Arama


bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
4 Mayıs 2012       Mesaj #204
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
OD

Yazar: İskender PALA


"Bir garip ölmüş diyeler Üç günden sonra duyalar Soğuk su ile yuyalar Şöyle garip bencileyin"
Bizim Yunus'un aziz ruhuna!..

MOLLA KASIM
1320, herhangi bir gün:
Her şeyi bildiğimi zannettiğim zamanlar da artık geride kaldı. Ne var ki, eski bilgiçliğim ağır bir bedel ödememe sebep oldu ve bu yüzden tarih benim adımı "her şeye karışan çokbilmiş bir ukala" olarak kaydetti. Oysa size anlatacağım günün hikâyesinden sonra hayata ve eşyaya bakışım değişmişti. O günden sonra bildiğimi unuttum, unutarak yeniden bildim.
Bilgi ile hikmetin, malumat ile irfanın ayrımına vardım ve geri kalan hayatımı asla bilgiçlik taslayarak yaşamadım.
Adım Kasım. Talebelik yıllarımdan kalma lakabımla bana Molla Kasım derler.
Hayatım boyunca hep çok şeye sahip olmayı değil, az şeye ihtiyaç duymayı istemişimdir.
Zenginliğim ilim yolundan olsun diyerek ilmin peşine düşenlerdenim. Şimdi anlatacağım şeyleri yaşamamış olsaydım,
Bizim Yunus'u anlatan bu kitap size ulaşmayabilir, bunun yerine Bizim Yunus'un iki bin kadar şiirini daha okuyor olabilirdiniz.
Evet, ben suçluyum!.. Kendimi Yunus'a adamış biri olarak bu suçumu affettirebileceğimden de şüpheliyim.
Çünkü bütün yazacaklarım, bir zamanlar yırtıp yaktığım veya ırmağa attığım bir tek şiirin bir tek mısrası bile etmez.
O şiirler ki Yunus demişti, elbette onların tek bir mısrası benim bir cilt dolusu sayıklamalarıma bedeldir.
On yıl Şam, üç yıl Isfahan ve altı yıl da Konya medreselerinde okudum. Fıkıh ve hadis ilmiyle meşgul oldum.
O yıllarda Anadolu’nun her yanında pıtırak gibi bitiveren tarikatlar, oldum olası asabımı bozardı.
Bir adamın şeyh sıfatıyla çıkıp ‘İslam’ı şöyle yaşayın Allah’ı böyle anın!’ diye kurallar koymasını da, o şeyhin öldükten sonra bölünen tarikatını ve kurallarını da insanları aldatan birer tuzak gibi görür, bunların şeriat ilmiyle de, Kur’an ile da alakaları yok diye düşünürdüm.Hafız idim, çok kitap okur, her okuduğum kitabı Allah’ın Kitabı’yla tartar, eksiklerini bulursam kaldırır atardım. Konya'da Müderris Fazlullah Efendi diye birisinin "ilmi fıkıh" adı altında Kitab'a aykırı şeyler anlattığını duydum.
Ona haddini bildirmek üzere Söğüt'ten yola çıkmış, Konya'ya gidiyordum. Sakarya Suyu kenarında bir çeşme başında azıcık oyalandım. Hemen yan tarafta üstü açık bir türbe ile birkaç kabir vardı. Birisi kötü bir yazı ile "Burada Turakçın Baba ile erenlerden birkaç yoldaşı yatar.!" diye yazmıştı. Kim ola ki diyerek bir Fatiha okudum. Mekânın ruhaniyeti var gibi geldi bana. Hani insanı kuşatıp sarıveren bir ruhaniyet. Biraz rahatlamaya, ferahlamaya ihtiyacım olduğunu düşündüm. Sonbahar rüzgârları esiyordu. Kendime siperli bir yer bulup eşyamı yerleştirdim ve oltamı çaya saldım.
Birkaç çalı çırpı yaktım. Bir yandan ısınıp, bir yandan tutacağım balıkları pişirecektim. Sonra aklıma geldi.
Akşam yolda yarı çıplak, saçı sakalına karışmış meczup bir derviş, yağmurun altında elime bir tomar kâğıt tutuşturmuş,
"Bunu sana gönderdi gönderen, oku bakalım!" diyerek kaçıp gitmişti. Yağmur çok şiddetliydi ama dervişin açık elindeki tomara bir damla bile düşmemişti.
Hayret etmiştim. Tabii hızla elinden alıp torbama attım. Bırakınız içinde ne var diye bakmayı, o anda başlığını bile okumaya fırsatım yoktu. Şimdi aklıma gelince pek sevindim. Oltama balık vurasıya kadar beni eğlerdi. Torbadan çıkardım.
Üst üste konulup katlanmış el ayası büyüklüğünde kâğıtlarla tomarlaşmıştı. Her kâğıt parçasının iki yüzünde birer şiir yer alıyordu. Tomarın tamamının şiir olduğunu görünce neşem arttı. Gönderen her kim ise benim neleri okumaktan hoşlandığımı biliyor olmalıydı.Baş sayfada "Hazâ Divanı Derviş Yunus" yazılıydı. Bu Derviş Yunus kimdi, bilmiyordum. Mısralara bakınca usta bir şair tarafından tertiplenmiş olduğunu
anladım. Hem yazı güzeldi, hem de şiirler parmak hesabıyla pek okkalı duruyordu. Başladım okumaya.
"Sensiz yola girer isem / Çarem yok adım atmağa // Gövdemde kuvvetim sensin / Başım götürüp gitmeğe".
Güzel bir şiirdi. Allah’ın birliği üzerine sağlam bir iman eseri olduğu belliydi. Şairine aferin okuyup geçtim ikinci şiire.
Ama hayret!.. İkincisi sofilerin hezeyanlarına benziyordu. İnsanları Kuran’dan uzaklaştırıp başka yollar aramaya itecek bu tür safsatalara tahammül edemezdim.Öfkelendim. Kâğıdı tomarından çıkardım, avucumda buruşturup ırmağa attım. Üçüncü şiir gözüme daha da kötü göründü. Şairine, kâtibine, hatta kâğıdını hazırlayana lanetler okuyarak "Cehennem ateşinde yanasıcalar!" bedduasıyla onu da alevleri kabaran ateşe attım.
Üçüncü şiir aşktan bahsediyordu: "Aşk davasın kılan kişi / Hiç anmaya hırs u hevâ / Aşk evine girenlere / Ayrık ne meyi ü ne vefa". Tam onu da yırtıp suya atacaktım ki "aşk" kelimesiyle "din" kelimesini değiştirmek geldi aklıma. Baktım, bu şekliyle şair doğruyu söylemiş, ama ne hikmetse dinin adını aşk koymuştu. Onu tuttum. Sonraki şiiri beğenmedim, suya, bir sonrakini ateşe.Böyle böyle sayısız şiirler okudum. Kimini tuttum, kimini attım. Bu arada oltama kaç balık takılıp kurtuldu, ateşe kaç odun daha verdim hiç bilmedim. Kuşluk vaktinde oturmuştum, ikindi olmak üzereydi. Kalkıp aceleyle öğle namazını kıldım. Allah beni affetsin Bütün namaz boyunca zihnimde yine şu Yunus denen adamın şiirleri dolanıp durdu. Herhalde bu onun gerçek adıydı.
Çünkü mahlasa benzemiyordu. Yine de onun hesabına üzüldüm. Zavallı, dünyaya eser bıraktığını zannediyordu
ama hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan, sonunda hiç yaşamamış gibi ölen adamlardan bir farkı yoktu. Şiirlerinin çoğu sûfî zırvalarından ibaretti.
Namazdan sonra oltamı yokladım. İrice bir balık vardı ucunda. Kim bilir ne zaman takılmış ve çırpına çırpına ölmüştü. Şiirlerle oyalanırken hayli
zaman geçmiş, iyiden iyiye acıkmışım. Balığı temizleyip bir söğüt dalına geçirerek ateşe koydum. Ama aklım yine şiirlerdeydi.
Balık pişedursun, tomarı elime aldım. İlk şiiri başladım okumaya. Fakat o da ne? Neler söylüyordu bu adam? Allah'ım!..
"Ben dervişim diyene / Bir ün edesim gelir // Tanıyuban şimdiden / Varıp yetesim gelir; Sırat kıldan incedir / Kılıçdan keskincedir /Varıp onun üstüne / Evler yapasım gelir." Bu kadarına vurulmuşken son beyit kanımı dondurdu:
"Dervîş Yunus bu sözü / Eğri büğrü söyleme // Seni sîgaya çeker / Bir Molla Kasım gelir"
Tomarı elimden atıp secdeye kapandım. Bu adam benim adımı nereden bilmişti? Gönderen bir tomar şiir değil, bir dehşet göndermişti besbelli. Tevbe ediyor ve ağlıyordum. Ağladığım iki sebeptendi; ilki o güne dek tarikat ehline hor bakmış olmam; ikincisi de o şiirleri ateşe ve ırmağa atmış olmam.
Birinci pişmanlığımdan geri dönebileceğime seviniyordum; lakin ikincisini neyle telafi edebilirdim ki?!..
İki bin kadar şiiri ahmakça yok etmiştim. Bu Derviş Yunus her kim ise bana çok şiddetli bir şamar vurmuştu. Kederim büyüktü.
****
TAPDUK SULTAN
Daha evvel "gönüller sultanı" diye gözümün önünde beliren yüzü. Demek benden haberdardı ve beni yönlendirmişti. Demek erik de, üzüm de, ceviz de aslında oydu.
Eğer öyle ise derdim de dermanım da, suçum da fermanım da onun elindeydi. Dilim tutulayazdı. Başımı yere eğdim. Göz göze gelmeye tahammül edemeyeceğimi düşündüm. Kurbanlığa hazır olduğumu hissettim. Sanki bacaklarım birbirine dolanıyordu:
"Ne kadar geciktin Yunus? Hey Aslanlı yadigarı!"
"Aaaslanlı Hacı Be Bektaş hühünkârımın selamını gegegetirdim efend..."
"Aslanlı yadigarı! Sen ne kadar dünya kokuyorsun?!"
Bu sözden alınmalı mıydım; dünya koktuğum için beni azarlamış mıydı, kestiremedim. Elleriyle başımı tuttuğunda anladım gözlerinin görmediğini.
Parmaklarını yüzümde gezdirdi. Tanımak istediği herkese böyle yaparmış. Sonra iki omzumdan tuttu. Bütün yorgunluğumun bedenimden akıp gittiğini hissettim.
O da bunu hissetti zannederim:
"Var hizmet et, emek yetir, nasibini al!"
"Ne hizmet var ise yapalım efendim!"
"Hele bak, ne eksikse; dağdan odun getir, kuyudan su!"
Beni her şeyimle teslim aldığını hissetmiştim. İrademi elimden eline verdim. İçimdeki kavgaların sükûna varacağını anladım.
Huzurundan ayrılmak için hareketlendiğim sırada "Aslanlı yadigarı!" dedi beni kabul ettiğini ima eden bir sevecenlikle,
"Yanlış olan, zor olan, hüsrana götüren kulun hata yapması değil, hatada ısrar etmesidir. Allah'ın bir değil, bin tövbe kapısı vardır.
Senin de amel defterini dürdükleri bir günün geleceğini sakın unutma. Azrail canını alır, zaman şanını unutturur, kara toprağa tenini karacakları gün olur.
Var işini doğru yap, bu dergâhta adını güzellikle andır. Özünü tevhide uydur, yüzünü Mevla'ya döndür. Kimseye razını açma, iven davranma,
özünü tevhide tapşır, bedenini dergâha bağışla."

**********

İSKENDER PALA
1958, Uşak doğumlu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni bitirdi (1979).
Divan edebiyatı dalında doktor (1983), doçent (1993) ve profesör (1998) oldu.
Divan edebiyatının halk kitlelerince yeniden sevilip anlaşılabilmesi için klasik şiirden ilham alan makaleler, denemeler, hikâyeler ve gazete yazıları yazdı.
Düzenlediği Divan Edebiyatı seminerleri ve konferansları geniş kitleler tarafından takip edildi.
"Divan Şiirini Sevdiren Adam" olarak da tanınan İskender Pala, Türkiye Yazarlar Birliği Dil Odülü'nü (1989),
AKDTYK Türk Dil Kurumu Odülü'nü (1990), Türkiye Yazarlar Birliği İnceleme Odülü'nü (1996) aldı.
Hemşehrileri tarafından "Uşak Halk Kahramanı" seçildi.
Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk, Katrei Matem ve Şah&Sultan adlı romanlarının baskıları yüz binlere ulaştı, pek çok ödül aldı.
Türk Patent Enstitüsü tarafından marka ödülüne layık görüldü ve adı tescillendi.
Evli ve üç çocuk babası olan Pala, halen İ. Kültür Üniversitesi öğretim üyesidir.

***

OD'u yazarken pek çok kişiden teşvik ve yardım gördüm.
Yunus hakkında bir roman fikrini ilham ile beni ikna eden aziz kardeşim Sabri Koz ve sevgili oğlum Alperen Ahmed'e;
Çalışmam sırasında Yunus Emre Köyü (Sarıcaköy/Sarıköy) seyahatimi kolaylaştıran değerli dostlarım Nabi Avcı, Mehmet Kılıçlar ve Burhan Sakallı'ya;Yazdıklarımı okuyarak kıymetli eleştiri ve görüşlerini benimle paylaşan İsmail Gülal, Aliye Akan, Elif Dilasa ile Emin Köse ve Hilye Banu ile Melih Gülseren'e;
Satırlarımı tarihi açıdan inceleyip kıymetli eleştirilerini esirgemeyen değerli bilim adamı Haşim Şahin'e;
Yunus Emre üzerine yaptığı çalışmalar ve yayımladığı külliyat ile Türk kültürüne büyük hizmetleri dokunan ve kitabımı okuyup
tasavvufi eksiklerini gideren değerli bilim adamı Mustafa Tatcı'ya;
Romanın ortaya çıkması için gayretle çalışan Kapı Yayınları çatısı altındaki dostlarıma;
Ve nihayet, yazdıklarımın her zamanki ilk okuyucusu ve ilk eleştirmenim, hayat arkadaşım F. Hülya Pala'ya teşekkür ederim.



BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.