse insa-nın evrendeki yerini arayışını —belki de kendisinin bile bu soruyu cevaplandıramayışını— görüyoruz. O zaman, evrendeki tüm varlıkları bütünleştirip zaman-sızlaştıran, dinselleşen portre çizgileri kullanılıyor. Bu portreler bize dinsel resimlerdeki evrensel yüzleri anımsatıyor: Giotto'lar, Piero'lar, Massacio'lar, giderek ünlü Rönesans madonnaları... Ama bu dinsel resimleri çağdaş kılan özellik, evrenle kurulan ilişkide, psikolojik anlatım ve bilinçaltı boyutuna verilen a-ğırlıkla insan vücudunun erotik olmadan erotizmi andıran biçimde işlenişi... Bu nedenle düşünen ya da düş görür gibi duran yüzler, cinsel birleşme içinde birbirine girmiş vücut parçaları, kendini aynada, sonra gene düşünde gören insan imgeleri gerçeküstü olmadan —bir ölçüde— gerçeküstü atmosferi yaratıyor.
Varlık'ın resimlerinde Leonardo'nun peyzajlarım, Giotto'nun, Piero'nun dingin dinselliğini, Canalet-to'nun, Breugel'in ayrıntıdaki titizliğini, gerçeküstü ustalarının düşçü atmosferini buluyoruz. Ama aslında o kendi resminin ustası. Kendine özgü dünya görüşünü ve duyarlığım, litografi ustalığından gelen kusursuz desenciliğini çok güçlü bir mekân, kompozisyon ve koreografi anlayışı içinde resmine aktarıyor. Resminin her köşesi nefes alıyor: Bir mekândan ötekine, bir kattan başka bir kata, bir duygu kurgusundan başka birine geçerken koca bir evrenin içinde elindeki ışığın ardından güvenle yürüyen bir insan gibiyiz. Sanatçı, ışığı da Rönesans ustalığı ile kullanıyor, portreleri bir rninya-türcü titizliği ile, konturları son derece berrak ve keskin tutarak işliyor. Portrelerde de doğayı işlerken de tam bir şair duyarlığı ile fırçasını kullanıyor. Bütün bu inceliğin yanında, yapıtların -daki dinginliği, canlılığı ve gerginliği kurguda kullandığı karşıtlıklarla korumayı başarıyor. Mekânlar yaratarak, renklerden kat kat oluşan saydam yüzeyler yaparak resmini bir dantel gibi örerken şiirsel, fantastik anlatım gücünden hiç bir şey yitirmiyor.
Resimdeki çağdaş araştırmacılık açısından, yöntemde ve içerikte yenilik bulmak için baktığımızda, Varlık'ın yöntem açısından yeni bir tavır görülmüyor denebilir. İçerik yönün-dense, batmm yabancılaşmış toplumlarındaki duygusal bütünlük konu alınıyor. Yabancılaşma sorununa sunulan çözüm, insanın çevresi ve evrenle bütünleşmesi ise, bu çözümü günümüzde kolayca kabullenmek ne derece gerçekçi olur? Gene de Varlık'ı kutlamak gerekir, günümüzde resmin geçerliliğinden kuşku duyan bir ortamda, insan ve usta bir ressam.
İpek Aksüğür