Ziyaretçi
Türk Bezeme Sanatı
Türk Sanat geleneklerinin özünü koruyan, maziden günümüze Türk kültürünün devamını sağlayan ve Türk kimliğini çizen gelenekli sanatlarımızı derinlemesine incelemek, temelinde yatan felsefeyi ve bunun çizgilere, şekillere yansımasını anlamak ve anlatmak, bir manada kendimizi anlamak, millî kimliğimizi tanımak ve tanıtmaktır. Çünkü bir milletin tarihi yaşadığı hayattır. Kültürü ise, kendi tarihi içinde yaşarken edinmiş olduğu inanç ve davranış biçimidir. Bu kültür, sahip olduğu gelenekler ile nesilden nesile aktarılır. Gelenekler aynı zamanda ait olduğu milletlerin kimliğini belirler. İşte bu nedenle geleneksel sanatlar, millî kültürümüzün temel taşlarından biridir.
Tarihin sayfalarını geriye çevirerek Türk sanatının mazisine göz atacak olursak, Orta Asya bozkırlarının, önemli Türk kültür merkezlerine vatan olduğunu ve buralarda Türk sanatının ilk meyvelerinin yeşerdiğini görürüz. Türkler'in siyasî tarihleri yanında, kültür tarihinin de bu bozkırlarda başladığı, çeşitli iklim ve coğrafyalarda, farklı inanç ve medeniyetlerin ışığında gelişe gelişe Anadolu yarımadası’na gelerek Selçuk-Osmanlı medeniyetlerine zemin hazırladığı tarihî bir gerçektir. Uzun yıllar komşusu olduğu Sasanî ve Çin medeniyeti ile yakın teması olan Orta Asya Türk devletleri, kendilerine has bir sanat üslubu yakalamışlardır. Büyük Hun İmparatorluğundan günümüze kadar tıpkı bir zincirin halkaları gibi devam eden Türkler’in sanat geleneği, sanat tarihi dünyasında küçümsenmiyecek bir kimliğe ve yere sahip olmuştur.
Bugün küreselleşme gayreti içinde bulunan yeni dünya düzeninde yerini alacak olan Türkiye, bir yandan Avrupa Birliğine girme ve Ortadoğu'da, Asya’da lider ülke olma çabalarını yoğunlaştırırken, diğer yandan sahip olduğu zengin kültürünü daha yakından tanımalı, sahip çıkmalı ve korumayı ihmal etmemelidir. Bunun bir yolu da, millî kültürümüzün önemli bir kanadı olan geleneksel sanatlarımıza gösterilecek şuurlu bir ilgi ve hassasiyettir. Ancak bu takdirde, milletimize ve bilhassa yeni kuşaklara, sağlam temeller üzerinde yükselen parlak bir gelecek hazırlamış oluruz. İşte bu beraberliğimizde sizlerle Türk’ün sanat dünyasına girerek, güzellik, aşk, sanat, sanatkar, zanaat, gibi bazı temel sanat kavramlarına kısaca temas etmek, daha sonra, gelenekli sanatlarımızın önemli bir kısmını teşkil eden ve bizim ilgi alanımız olan, çini tezyini sanatlarından söz açmak istiyoruz.
Bilindiği gibi sanat, en genel tanımı ile bir anlatış, bir ifade şeklidir. Anlatılan, sanatkarın iç ve dış dünyasıdır. Başka deyişle sanat, insanın yaşadığı dünyayı gönül penceresinden seyrederken, gördüklerini, hissettiklerini sembollerle dile getirmesidir. Böylece insanın yetenekleri şekillenmiş, duygu ve düşünceleri adeta maddede billurlaşmış olur. Sanatı var eden, besleyen ve olgunlaştıran, zihinlerdeki fikir ve düşünce, gönüllerdeki aşk ve heyecandır. Sanat eserleri, bunların maddeye yansıması veya bir takım kalıplara girerek şekil ve görünüş kazanması ile meydana gelir.
Bir başka manada sanat, insanlığın yoluna ışık tutan, toplumun yaralarını saran, insanı insan yapan idealleri, biçim, renk, ses veya kelimeler aracılığı ile estetik düzen içinde çevresine sunan, bir aktivite, bir hizmet veya hizmetten de öte bir ihtiyaçtır.
Atalarımız, “Aşk olmayınca, meşk olmaz'' demiş ve işin özünü ne güzel ifade etmişlerdir. Zira güzellik, aşk ve sanat, birbirini var eden ayrılmaz üç temel kavramdır. Güzelden maksat Aşk’ tır. Aşkın dili ise Sanat’tır.
Şair diyor ki:
“Suretin nakşında her kim görmedi nakkaşını,
Vahib-i suret anın gözsüz yaratmış başını.”
Fakat bunu görebilmek, hissedebilmek için, gönül gözünün de iştirakı ile gerçek güzeli tanımak gerekir. Peki gerçek güzel nedir?
Plotinos, kendi fikir dünyasından seyrettiği gerçek güzeli şöyle tarif etrniş: “Varlıklar içinde güzel olmayan hiç birşey yoktur. Zira varlıkların her zerresi, mutlak varlığın nurundan bir parıltıdır. Şu halde herşey birbirinden az ya da çok güzeldir”(l)
(1078-1166) Yıllarında yaşayan İslâm mutasavvıfı Abdülkadir Geylani ise çirkinlik hakkındaki düşüncelerini ortaya koyarak güzeli şöyle anlatmıştır: “Dünyada çirkinlik yoktur. Çirkinlik, o hüsn-i bimisâlin, kemâlini aşikâr eden bir güzelliktir.” yani “Yeryüzünde çirkin yoktur. Sizin çirkin dediğiniz, emsali olmayan o ilâhi güzelliğin mükemmelliğini ortaya çıkaran güzelliktir” bu da bize, her değerin ancak zıtları ile var olabileceğini bir kere daha hatırlatmış oluyor.
İşte bu güzele duyulan sevgi ve hayranlığın dili, sanattır. Seyre daldığı bu güzelliğin gönlüne düşen aşk, sahip olduğu üstün yetenek ve zeka ile eserinde anlatan kişiye ise sanatkâr denir. Demek ki sanatkar, yaratılmışı keşfederek üstün idrak ve yeteneklerinin sınırları içinde yorumlayan ve bunu eserinde yansıtan kişidir.
Çok zaman halk arasında karıştırılan ve birbiri ile yarış halinde olan iki kavram daha vardır. Bunlardan biri sanat, diğeri ise zanaattır. Zanaat, son şeklini almış bir tasarımın ustalıkla yerine işlenmesi veya uygulanmasıdır. Bu işi yapana zanaatkâr veya zanaat erbabı denir. Bilhassa el sanatlarında zanaatın payı inkar edilemez. Sanat alanında yaratıcılık ne kadar önemli ise, zanaatta da işçilik, tecrübe ve el becerisi o kadar önemlidir.
Bunu gösterebilmek için geleneksel kitap sanatlarından tezhibi ele alalım. Tezhip sanatını kısaca tanıttıktan sonra bazı örnekler üzerinde duralım.
Tezhip
Bezeme sanatının kağıt üzerindeki uygulamasıdır ve eski kitap sanatlarında yazıyı süsleme maksadıyla kullanılmıştır. Adını, en önemli malzemesi olan altından almıştır. Tezhip kelimesi, Arapça altın demek olan, zehep kökünden türemiş olup, ‘altınlamak’ anlamına gelir. Fakat tezhip sanatında altın ile birlikte kullanılan, geçmişte toprak boyalardan, şimdi ise hazır boyalardan elde ettiğimiz, bedahşi lacivert (lapislazûli), Türk alı, aşı boyası, Türk mavisi (türkuaz), limon küfü gibi klasik renkler de vardır.
Tezhipli eserlere müzehhep eser, tezhip yapana da müzehhip denir. Tezhip sanatı, geçmiş devirlerde daha çok yazı ile birlikte kullanılmış ve hat sanatının elbisesi, süsü olarak bu sanat dalının yanıbaşında yer almıştır. Fakat bugün tezhib, ebru veya dokulu kağıtlar üzerine işlenerek başlı başına dekoratif bir sanat halinde, duvarlarımızı süslemektedir.
Kitap sanatlarında en yoğun tezhiplere dinî yazmalarda rastlanır. Bunun yanında edebî eser olan divanlarda, padişaha sunulacak ilmî yazmalarda da yoğun tezhibe rastlanır. Bilhassa mushafların zahriye veya serlevha sayfalarında, bir hilye-i şerif üzerinde işlenmiş yoğun tezhipler, sanatın yanında zanaatın da ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Böylece tezhipden örnekler göstererek Tezyini sanatlarımıza da girmiş olduk. “Tezyinat kelimesi” pekçok dekoratif sanatı içine alan, bir terimdir. “Tezyin”, Arapça ziynet kelimesinden türemiş olup, “süs” manasına gelir. “Tezyina” bunun çoğulu yani “süslemeler” demektir. Tezyini sanatlara günümüzde süsleme veya bezeme sanatları da denir. Cild, tezhip, hat, minyatür, kat'ı gibi kitap sanatlarını, taş, metal ve ahşap oymaları, sedefkârlık, çini, kalem işi, revzen, tekstil ve dokuma gibi dekoratif sanatları içine alan geniş bir uygulama alanı vardır.
Bütün bu sanat dallarında motif ve desen bilgileri aynı esaslara dayanır. Sadece desenin uygulanacağı yere, kullanılacağı teknik ve malzemeye göre ayrıntılarda bazı farklılıklar gösterirler. Mesela desen tasarlanırken çizilecek desenin çeşidi, yoğunluğu, motifleri, büyüklüğü ve renklerinin seçimi, işleneceği yüzeyin şekline, büyüklüğüne, yapıldığı maddeye, kullanılacak tekniğe göre yapılır. Onun için Türk tezyini sanatlarında kalıp usulü kullanılmamış, bezenecek her yüzeye uygun yeni bir desen çizilmiştir.
Gene bir çini panodaki hatayi motifi, tezhip edilecek desendeki hatayiye göre çok daha büyük ve ayrıntılıdır. Taş üzerine oyulacak desenin motifleri de iridir. Fakat sert zemine işleneceği için daha sade görünüşlü olmalıdır. Hatta sadece tezhib sanatı için çizilecek desenlerdeki motiflerin boyutu bile, işlemede kullanılacak tekniklere göre değişir. Halkar tekniğinde daha iri ve ayrıntılı, zemini boyalı klasik tezhibde, zer-ender zer veya çift tahrir (havalı) tekniğinde çok sade ve küçük motifler kullanılır. Renk seçiminde ise, taş, ahşap, fildişi ve deri üzerine işlenen desenler için zeminin doğal yapısına uygun renkler ve altın tercih edilir. Tezhipte, çinide ise bulunduğu yüzyıla göre değişen, Türk sanatının klasik renk zevki dikkate alınır. İşte bunun gibi pekçok ince ayrıntılar, Türk sanatının gözü, gönlü dinlendiren ihtişamlı zevkini, estetiğini ortaya koyan önemli hususlardır.
Şimdi Türk sanatı ve diğer birçok Doğu sanatlarının özünü teşkil eden bir başka konuya geçelim, üsluplaştırma: Minyatür ve bezemelerde kullanılan bütün figür veya motiflerin çıkışları, çizilişleri, bu esasa dayanır. Klasik ismiyle, “üsluplaştırma veya üslup çekmek”, batı dillerindeki adı ile “stilizasyon” veya başka bir deyiş ile “soyutlaştırma” denilen bu çizim şekli, şöyle tarif edilebilir: “Sanatkarın modelini kopya etmeden, sadece ana çizgilerini koruyarak, onu kendi istek ve düşünceleri doğrultusunda, göstermek istediği şekilde çizmesidir. “Üsluplaştırılmış bir nesnede, hem modelin kimliği, hem de sanatkârın yorumu birlikte seyredilir.
Sanat dünyasında önemli bir yeri olan bu sanat anlayışında gölgenin yerini tarama almış, perspektif kısmen kullanılmıştır. Hatta minyatürde vurgulanmak istenen nesne veya fikirin dikkat çekmesi için, renk ve tasarım ile gerçek dışı yorumlara bile yer verilmiştir. Üsluplaştırmada bilhassa çizginin ifade gücü ve ahengi başlı başına incelenmesi gereken önemli bir noktadır. Hatta burada renk, çizgiye yardımcı olan, destek veren bir unsurdur. Kalın, ince, koyu, açık, sert, yumuşak, çizgilerle çizilen üsluplaştırılmış motifler ve bu motiflerden meydana gelen desenler, dile gelerek, pek çok şey anlatır. Kendini ilgiyle seyredene, adeta sanatkarın iç dünyasını, karakterini, üslûbunu ve o çizgiyi çizerkenki halini fısıldar. Çizginin bu tılsımlı gücü, hüsn-ü hat sanatında hassas bir ölçü ve ahenk ile yazılmış istiflerde de seyredilir.
Kıymetli Hocamız Prof Dr. A. Süheyl Ünver (1898- 1986) bu konu ile ilgili görüşünü şöyle dile getirirdi; “Türk tezyinatı göz musikisidir, onun da notası vardır. Bu notaları bilmiyen göz bakar, fakat eseri okuyamaz ve anlayamaz.”
Picasso ise, hat sanatı ile ilk tanıştığı zaman manayı anlamamasına rağmen, çizgilerdeki ahenge hayran kalmış ve ‘Benim resimde varmak istediğim yere, İslâm yazısı çoktan gelmiş’ demiştir. (2)
Mimar Turgut Cansever Hocanın 1997 (Ocak) yılında dinlediğim bir konuşmasından şu sözleri not etmişim. “Biçimler ifadedir, açıklamadır. Posmodernizmin içine düştüğü mesele bu ikilemin bir kanadına önem verip diğer kanadını ihmal etmesidir. Halbuki biçimler, anlatmak istedikleri mana ile bir bütün olduğu zaman insanlığa hizmet verir, işlev kazanır. İslâm mimarisinde bu bütünlük kurulmuştur.”(3)
Klasik Türk tezyini sanatlarının genel olarak iki önemli ortak konusu vardır. Desende temel unsur olan motifleri, çıkış kaynağı, tarihi gelişimi, çizim tekniği, özellikleri, desen içinde kullanılış şekli ve çeşitleri ile iyi tanımak, desen tasarımında atılacak ilk önemli adımdır. Bundan sonra ikinci önemli adım, klasik Türk bezeme sanatlarında desen bilgisidir.
Değerli Hocam Rikkat Kunt (1903-1986); “Desen sanatın namusudur.” derdi. Rikkat Hanım bu sözü ile, tezyini sanatlarda desen tasarımının önemini, veciz bir şekil ile vurgulamakla kalmıyor, aynı zamanda gereken titizliği göstermeyip, emanet veya devşirme desenler ile eser verenlere de seslenerek, “Bezeme sanatı, kopyadan ibaret değildir. Bütün klasik sanatlarda olduğu gibi, kendi kuralları içinde yeni düşünce ve terkiplere açık bir sanattır.” demek istiyordu. 20. Yüzyılın değerli müzehhip ve hocalarından Muhsin Demironat (1907-1983) ise, desen çizimini anlatırken: “Kompozisyon hazırlamayı nasıl öğreneceğiz dersek, bunun iki yolu vardır:
1-Motif bilgisi ve desen çizme tekniğini iyi bir ustadan öğrenmek,
2 - Göz eğitimi için çok görmek, el eğitimi için çok çizmek. Her ne kadar sanatta kabiliyet ve azim ön planda gelirse de, kendi kendine yetişmek ile bir üstad görerek yetişmek arasında, çok büyük fark vardır.” derdi. Bu tavsiyeler atalarımızın, “Ustadsız sanat haramdır.” sözünü de doğrulamış oluyor. 21. Yüzyılın üslupları araştırılırken dikkat edilecek başka bir konu da şudur: Gelenekli sanatlarda desenler, kendi üslupları içinde iki önemli özellik taşırlar.
1- Milli üslûbu koruyan, birleştirici ortak özellikler, ki bunların korunması şarttır. Çünkü bunlar, gelenek haline gelmiş kalıcı özelliklerdir. Meselâ Türk sanatının her dalında çok belirgin bir özellik olan eserin dışını sade bırakıp içini daha yoğun süslemek arzusu, sanatta veciz ifade üslûbunun tercih edilmesi, aynı zamanda Türk'ün dünyaya bakışını ve hayat görüşünü de göstermektedir.
Günümüzde gösteriş meraklısı zihniyetin tutsağı olan bazı kesimler, maalesef atalarının sanatla ifade ettikleri bu inceliği anlamak ve taktir etmek şöyle dursun, tenkit konusu yapmaktadır. Halbuki sadelik içinde, az malzeme ile seyircisini cezbedebilmek ve eserinde gerçek güzelliği yansıtmak, başarılması daha zor bir iş değil midir? Nitekim atalarımız Türk sanatını tarif ederken: “Dışta sadelik, içte ihtişam. İşte Türk sanatı.” Diyerek bütün bu gerçekleri, gene Türk üslubu olan veciz bir dille anlatmışlardır.
2-İkinci grup özellik ise ait olduğu sanat dalını zenginleştiren, tasarım hacmini genişleten üsluplar arasındaki farklılıkları belirleyen, ayırıcı özelliklerdir. Bu özellikler, yeni üslûp arayışları sırasında değiştirilebilir.
Kısaca Türk kültür tarihinin akışı içinde tezyini sanatların göz kamaştıran gelişmelerinde dikkat çeken en önemli taraf, desen ve renk tasarımlarında yakalanmış olan estetik olgunluk ve millî ruhdur.
Sonuç olarak sanat, şüphesiz yaşayan dinamik bir varlıktır. Hayatın akışı içinde bulunduğu zamana ve mekâna bağlı olarak devam ederken, değişmelere uğrar. Zira yeni arayışların yapılması, duygu ve düşüncelerin yeni üsluplar ve kalıplarda ifade bulması, kısaca değişim, insanlarda doğuştan var olan bir ihtiyaçtır. Bunun için en uygun alan, moda ve sanattır. Bu arada klasikler arasına katılan, evrenselleşmiş eserler de pek çoktur. Her devirde insanların takdirini kazanan bu klasik eserler, aynı zamanda sahibini de ölümsüzleştirmiştir. Bunlara duyulan hayranlık hiç tükenmez. Hatta bunları kopya yapabilmek bile bir yetenek, eğitim ve bilgi ister.
Voltaire bu konuda şöyle demektedir: “Sanat bir dereceye iner ki, klasiği kopya bile edilemez. Onun için kopya bir küçüklük, bir zûl görülür. Keşke buna muktedir olsalardı.”(3)
Fakat kopya çalışmak her ne kadar başarılı ve faydalı olursa olsun kopya ile yetinmek, sanatta bir amaç olmamalıdır. Sadece kopya veya taklitlerle sürdürülen sanat çalışmalarının ortaya çıkardığı eserler, o sanatı gelecek yüzyıllara taşıyamaz.
Şüphesiz sanatta belli bir yere gelmek, açılmamış kapıları açmak için sağlam ve güvenli bir zeminde bulunmak gerekir. Bizler de 21. yüzyılın yeni üsluplarını ararken, sanatın milli özelliklerini, geleneklerini göz ardı etmemeliyiz. Zira, sanat evrenseldir. Fakat sanatkârın millî bir kimliği vardır ve bu kimlik mutlaka eserlerine yansır. Mesela modern resmin babası Picasso'nun evrensel olmuş sanatında İspanyol kültüründen izler görülür. Gene müzik dünyasında ün yapmış, Finlilerin milli kahramanı Sibellius, bu şöhretini vatan sevgisi ve özgürlük için bestelediği eserleri ile kazanmıştır. Mimarlık tarihinde dünyaca bir deha kabul edilen Mimar Sinan’ın eserlerinde akıl almaz bir ustalıkla kullandığı kubbe, inancının odak noktası olan tevhid şevkinin maddeye yansıması değil de nedir?
Daha pek çok örnekte görüldüğü gibi, milli olmayan bir sanat, milletlerarası değere de sahip olamaz. Kısaca sanatta evrenselliği yakalamak, üstün yetenek yanında şahsî, millî ve yöresel kimliğin güçlü olmasıyla mümkündür. Büyük Atatürk'ün 1923 de söylediği şu sözü ile son vermek istiyorum. “Milli benliğini bulmayan milletler, başka milletlerin şikarıdır.” yani avıdır.
1- Estetik, Cemil Sena Ongun, s. 26, 1971.
2- M. Uğur Derman, Hat Sanatında Türkler’in Yeri, İslâm Sanatında Türkler, s. 52, Y.K.B.K. Yay İstanbul, 1976.
3- İsmet Binark, Ekrem Hakkı Ayverdi Bibliyografyası, s. 279, İstanbul, 1999.
Güpgüpoğlu Konağı'nda ağaç oyma bezeme örneği
Sponsorlu Bağlantılar
Türk Sanat geleneklerinin özünü koruyan, maziden günümüze Türk kültürünün devamını sağlayan ve Türk kimliğini çizen gelenekli sanatlarımızı derinlemesine incelemek, temelinde yatan felsefeyi ve bunun çizgilere, şekillere yansımasını anlamak ve anlatmak, bir manada kendimizi anlamak, millî kimliğimizi tanımak ve tanıtmaktır. Çünkü bir milletin tarihi yaşadığı hayattır. Kültürü ise, kendi tarihi içinde yaşarken edinmiş olduğu inanç ve davranış biçimidir. Bu kültür, sahip olduğu gelenekler ile nesilden nesile aktarılır. Gelenekler aynı zamanda ait olduğu milletlerin kimliğini belirler. İşte bu nedenle geleneksel sanatlar, millî kültürümüzün temel taşlarından biridir.
Tarihin sayfalarını geriye çevirerek Türk sanatının mazisine göz atacak olursak, Orta Asya bozkırlarının, önemli Türk kültür merkezlerine vatan olduğunu ve buralarda Türk sanatının ilk meyvelerinin yeşerdiğini görürüz. Türkler'in siyasî tarihleri yanında, kültür tarihinin de bu bozkırlarda başladığı, çeşitli iklim ve coğrafyalarda, farklı inanç ve medeniyetlerin ışığında gelişe gelişe Anadolu yarımadası’na gelerek Selçuk-Osmanlı medeniyetlerine zemin hazırladığı tarihî bir gerçektir. Uzun yıllar komşusu olduğu Sasanî ve Çin medeniyeti ile yakın teması olan Orta Asya Türk devletleri, kendilerine has bir sanat üslubu yakalamışlardır. Büyük Hun İmparatorluğundan günümüze kadar tıpkı bir zincirin halkaları gibi devam eden Türkler’in sanat geleneği, sanat tarihi dünyasında küçümsenmiyecek bir kimliğe ve yere sahip olmuştur.
Bugün küreselleşme gayreti içinde bulunan yeni dünya düzeninde yerini alacak olan Türkiye, bir yandan Avrupa Birliğine girme ve Ortadoğu'da, Asya’da lider ülke olma çabalarını yoğunlaştırırken, diğer yandan sahip olduğu zengin kültürünü daha yakından tanımalı, sahip çıkmalı ve korumayı ihmal etmemelidir. Bunun bir yolu da, millî kültürümüzün önemli bir kanadı olan geleneksel sanatlarımıza gösterilecek şuurlu bir ilgi ve hassasiyettir. Ancak bu takdirde, milletimize ve bilhassa yeni kuşaklara, sağlam temeller üzerinde yükselen parlak bir gelecek hazırlamış oluruz. İşte bu beraberliğimizde sizlerle Türk’ün sanat dünyasına girerek, güzellik, aşk, sanat, sanatkar, zanaat, gibi bazı temel sanat kavramlarına kısaca temas etmek, daha sonra, gelenekli sanatlarımızın önemli bir kısmını teşkil eden ve bizim ilgi alanımız olan, çini tezyini sanatlarından söz açmak istiyoruz.
Bilindiği gibi sanat, en genel tanımı ile bir anlatış, bir ifade şeklidir. Anlatılan, sanatkarın iç ve dış dünyasıdır. Başka deyişle sanat, insanın yaşadığı dünyayı gönül penceresinden seyrederken, gördüklerini, hissettiklerini sembollerle dile getirmesidir. Böylece insanın yetenekleri şekillenmiş, duygu ve düşünceleri adeta maddede billurlaşmış olur. Sanatı var eden, besleyen ve olgunlaştıran, zihinlerdeki fikir ve düşünce, gönüllerdeki aşk ve heyecandır. Sanat eserleri, bunların maddeye yansıması veya bir takım kalıplara girerek şekil ve görünüş kazanması ile meydana gelir.
Bir başka manada sanat, insanlığın yoluna ışık tutan, toplumun yaralarını saran, insanı insan yapan idealleri, biçim, renk, ses veya kelimeler aracılığı ile estetik düzen içinde çevresine sunan, bir aktivite, bir hizmet veya hizmetten de öte bir ihtiyaçtır.
Atalarımız, “Aşk olmayınca, meşk olmaz'' demiş ve işin özünü ne güzel ifade etmişlerdir. Zira güzellik, aşk ve sanat, birbirini var eden ayrılmaz üç temel kavramdır. Güzelden maksat Aşk’ tır. Aşkın dili ise Sanat’tır.
Şair diyor ki:
“Suretin nakşında her kim görmedi nakkaşını,
Vahib-i suret anın gözsüz yaratmış başını.”
Fakat bunu görebilmek, hissedebilmek için, gönül gözünün de iştirakı ile gerçek güzeli tanımak gerekir. Peki gerçek güzel nedir?
Plotinos, kendi fikir dünyasından seyrettiği gerçek güzeli şöyle tarif etrniş: “Varlıklar içinde güzel olmayan hiç birşey yoktur. Zira varlıkların her zerresi, mutlak varlığın nurundan bir parıltıdır. Şu halde herşey birbirinden az ya da çok güzeldir”(l)
(1078-1166) Yıllarında yaşayan İslâm mutasavvıfı Abdülkadir Geylani ise çirkinlik hakkındaki düşüncelerini ortaya koyarak güzeli şöyle anlatmıştır: “Dünyada çirkinlik yoktur. Çirkinlik, o hüsn-i bimisâlin, kemâlini aşikâr eden bir güzelliktir.” yani “Yeryüzünde çirkin yoktur. Sizin çirkin dediğiniz, emsali olmayan o ilâhi güzelliğin mükemmelliğini ortaya çıkaran güzelliktir” bu da bize, her değerin ancak zıtları ile var olabileceğini bir kere daha hatırlatmış oluyor.
İşte bu güzele duyulan sevgi ve hayranlığın dili, sanattır. Seyre daldığı bu güzelliğin gönlüne düşen aşk, sahip olduğu üstün yetenek ve zeka ile eserinde anlatan kişiye ise sanatkâr denir. Demek ki sanatkar, yaratılmışı keşfederek üstün idrak ve yeteneklerinin sınırları içinde yorumlayan ve bunu eserinde yansıtan kişidir.
Çok zaman halk arasında karıştırılan ve birbiri ile yarış halinde olan iki kavram daha vardır. Bunlardan biri sanat, diğeri ise zanaattır. Zanaat, son şeklini almış bir tasarımın ustalıkla yerine işlenmesi veya uygulanmasıdır. Bu işi yapana zanaatkâr veya zanaat erbabı denir. Bilhassa el sanatlarında zanaatın payı inkar edilemez. Sanat alanında yaratıcılık ne kadar önemli ise, zanaatta da işçilik, tecrübe ve el becerisi o kadar önemlidir.
Bunu gösterebilmek için geleneksel kitap sanatlarından tezhibi ele alalım. Tezhip sanatını kısaca tanıttıktan sonra bazı örnekler üzerinde duralım.
Tezhip
Bezeme sanatının kağıt üzerindeki uygulamasıdır ve eski kitap sanatlarında yazıyı süsleme maksadıyla kullanılmıştır. Adını, en önemli malzemesi olan altından almıştır. Tezhip kelimesi, Arapça altın demek olan, zehep kökünden türemiş olup, ‘altınlamak’ anlamına gelir. Fakat tezhip sanatında altın ile birlikte kullanılan, geçmişte toprak boyalardan, şimdi ise hazır boyalardan elde ettiğimiz, bedahşi lacivert (lapislazûli), Türk alı, aşı boyası, Türk mavisi (türkuaz), limon küfü gibi klasik renkler de vardır.
Tezhipli eserlere müzehhep eser, tezhip yapana da müzehhip denir. Tezhip sanatı, geçmiş devirlerde daha çok yazı ile birlikte kullanılmış ve hat sanatının elbisesi, süsü olarak bu sanat dalının yanıbaşında yer almıştır. Fakat bugün tezhib, ebru veya dokulu kağıtlar üzerine işlenerek başlı başına dekoratif bir sanat halinde, duvarlarımızı süslemektedir.
Kitap sanatlarında en yoğun tezhiplere dinî yazmalarda rastlanır. Bunun yanında edebî eser olan divanlarda, padişaha sunulacak ilmî yazmalarda da yoğun tezhibe rastlanır. Bilhassa mushafların zahriye veya serlevha sayfalarında, bir hilye-i şerif üzerinde işlenmiş yoğun tezhipler, sanatın yanında zanaatın da ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Böylece tezhipden örnekler göstererek Tezyini sanatlarımıza da girmiş olduk. “Tezyinat kelimesi” pekçok dekoratif sanatı içine alan, bir terimdir. “Tezyin”, Arapça ziynet kelimesinden türemiş olup, “süs” manasına gelir. “Tezyina” bunun çoğulu yani “süslemeler” demektir. Tezyini sanatlara günümüzde süsleme veya bezeme sanatları da denir. Cild, tezhip, hat, minyatür, kat'ı gibi kitap sanatlarını, taş, metal ve ahşap oymaları, sedefkârlık, çini, kalem işi, revzen, tekstil ve dokuma gibi dekoratif sanatları içine alan geniş bir uygulama alanı vardır.
Bütün bu sanat dallarında motif ve desen bilgileri aynı esaslara dayanır. Sadece desenin uygulanacağı yere, kullanılacağı teknik ve malzemeye göre ayrıntılarda bazı farklılıklar gösterirler. Mesela desen tasarlanırken çizilecek desenin çeşidi, yoğunluğu, motifleri, büyüklüğü ve renklerinin seçimi, işleneceği yüzeyin şekline, büyüklüğüne, yapıldığı maddeye, kullanılacak tekniğe göre yapılır. Onun için Türk tezyini sanatlarında kalıp usulü kullanılmamış, bezenecek her yüzeye uygun yeni bir desen çizilmiştir.
Gene bir çini panodaki hatayi motifi, tezhip edilecek desendeki hatayiye göre çok daha büyük ve ayrıntılıdır. Taş üzerine oyulacak desenin motifleri de iridir. Fakat sert zemine işleneceği için daha sade görünüşlü olmalıdır. Hatta sadece tezhib sanatı için çizilecek desenlerdeki motiflerin boyutu bile, işlemede kullanılacak tekniklere göre değişir. Halkar tekniğinde daha iri ve ayrıntılı, zemini boyalı klasik tezhibde, zer-ender zer veya çift tahrir (havalı) tekniğinde çok sade ve küçük motifler kullanılır. Renk seçiminde ise, taş, ahşap, fildişi ve deri üzerine işlenen desenler için zeminin doğal yapısına uygun renkler ve altın tercih edilir. Tezhipte, çinide ise bulunduğu yüzyıla göre değişen, Türk sanatının klasik renk zevki dikkate alınır. İşte bunun gibi pekçok ince ayrıntılar, Türk sanatının gözü, gönlü dinlendiren ihtişamlı zevkini, estetiğini ortaya koyan önemli hususlardır.
Şimdi Türk sanatı ve diğer birçok Doğu sanatlarının özünü teşkil eden bir başka konuya geçelim, üsluplaştırma: Minyatür ve bezemelerde kullanılan bütün figür veya motiflerin çıkışları, çizilişleri, bu esasa dayanır. Klasik ismiyle, “üsluplaştırma veya üslup çekmek”, batı dillerindeki adı ile “stilizasyon” veya başka bir deyiş ile “soyutlaştırma” denilen bu çizim şekli, şöyle tarif edilebilir: “Sanatkarın modelini kopya etmeden, sadece ana çizgilerini koruyarak, onu kendi istek ve düşünceleri doğrultusunda, göstermek istediği şekilde çizmesidir. “Üsluplaştırılmış bir nesnede, hem modelin kimliği, hem de sanatkârın yorumu birlikte seyredilir.
Sanat dünyasında önemli bir yeri olan bu sanat anlayışında gölgenin yerini tarama almış, perspektif kısmen kullanılmıştır. Hatta minyatürde vurgulanmak istenen nesne veya fikirin dikkat çekmesi için, renk ve tasarım ile gerçek dışı yorumlara bile yer verilmiştir. Üsluplaştırmada bilhassa çizginin ifade gücü ve ahengi başlı başına incelenmesi gereken önemli bir noktadır. Hatta burada renk, çizgiye yardımcı olan, destek veren bir unsurdur. Kalın, ince, koyu, açık, sert, yumuşak, çizgilerle çizilen üsluplaştırılmış motifler ve bu motiflerden meydana gelen desenler, dile gelerek, pek çok şey anlatır. Kendini ilgiyle seyredene, adeta sanatkarın iç dünyasını, karakterini, üslûbunu ve o çizgiyi çizerkenki halini fısıldar. Çizginin bu tılsımlı gücü, hüsn-ü hat sanatında hassas bir ölçü ve ahenk ile yazılmış istiflerde de seyredilir.
Kıymetli Hocamız Prof Dr. A. Süheyl Ünver (1898- 1986) bu konu ile ilgili görüşünü şöyle dile getirirdi; “Türk tezyinatı göz musikisidir, onun da notası vardır. Bu notaları bilmiyen göz bakar, fakat eseri okuyamaz ve anlayamaz.”
Picasso ise, hat sanatı ile ilk tanıştığı zaman manayı anlamamasına rağmen, çizgilerdeki ahenge hayran kalmış ve ‘Benim resimde varmak istediğim yere, İslâm yazısı çoktan gelmiş’ demiştir. (2)
Mimar Turgut Cansever Hocanın 1997 (Ocak) yılında dinlediğim bir konuşmasından şu sözleri not etmişim. “Biçimler ifadedir, açıklamadır. Posmodernizmin içine düştüğü mesele bu ikilemin bir kanadına önem verip diğer kanadını ihmal etmesidir. Halbuki biçimler, anlatmak istedikleri mana ile bir bütün olduğu zaman insanlığa hizmet verir, işlev kazanır. İslâm mimarisinde bu bütünlük kurulmuştur.”(3)
Klasik Türk tezyini sanatlarının genel olarak iki önemli ortak konusu vardır. Desende temel unsur olan motifleri, çıkış kaynağı, tarihi gelişimi, çizim tekniği, özellikleri, desen içinde kullanılış şekli ve çeşitleri ile iyi tanımak, desen tasarımında atılacak ilk önemli adımdır. Bundan sonra ikinci önemli adım, klasik Türk bezeme sanatlarında desen bilgisidir.
Değerli Hocam Rikkat Kunt (1903-1986); “Desen sanatın namusudur.” derdi. Rikkat Hanım bu sözü ile, tezyini sanatlarda desen tasarımının önemini, veciz bir şekil ile vurgulamakla kalmıyor, aynı zamanda gereken titizliği göstermeyip, emanet veya devşirme desenler ile eser verenlere de seslenerek, “Bezeme sanatı, kopyadan ibaret değildir. Bütün klasik sanatlarda olduğu gibi, kendi kuralları içinde yeni düşünce ve terkiplere açık bir sanattır.” demek istiyordu. 20. Yüzyılın değerli müzehhip ve hocalarından Muhsin Demironat (1907-1983) ise, desen çizimini anlatırken: “Kompozisyon hazırlamayı nasıl öğreneceğiz dersek, bunun iki yolu vardır:
1-Motif bilgisi ve desen çizme tekniğini iyi bir ustadan öğrenmek,
2 - Göz eğitimi için çok görmek, el eğitimi için çok çizmek. Her ne kadar sanatta kabiliyet ve azim ön planda gelirse de, kendi kendine yetişmek ile bir üstad görerek yetişmek arasında, çok büyük fark vardır.” derdi. Bu tavsiyeler atalarımızın, “Ustadsız sanat haramdır.” sözünü de doğrulamış oluyor. 21. Yüzyılın üslupları araştırılırken dikkat edilecek başka bir konu da şudur: Gelenekli sanatlarda desenler, kendi üslupları içinde iki önemli özellik taşırlar.
1- Milli üslûbu koruyan, birleştirici ortak özellikler, ki bunların korunması şarttır. Çünkü bunlar, gelenek haline gelmiş kalıcı özelliklerdir. Meselâ Türk sanatının her dalında çok belirgin bir özellik olan eserin dışını sade bırakıp içini daha yoğun süslemek arzusu, sanatta veciz ifade üslûbunun tercih edilmesi, aynı zamanda Türk'ün dünyaya bakışını ve hayat görüşünü de göstermektedir.
Günümüzde gösteriş meraklısı zihniyetin tutsağı olan bazı kesimler, maalesef atalarının sanatla ifade ettikleri bu inceliği anlamak ve taktir etmek şöyle dursun, tenkit konusu yapmaktadır. Halbuki sadelik içinde, az malzeme ile seyircisini cezbedebilmek ve eserinde gerçek güzelliği yansıtmak, başarılması daha zor bir iş değil midir? Nitekim atalarımız Türk sanatını tarif ederken: “Dışta sadelik, içte ihtişam. İşte Türk sanatı.” Diyerek bütün bu gerçekleri, gene Türk üslubu olan veciz bir dille anlatmışlardır.
2-İkinci grup özellik ise ait olduğu sanat dalını zenginleştiren, tasarım hacmini genişleten üsluplar arasındaki farklılıkları belirleyen, ayırıcı özelliklerdir. Bu özellikler, yeni üslûp arayışları sırasında değiştirilebilir.
Kısaca Türk kültür tarihinin akışı içinde tezyini sanatların göz kamaştıran gelişmelerinde dikkat çeken en önemli taraf, desen ve renk tasarımlarında yakalanmış olan estetik olgunluk ve millî ruhdur.
Sonuç olarak sanat, şüphesiz yaşayan dinamik bir varlıktır. Hayatın akışı içinde bulunduğu zamana ve mekâna bağlı olarak devam ederken, değişmelere uğrar. Zira yeni arayışların yapılması, duygu ve düşüncelerin yeni üsluplar ve kalıplarda ifade bulması, kısaca değişim, insanlarda doğuştan var olan bir ihtiyaçtır. Bunun için en uygun alan, moda ve sanattır. Bu arada klasikler arasına katılan, evrenselleşmiş eserler de pek çoktur. Her devirde insanların takdirini kazanan bu klasik eserler, aynı zamanda sahibini de ölümsüzleştirmiştir. Bunlara duyulan hayranlık hiç tükenmez. Hatta bunları kopya yapabilmek bile bir yetenek, eğitim ve bilgi ister.
Voltaire bu konuda şöyle demektedir: “Sanat bir dereceye iner ki, klasiği kopya bile edilemez. Onun için kopya bir küçüklük, bir zûl görülür. Keşke buna muktedir olsalardı.”(3)
Fakat kopya çalışmak her ne kadar başarılı ve faydalı olursa olsun kopya ile yetinmek, sanatta bir amaç olmamalıdır. Sadece kopya veya taklitlerle sürdürülen sanat çalışmalarının ortaya çıkardığı eserler, o sanatı gelecek yüzyıllara taşıyamaz.
Şüphesiz sanatta belli bir yere gelmek, açılmamış kapıları açmak için sağlam ve güvenli bir zeminde bulunmak gerekir. Bizler de 21. yüzyılın yeni üsluplarını ararken, sanatın milli özelliklerini, geleneklerini göz ardı etmemeliyiz. Zira, sanat evrenseldir. Fakat sanatkârın millî bir kimliği vardır ve bu kimlik mutlaka eserlerine yansır. Mesela modern resmin babası Picasso'nun evrensel olmuş sanatında İspanyol kültüründen izler görülür. Gene müzik dünyasında ün yapmış, Finlilerin milli kahramanı Sibellius, bu şöhretini vatan sevgisi ve özgürlük için bestelediği eserleri ile kazanmıştır. Mimarlık tarihinde dünyaca bir deha kabul edilen Mimar Sinan’ın eserlerinde akıl almaz bir ustalıkla kullandığı kubbe, inancının odak noktası olan tevhid şevkinin maddeye yansıması değil de nedir?
Daha pek çok örnekte görüldüğü gibi, milli olmayan bir sanat, milletlerarası değere de sahip olamaz. Kısaca sanatta evrenselliği yakalamak, üstün yetenek yanında şahsî, millî ve yöresel kimliğin güçlü olmasıyla mümkündür. Büyük Atatürk'ün 1923 de söylediği şu sözü ile son vermek istiyorum. “Milli benliğini bulmayan milletler, başka milletlerin şikarıdır.” yani avıdır.
1- Estetik, Cemil Sena Ongun, s. 26, 1971.
2- M. Uğur Derman, Hat Sanatında Türkler’in Yeri, İslâm Sanatında Türkler, s. 52, Y.K.B.K. Yay İstanbul, 1976.
3- İsmet Binark, Ekrem Hakkı Ayverdi Bibliyografyası, s. 279, İstanbul, 1999.
Güpgüpoğlu Konağı'nda ağaç oyma bezeme örneği
kaynak = diyanet.org.tr