Arama

Yaşama Hakkı - Tek Mesaj #1

ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
18 Ekim 2009       Mesaj #1
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Yaşama Hakkı

Yaşama Hakkı, kişinin fiziksel varlığının sürdürebilmesinin güvencesini oluşturan insan hakkıdır. 4 Kasım 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 2. maddesinde herkesin yaşama hakkının yasayla korunacağı, yasanın ölüm cezasını öngördüğü bir suçtan dolayı mahkemece verilmiş bir cezanın yerine getirilmesi dışında hiç kimsenin kasten öldürülemeyeceği belirtilmiştir.
Aynı maddeye göre öldürme olayı;
  • Yasadışı şiddete karşı korunma
  • Yasaya uygun tutuklama
  • Tutuklu kişinin kaçmasını önleme
bu durumda birçok insan böyle durumlara düşer.
Yaşama hakkı, çağımızda, bir ülkenin uygarlık düzeyini gösteren en önemli hukuki-insani ölçüt olarak kabul edilmektedir. Bir ülkede yaşayan bireyler için bundan daha önemli bir hak düşünülemez.
Yaşama hakkı
İnsanın sağlıklı olarak doğması, bedensel bütünlüğünü psikolojik-entelektüel gelişim olanaklarına sahip olarak sürdürebilmesi, insan olarak varlığının-tüzesel kişilik yanı ile birlikte- doğa yasalarının zorunluluğundan başka hiçbir dünyevi bağ, önlem, zor yaptırım ile sınırlanmaması, etkilenmemesi, zarara uğratılmaması, yok edilmemesidir.
Kısaca ‘insanın öldürülmezliği’ hakkıdır. Kişinin beden bütünlüğünün doğal ölümüne kadar korunmasına da ‘yaşam hakkı’ denilmektedir. Devlet yetkesinin, toplumumuz bireylerinin, ‘yaşama hakkı’konusunda bugüne kadar yüzeysel de olsa bilgisi ve bilinçliliğinin olması, bu anlayış düzeyine ulaşması sağlanamamıştır. Yaşama hakkı konusunda eğitim dizgesinin her alanında kapsamlı bilinçlendirme ve öğretim yapılmalıdır!
Yaşama hakkı / öldürülmezlik kuralı geneldir ve aşağıdaki dört unsurdan oluşmaktadır:
1. Kişi kendini öldüremez-hukuken ‘kişi’ olmaktan vazgeçilemez.
2. Bir başkası da kişiyi öldüremez
3. Toplum kişiyi öldüremez
4. Devlet; terör, dinsel bağnazlık ve faşizme karşı kişinin yaşama hakkını korumakla
yükümlülüdür. Ancak, terörün herkes tarafından üzerinde uzlaşılmış uluslararası bir tanımı olmadığından terörle savaşta neyin hukuki neyin hukuk dışı olduğu kolayca belirlenememektedir.
İnsan varlığı yeryüzünde onu tehdit edebilecek, bedensel bütünlüğünü eksiltecek, bozacak, tamamen yok edecek varlıklara, tehditlere karşı korunmadıkça onun ‘korkudan serbestlik’ gereksinimi giderilmemiş olur. Devlet kişinin yaşam hakkını korumanın yanısıra, yaşatmacılık görevi ile de yükümlüdür. Devlet, bireyin yaşam hakkı bağlamında, ona dokunmama, ona gölge etmeme, onu bozmamakla yükümlü olmakla birlikte, bir de yaşam hakkının doğması, sürmesi ve gelişmesinden sorumluluğu vardır. Devletin çağımızda demokratik ve insan hakları açısından anlam kazanmasının gizi de burada yatmaktadır. Devlet bireyin sağlıklı doğması, doğduktan sonra, fiziki, ruhsal, entelektüel gelişimini sağlamakla birlikte, onu geçim sıkıntısı ve gelecek korkusundan da kurtarmalıdır. Devlet öyle örgütlenmelidir ki, genel anlamda ‘yönetim’ öyle biçimlenmeli ve donanımlanmalıdır ki, toplum içinde kişinin kendisinin, kendi yaşamı için tehlike olması olasılığı önlenmiş olsun; bir diğer kişiden gelecek tüm yaşamı bozma olanakları silinsin, devletin kendisinin de tüm yaşamı bozacak bir zorunluluk içine girmesi olasılığı ortadan kalksın. Modern devlet, yaşamı bulma, onu geliştirme ve mutluluğa eriştirmek için engelleri kaldırmakla yükümlü ‘genel yönetim örgütü’dür. Devletin çağımızda bu tanımın dışında bulutların üstünde, ulu, Prusya tipi katı ulusçu tanımı artık kullanılmamaktadır. Çünkü böyle bir tanım, bir sınıf, bir zümrenin işine gelmekte ve toplumu aldatmaktadır. Hümanistçe de değildir. Yaşama hakkı açısıdan en önemli ilkelerden birisi de ‘baskılara karşı direnme’ ilkesidir.
Demokratik toplum II. Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan anayasalara ‘demokratik direnç yolları’ konulmuştur. Buna göre artık ‘saldırgan’ direniş yöntemlerine başvurma gereği kalmamıştır. Çünkü, saldırgan direnmenin hukuk içinde düzenlenmesi olanaklı görülmemektedir. Pasif direnişin hukuki düzenlenmesi ise daha kolaydır. Örneğin: Bir ayaklanmanın başarılı olması sonucunda herhangi hukuki bir durum ortaya çıkmayacaktır. Oysa başarıya ulaşılamazsa yargıç karşısında başarısız ayaklanmacılar ‘yaşama hakkı’nı ileriye süremeyeceklerdir. Baskıya direnmenin 18.yy.’dan bu yana bir hak değil bir görev olması anlayışı günümüzde bu yöndeki yasaların temelini oluşturmaktadır.
Yaşam hakkı, geçmişten günümüze, 1215 Magna Charta, 1689 Bill of Rights, 1776 Virginia İnsan Hakları Bildirisi, 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerini Korumaya Dair Sözleşme/Roma Sözleşmesi (1950), Avrupa Sosyal Haklar Temel Yasası (1961) gibi hukuki metinlerde genel anlamda (yorumsal biçimde) veya açıkça yer almıştır.
Ülkemizde, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ‘yaşama hakkı’nın İslami hukuk içersinde düzenlendiğini görüyoruz. Bu yaklaşıma göre, yaşam ve diğer insani haklar tanrının insana bağışladığı haklardır. İnsandan insana hak ve özgürlükler değildir. Tanrıya, dolayısiyle de onun yeryüzünde yansıması olan devlete boyun eğmeyi olanaklı kılacak düzenlemelerdir. Kişinin Batı ülkelerinde olduğu gibi devlete karşı elde ettiği özgürlükler, kişiye özgü, devletin saygı göstermesi gereken haklar değildir. 1839 Tanzimat Fermanı’nda ilk kez, kişinin canı, malı ve ırzının devlet tarafından korunması genelinde yaşama hakkı ve özgürlükleri yasal güvence altına alınmıştır. 1856 Islahat Fermanı, 1876 Anayasası ve daha sonra Cumhuriyet dönemi Anayasaları yaşam hakkı ile giderek daha kapsamlı biçimde ilgilenmişlerdir. Ancak, toplumumuzda demokratik duyarlılığın olmaması, yapılan yasalara sahip çıkılmaması, gerçek, kurumsal bir demokrasi ve hukuk devletinin olmaması, ‘yaşama hakkı’nın, bürokrasinin elinde sık sık ‘güvenlik, vatan elden gidiyor, yıkıcılık, bölücülük’ gerekçeleri ileriye sürülerek sulandırılması sonucunu doğurmuştur. Devlet tüm modern devletlerde olduğu gibi yaşamın bekçiliğini yapmaktan önce, bireyin ‘öldürülebilirliğine’ karşı bu tehdidi yok edecek ortamı oluşturacaktır. Bekçilik ise yaşama hakkı bakımından ikinci plandadır.
Yurt savunması söz konusu olduğunda yaşam hakkı açısından bireyin ‘öldürülmezliği’ ilkesi ile ‘toplumun yaşam hakkı’ ilkesi çatışmaktadır. Yani, savaşta, toplumun örgütlü güçleri için öldürme bir yetki-görev, bir işlev-ödev sorunudur. Buna göre yurt savunması bağlamında öldürülmez olan bireyin öldürülürlüğü, toplumun ise öldürülmezliği/yaşama hakkı ilkesi öne çıkmaktadır. Bu bakımdan çağımızda ‘saldırı savaşlarının reddi’ ilkesi üzerinde durulmaktadır. Ne şekilde olursa olsun bir silahlı çatışma büyümeden hemen söndürülmelidir. Devletler Hukuku çerçevesinde de savaşları sona erdirici çalışmalar yapılmaktadır. Ancak, her konuda olduğu gibi bu konuda da çifte standartlar yürülüktedir. Hukuk güçlünün işine geldiğinden örneğin: ABD; kendi ulusal güvenliğini ve çıkarlarını gerekçe göstererek uluslararası hukuku dinlemeden her yere saldırabilmektedir. Keza terör konusunda da, herkesin kabul ettiği bir tanıma ulaşılamamıştır. Çünkü, ülkeler, ulusal çıkarları söz konusu olunca ‘terörü’ birden ulusal halk hareketi olarak yorumlayabilmektedir.
Demokrasilerde yaşama hakkının, bireyin bedensel bütünlüğünün, terörizm, faşizm ve bağnazlığın şiddet ve yıkıcı eylemlerine karşı korunması da gerekir. Çünkü, demokratik rejimdeki düşünce özgürlüğü bu düşünce biçimlerinin eyleme geçerek demokrasileri yıkma özgürlüğüne izin veremez. Bu nedenle, devlet yasalar çerçevesinde bireyin yaşama hakkını korumak için her türlü önlemi alır. Modern kurumsal demokrasilerde, terörist olsun olmasın, devlet yasadışı eylemleri en az şiddetle bertaraf etme yoluna gitmelidir. Ülkemizdeki faşist ve ırkçı saplantılı kişilerin, öteden beri kendini en fazla yurtsever görerek toplumda fikir üreten yazarları, öğretim üyelerini, gazetecileri, sivil toplum kuruluşları üyelerini öldürmeleri, yine bazı kişilerin de katillere gizli destek olmaları, onları cesaretlendirmeleri, yasaların elinden kurtarmak için birbiriyle yarışmaları bu “ulusçu” cinayetlerin devam etmesine neden olabilir. Toplumumuzun düşünen insanlarını, düşünceleri için, sırf düşündükleri için öldürmekten vazgeçmeliyiz. Devlet, bu kör faşist ve ırkçı düşmanlık ortamını yurttaşlarının yaşama hakkı için ortadan kaldırmalıdır.

Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!