İSLAMİYETTEN SONRAKİ TÜRK EĞİTİM TARİHİ
3.1. Medreseler öncesinde ve dışındaki İslâmî eğitim kurumları
3.1.1. Câmi ve mescitler
Câmi ve mescitler İslâmiyetten önce de var olan ve içinde Allah'a ibadet edilen yapılardır, İslâmiyetten sonra değişik boyutlarda binlerce yeni câmi ve mescit yapıldığı gibi eskiden kalma çeşitli yapılar ve ibadethaneler de câmi ve mescitlere çevrilmişlerdir. Câmi ve mescitlerde ibadetin yanı sıra toplantı, mahkeme, ziyafet ve hattâ pazar gibi çeşitli işler de yapılıyordu, ama bunların arasında ibadetten sonra en çok yapılan iş, eğitim ve öğretimdi. İbadetten önce ve sonra Kur'an ve ilâhiler okunur, vaaz ve hutbeler verilirdi. Câmilerde dinî ve ahlâkî hikâyeler anlatarak kıssadan hisse çıkaran "kussas"lar da bir zamanlar önemli bir rol oynamışlardı.
İslâmî ilimlerin kaynakları Kur'an-ı Kerim ve hadisler idi. Halk çeşitli problemlerini ibadetten önce ve sonra câmide bulunan din adamlarına ve âlimlere sorar, onlar da problemin İslâmî kurallar çerçevesinde çözümünü anlatırlardı. Zamanla bu açıklamalar o kadar dikkati çekti ki, problemi olmayan insan da bu âlimlerin çevresinde "halka"lanarak onları dinlemeye başladılar ve bu bir gelenek haline geldi. Artık günün belli saatlerinde âlimler câminin bir köşesine oturuyor, dinleyiciler etrafında halka şeklinde oturuyor ve sorulara bağlı olmayan hadis ve fıkıh (İslâm Hukuku) dersleri veriliyordu. Zamanla dersler iyice düzenli bir hale gelmeye, âlimler "müderris" olmaya ve dinleyicilerin sürekli olanları da "talebe" olmaya başlamışlardı. İslâmiyetin daha birinci yüzyılından itibaren gerek İslâm ilkelerini gerekse ibadet kurallarını öğreten birçok "halka sahibi" ve "kürsü sahibi" müderrisler vardı.
Giderek bu öğretim halkaları belli ders konularına göre ayrıldığı gibi, câmiye gelen sünnî mezheplerin görüşlerini anlatan "halkalar" da birbirinden ayrı olarak fakat aynı câmilerin içinde kurulmaya başlamıştır. Özellikle Arap ülkelerinde, Tunus'ta Zeytuna Câmiinde, Bağdad'ta Ulu Câmide, el Mansur Câmiinde, Şam'daki Emeviye Câmiinde, Mısır'daki Amr, Tulun, el-Hakîm, el-Ezher gibi câmilerde öğretim neredeyse ibadetten daha fazla yer almaya başlamıştı.
Câmilerde kurulan öğretim halkalarının öğrenci sayısı beş-altı öğrenciden yüzlerce öğrenciye kadar çıkıyordu. İsteyen istediği müderrisin halkasına katılabiliyordu. Müderrisler, bu öğretim halkalarından yeni müderrisler yetiştirdikleri gibi, yaptıkları öğretim karşılığında zamanlar vakıflardan veya zenginlerden belli bir ücret almaya da başlamışlardı.
Gene zamanla bu öğretim câmilerinin içinde ve dış taraflarında öğrenci ve müderrisler için "maksura" veya "zaviye" denen küçük odacıklar ve dershaneler de yapılmaya başlandı. Bugünkü el-Ezher Üniversitesi'nin temellerini oluşturan el-Ezher câmiinin öğretim yeri olma özelliği bu şekildeki genişletmelerle sağlanmıştı.
Câmi ve mescitlerde ibadetle öğretim her zaman iç-içe olmuştur.
3.1.2. Hankâh, Ribat, Tekye ve Zaviyeler
"Hahkâh"lar, İran'dan kaynaklanan Doğu eğilimli tasavvuf tekkeleri idiler. Selahattin Eyyubî zamanında Filistin ve Mısır'a kadar yaygınlaştırılmışlardır. "Zaviye" ise "köşe" anlamındadır ve genellikle Batı ve Kuzey Afrika'da yer alan küçük tasavvuf tekkeleri idi. "Ribat"lar ise sınırlarda cihat edenlerin oturdukları bir nevi sınır karakolları durumunda idiler; kendi tarikatlarını ve tasavvufî görüşlerini sınır bölgelerinde yaymak isteyen şeyhlerin ve dervişlerin kaldıkları yerlerdi. "Tekye" (tekke) ise bunların genel adı veya daha belirgin şekliyle, bizim kültür çevremizde bunlara verilen bir isim idi. Yukarıda sayılan kurumlarda genellikle tasavvuf eğitimi ve bunun uygulaması sayılabilecek "murakebeye dalma" ve "çileye girme" işleri yapılırdı.
Tasavvuf, bütün dinlerde var olan, genelde Allah'a aşk ve sevgi yoluyla ulaşmayı amaçlayan, kendinden geçmeyi ve bu dünyada iken kendi isteği ile Allah ile bütünleşmeyi amaçlayan bir dinî görüş idi. Normal insanların kullandıkları dinî bilimleri genelde kabul etmezler, bunların, insanın Allah'a ulaşmasını engelleyeceğini savunurlardı.
Bu kurumlarda yer alan dervişlerin ve sufilerin bilimleri "yokluk bilimi" veya "gerçeklik bilimi" idi. Gerçeği perdeli olarak değil de apaçık bilmeyi amaçlıyorlar, bu nedenle akıl yolunu pek kullanmıyorlardı. Bu dünyanın renklerinden, şekillerinden, tat ve nimetlerinden kaçarak gerçek evrene ulaşmak isterler, Bu da oldukça uzun bir çabayı gerektirirdi.
Tasavvufa yeni başlayanlara "fakir", biraz ilerlemiş olanlara "zâhid", "ârif","şeyh" veya "mürşit" denirdi.
Tekkelerde şeyhler ile müritleri arasında esası saygıya ve sohbete dayanan, şeyh sohbetlerini dinlemek şeklinde gelişen bir eğitim vardı. Bu şekilde tasavvuf üzerine oldukça bilgi sahibi olan öğrenciler "halvethane" veya "çilehane" denen özel hücrelerde genelde 40 gün süren çilelere girerlerdi. Bir nevi staj mahiyetinde olan bu kendi kendine düşünme, bütün dünyadan, zaman ve mekândan soyutlanarak kendi üzerine dönmüş düşünmeyi (teemmül, refleksiyon) gerçekleştiren ve bu arada yüzlerinde ve davranışlarında bunun etkilerî gözüken dervişler başarılı bir şekilde değerlendirilir ve eğer isterse veya şeyhi uygun görürse, şeyhten alacağı postu başka topraklarda sererek şeyhin görüşlerini orada yayarlardı.
Tekkelerdeki eğitimde halvete veya çileye çekilmenin yanı sıra zikir âyinlerine katılmak, semaa oturmak ve başka şekillerde, kişileri vecd haline getirecek törenler düzenlenirdi. Bu şekilde teorik eğitim ile uygulamanın en yoğun ve en ciddî olarak yapıldığı eğitim merkezlerinin başında tekkeler geliyordu, Pratik eğitimde başarılı olamayanların teorik bilgisine çok fazla güvenilmiyor; gerekirse defalarca çileye sokuluyor, çilede kalınan günler normaldeki kırk günü çoğu kere aşıyordu.
Tekkelerde yapılan eğitim, İslâm dininin yayılmasında ve alınan yeni toprakların arkadan gelen müslüman Türklerin yerleşebieceği bir ortam haline getirilmesinde büyük rol oynamıştır.
3.1.3. Kütüphaneler
İslâm dininin İran'daki yayalması sırasında eski İran dini inançlarıyla karşı karşıya gelmesi, Orta Asya'da Türk Budizmi ve Hint Budizmi ile, Anadolu'da başta Hıristiyanlık olmak üzere çeşitli inançlarla karşılaşılması çeşitli mezheplerin ve tarikatların çıkmasına yol açtığı gibi; gerek İslamî gerekse dağılma alanlarındaki değerli kitapların Arapçaya çevrilerek mevcut bilginin "islâmileştirilmesi çalışmaları" bir çok özel ve yarı-resmî kütüphaneleri doğurdu. Bu kütüphanelerden "Beytü'l-Hikme"ler, Emeviler zamanından itibaren kurulmaya başlayan ve Abbasiler zamanında da devam eden büyük tercüme, araştırma ve inceleme merkezleri idiler. Başta Circis bin Cibril olmak üzere çeşitli tercümanlar Yunanca, Latince, Pehlevice, Farsça ve Süryanice'den bir çok eserleri Arapçaya çevirmişler; bu çeviriler kütüphanelerde okunmaya, araştırılmaya ve çoğaltılmaya başlanmıştı. Özellikle Harun er-Reşit ve el-Me'mun zamanında kitap çevirme ve çoğalma çalışmaları altın devirlerinden birini yaşamıştır.
Bu kütüphsnelerde aynı zamanda bilimsel toplantılar da düzenleniyor ve meşhur tartışmalar yapılıyordu. Bu tartışmalara hadisçiler, fakihler, "mutezile" denen raayonel akımın temsilcileri de katılıyorlardı. Abbasi halifeleri Bağdad'tan Samarra'ya geçince ve medreseler öğretim faaliyetinin büyük kısmını üzerlerine alınca yavaş yavaş etkinliklerini kaybetmeye başladılar.
Beytü'l-Hikmelerin devamı olarak ortaya çıkan "Hizanat el-Hikme"ler ise gene sultanlar ve zenginler tarafından, araştırmacılara açık olarak kurulmuş kütüphanelerdi.
Bu iki tip kütüphaneden değişik karakterde olan "Dârü'l-İlim"ler ise daha ziyade şî'i kütüphaneleri ve eğitim kurumları olarak gelişti. Özellikle Mısır'daki el-Hakim Dârü'l-İlimi, şi'i İsmailiye mezhebinin propagandasını yapacak "dâî"ler yetiştiriyordu. Bu kütüphanelerdeki tartışmaları İsmaili âlimleri yönetiyorlar, buralara topladıkları gençleri uzun ve yoğun bir eğitim sürecinde istedikleri biçimde eğittikten sonra propaganda için Suriye, Irak ve İran'a gönderiyorlardı. Kur'an'ın şii görüşlere göre tefsirinin yapıldığı, hadiçlerin gene bu anlamda seçilip yorumlandığı bu merkezlerde çalışan öğretmen ve öğrencilere, vakıflar tarafından belli ölçülerde burs ve başka yardımlar da yapılıyordu.
Dârü'l-İlimler daha sonra Suriye ve Irak'a da yayıldı. Bu ülkelerde açılmış olan bu kütüphanelerin ortak özellikleri olarak şunlar tespit edilmiştir: Buradaki çalışmalar vakıf düzenine göre yapılıyordu, özel bir bina içinde idiler, genel kütüphane hizmeti görüyorlardı, şi'î propagandası yapıyorlardı, âlimler ve öğrenciler burada kalabiliyordu ve düzenli bir öğretim yapılıyordu.
Dârü'l-İlimler, Irak, Suriye ve Mısır'da bulunan müslümanlar arasında şia görüşlerini yayacak adamlar yetiştirirken uyguladıkları eğitim sistemi ile hem medreselerin kurulma sebeplerinden birini yaratmışlar hem de düzenli öğretim, öğrencilere yatacak yer, malî yardımlar gibi yönlerden onlara örneklik de etmişlerdir. Bunun yanı sıra medreselerle zıt bir öğretim içinde bulunduklarından, bir yerde birisi kurulurken diğeri yıkılma durumuna gelmiştir.
3.l.4. Küttablar ve mektepler
İslâmiyetin doğuşu sırasında Arap harflerinin şekilleri iyice belirlenmiş ve kıvrak denecek bir yazma işlemini de yapabiliyordu. Bu harflerle yazılmış yazıları okuyabilen oldukça fazla adam da bulunuyordu. Zaten Kur'an'ın hemen en doğru şekliyle kaydedilmiş olması, hadislerden hiç birisiyle karışmamış olması da bu yazı ve okuma-yazma bilenler sayesinde mümkün olmuştur. Bu nedenle İslâmiyetin doğuşundan itibaren okuma yazmanın önemi anlaşılmış, okur-yazar sayısını arttırmak için birçok tedbirler alınmıştır. "Küttab" veya "mekteb" denilen yerlerin esas amacı yazı yazmayı ve okumayı öğretmekti. Zaman içinde okuma-yazmanın yanı sıra Kur'anı okuma, basit dinî bilgiler ve ibadet şekilleri, hattâ zamanla basit hesaplama yolları da öğretilmeye başlandı ve bu eğitim kurumları çeşitli yönleriyle bir eğitim kurumu haline geldi.
Bu şekilde ortaya çıkan mektepler kısa zamanda İslâmiyetin yayıldığı her yere yayıldı. Burada ders veren öğretmenlerin vergiden ve askerlikten muaf olmaları, yaptıkları eğitim-öğretim karşılığında ailelerden belli bir ücret ("hak") almaları bu okulların hızla yayılmalarına neden oldu. Burada ders veren öğretmenlere "kâtib", "fakih", "muallim" gibi adlar verilmiştir ve bizim kültür çevrelerimizde "muallim" ismi yaygın kabul görmüştür. Burada ders veren öğretmenlerin yardımcılarına "kalfa" (halife) dendiği gibi, bu okullar Anadolu'da "mekteb-i sebil", "sıbyan mektebi" gibi adlar da almışlardır.
3.2. Medreseler
3.2.1. Medreselerin doğuşu
Medreselerin ne zaman, nerede, hangi faktörlerin etkisiyle doğduğu konusunda araştırmacılarca henüz bir görüş birliğine ulaşılamamıştır. Bu konudaki görüşler kısaca şöyle gruplandırılabilir: a) Medrese sistemi, çok eski zamanlardan beri var olan câmi okullarının bir devamıdır. Bu görüş özellikle İslâm Ansiklopedisi'nin "Mescid" maddesini yazan Paderson'un görüşüdür. Paderson, İslâmdaki bütün eğitim çalışmalarını "mescid" maddesi içinde anlatmış, medreseleri de buradaki faaliyetlerin bir devamı gibi görerek bu madde içinde anlatmıştır.
Özellikle Mısır, Suriye ve Kuzey Afrika'daki câmiler yoğun bir eğitim-öğretim faaliyeti içinde idiler. Irak, Suriye, Anadolu, İran ve Türkistan yöresinde medreseler yapıldıktan sonra eğitim-öğretim çalışmaları bu kurumlara devredilmiştir. Hattâ uzun zaman medrese ve câmilerin görevleri birbiriyle içiçe girmiş; câmiler eğitime devam etmeye, medreseler de eğitim faaliyetinin yanı sıra ibadet görevlerini de yerine getirmeye başlamıştır. Anadolu medreseleri içinde bir çok minareli medrese bulunması da bunu açık olarak göstermektedir.
Ancak bu gerçek, medreselerin câmilerden doğmuş olduğunu göstermez. Câmilerdeki öğretim ile medreselerdekinin karakteristik bazı farklılıkları vardı. Câmilerde her yaş ve meslekten adam öğrenci yerinde otururken medreselerde belli yaşlarda örgün bir öğrenci grubu vardı. Câmilerde halka şeklinde olan ders düzeni medreselerde normal sınıf düzeyinde idi.
Câmiler medreselere kaynaklık etmemişler, yalnız medreselerin Suriye'de yayılmaları sırasında karşılıklı etkileşime gitmişlerdir. Ancak, sabahları medreselerde yapılan örgiin eğitimin, öğleden sonra o yerleşim yerinin büyük câmilerinden birinde örgün-yaygın karışımı genel bir derse ("ders-i âm") dönüştüğü ve karşılıklı dayanışmanın sonuna kadar devam ettiği de unutulmamalıdır,
b) Medreseler, şi'î Dârü'l-İlimlerinin kazandığı başarı üzerine, bunların sünniler tarafından kopye edilmiş şekilleridir. Bu görüşü ortaya çıkaran, medreseler ile Dârü'l-İlimler arasındaki bir çok fonksiyon benzerlikleri idi. Her ikisi de birbirine zıt bir dini görüşün propagandasını yapıyorlar, vakıf olarak kuruluş biçimleri, öğrencilere ve âlimlere karşı verdikleri bazı haklar, kütüphanelerle içiçe olmaları v.s. gibi durumlar, medreselerin Dârü'l-İlimlerin üzerine, onların yerine kuruldukları görünümünü veriyor.
Gerçekten de medreselerin Suriye ve Mısır'da yayılmaları sırasında Dârü'l-İlimlerin bir çok prensipleri alınmış, hattâ bir çok yerde ya Dârü'l-İlim kapatılıp medrese açılmış veya o yıkılarak yerine medrese kurulmuştur. Her iki kurum da kendi dinî gürüşlerini yayacak propagandacı ve ona göre icraat yapacak memur ve diğer görevlileri yetiştiriyorlardı.
Ancak medreseler ortadoğuda doğmadıkları için Dârü'l-İlimlerin bu öğretim kurumlarının doğuşuna kaynaklık etmeleri mümkün görülmemektedir. Çünkü bu kütüphaneler genellikle Mısır, Suriye ve biraz da Irak'da yayılmışlar idi.
c) "Medrese" kelimesi ilk defa 10. yüzyılda Horasan-Çayardı (Maveraü'n-nehir) yöresinde kullanılmıştır. Bu kullanım, genel olarak ders verilen yer, okul anlamındadır. Ancak 11. yüzyıldan itibaren "medrese" kelimesi yüksekokul anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Mısır ve Suriye'de şiîliğe karçı yenik düşen sünni mezhepler kendilerini doğuda güçlendirmek için bu yörelerde özel evlerinde küçük medreseler kuruyorlar veya ileri gelenler tarafından sünnî âlimler için dikkati çekmeyecek küçük okullar kuruluyordu. 1000'li yılların başlarında Merv, Amul, Tabaran, Gazne, Nişabur, Buhara gibi şehirlerde değişik boyutlarda bu tip medreseler kurulmuştu. İbn Battuta'nın ifadelerine göre, Lur ve Kuzistan halkı, buralardaki zaviyelere bile "medrese" diyordu.
Ancak ad benzerliği olan bu iki kurumun organizasyon ve amaçları bakımından önemli farkları da vardı. Bu küçük okullar daha sonraki medreselerin ortaya çıkmasında önemli bir esin kaynağı olmuşlardır ama "Irak'tan batıya doğru ortaya çıkan büyük devlet medreselerinin tam kaynağını oluşturmuşlardır" demek biraz hatalı olacaktır.
d) Medreseler, Karmati manastır okullarının bir değimiş şeklidir. Karmati manastırları İran ve Türkistan'da, Arap âleminde Dârü'l-İlimlerin yaptığı işi yapıyorlardı. Bunların manastır okullarından yetişen propagandacılar o kadar etkili oluyorlardı ki, sünnî mezhepler buna karşı kendi silahı ile mücâdele etmek gereği duydular ve medreseleri kurdular. Gerçekten de 10. yüzyıl sonlarına doğru Fergana, Horasan, Cürcan, Taberistan, Gazne, Çayardı ve Hindistan yörelerinde Karmatiler önemli bir güç haline gelmişlerdi. Bu yörelerdeki sünniler Karmati manastırlarını kendileri için bir tehlike olarak görüyorlardı. Maturudî; Semerkant'ta 17 Karmati ve Mutezile "medresesi"nden söz etmektedir. Tarihte karmatilere karşı en büyük harekatı düzenleyen Gaznelî Mahmut, bu görüşü terkedenleri öğretim görevinde bıraktığı gibi, onların kurdukları medreseleri de sünnî medreseleri olarak devam ettirdi, denmektedir.
e) Bazı Avrupalı araçtırmacıların, Yakındoğu'daki Hırıstiyan okullarının medreselerin kökeni olduğunu iddia etmeleriyle karşılaşıyoruz. Bizans'ın üniversitelerine baktığımızda 344 yılında Kostantin'in kurduğu üniversitenin öğretime başladığını görüyoruz. 425 yılında da içinde 31 kürsü bulunan büyük bir oditoryum açılmıştı. İskenderiye Müze Akademisi'nde 4. ve 5, yüzyıllarda birçok tanınmış kişi çeşitli alanlarda ders veriyordu. Beyrut Üniversitesi (Oditoria) 3-5. yüzyıllar arasında yaşamıştı. Atina Üniversitesi 529'da kapatılmıştı. II. Teodor Üniversitesi profesörleri ve kitapları ile birlikte yakılmıştı. İstanbul'daki Bardas Üniversitesi, Kostantin Monomaque Üniversitesi gerçi 11. yüzyılın ortalarına kadar yaşamıştı ama buralardaki eğitimin ve öğretim organizasyonunun yapısı medreseleri etkileyecek düzeyde değildi. Medreseler ortaya çıkmaya başladığı dönemde Bizans yükseköğretim kurumları ortadan kaybolmaya başlamıştı. Kaldı ki, medreselerin doğuş yeri Suriye ve Filistin değil, Horasan-Çayardı yöresidir.
f) Medreselerin doğuşunda, hattâ Türk medrese-mescit sisteminin doğuşunda Budist "Buyan" veya "Vihara"larının (manastırlarının) büyük etkisi vardır. Budist külliyeleri M.Ö. 3. yüzyıldan beri gelen bir geleneğe sahipti ve vakıf sistemi yoluyla yaşıyorlardı.
Bu külliyelerin amacı bir taraftan budist rahipleri ("toyın") yetiştirmek, gezici Budist rahiplere bir barınak olmaktı. Bu külliyelerde iki türlü öğrenci vardı: "Mahava" denilen, İslâmiyetteki sufilere benzer, inzivaya çekilen din adamları ve "Brahmakarin" denilen dünyevi hayatı seçen din adamları.
Türkler arasında da 4, yüzyıldan itibaren yayılmaya başlayan Budizm, 9 ve 10. yüzyıllarda bu geleneğe iyice sahip çıkmışlardı. Vihara yaptırmak, Türkler arasında yapılacak hayırların en değerlilerinden olduğu için bütün ileri gelenler bu kurumları yaptırıyorlar ve vakıflar bağlıyorlardı. Bu külliyelerde toyınlar, avlunun etrafına dizilmiş hücrelerde yaşıyorlardı.
Barthold ve E. Esin'in kanaatlerine göre külliye kavramını Türkler Budizmden İslâmiyete getirmişlerdir. Bu görüş Diez, Godard, Creswell, Erdman ve Litvinski tarafından da destekenmiştir.
İslâm orduları 633 yılında Belh şehrine geldiklerinde bile, burada 100'ü aşkın Türk-Budist külliyesi ("Nevbahar") vardı. 710 yılında Buhara şehri alındığında da buradaki Budist külliyeleri islâmileştirilmişti. Müslüman din adamları veya Budist iken müslüman olmuş entellektüeller, daha önce verimli çalışmalarını gördükleri bu kurumları terketmemiş ve "islâmileştirmişlerdi". Orta Asya'da İslâmiyet yabancı dinlere (Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık) ve rafızî mezheplere karşı mücâdele ederken Budist viharaları islâmileştirerek medreseleri kurmuşlardır.
Doğuş kaynakları hakkındaki görüşler bu şekilde sıralanan medreseler Karahanlılar, Gazneliler ve Samanoğlulları zamanında bu devletler tarafından desteklenerek, bu devletlerin hükümran oldukları topraklarda sağlam bir yer tutmaya başlamışlardı. Gazneli Mahmut, kardeşleri ve emirleri Gazne, Nişabur, Belh, Huttalan gibi yerlerde övgüye değer medreseler kurmuşlardı, Karahanlılar kurulan çeşitli medreseleri, daha doğrusu bu medreselerin vakıflarını resmen tanımışlar ve kendileri devlet eliyle medreseler kurmaya da başlamışlardı. Dolayısıyla Gazneli ve Karahanlılar zamanında devletlerin medrese ile ilgili sürekli bir politikaları olduğu gibi, buralara devlet yardımı da yapılıyordu.
3.2.2. Nizamiye Medreseleri
Arap milliyetçiliği yapan Emevi yönetiminden rahatsız olan arap-olmayan müslümanların da desteği ile Emeviler yıkılıp yerine Abbasiler geçince, sünnî Abbas oğulları ile şiilerin devleti veya hilefeti, sıra ile yönetmeli anlaşmasına uyulmadı. Abbasiler bunun yerine İranlı vezirler seçme yolunu (Bermekiler) tuttular. Abbasi halifeliği içindeki Emin ile Me'mun arasındaki mücâdelede şiiler tekrar devreye girdi ve hilafeti sıra ile yönetme anlaçması gene yapıldı ve Me'mun iktidarı kazandı. Ancak Me'mun'dan sonra hilafeti alan Mu'tasım anlaşmaya uymadığı gibi, İranlı vezirleri uzaklaştırdı ve devlet sisteminde İranlıların yerini Türkler almaya başladılar. Bu durumda İranlı şiiler Tahiriye, Safariye, Samaniye, Saciye, Zayyariye gibi küçük şii İran devletleri kurdular. O sırada İran içlerine doğru ilerlemekte olan Türkler, halifenin de çağrısıyla daha da yayılmaya başladılar. İran'da bu tür devletler kurulurken Mısır'daki sünni Türk Tolonoğulları devletini yıkan Fatımiler, burada da bir şii devlet kurdular. Türkler Ortadoğuya iyice girmek istediklerinde, bu kez karşılarına Araplar değil şii İranlılar çıktı. Biraz da bu nedenden, yeni kurulan Türk devletleri sünniliğin savunucusu durumuna geçtiler. Karahanlılar, Gazneliler, Eylekoğulları, Ahşidoğulları ve Selçuklular böyle bir dinî ve siyasî ortamda ortaya çıktılar. Batıdan Fatımiler ve doğudan Büveyhî şii devletlerinin baskısıyla yıkılmak üzere olan Abbasi Devleti'nin yardımına çağrıldılar. Gerek İranda gerekse Suriye'de İran kökenli bu devletleri uzun mücâdelelerden sonra ortadan kaldırdılar. Bu arada iktidarlarını sağlamlaştırmak, halkı da kendi yanlarına çekmek için Orta Asya'da geliştirdikleri medreseleri de getirip etkin olarak kullanmaya başladılar.
Nizamü'l-Mülk, Selçukluların İranlı bir sünni vezirleri idi. Sultan Alpaslan'ın veziri olarak ilk önce İmam Cuveynî için Nişapur Nizamiyesini, 1067 yılında Ebu İshak Şirazî için Bağdad Nizamiyesini, daha sonra Belh, Herat, İsfahan, Basra, Merv, Musul, Amul, Harcird, Rey, Buçenc Nizamiyelerini yaptırmıştır. Bu medreselerin hemen hepsi o zamanın meşhur âlimleri için yapılmıştır. Ayrıca hemen her medreseye zengin vakıflar bağlanmış, müderrislerinve özellikle öğrencilerin devlete ve sünnî görüçlere iyice bağlanması için para, yiyecek ve giyecek yardımı sağlanmıgtir. Nizamü'l-mülk'ün yaptırdığı medreselerin sayısının daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Vezirin bir taraftan böyle medreseler yaptırması, vakıflar bağlaması bir taraftan da müderrisleri ve öğrencileri çeşitli şekillerde desteklemesi her yıl devlet hazinesine aşağı yukarı 600.000 dinara mal oluyordu. Vezirin bu harcamalarını ve başarılarını çekemeyenler onu Sultan'a şikayet ettiler ve harcanan bu paralarla mükemmel bir ordu kurulabileceğini ve İstanbul'un bile alınabileceğini söylediler. Sultan Melikşah "Ey Baba .." diyerek Vezirinden kibarca hesap sordu. Nizamü'l-mülk ise, ağlayarak, kendisinin bir gece ordusu, sürekli bir ordu kurduğunu, Sultanın ordusunun ülkeler fethedebileceğini, fakat iyi idare edilip korunamadıktan sonra fetihlerin bir işe yaramayacağını, kendi yetiştirdiği ordunun gece-gündüz ülkenin her yerinde Sultanın saltanatını, inançlarını yayacağını, onun için dua edeceğini bildirerek yaptığı işin önemini kabul ettirdi.
Nizamülmülk bu medreseleri birinci planda devletin sünnî olmayan görüşlere karşı savunulması ve menfaatlerinin gözetilmesi amacıyla kuruyordu. Selçuklu Devleti'nin şiilere kargı savaşında ve bu savaşın kazanılmasında medreselrin rolü inkâr edilemez. Aynı zamanda bu medreselerde ders veren müderrisler, bu medresenin çeşitli imkânlarından yararlanarak bir meslek sahibi olan yoksul öğrenciler çeşitli görevler için dağıldıkları çeşitli yerlerde Selçuklu Devletine bağlılığı propaganda etmişlerdir. Nişapur medresesi kurulurken Sultanın izni alınmış ve bu izinle ülkenin her tarafına medreseler kurulmuştur. Medreseler devlet girişimi ve devlet parası ile yaptırılmıştır. "Nizamiye medreseleri" adı genelde bu medreseleri anlatan bir ortak isim; ama medreselerin geçek isimleri "Nizamiye" değil. Vezirin sağlığında iken, kendinin kurdurduğu medreselerin hepsi ona bağlı idi (kendisinin ölümünden sonra Sultana ve Halifeye bağlanmıştı); bu durum Nizamü'l-mülk'ün hem bir başbakan hem de Eğitim Bakanı gibi çalıştığını gösteriyor.
Nizamiye medreseleri, tarihte "eğitimde şans ve fırsat eşitliği" sağlamanın mükemmel örneklerinden biridir. O zamanlar yükseköğretim maddî problemi olmayan, kolayca kitap satın alabilen ve çeşitli yerlerde araştırma yapabilenlerin hakkı idi. Devlet, medreseleri "yatılı ve burslu" bir eğitim kuruluşu haline getirmekle öğretimde imkân ve fırsat egitliğini sağlama çalışmalarına girişmiş oluyordu. Bu medreselere bağlanan zengin vakıflar, onların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak sürekli bir gelir kaynağı oluyordu. Müderris ve öğrencilerin bütün ihtiyaçları karşılanınca, onlar da kendilerini kayıtsızca bilime ve öğrenmeye verebiliyorlardı. Nizamü'l-mülk'ün inancına göre, eski sultanlar âlimlere ve öğrencilere maaş vermedikleri için, onlar da sultanlara karşı ve hattâ onların devletlerine karşı propaganda yapıyorlardı.
Bu denli yaygın Nizamiye medreseleri kurmanın bir başka amacı, Büveyhoğullarının yıkılmaları üzerine onların topraklarında kurulan yeni devletin idarî kadrolarında ihtiyaç duyulan devlet memurlarını yetiştirmek olmalıdır. Ebu İshak Şirazî İran'da dolaşırken, çeşitli yerlerde eski öğrencilerini müderris, kadı, vaiz, kâtip v.s. olarak görmüştü. Bir de Nizamiye medreseleri artık ordulardan ve elçilerden oluşan eski devlet sisteminin değiştiğinin, bunun yerine egemen olduğu bütün topraklarda çeşitli işleri devletin yönetim felsefesi içinde yapacak kadrolara ihtiyaç duyulduğunun ve bunları yetiştirmenin de devletin esas görevlerinden biri olduğunun göstergesi gibi gelmektedir.
Selçuklu medreseleri müderris-öğrenci ilişkilerinde bir yenilik getirmemişti ama öğrenci statüsünde bazı yenilikler getirmişti: Bu, medrese öğrencilerinin büyük bir kısmının yatılı olması ve bu arada medrese vakfından burs alabilmeleridir.
Gerçi Selçuklu medreseleri müslüman halkı rafızî mezheplerin propagandalarından korumak için açılmıştı, ama gene de medreselerde Aş'arilerle Hanbelilerin çatışmalarına şahit olunuyordu. Bu olayların iyice tırmandığı bir sırada Nizamülmülk, medresenin baş müderrisine bir mektup göndererek "medreselerin amacının mezhep çatışmalarını kışkırtmak ve körüklemek değil, ilmin korunması ve yayılması olduğunu" ihtar etmişti.
3.2.3. Nizamiye medreseleri çağında başka medreseler
Nizamülmülk sağlam esaslar üzerinde bir "Nizamiye geleneği" başlattıktan ve bunun başarısını gösterdikten sonra, Selçuklu ülkesinin çeşitli şehirlerinde yaygın bir medrese kurma faaliyeti başladı. Kirman Selçukluları, Kirmanda İsmetiye ve Kuba-i Sebs medreseleri, Azerbaycan'da Yağı-Sıyan oğlu Mehmet'in yaptırdığı bir çok medreseler, Bağdad'da Nizamülmülk'ün rakibi Tâcelmülk'ün kurduğu Tâciye Medresesi başta olmak üzere bir çok medreseler kurulmuştu. İbn Cubayr, 1184 yılında Bağdad'ı ziyaret ettiğinde, bu şehirde 30'a yakın medrese saydığını yazmıştı. Hafız Ebru adlı bir başka yazar da Nişapur'da 8, genel olarak İran'da Şafi'î fıkhı okutan 17 medrese bulunduğunu yazar. Bağdad'da 1234 yılında Halife Mustansır tarafından yaptırılan Mustansıriye Medresesi bir taraftan Nizamiye medreselerine rakip olarak, onların gücünü kırmak için açılmıştı, bir taraftan da değişik unsurlar içeriyordu. Bu medresede, İslâmî ilimlerin yanı sıra tıp, matematik ve astronomi("Hey'et") öğretimi de yapılıyordu. Selçuklu geleneğinde ise tıp öğretimi "Dârüşşifa" veya "Bimaristan"larda, astronomi öğretimi de Rasathanelerde yapılıyordu. Çok büyük bir kütüphanesi olan Mustansıriye medresesinde her sünni mezhebin 75'er öğrencisi vardı.
Medreseler her ne kadar sünnilikle şiilik arasındaki propaganda savaışı ortamında sünnilerin bir eğitim kurumu olarak doğup gelişmişse de -fazla olmamakla beraber- şi'î medreselerine de rastlamaktaydı. Başlangıçtaki yoğun propaganda savaşı yavaşlayınca, bazı emirler kendi yönetimlerindeki şi'î halk için de medreseler yaptırmışlardı. Hattâ ılımlı şiilerin kendilerinin bile medreseler yaptırdıklarını görüyoruz. İbn Battuta, 1328 yılında Meşhed Ali'de bir şi'i medresesine rastlamıştı. İsfahan'da 1325 yılında yapılan İmamî Medresesi de iç duvarlarında hem dört halifenin hem de 12 imamın adlarını bulundurması dolayısıyla bir sünnî-şi'î medresesi olma özelliğini gösteriyordu.
3.2.4. Arap ülkelerinde medreselerin yayılma derecesi
Bilindiği gibi Horasan'da kurulan Büyük Selçuklu Devletinden başka, Kirman Selçukluları, Suriye Selçukluları, Irak Selçukuları ve Anadolu Selçuklu devletlerine rastlıyoruz. Selçuklu devletlerinin ortadan kalkmasından sonra Şam, Erbil, Azerbaycan, Fars Atabeglerinin kurdukları devletleri görüyoruz. Bu devletlerin hepsi, egemen oldukları yörelerde selçuklu medrese geleneğini devam ettirmişlerdir. Suriye Selçukluları; Suriye, Filistin, Ürdün ve Lübnan'da hem şiilerle hem de haçlılarla mücâdele ediyorlar, bu arada bir çok Türkmen oymağını bu topraklara yerleştiriyorlardı. Hem yer altında hem de yer üstünde şiilerle yoğun bir mücâdele sürerken, haçlılarla da raund raund acımasız bir döğüş, Türklerin bu topraklarda etken olmasını güçleştiriyordu.
Selçuklulardan sonra bu mücâdeleye Atabeg Nureddin Zengi, Artukoğulları ve Sultan Selâhattin Eyyubî de devam etmiştir ve sonunda Suriye, Filistin ve Mısır'a medreseler iyice yerleşmiştir.
Bu yörelerde tespit edebildiğimiz medreseleri, çeşitli özellikleri aynı anda gösteren bir tablo halinde vermeyi daha uygun gördük.
Burada sayılan Şam medreselerinden başka gene bu şehirde 3 tane tıp medresesi (Dahvaziye, Donaysıriye ve Lâbudiyetü'n-Necmiye medreseleri) ve 18 adet de Dârülhadîs bulunuyordu. Şam'ın yanı sıra Suriye'nin önemli medrese şehirlerinden biri de Halep idi. Halep'te -tespit edebildiğimiz- 30 Şafi'î, 30 Hanefi ve az sayıda da Maliki ve Hanbelî medresesi vardı. Bu iki büyük şehirin yanı sıra Hama, Hums ve Baalbek'te de bir çok Şafi'î ve Hanefi medresesi vardı. Musul ve Trablus, da gene 10'un üzerinde medrese sahibi olan önemli kentler idi.
Filistin'de de Sultan Selahattin Eyyubî ve emirleri tarafından birçok medreseler (başta Kudüs olmak üzere) yaptırılmıştı. Mısır'da da Sultan Selahattin dönemine kadar câmiler içindeki yoğu öğretime karşılık, bundan sonra yoğun bir medrese yapımına baglandığı görülmektedir. Sultan Selahattin Mısır'a (Kahire) 5 medrese kurmuştu, kendisinden sonra gelenler, Memluklular zamanına kadar 26 medrese daha kurmuşlardı. Memluklular zamanında ise Kahire medreselerinin sayısı 115'i aşıyordu. el-Makrizî'nin verdiği 73 medreselik listenin özelliklere göre dökümü ise şöyle idi: Mezhep Sayı Mezhep Sayı Şafi'î medreseleri 14 Malikî-Hanefî medreseleri 1 Hanefî medreseleri 10 Dört mezhebe ait 4 Malikî medreseleri 4 Mezhebi bilinmeyen 25 Şafi'î-Maliki medreseleri 3 Yarı medrese 4 Şafi'î-Hanefi medreseleri 6 Dârülhadîs 2 Medreselerin Hicaz ve Kuzey Afrika ülkelerine yayılmaları da Sultan Selahattin-i Eyyubî zamanından sonra başlamıştır. Ancak buradarda hiç birbir zaman Irak, Suriye, Mısır ve Anadolu'daki yoğunluğuna ulaşamımıştır.
3.2.5. Medreselerin Anadolu'da yayılmaları
Malazgirt Savaşından önce de Anadolu'ya defalarca girip çıkan Türkler, bu savaştan sonra büyük gruplar halinde bu topraklara gelip yerleşmeye başladılar. Selçuklu sülalesinden Süleyman Şah 1075 yılında İznik'i alarak burayı başkent yapan bir devlet kurdu. İstanbul'u tehdit eden bu hareket, Avrupa'da bir çok haçlı ordularının hazırlanmasına neden oldu. Gerek Avrupa'dan arkası arkasına gelen haçlı orduları gerekse Büyük Selçuklularla rekabet bu iktidarı yıprattı ve geri Anadolu'nun içlerine çekilerek Konya'yı başkent yaptılar. Bu arada Anadolu'ya artık iyice yerleşmiş olan Türkler, Selçukluların yanısıra Dânişmendliler, Mengücekoğulları, Artuklular, Saltuklular gibi birçok küçük direniş devletleri kurmuşlardı. Haçlı tehlikeleri geçtikten sonra Selçuklular Anadolu Türk birliğini tekrar sağladılar. Gerek Selçuklular, gerekse bunun arkasından gelen Beylikler ve İlhanlılar zamanında Anadolu'da Selçuklu geleneğinde bir çok medreseler kuruldu. Osmanlı Devleti'nin kuruluş dönemini de Beylikler dönemi içine katarak, Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar Anadolu'da kurulan medreseleri şöyle sıralayabiliriz.
Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar Anadolu medreseleri
Medresenin adı Şehir Kurucusu Eminüddin Mardin Artukoğlu Eminüddin
Necmettin İlgazi " Artukoğlu Necmettin İlgazi
Hüsamiye " Artukoğlu Hüsamettin Timurtaş
Külük Kayseri -
Yağı Basan I Niksar Danişmendli Nizamettin Yağıbasan
Yağı Basan II Tokat " " "
Gecek Sivrihisar Umur Beg
Hatuniye Mardin Artukoğullarından Sitti Radviye
Şifahane Silvan " " "
Eyyubi Urfa -
Hoca Hasan Kayseri -
İplikçi Konya Atabey Şemsettin Altunba
Zinciriye Diyarbakır Melik Salih Necmettin
Mesudiye " Melik II. Sökmen
Soğa Bey Sivrihisar Emir Soğa Beg
Seyfuddin Diyarbakır Seyfuddin Amudî
Ali Gav Konya -
Marufiye Mardin -
Çifte medrese Kayseri Gevher Nesibe Sultan
Ümmühan Hatun Seyitgazi Ümmühan Hatun
Şücaiye Diyarbakır Şeyh Şüca (Çeyh Çoban)
Halifet Gazi Amasya Halifet Alp İbn Tuli
Boyalıköy Afyon-Sincanlı Kureyş b. İlyas b. Oğuz
Harzem Mardin-Harzem Tacettin Mesut
Hatuniye Konya Devlet Hatun
I.Keykavus Sivas I.Keykavus (Şifahane)
Pamukçular Konya I.Keykavus (Pembe Furuşan med.)
Ertokuş Isparta-Atabay Emir Mübarezittin Ertokuş
Tuğrakiye Amasya Av Emiri Hacı Tuğrak
Gûhertaş Konya Lala Gühertaş
Nizamiye " Nizamettin Ebu Hasan (Nalıncı med.)
Huand Hatun Kayseri Mahperi Huand Hatun
Seracettin " Emir Seracettin Bedri
Atabey Armağan Antalya Mübarezittin Atabey Armağan
Taculvezir Konya III.Keyhusrev
Şeref Mesut " Şerefşah oğlu Mesut
Seyfiye " Emir Seyfettin Karasungur
İmaret Antalya -
Afganu Kayseri -
Kalehisar Çorum-Alaca -
Sırçalı Konya Lala Bedrettin Muslih
Melik Gazi Kırşehir Mengücekoğlu Mehmet Şah
Kemaliye Konya Kemalettin Turumtaş
Hacı Kılıç Kayseri Ebul Kasım İbn Ali et-Tusî
Taşmedrese Akşehir Fahrettin Ali (Halkalı med.)
Karatay Med. Konya Celalettin Karatay
" " Antalya " "
Şehidiye Mardin Melik Nasrettin Artuk Arslan
Hüsamiye Aksaray Emir Hüsamettin Çoban
Zencirli Karaman Mehmet oğlu Hüsamettin (Eskici med.)
Atabekiyye Konya Atabey Arslandoğmuş İbn Sevinç
İnce Minareli " Fahrettin Ali Sahip Ata
Alaattin Sinop Muinüddin Süleyman Pervane
Sahibiye Kayseri Sahibata Fahrettin Ali
Gökmedrese Sivas " " "
Buruciye " Muzafferüddin Burucidî
Çifte Minareli " Vezir (İlhanlı) Şemsettin Cüveynî
Nurettin Caca Bey Kırşehir Nurettin Cibril b. Caca Bey
Molla Cedid Konya -
Atabey Kastamonu Çobanoğulları
Gökmedrese Tokat Muinüddin Pervane (Pervane med.)
Çay Afyon-Çay Yusuf b. Yakup Bey
Taciye Aksaray Taceddin Mutez (İlhanlı)
Lala Ruzbe Konya Lala Ruzbe (Selçuklu)
Emineddin Sivrihisar Emineddin Mikail
Hatuniye Erzurum Padişah Hatun (İlhanlı)(Çifte Minareli)
Hisarardı Afyon - (Kale med.)
Muzafferiye Mardin Melik Muzaffer Karaarslan (Artuklu)
Nasrettin Hoca Akşehir -
Kadı İzzettin " Kadı İzzettin
Kadı Kalemşah Konya Sultanel-kudat Tâcettin Kalemşah
Melik Mansur (Haliliye ) Mardin Artukoğlu Melik Mansur
Hatuniye (Zeynep Hatun) Diyarbakır Sencer Şah annesi Zeynep Hatun
Sultaniye (Ahmediye) Erzurum Olcayto Hüdabende (?) Alaattin Keykubat
Seyyi Nurettin Sivrihisar Seyyi Nurettin
Dündar Bey (Taşmedrese) Eğridir Hamitoğlu Dündar Bey
Hocaenti Muş Horasanlı Hocaenti
Altunboğa Mardin Emir Altunboğa (Artuklu)
Yakutiye Erzurum Olcayto Hüdabende (?)
Mahmudiye Bayburt Fahrettin Emir Mehmet
Museviye " " " "
Bimarhane (Şifahane) Amasya İlhanlı Kölesi Anber b.Abdullah
Vacidiye Kütahya Germiyanoğlu Umur b. Savcı
Aydınoğlu Mehmet Bey Birgi Aydınoğlu Mehmet Bey
Gazi Süleyman Paşa Safranbolu Candaroğlu Süleyman Bey
Beramunîye Aksaray Baranbay (İlhanlı)
Emir Sinaneddin Korkuteli Hamitoğlu Sinaneddin
Alemşâh Sivrihisar -
Yavlak Arslan Taşköprü Muzafferiddin Yavlak Arslan
Orhan Gazi İznik Orhan Gazi
Süleyman Paşa Yenişehir Süleyman Paşa
Zinciriye (Akmedrese) Aksaray Karamanoğlu Yahşı Bey
Manastır Bursa Sultan Orhan
Tolmedrese Ermenek Emir Musa
Orhan Gazi II Bursa Orhan Gazi
Orhan Gazi III Adapazarı " "
Yelli Medrese (Kepez) Peçin Menteşeoğlu Orhan Bey
Feriştehoğlu Tire Aydınoğlu Süleyman Bey
İbn Melek " İbn Melek
Emir Musa Karaman Karamanoğlu Emir Musa
Ali Han (Ortamedrese) Aydın Ali Han
Şahabiyeyi Sugra Eskimalatya Emir Şahabettin Hızır
Lala Şahin Paşa (Hisar) Bursa Lala Şahin Paşa
Lala Şahin Paşa II Kirmastı Lala Şahin Paşa
Hüdavendigar Bursa Murad Han Gazi
Kaplıca Bursa Murad Han Gazi
İsmail Aka (Taşmedrese) Beyşehir İlhanlı İsmail Aka
Obaköy Alanya-Obaköy Karamanoğlu Bedrettin Mehmet
Ahmet Gazi Milas-Peçin Menteşeoğlu Ahmet Bey
Şahabiyeyi Kübra Eskimalatya Emir Şahabettin Hızır
İshak Bey (Fethiye) Manisa Saruhanoğlu İshak Han
Hatuniye Karaman Nefise Sultan
Sultan İsa Mardin Artukoğlu Sultan İsa
Tursunoğlu Konya Tursunoğlu Mehmet Bey
Kara Paşa (İlyas Bey) Milas-Peçin Menteşeoğlu İlyas Bey
Taşmedrese Maraş Dulkadıroğlu Alauddevle Bey
Şah Sultan Mardin Akkoyunlu Sultan Hatun
Bayezıt Bursa Yıldırım Bayezıt
Bayezıt Edirne Yıldırım Bayezıt
Akmedrese Niğde Karamanoğlu Ali Bey
Çelebi Mehmet Merzifon Çelebi Mehmet
Yeşil medrese Bursa Çelebi Mehmet
Bayezıt Paşa " Birinci Mehmet
Yahşı Bey Tire Yahşı Bey
Hatuniye Kayseri Melik Nasır Muhammet
İbrahim Bey İmaret Karaman Karamanoğlu İbrahim Bey
II. Murat Bursa II.Murat
II. Murat Edirne II.Murat
3.2.6. Fâtih Medreseleri
Fatih Sultan Mehmet, meşhur külliyesini yaptırmadan önce Ayasofya Camiine ve Zeyrek mahallesine birer medrese kurmuştu. Ayasofya medresesi Molla Husrev ile Ali Kuşçu'nun ders verdiği medrese idi. Fatih'in "Semaniye" medreseleri yapılınca ortadan kalkmıştır. Zeyrek medresesi de bir manastırda açılmıştır. Buranın ilk müderrisi Molla Zeyrek olduğundan, medrese ve etrafındaki mahalle bu âlimin adını almıştır. Gene bu medresede Ali Tûsî de ders vermişti ve aynı medresenin müderrislerinden Hocazâde ile "tehafütü'1-felsefe" üzerine meşhur tartışmaları yapmışlardı. Fatih'in büyük külliyesi yaptırılınca, İstanbul'un ilk Türk yükseköğretim kurumları olan bu medreseler bütün öğrencileri, araç-gereçleri ve müderrisleriyle oraya taşınmışlardı.
Fatih külliyesi, Ayasofya kadar muhteşem olan bir kilisenin yıkıntıları temizletilerek, İstanbul'un muhteşem tepelerinden birinin üzerine yaptırılmıştı. Külliyenin yapımı 1462'den 1470 yılına kadar sürdü. Külliyede bir câmi, tetimme ve Semaniye medreseleri, türbe, Dârüşşifa, hamam, imaret (aşhane, misafirhane), Tabhane (takat, kuvvet verilen yer), bâlâhaneler (misafir odaları), 4 tane muvakkıthane (zaman ölçme yerleri) ve bir de mekteb-i şerif (ilkokul) vardı. Medresenin müderrisleri de bu civardaki evlerde oturduğundan, daha sonraki yüzyıllar içinde İstanbul'un Fatih semti tam bir yükseköğretim semtiolmuştur (Bu durum 1918 yangınına kadar devam etmiştir).
Semaniye medreseleri Külliyenin Akdeniz ve Karadeniz taraflarında idi. Bunların hizasında 8 medrese daha vardı ve bunlar, Semaniye Medreselerine öğrenci hazırlayan Tetimme Medreseleri idiler.
Tetimme medreselerine "Musıla-ı sahn" da denilirdi. Burada okuyan öğrencilerin adları da "suhte" (daha sonra "softa" olmuştur) idi. Sahn medreselerinin tam arkasına rastlayan bu medreselerin yapı planları da onlara benzemiyordu. Tetimmeler sınıf sınıf ayrılmakta idi ve bu ayrım "baş" ve "ayak" tabirleriyle yapılıyordu.
Suhteler "mukaddimat-ı ulûm"u okuduktan sonra "mülazım" olur ve ihtisas yaparlardı. Bunların da bir kısmı Sahn medreselerine geçerek "dânişmend" olurlardı. Her Tetimmede 8 hücre, her hücrede de önceleri üç öğrenci olurdu. Daha sonraları nüfus artınca, buralarda kalan öğrenci sayısı da artmıştır. Suhteler, derslerini "muid"lerden ve "müsteiddin" öğrencilerden alırlardı.
Semaniye medreselerine "Kurşunlu medreseler" de denir. Bunlar öğrencilerini "Hâriç"ten ve Tetimme medreselerinden alırlardı. Bunlar, Külliyenin ve devrinin ihtisas medreseleri idiler ve burada her dânişmende bir oda veriliyordu. Sekiz medreseden her birinin bir büyük dershaneleri ve ayrıca 20 tane de odası vardı.
Fatih medreseleri naklî ve aklî bilimlerde öğrenci yetiştirmek için kurulmuş medreselerdi. "Sahn" sözü, önceleri yalnız bu medreseler için kullanılırken sonra başka medreselere de ad olarak verilmiştir. Fatih Külliyesinin bir kütüphanesi olduğu gibi, ayrıca medreselerin de kütüphaneleri vardı.
Külliye hakkındaki bilgileri elimizdeki çeşitli vakfiyelerinden elde ediyoruz. Buna göre, külliyenin tatil günleri Salı idi. Bayram ve Kandil günlerinin dışında Ramazan ayı da tatil olurdu. Medresede dersler sabah ve akşam dersleri olarak belirleniyordu. Öğle ile ikindi arası dinlenme zamanıydı.
Medreselerde Ali Kuşçu tarafından düzenlenen bir okutma planının olduğu, hattâ bunun "Kânûnnâme" şeklinde yapıldığı da biliniyor, ama bugüne kadar ele geçirilememiştir. Kanunî devrinde bu medreseler şer'î ilimler ihtisası yapılan medreseler olmuşlar, Süleymaniye medreseleri de aklî ilimlerin ihtisas yeri olmuştur.
Fatih medreselerinin ve Külliyenin yerleşim biçimi
(Karadeniz tarafı) (Akdeniz tarafı) 3.2.7. Osmanlılarda medrese derecelenmesi
İstanbul'da Fatih medreseleri yapıldıktan sonra, Osmanlı Devleti sınırları içindeki medreseler de bir derecelenmeye, yeni bir teşkilâta tabi tutuldu. Buna göre, medreseler açağıdan yukarıya doğru şöyle sıralandı: Hâşiye-i Tecrid: Buralarda çalışan müderrislerin yevmiyesi 20-25 akça idi. Burada okutulan ana kitap "Hâşiye-i Tecrit" olduğundan medrese de bu adı almıştı. Bu kademede ayrıca Emsile, Bina, Maksût, Avâmil, İzhar, Kâfiye, Şerh-i Tevalî, Şerh-i Feraîz, Mutavvel gibi kitaplar okutulurdu.
Miftah medreseleri: Hâşiye-i Tecrid medreselerinin üstünde, müderrislerinin 30-35 akçe aldıkları ve okutulan ana kitabın "Şerh-i Miftah" olması nedeniyle bu ismi almış medreselerdi. Ayrıca burada da Hâşiye-i Tecrid, Tenkih ve Tavzih, Mesâbih gibi kitaplar okutuluyordu.
Kırklı medreseler ve Hâriç elli medreseleri: Osmanlılardan önceki sultan ve emirlerin yaptırmış oldukları medreseler bu adı alıyorlardı. Müderrisleri 40 akça alıyordu. Bu medreselerin ilk sınıflarında Şerh-i Miftah, orta sınıflarında Şerh-i Mevakıf (Kelâm) ve yüksek sınıflarında da Hidâye (Fıkıh) okutuluyordu.
Dâhil elli medreseleri: Osmanlı padişahları, şehzade anneleri, padişah kızları ve şehzadelerin yaptırdıkları medreseleri bu ad veriliyordu. Müderrisleri 50 akçe alıyordu. Aşağı sınıftakiler Hidaye, ortadakiler Telvih (Usul-ü Fıkıh) ve ilerdeki öğrenciler Keşşaf veya Kadı Beydavî tefsirlerinden birini okuyorlardı.
Musıla-ı Sahn: Derece olarak Dâhil elli medreseleri derecesinde idi. Ancak burası Sahn-ı Seman medreselerine öğrenci yetiştiren Tetimme medreseleri olduğu için, "Sahn medreselerine götüren" anlamında bu ismi almışlardı. Okutulan dersler de Dâhil elli medreselerinde okutulan darsler idi.
Sahn-ı Semân medreseleri: Fatih Külliyesi içindeki en yüksek medreseler idiler. Müderrisleri 60 akça alan Mûusılâ-ı Sahn müderrislerinden daha çok ücret alırlardı.
Gerek müderrislerin yükselirken, gerekse öğrencilerin bir yukarı kademedeki medresele derslerine devam ederken, aşağıdaki medreseleri bitirmeleri, buradaki dersleri okuduklarına ve anladıklarına dair müderrislerden belge almaları gerekiyordu. Öğrenci geçişlerinde bu medreseler sıralamasına dikkat edilmesi üzerine bir çok fermanlar yayınlandığını, ama gene de sık sık bu sıralamanın bozulduğunu görüyoruz.
Süleymaniye Külliyesi yaptırıldıktan sonra medrese sıralamasına "İbtida-i Altmışlı" ve "Hareket-i Altmışlı" kademeleri ile Mûsıla-ı Süleymaniye, Hamise-i Süleymaniye, Süleymaniye ve Dârü'l-hadis medreseleri kademeleri eklenmişti. Ayna zamanda maaşı az olan medreseler arasında da bazı yeni sınıflamalarda yapılmıştı.
3.2.8. Süleymaniye Külliyesi
Süleymaniye Külliyesi, 16. yüzyılın ortalarına doğru Kanunî Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Mimarı, Mimar Sinan'dır. Eski Saray mevkiinde, İstanbul'un meşhur yedi tepesinden biri olan Süleymaniye tepesi üzerindedir. Külliyenin öğretim elemanları, câmi merkeze alınmak sûretiyle kuzey tarafta Medrese-i Evvel ve Medrese-i Sâni, güney tarafta Medrese-i Sâlis ve Medrese-i Râbi, kıble tarafında Dârülhadis, güney batısında Tıp medresesi vardır. Bunların dışında Külliyede mektep, kütüphane, hamam, Tabhane, İmaret ve Dârüşşifa da bulunmaktadır.
Buradan da şunu çıkartabmliyoruz: Süleymaniye Külliyesinde 6 tane medrese vardı ve buralarda tıp, tabiiye, riyaziye ve dinî, hukukî ve edebî bilimlerin öğretimi yapılıyordu. Süleymaniye külliyesinin yapımı oldukça uzun sürmüş, Câmi 1556'da bitmiş olmasına karşın kuzeydeki medreseler câmiden daha önce (1552), Dârül-hadis 1557, batıdaki medreseler ise 1559 yılında bitmiştir.
Medreselerin müderrislerinin yevmiyeleri 60'ar akçe idi. Dârülhadis müderrisinin yevmiyesi ise 100 akçe idi. Bu medreselerde, zamanın en meşhur müderrisleri ders vermişlerdir. Tıp medresesinde de ders verecek tabibin hekimbaşılığa aday olabilecek kadar uzman olması istenmişti.
Öğrenciler medresenin "hücre"lerinde yatıp kalkıyorlar, günde iki defa "me'kel" denilen yemekhanede yemek yiyorlardı. Haftada dört gün ders yapılıyordu. Dâhil medreselerini bitiren öğrenciler ya Sahn-ı Seman (Fatih Külliyesinde) ya da Sahn-ı Süleymaniyeye giriyorlardı.
Süleymaniye medreseleri yapılınca, Fatih zamanında kurulmuş olan medrese ve müderris derecelenmesi yeniden değişti.
1. İbtida-i Hâriç
2. Hareket-i Hâriç
3. İbtida-i Dâhil
4. Hareket-i Dâhil
5. Musıla-ı Sahn (Bir çok müderris burada yığılıp kaldığı için "yatak" adını almıştı.)
6. Sahn-ı Seman
7. İbtida-i Altmışlı (60 akçe yevmiyeli 48 müderris vardı.)
8. Hareket-i Altmışlı (60 akçe yevmiyeli 32 müderris vardı.)
9. Musıla-ı Süleymaniye
10. Hâmise-i Süleymaniye
11. Süleymaniye Kibar-ı müderrisîn
12. Dârülhadis
Dârülhadis müderrisleri, isterlerse, "mahreç mevleviyeti" denilen bazı şehirlerin kadılıklarına geçebiliyorlardı. Her kademede kaç müderrisin bulunabileceğine dâir çeşitli nizamlar konulmuş, ancak müderris sayısı arttıkça kadrolar kabarmış, hattâ ek kademeler konulmutur.
Süleymaniye Külliyesinin yerleşim biçimi
3.2.9. İstanbul ve Rumeli medreseleri
Osmanlı medreselerinin Balkanlarda da yayılmalarını sağladığı aşağı yukarı 1660 yıllarında, İstanbul ve Rumeli'deki medreselerin yerlerine ve derecelerine bakmak da yararlı olacaktır. O tarihlerdeki bir durumu bildiren Rumeli Kazaskerliğine bağlı medreselerin Rûznamesi (medreselerin, müderrislerin ve kadıların yerleri, dereceleri, atama ve azil kararnameleri v.s.) o zamanki medreseler sınıflamasını şu şekilde vermektedir: 1. Onlu medreseler
2. Onbeşli medreseler
3. Onsekizli medreseler
4. Yirmili medreseler
5. Yirmibeşli medreseler
6. Otuzlu medreseler
7. Kırklı medreseler
8. Ellili medreseler
9. Altmışlı medreseler
Bu sıralamadaki küçük yevmiyeli medreseler pek çok yerlere yayılmış olduğundan, bu düzeylerde belli bir eğitim eşitliği sağlanmıştı.
3.2.10. Medreselerin bozulması
Osmanli medreselerinini bozulması, ilk defa belirgin olarak bazı müderrislerin terfileri normal yolların dışında yapılması yoluyla, Kanunî zamanında başlamıştır. Daha sonraki yıllarda ise, bozulma yayılarak ve çeşitlenerek büyümüştür. Kanuni döneminde, padişahın bazı kişileri alt kademelerde müderrislik yapmadan üst kademelere ataması, ilmiye mensupları arasındaki bozulmanın başlangıç noktaları olmuştur. Hocazadeler, Fenarizadeler gibi bazı ulema soyları ortaya çıkmıştır. Bu durumu meşrulaştırmak için "Hocazadeler Kanunu" gibi rosmî destekler sağlanmıştır.
Bu tür bozulmalar daha sonra II. Selim, III. Murad ve III. Mehmet dönemlerinde çoğalmış; 16. yüzyıl sonlarında ise hem medrese öğretimi hem de ilmiye sınıfı tamamen bir kargaşanın içine düşmüştür. Birçok "mevali gözdeler" soylarının adından faydalanarak kısa zamanda üst rütbelere yükselmişlerdir. İltimas ve rüşvetle pek çok kişi kadılık ve müderrislik görevlerine atanmışlardır. Bu şekilde müderris olanlar medresede ders vermemeye başlamışlardır. Ayda bir kere bile medreseye varmayan müderrisler türemiştir. Bunlar medreseye varsalar ders dinleyecek öğrenci bulamamışlar; öğrenci bulsalar ders verecek bilgiden yoksun olmuşlardır.
Hocazadelere, büluğ çağına geldiğinde "Dâhil elli" derecesinde müderrislikler, Müftüzadelere "Hariç", Kadıasker oğullarına "ibtidai kırklı", İstanbul kadılarının oğullarına da "yirmibeşli", "otuzlu" medreseler verilmesi âdet olmuştu.
Ağaların, paşaların oğulları ne okumuş ne yazmış, ne de bilim öğrenmeye heveskâr olmuşlardır. Ama bir yolunu bularak medrese mezunu sayılmışlardır.
Rüşvet ve iltimasın alabildiğine arttığı bir toplumda, bilginin ve faziletin hiç bir ayırıcı ve üstün özelliği kalmamıştır. Her mevki, akçesi olanların eline geçmiştir.
İsmi var cismi yok medreselere müderrisler atanmış, "akçesi var dersi yok" olan bu müderrisler "dânişmendsüzlük ayubtur" diye pek çok cahil kişiyi öğrenci olarak etrafına toplamıştır.
Medreselerin öğretim programları alabildiğine karışmış; XVI. yüzyılın ilk yarısında 2-3 yıl olarak belirlenen öğretim süreleri, aynı yüzyılın ikinci yarısında bir yıl, altı ay, üç ay gibi giderek azalmıştır. Doğal olarak bu kısalan süre içinde uygulanması öngörülen ders programı da giderek küçültülmüş, kuşa çevrilmiştir.
Üstelik bazı dersler hakkındaki tutum da değişmiş, Fatih zamanında "kânün üzre şugl oluna" diye okutulması yasalaştırılan bazı kitaplar ("Şerh-i Mevâkıf", "Haşiye-i Tecrîd"), "bu dersler felsefiyattır" denilerek daha sonraki dönemlerde "Hidaye", "Ekmel" gibi biraz daha az felsefî olan kitaplarla değiştirilmiş, daha sonra bunlar da ortadan kaldırılmış; medrese felsefî ve müspet ilimlere düşman bir kurum haline getirilmiştir.
Ayrıca büyük bir yersiz-yurtsuz insanlar topluluğu, vakıfların yatacak yer ve yemek sağlama maddelerinden dolayı medrese, imaret ve tekkelerde toplanmışlardır. Bu şekilde medreselerde toplanan insanlar, medreselerin barındırma, beslenme giderinin çok üstüne çıkmışlar, Devletin içinde bulunduğu tarım ve para bunalımlarla da Türk halkı arasında yaygın bir sosyal gerginlik doğmuşur.
Bu durum karşısında önce Selânik, Üsküp, Sofya, Filibe, Silistre gibi Balkanlardaki büyük yerleşim merkezlerini medrese öğrencileri kentlerde "cerr", "kurban", "salma" gibi adlarla halktan para toplamakta, bu arada yer yer ahlâka uymayan hareketler yapmaktaydılar. İlk önce medrese öğrecileri arasında başlayan kavgalar ve cinayetler, daha sonra halka ve hükümet kuvvetlerine karşı irili-ufaklı gruplar halinde şekil almaya başlamıştır.
Önce Rumeli'de başlayan medrese öğrencilerinin isyanları, kısa zamanda Anadolu'ya da yayılmıştır.
Anadolu'da Celâlî ayaklanmalarının en kızışkın zamanında ortaya çıkan bu olaylarda halk ve leventlerden bazıları da medrese öğrencisi kılığında bu ayaklanmalara katılıyordu. Bazı yerlerde medrese öğrencileri sarp dağ eteklerinde "medrese" denilen binalar yapıyorlar; kışın burda kalıyorlar, bahar ve yaz aylarında bu üslerden eşkiyalığa çıkıyorlardı. Rumeli'de yalnız kentlerin içinde ve birbirinden kopuk olan medrese öğrencilerinin isyanı, Gümüşhane'den İzmit'e, tüm Batı Anadolu, Akdeniz ve Orta Anadolu bölgesine -şehir-köy demeden- yayılmıştır. (Bakınız bu sitedeki ek okuma parçaları)
Kanuni zamanında, 1550'de başlayan medreseli isyanlarına karşı, devlet politikası yalnız ceza vermek ve cezayı şidetlendirmek mevkinde kalmıştır. Ancak bu politika II. Selim zamanında da devam ettiğinden, 30-40 kişilik öğrenci isyan grupları daha da örgütlenmiş; 100'lü, 200'lü gruplar ve bölge isyanları ortaya çıkmıştır. Medrese öğrencilerinin isyan hareketlerine bir takım zengin ve nüfüzlu kimseler, hükümet adamları ve hattâ müderrisler yataklık ve önderlik ediyordu. Bu arada ordu ve donanmanın Kıbrıs, Tunus gibi uzak yerlere sefere gönderilerek Anadolu'dan uzaklaştırılması, halkın ve devlet adamlarının sahipsiz kalmalarına, "Suhte" adlı medrese öğrencilerinin isyan gruplarının daha da büyümesine, soygun ve ahlâksızlıklarının daha da âdileşmesine yol açmıştır.
Anadolu ve Rumeli'den gelen binlerce sızlama ve yardım yazımına karşı, merkez hükümeti sadece isyanı önlemekle görevli kişileri teşvik, isyancılara "korku belâsına" yardım ve yataklık eden kişileri ve halkı tehdit etmekle yetinmiştir. Medrese öğrencilerinin isyanlarının yanı sıra 16. Yüzyıl ortalarından itibaren Kanuni'nin, oğulları Şehzade Mustafa ve Bayezıt'a karşı savaşları ve onların etrafına toplanmış Anadolu halkının ve sipahilerin devlet sistemi dışına çıkarılması, mansıp ve tımarların para ile satılması, Amerika'dan gelen altınların Osmanlı devletine kadar gelerek Osmanlı parasının değerini düşürmesi gibi faktörler, Devletin "adalet ve ahlâk" örneği olması gereken en önemli kurumlarını bile bozmuştur. Bütün bu bozukluklar karşısında İmparatorluğun birçok yerlerinde "Celâlî isyanları" denilen ayaklanmalar çıkmış, medreseli isyanları da bunlar içinde, bunlarla bütünleşmiştir.
Osmanlı medreseleri program açısından başlangıçtan gelen geleneği sürdürmüşlerdir. Bu şekilde medreselerde matematik, coğrafya ve tıp gibi bilimler okutuluyordu. Bazı medreselerda heyet (astronomi) de okutuluyordu.
XV ve XVI. yüzyıllarda Batı, bilimde yeni dallar ve yöntemlerle büyük gelişmeler gösterirken; XVII. Yüzyıl başlarından itibaren Türkiye'de müsbet ve deneysel bilimlerin öğretim programlarından çıkarıldığı görülmektedir. Kâtip Çelebi'nin "Keşfü'z-zünun" adlı eseri, Osmanlılar döneminde yazılan eserlerin açıklamalı bir dökümünü vermektedir. XVII. Yüzyılda yazılan bu esere göre, eserlerin %95'i tasavvuf, din, tarih ve edebiyata; ancak %5'i müsbet bilimlere aittir. XVI. Yüzyıl sonlarına kadar astronomide Kadızâde Rümî'lerle ve Takiyeddin Efendilerle az çok Batı düzeyinde bir bilgi varolmuştur. Ancak XVII. yüzyılda böle bir şey yoktur. Coğrafya alanında da XV ve XVII. Yüzyıllarda denizciler dolayısıyla çağdaş bir bilgi görülür. Ancak XVII. yüzyıllarda bu bilimin de yüzüstü bırakıldığı ortaya çıkar. Bu gerileme bütün alanlarda görülür. Öyle ki, XVII. yüzyılda mimarî bile yabancıların eline geçer.
XVII. yüzyıldaki din yorumlaması da medrese programları üzerinde etkileyici olmuştur. XVI. yüzyıl sonlarında Birgivî Mehmet Efendi, toplumdaki din ve mezhep sürtüşmelerini kaldırmak için "Tarikat-ı Muhammediye" adlı bir eser yazmıştır. Bu eser, geniş düşüncenin yerine şüphe ve tereddütün geçmesinde etkili olmuştur. Bu kitap dinen yasak olan bir sürü hareket belirlemiştir. Bu eserde bilimler de "mubah" ve "merdûd" (redd) ilimler diye ikiye ayrılmış; kelam, astroloji ve birçok tabiat bilimleri ikinci sınıfa sokulmuştur.
Birgivî'nin bu görüşü, daha sonraki yıllarda "Kadızâdeler" tarafından savunulmuştur. Dini konularda yorumlara açık görüşü savunanlara da "Sivasizâdeler" denmiştir. Daha sonra Ayasofya Camiinde vaazlar veren Üstüvanî Mehmet Efendi de bir Risale yazarak, dinen yasak hareketler çerçevesini daha da genişletmiştir. Bunların açtıkları çığırda medrese programları giderek kısırlaşmıştır.