Arama

Hayata Dair - Tek Mesaj #133

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #133
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
MUTLULUĞU ARARKEN ELDEKİ ACILARDAN YA DA



TANRIYI ARIYORKEN EVDEKİ DİNDEN OLMAK ÜZERİNE BİR HİKAYAT


Duman, belleğimi dağıtan simya; kül, acılarımdan arta kalan mutluluk; izmarit, benden aldıklarınla kurduğun yalancı hayat; kibrit, turnusol; kül tablası, tek gerçek…
Şişe, taşıdığı umudu bilmeyen bir yalvaç; kapak, az sonralı bir fragman; el, utangaç bir faişe; alkol, halkla ilişkiler sorumlusu...
Tuval, pisuvara konulmuş kokulu taşlar; fırça, elinde tutuğun yaşama ağrısı; boya, tüm gereksiz yinelemeler; spatula, kastı aşan adam öldürme; çığlık, geriye kalan her şey
* * *
Bütün köşeleri tek tek kontrol ediyorum gözlerimle. Beyaz bir geceye hazırlanıyor belleğim. Oysa bugün kaçacaktım kendi damarlarımdan, kırıp dökecektim duvarın beyazlığını, ağlayacaktım biraz da ayrılığa içerleyip. Yalnız ve yansızım her zamankinden çok.
Ummagumma Vol-2…evdeyim. Sonrası tüm oyunlar gibi grotesk ve hepsinden çok tragedya. Birkaç gün önce yoldaydım ve Vol-1 çalıyordu. Korku ilk kez olmasa da bir kez daha, kuruyan boğazımda yutulmaya teşne bir tükürük gibi inatla yerleşivermişti içime. Yol çizgileri belirsizdi ve her arayış gibi bu yolculuk da amaçsız, insanca, şairaneydi. Belleğimde kalanları yazdığım romana aktarıp gerisin geri dönüverdim yolculuğa. Ayaklarımın altından akıp giden dünya aslında yuvarlakmış, oysa beni taşıyan her şey dört köşe. Gözlerim bile. Neresine dokunsan otobüsün, orada bırakıyorum bedenimin bir parçasını. Tanrıyla son sohbetimi yapmak üzere uzanıyorum telefona. Çalıyor… Karanlık, yol kenarlarında bekleşen ölüleri çekiyor içine ve hayat veriyor özgürlük düşlerimize.
Eskiden nasıl da güzeldi yolculuklar. Kaybolmaktı hep paradoksun bir yanı ve gizdüşümü okurdum kara kaplı bir kitabın derinliklerinde. Hayatlar birikirdi cam bir fanusa. Kırmızı bir ayrılık akşamı yaşanırdı gökyüzünün bize ayrılan kısmında. Eskiden dostluklar var mıydı, yaşananlar bir gün biter der miydik yine de. Eskiden her şey yeni miydi ya da şimdi epriyen yanlarımdan bir aşkın kahve kokusu mu yayılıyor dört köşeli dünyaya. Ben başkası mıyım peki ya Rimbaud?
‘Telefonu çalmaya devam ediyor…ses veren yok.’
Hayat, uçurumdan aşağı yuvarlanan taşlarda buluyordu kendini. Köşeye sıkışan herkes yeni bir gambite niyetlenirken aslında an sonraki açmazı görmezden geliyordu. Ben mermerden bir küllük müyüm? Yaşama aşık bir garip şair mi? Ben hüzün müyüm; peki ya Vincent?
İki yanı denizle kuşatılmış taştan köprünün-ki üstü de yanları da taşlandı-üzerinden geçerek gidilebilecek en kısa yoldan vardım dün gece cesedimi çıkardığım otele. Mönüdeki balığı ve şarabı masada bırakıp son tanıdığım insanı da attım odanın penceresinden aşağı. Artık yalnızdım ve mutlu. Bindim ilk otobüse, döndüm şehre.
Size bir hikâye anlatacağım. Bundan sonra benden mantık dahilinde bir şey arayanların boynu altında kalsın.
Yıllar önce bir ülkenin bir kentinde bir adam yaşarmış. Ona dair tüm yazılan çizilenler bir yana, o kimseyi ciddiye almaz, akşamları teknesine binip açıldığı denizle paylaşırmış içinde birikenleri. Adamın dedik ya bir teknesi varmış, bir kedisi ve bir de 14. yy’dan kalma kılıcı. Yalnız değilmiş kısacası. Aşkı aramış, insanca arzuların peşinden koşmuş, birkaç savaşta birkaç arkadaşını kaybetmiş, doğal afetlerde evini. Takvimlerde yıllarını kaybetmiş, aynalarda yüzündeki gençliği, karanlık bir gece yazdıklarını kaybetmiş, sabah olunca da arama isteğini. Üç beş kuruş biriktirip aldığı hırkasını kaybetmiş bir bayram günü fener alaylarını izlerken, eski bir dünya haritası varmış ta kıtalar ayrılmazdan evvel çizilmiş olan, onu kaybetmiş.
Hikâyeye dönmek üzere yakıyorum cigaramı gecenin zifiri aydınlığına. Otel odasının penceresinden düşen kendimden başkası değildi. Yol boyu geçmişe döndüm. Geleceğe akarken zamanın tiktaklı kantantı ve akrebin vakur hüznü, ben tersinir bir tepkimenin içinden aldım yaşamıma anlam katan proteinlerin tümünü: geçmişe döndüm. İlk çocukluktan ilk aşk sızısına, ilk yazma hevesinden yırttığım onlarca sayfanın günah çıkartma ayinlerine ve anlatmak istediklerimle anlatmayı hiç düşünmediklerim arasındaki gizil ve bir o kadar da derinden oluşmuş ilişkiye…sen, sen olalı dinlememiştin böyle bir öykü biliyordum. Ben, bana beni anlatan onlarcasını dinlemiş, elimde Musa’dan aldığım asa sırtımda son yalvacın yırtılmış hırkası ve çantamda kendi kattığım anlamlardan kurduğum koskoca bir ülkenin düş-atlaslarıyla insanoğluna kendi öyküsünü anlatmaya başlamıştım. Yolun tam ortasında bir kahvaltı salonunun en dip masasında bir cigara daha söndürdüm gecenin ışıklı karanlığına.
Dört köşeli bir beşikte geçiverdi zaman. Yalancı meme, sahici ayrılıklar ve gene yolculuklar dört köşeli otobüslerde sürüp giden.
Kentin ışıkları beliriyordu, nefretle yaşadığım yolculuk bitecekti ve tüm sorular kendi çözüm kümesinde yanıtsızlığını sürdürecekti. Mutluydum, karanlıktı, özgürdük. Zaten değil mi ki özgürlük geceleri anlamlıdır ve nedendir ki insan geceleri kendisine yaklaşır ancak. Değil mi ki acı çekmek biraz da mutluluk ayracı ve mutluluk olmayan şeylerin en anlamlısı (Umut da öyle)!
Kâğıt, acı veren bir geri dönüşün hikâyesi; kalem, son heves; mürekkep, ses ve ışıkla kurgulanmış bir göstergebilim; silgi, kamu vicdanı; el, metamorfoz geçiren bir totem…
Yastık, beyin pansumanı; yatak, altta kalan; uyku, ince belli bir bardaktan boşalan yağmur damlaları; saat, babası belli anası belirsiz bir karın ağrısı; gece, derin devlet…
Ben, denge aleti; ömrüm, asimetrik paralel…