ÖLÜ DÜŞLERE OTOPSİ
Yüreğinizin devrik hükümdarlığı
İsyanın eşiğindedir
Artık yaşamın boşluğunda salınırken,
Her şeyden tanım çıkarmaya ve anlam bulmaya zorlanırken
Yabancılar kolonisidir her bildik sima
Bir amaçsızlık yatağına varmaktadır
her eyleminizle içinizde yükselen nehir
Şimdi;
her yaşadığınız bir fotoğraftır
incelen ve giderek soluklaşan her bakışta
yüreğinizde bir telaş
hazırlanır yeni bir milada............
Yaşama ve aşka dair gizleriniz ayaklandığında tadılmamış bir özlem parçalar sızlayan yüreğinizin kapakçıklarını. Nabız zorlar, çözersiniz gözlerinizi,
kendinizle oynadığınız oyunu bitirirsiniz
gelmeye çalışırsınız gittiğiniz yerlerden
zordur kendine dönüş,
artık bilirsiniz..........
Şimdi, bir Pazar sabahı, vaktin erken ve hesapsız devinimlerinde inceldiği yerlerden kopmasına izin verdiğim bir şeyleri bağlamaya çalışıyorum. Onarılması zor yanlarımı anestezik yazılarla uyuşturuyorum. Herkese bir şeylerin açıklamasını yapmaya çalışan ben, herkesin sorunlarının cevap anahtarlarını çoğaltmaya uğraşan ben, anahtarını kaybetmiş bir çilingir gibi dışarıdayım şimdi. Üşüyorum, sabah güneşinin aydınlığı ortaya çıkarıyor karanlığımı ve ben karanlıkta görebiliyorum ama üşütüyor beni görebildiğim her şey. Üflediğim zaman geçmişin tozlarını, geleceğin pasları ortaya çıkıyor gibi. Hiç tanımadığım insanlar hakkında bildiklerimi, kendime ait bilgisizliğe dönüştüren ne? O bir türlü dindiremediğim en derinlere inebilme isteği mi? Yoksa başkalarının yaşamlarını, aşklarını, acılarını paylaşırken, bir türlü kendi iç dökümünü kimseye yapamayan kalbim mi?....
nedir, içimi en acıyan yerlerinden mühürleyen?
nedir insanı
en yükseklerden kuytulara sürükleyen?.......
Ve konuşur içim, dudağımı ısırırken dişlerim:
“Aşk; ihanetine bile ihtiyacım var...........
artık biliyorum...
yokluğunda çoğalıyor yokluklar......”
Şimdi ben, bir Pazar sabahında, vaktin ağır aksak ivmesinde, bir sigara paketinin arkasına yazmış olduğum imlası alkollü şu satırları okuyorum:
“Gözlerimle kurşuna dizebilmek için seni
son bir hoşça kal ıssızlığını yaşayabilmek için
geldim kapılarına
korkma ;
içeri girecek değilim
sadece kapına asılı kalsın istedim
dualarım, gözlerim ve tüm düşlerim......”
Bir “hoşça kal” ıssızlığıyla kalmak nedir bilir misiniz?......
Bilir misiniz ardınızdan kapadığınız kapılara asılı kalan gözbebeklerini?.....
Tüm anlamlarını kaybetmiş bir alfabeyle, “lütfen” kelimesini kekeleyebilir misiniz? Defalarca yutkunarak ve direnmeye çabalayarak gözlerinizi sürüklemeye hazır sele, nasıl “Kendine iyi bak” denir bilir misiniz?....
“Sen de” dendiğinde
çoktan dağılmış yanlarınızı saklayabilir misiniz?....
Aşkın ihanetini bile özleyecek kadar
Aşkı sevebilir misiniz?......
Aynaya baktığımda bu sabah, canlanmak için sabırsızlanan bir heykel duruyordu karşımda. Nedense bu sabah erken başladım içmeye, nedense erken uyandı, içimdeki kozasını kalın ören tırtıl.
Kozasından çıkabilmek için tek kanadını feda etmeye hazır bir kelebek gördüm içimde bu sabah.
Ve hatırladım ne kaldıysa dün geceden
Suskunluğum yeni cinayetler tasarlıyordu
Eski tanıdıklar geçiyordu içimden........
Üçüncü tekil şahıs olarak, nesnesiz ve kimsesiz kurabildiğim tüm cümleler, tek tek yıkılıyor işte bu Pazar sabahı. Balzac güzel söylemiş; “ayakkabılarım yok diye üzülürdüm, ta ki sokakta ayakları olmayan bir adam görene kadar” oysa bilmiyormuş, hem ayakları, hem ayakkabıları olup da gidecek yeri olmayanları. Balzac erken vazgeçmiş üzülmekten ve ben geç kalmışım olduğun yere gelmek için. Yine de belki bir gün ansızın bir kuş dadanır pencerene, belki bir kelebek aşık olur o her gün suladığın çiçeğe. Belki bir gün; biri gelir şehrine.
Kendimi düelloya davet ettim bu sabah. Senin için düello eden iki erkek, ikisi de benim. İkisi de ölecek ve sen gideceksin, ben kalacağım cesedimle, yine gömüleceğim içime, kendimi bulamayacak kadar derinlere. Oysa ne kadar huzurdun, ne kadar bendin, biliyorum belki uzaktın .........
ama o gece uyuduğumda suydun, başucumdaydın.......
uyandığımda yoktun
devrilmişti bardak
akmıştı su....
içimde;
bir düşün yükseklerden düşme korkusu...
Okuduğun bu darmadağın yazı, darmadağın bir Pazar sabahında kendime özgü bir monologdur sadece. Satır aralarında saklı hiçbir anlam kendimizden sakladığımız, yüzleşmeye korktuğumuz anlamları açıklayabilecek kadar cüretkar değil.
Ece Ayhan’ı tanıyor musun sevgilim?...
Sana sevgilim dememi yadırgıyor musun sevgilim?........
Ece Ayhan bir şair, bir yazar. “ Ne demek yani? Çocuklar hiç gülmeyecek mi?” diye soran. O şimdi hastahanede ve yardımlarla yaşıyor. Başında tek çocuk yok biliyor musun?.. Ve benim onun elini öptürecek tek çocuğum bile yok. Olsun isterdim oysa, busesine sevgiler sığdırmaya çalışacağım, elimden çok erken kaçırdığım uçurtmamın anısına, onunla uçurtma uçurabileceğim bir oğlum olsun isterdim. Çocuk yanlarımın hüviyetini sana gösterebilmek isterdim sevgilim.....
Aşkın ihanetine bile ihtiyacım olduğunu
bilebilmeni isterdim sevgilim.........
Çok eski bir zamanda ( zaman bile eskiyebiliyor değil mi sevgilim?...) ailesiz, oyunsuz, şaşkınlığını ve açlığını örtbas etmeye çalışan gözleriyle, kimseye konuşmayan, baktığı her şeyi anlamaya ve küçük aklına sığdırmaya çalışan bir çocuk varmış. Üşümesini ve açlığını sıcacık düşleriyle örtermiş küçük çocuk. Susarmış susmasına, düşleri büyürmüş, bedeni açlıktan küçülürken yine de direnmeye çalışırmış küçük busesinden taşan yaşlarına. Bir gün düş tacirleri gelmiş küçük çocuğun büyük şehrine. Büyük paralar veriyorlarmış büyük düşlere. Açlığından, üşümesinden bitkin düşen küçük çocuk daha fazla dayanamamış. Satmış düşlerini. Sahip olduğu tek varlığını da takas etmiş düş tacirleriyle. Aldığı paralarla karnını doyurmuş, üstünü örtmüş küçük çocuk. Lakin; şimdi daha çok üşüyormuş. Şimdi midesi değilse bile içinde bir yerlerde bilemediği bir yanları acıyormuş açlıktan.
Artık ne uykusu kalmış, ne düşleri. Zamanla anlamış mutsuzluğunu, giderek artan üşümesini. Biliyormuş artık küçük bedenini sarsan titremenin nedenini. Düş tacirlerine tekrar koşmuş düşlerini geri alabilmek için.
Onu büyüten yanıtı almış küçük çocuk;
“ Düşlerini sattık. Yeni sahipleri çoktan gerçekleştirdiler ve senin düşün kalmadı artık.”
Satılık düşün var mı sevgilim?...
Müzayedelerinde tek kalacağım
Göreceksin sevgilim....
Bu yazının ilk harfinden bu yana üç saat geçti. Bu yazıyı yazan parmaklardan kaç ömür geçti, kaç ütopya kendi okyanuslarında kayboldu sen bilemezsin kır çiçeğim. Kaç Eylül’ de dirildim daha Mayıs’taki cesedimi toprağa vermeden. Kaç kere bu mevsimde kıyılara vurdum, karasularımın genişliğinden...
Yılın en güzel ayı Eylül değil mi sevgilim?
Ayın en güzel günü bir Pazar sabahı olabilir mi?.....
En güzel anın sen olduğun bir mevsimde
Bu Pazar sensiz nasıl yaşanır söyler misin sevgilim?....
Hikayelerim bittiği zaman, sana çocukluğumu anlatırım. Sıkılmayasın ve hüzünlenmeyesin diye başka çocukluklardan mutlu alıntılar bile yaparım. Aşkın, onurun ve iyi bildiğim her şeyin, çocukluk kütüphanemdeki kitaplarımda yazılı kaldığı zamanlarımı anlatırım sana. O kitapları okuyarak nasıl büyüdüğümü, büyüdükçe küçülmenin ne olduğunu anlatırım.
“Çocukluğun bittiği zaman ne anlatacaksın?” diye sorma sevgilim
Çocukluğum bittiği zaman
kendimi terk ederim...
Bu yazı bir pul istemez sevgilim. Bu Pazar sabahı hissettiğim her şeyin , bir ana fikir istemediği gibi. Keşif atlaslarında ikimizi işaretlemeye kalkıştığım bu Pazar sabahında, bildiğim tüm gemicileri konuk ettim sana yazdığım bu yazıya. İstedim ki bağlayabilsinler inceldiği yerden kopmasına izin verdiğim onca şeyi. Amacım; en çözülmez düğümde buluşmaktı seninle. Sonbaharın en inatçı yaprağıyla dalı gibi.
Şimdi uzaktasın
Yaşıyorsun kendi şehrini
Surlarında boşuna bekleme geceni
Bir Pazar sabahı şehrine geleceğim sevgilim
Gözlerimle kurşuna dizebilmek için seni....
Artık Pazar değil, sabah da değil. Kendinden bir şeyler çıkarmaya çalışmanın, en karanlık labirente girme cüreti istediği, birimi umursanmaz, bir dingin zaman şimdi. Seninle ve kendimle konuşmaya başladığım, giderek, tanımadığım insanlara şahitlik yaptığım zamanların, tutanakları bu harfsel coşku. Tahribatı yüksek, zaman ayarsız duygular sana yapmaya çalıştığım tarifler. Akan suyun, yatağını bulduğunu sanıp durgunlaşması, yatağından kovulup tekrar çağlaması bu sezinlediğin gel gitler.
Aslında;
gidilecek yerin aynı olması bu gelmeler...
Barındıracak anlamı bile olmayan yerlere sığınmayacak kadar cesur, sığındığı yerlerde fazla kalamayacak bir göçebe kadar korkak olmanın gel gitleri siniyor kelimelere. Yine de bu yazıya başladığımda biliyordum keşif atlaslarında ikimizi işaretlemenin zorluğunu. Yırtılan onca yelkenime rağmen hazırdım fırtınalarının hırçınlığına.
Kayıp adaları geçecektim,
en derin okyanusları içecektim
yeni kıtalarda oyalanmayıp bulacaktım şehrini
gelecektim
gözlerimle kurşuna dizebilmek için seni.....
Adressiz sorgulara bulaşmayan, hiçbir nedene ihtiyaç duymamasına rağmen, çok sebebini kendi içinde gizleyebilen, zamanı bazen birimsiz, bazen çekilmez bırakan, dibine kadar yaşanmasını kendiliğinden zorunlu kılan, duygusal bir coşkuydu yaşadığımız....
göz ucuyla aşka bakarken
gizliden gizliye, adlandırmaya çalıştığımız....
Yokluğun, ismi bile henüz konmamış bir çocuğun katlidir şimdi. Yine de o çocuk ödedi ne varsa aşkın vasiyetinde yazan. Ve ben bir vasiyet gibi saklıyorum
ne kaldıysa bana senle yaşanan.........
Bir Pazar sabahı
ansızın
ve hiçbir şeyin hesabında olmaksızın
çıkıp geleceğim geleceğim şehrine
gözlerimi bırakacağım gözlerine
ve birkaç kurşunu
yığılıp kalabilmek için ellerine....